Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı “Bir zaman Hire´ye askerler geldi. Askerlerden birisi, köylünün birinden atları için saman aldı. Ücretini tam olarak ödedi. Köylünün ihtiyar bir babası vardı. O asker ile dost oldu. İhtiyar köylü, dostu olan askere dedi ki: Bugün, hacılar hac etmektedir. Keşke biz de orada olsaydık. Asker:
-İster misin Seni oraya eriştireyim. Ama kimseye söylememek şartı ile, dedi.
-Söylemem.
Asker, Allahü teâlânın izni ile bir anda ihtiyarı Arafât´a ulaştırdı. Hac edip, lüzumlu vazifeleri yaptıktan sonra, yine bir anda geri döndüler. İhtiyar, askere dedi ki:
-Senin gibi bir hâlde bulunan kimsenin, askerlerin arasında durmasına hayret ediyorum. Bu nasıl oluyor
-Eğer benim gibi bir kimse bunların içinde olmasa idi, senin gibi bir ihtiyar veya zayıf, muhtaç bir dede gelip derdini dökse kim bakardı Kim alâkadar olurdu Kim dostluk elini uzatırdı İşte ben, birçok faydaları düşünerek bunlar arasında bulunuyorum. Sakın sırrımı kimseye söyleme.
-Peki, diyen ihtiyar, işin içinde önce farkedemediği nice hikmet ve faydaların bulunduğunu anlayıp, teşekkür etti ve ayrıldılar.”
Tayy-i zaman ve tayy-i mekân sâhibi olan Abdurrahmân bin Mu- hammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) her sene hac mevsimin- de memleketinde bulunuyordu. Fakat hacca gidenler onu, Hicaz´da hac vazîfesini yaparken görürlerdi. Kendisine bu durumdan suâl edildiğinde; “İşte gördüğünüz gibi, buradan ayrılmadım.” diyerek bu kerâmetini setre- der, gizlerdi. Yine Abdurrahmân es-Sekkâf, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân edip verdiği bir hâl ile bir anda başka başka yerlerde, başka başka hâllerde görülürdü.
Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesi ile birlikte Kar Gölü kenarındaki câmide Cuma namazı için bulunuyordu. Cumâ namazının farzına duracakları sırada Deştûtî başını önüne eğerek, kolunun yeni ile gözlerini kapatıp bâzı hareketler yaptı. Bunu gören bir talebesi hayrete düştü ve bu düşünceler içinde namaza durdu. Talebe namazdayken kendini Mekke-i mükerremede Harem-i şerîfte imâmın arkasında namaz kılarken gördü. Namazdan sonra hocasını aradı ise de bulamadı. Sonra Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, sa´y yapı- lan yere çıktı. Orada çarşı kurulmuştu. Çarşıdan, üç tane küçük kavun aldı ve cübbesi altında bunları sakladı. “Ben şimdi hocamın bulunduğu Mısır diyârına nasıl döneceğim ” diye merak ederek yürüdü. Birkaç adım atınca kendini, hocasının namaz kıldırdığı câmide gördü. Kendisi de orada idi. Onu görünce tebessüm etti ve daha hiç bir şey anlatmadan; “Yanında bulunan kavunları gizle. Bu hâlini, ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma.” buyurdu. Talebe hocasının zâhiren başka yer- de görünse bile hakîkatte mübârek yerlerde bulunduğunu ve namazları oralarda kıldığını anladı. Bâzan da, hem zâhiren hem de bâtınen gidip, namazını o mübârek yerlerde kılardı. Bu hâdiseden sonra, talebenin ho- casına olan muhabbeti ve bağlılığı daha da arttı. Bu hâdiseyi de onun sağlığında kimseye anlatmadı.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) döneminde zamânın hükümdârı Kazan Han, Ahmed Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede kıldığını merak edip, ta- lebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend´i ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı. Tale- be, Hâce´nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, “Gel elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim.” buyurdu. Talebe; “Peki efendim” deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini, büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı hâlini görünce ona; “Ey derviş! Burası Mısır´dır ve bu câmi Câmi-i Ezher´dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar.” dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup, namazdan sonra bir anda Yesi´ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi anladılar.
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yardımseverliğiyle ilgili bir kerâmetini, Ebû Abdullah Kâdî şöyle nakletti: Babamın şöyle anlattığını işittim: Bağdât´ta bir tüccar arkadaşım vardı. Çok zengin idi. Bir gün baktım bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış, iyi bir müslüman olmuştu. Bunun sebebini sorduğumda, bana şöyle anlattı: “Bir gün Bağdât´ın bir câmisinde Cumâ namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra gördüm ki, Bişr-i Hâfî câmiden çıktı. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime, zühd ve takvâ sâhibi, dünyâya düşkün olmayan, haramlardan sakınan bir zât nereye acele acele böyle gidiyor diye merak ederek onu tâkib ettim. Gördüm ki, önce bir fırına gidip ekmek aldı, sonra kebap yapan bir yere gidip kebab aldı. Daha sonra helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime böyle bir zâtın bunları alıp yiyeceğine kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek tâkibe devâm ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün câmisine girdi. Baktım ki câmide yatalak bir hasta vardı. Bişr-i Hâfî aldıklarını lokma lokma bu zâta yedirdi. Ben bu arada köyü merak edip neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Bişr-i Hâfî´yi sorunca, Bağdât´a gitti dedi. Burası Bağdât´a ne kadar uzaklıktadır diye sordum. Bana 40 fersahdır (240 km) dedi. Ben bunu duyunca, benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu yolu yürüyemem dedim. Hasta şahıs, bekle Bişr-i Hâfî haftaya gene gelir dedi. Bekledim. Cumâ günü tekrar geldi. Hastayı aynı şekilde tekrar doyurdu. Giderken, o şahıs Bişr-i Hâfî´ye: “Bu adam Bağdât´tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle berâber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar yerine götür.” dedi. Bana; “Sen benimle niye buraya geldin ” dedi. Ben özür dileyerek, hatâmı söyledim ve af diledim. “Haydi kalk ve yürü.” dedi. Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana; “Sen Bağdât´ın hangi mahallesinde oturursun.” dedi. Ben falan mahallede otururum deyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Ben ondan sonra tövbe ettim ve bir daha böyle işlere karışmadım.” dedi.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri´nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ti- câretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; “Bir gün Mevlânâ hazretleri sa- rığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi da- ha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ´nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış gö- rünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazır- lamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; “Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem´in dibini boyladı.” dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; “Düşman askeri olduk- ça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mev- lânâ hazretleri, bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında görün- dü. En ön safta; “Allah, Allah” nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ´nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yap- tıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ hazretleri düş- man komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar.” Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ´nın huzûruna çıktım. Beni görünce; “Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb o- lunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur.” buyurdu.
TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN
Hazret-i Mevlânâ´nın, mübârek hanımları,
Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ´yı.
.
Halbuki biraz önce, otururdu odada,
Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada.
Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet,
Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet.
Çevirmek isteyince, ayakkabılarını,
Gördüm kenarında, Mekke´nin kumlarını.
Nereden geldiğini, ondan suâl edince,
Buyurdu ki: “Mekke´de, bir dostum vardı önce.
Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel,
O kumlar da Hicaz´ın, kumlarıdır muhtemel.”
Düşündüm ki “Bu kadar, kısacık bir zamanda,
Hicaz´a gidip gelmek, nasıl olur acaba ”
O bunu anlayarak, buyurdu ki: “Velîler,
Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler.
Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri,
Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri.”
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Seyyid Cemâleddîn Ezherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin talebelerinden biri anlatır: “Bir sene, bir kâfile ile hacca gitmek üzere yola çıktım. Yanımda babam vardı. Haccımızı tamamlayıp geri dönerken, ihtiyâc için, bindiğim deveden indim. Tenhâ bir yere gittim. Bu sırada çıkan bir kum fırtınasından etraf görünmez oldu. Nerede olduğumu şaşırdım. Kâfile gitmişti ve ben çölün ortasında yalnız başıma kalmıştım. Ağlayarak, şaşkın vaziyette sa- ğa sola koştum. Issız çölde hiç kimse yoktu. Sonunda biraz yüksekte bu- lunan bir kayanın kovuğuna sığındım. Aç susuz, yorgun ve çâresiz bir hâlde idim. Burada ağlaya ağlaya uyumuşum. Uykumun arasında, kulağıma bâzı seslerin geldiğini hissettim. Hemen ayağa kalktım. Bâzı kimselerin bulunduğum yere doğru gelmekte olduklarını anladım. Hemen aşağıya indim.
Her birisi bir arslana binmiş, heybetli ve nûrânî yüzlü yedi tâne zâtın bana doğru yaklaştığını gördüm. Önlerine çıkıp, onlara selâm verdim. Selâmımı aldılar. Ağlıyarak onlara durumumu bildirdim. Bana yardımcı olmaları, beni de berâber götürmeleri için yalvardım. İçlerinden birisi bana; “Bizim mühim bir hizmetimiz vardır. Onu görmeye gidiyoruz. Sen bizimle birlikte bulunmaya tahammül edemezsin. Fakat sabaha doğru, olgun ve kâmil bir zât buradan geçer, sen ona durumunu arzet. O, Allahü teâlânın izni ile seni dilediğin yere ulaştırır.” dedi. Bundan sonra o yedi zât gözden kayboldu.
Geceyi orada geçirdim. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hep o gelecek zâtın yolunu gözetliyordum. Sabah namazına yakın, akşamki kimselerin bildirdiği vasıflarda, kâmil bir zâtın, yürüyerek vekar ve heybetle bulunduğum yere doğru geldiğini görüp, çok sevindim. Hemen yoluna çıktım. Hürmet ve edeble kendisine selâm verip, hâlimi ve başımdan geçenleri anlattım. Bana; “Üzülmeyin, haydi benimle geliniz.” deyince, kendisini tâkib ettim. Giderken beni bir uyku bastırdı. Uyuklamışım. Gözümü açtığımda, kendimi memleketim olan Minâyin şehrinde, evimizin önünde buldum. Hâlbuki, arada günlerce yürümekle bitmeyecek uzak bir mesâfe vardı. Sevincimden ağlıyordum. Beni kaybetmekle üzüntü içinde olan babama başımdan geçenleri anlattım. O da çok sevinip Allahü teâlâya şükretti.
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hocam Muhammed bin Ali Tirmizî bir gün bana; “Seni bir yere götürmek istiyorum.” deyince; “Emir sizindir efendim!” dedim. Sonra birlikte yola çıktık. Çok geçmeden büyük bir sahrâya ulaştık. Sahrânın ortasında yeşil bir ağaç ve ağacın altında bir çeşme ve çeşmenin yanına konulmuş bir taht vardı. Gâyet güzel giyimli bir zât bu tahtın üzerine oturmuştu. Hocam yanına yaklaşıp selâm verdi. Selâmdan sonra yerinden kalkıp hocamı yerine oturttu. Bir müddet sonra başkaları sağdan soldan gelmeye başladı. Nihâyet kırk kişi oldu. Taht üzerinde ilk gördüğümüz zât semâya işâret etti. Semâdan çeşitli yiyecekler indi. Bunları yedikten sonra hocam o zâta bâzı suâller sordu. Her birine uzun uzun cevap verdi. Fakat ben bir kelime bile anlayamamıştım. Bir müddet sonra hocam izin istedi. Oradan ayrıldık. Döndükten sonra bana; “Ey Ebû Bekr! Haydi git! Hiç şüphen olmasın ki ebedî saâdete erdin!” buyurdu. “Efendim o gittiğimiz yer neresiydi O görüştüğümüz zât kimdi ” dedim. “Orası Sina Çölüydü. Görüştüğümüz kimse evliyânın kutbuydu.” dedi. “Kısa sürede Tirmiz´den Sina Çölüne nasıl ulaştık ” diye sorunca, bunun hal olduğunu ifâde eden bir cevap verdiler.
Basra velîlerinin büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebû Abdullah-i Belhî hazret- leri şöyle anlatıyor: “Bir gün Mekke-i mükerremede, Mescid-i Haram i- çinde bulunan Makâm-ı İbrâhim denilen yerde oturuyordum. Duhâ, kuş- luk vakti idi. Birden Ebû Muhammed el-Basrî hazretlerini gördüm. Ya- nında dört kişi daha vardı. Kâbe-i muazzamayı yedi defâ tavaf edip na- maz kıldılar. Sonra Benî-Şeybe kapısından çıktılar. Ben de onlara tâbi olup, arkalarından gittim. İçlerinden birisi beni geri çevirmek istedi. Fakat Ebû Muhammed hazretleri mâni olup; “Onu bırak, mâni olma!” buyurdu. Sonra herbirini, diğerinin önüne gelecek şekilde bir hizâya getirdi. En sonlarında da ben vardım. Sonra onlardan herbirinin, adım atarken bir öndekinin ayak izine basmasını, başka yere basmamasını emretti. Önü- müzden yürümeye başladı. Biz arkasından emrettiği şekilde yürüyorduk. Altımızdaki yer katlanıp dürülüyor ve çok mesâfe alıyorduk. Medîne-i münevvereye ulaştık. Duhâ vakti ile öğle namazı arasındaki az bir za- manda, Mekke´den Medîne´ye gelmiştik. Hâlbuki, bu mesafe takrîben on iki günlük yol idi. Öğle namazını Mescid-i Nebî´de kıldık. Namazdan son- ra aynen evvelki gibi yola çıktık. Kısa zamanda kendimizi Kudüs´teki Mescid-i Aksâ´da bulduk. İkindi namazını orada kıldık. Sonra yine aynı şekilde yola çıktık. Akşam namazını bir sed üzerinde kılıp, aynı şekilde yola devâm ettik. Yine az bir zaman içinde büyük bir dağın başına vardık. Namaz vakti gelince yatsı namazını kıldık. Ebû Muhammed hazretleri dağın en yüksek yerinde oturdu. Biz de etrafındaydık. Dağın her tarafından, ona bâzı kimseler gelmeye başladı. Her birisi heybetli kimselerdi. Ebû Muhammed hazretlerinden, güneş misâli nûr yayılıyordu. Ve gelenlerin her biri, ay gibi parlıyordu. Her biri gelip selâm veriyor ve Ebû Muhammed hazretlerinin huzûrunda oturuyordu. Sonra diğer bâzı kimseler, havadan inip yanına geldiler. Bunlar da havada yürüyorlar, şimşek çakması gibi parlıyorlardı. Bâzıları Ebû Muhammed hazretlerine bir şeyler soruyorlar, o da cevap veriyor, onlarla konuşuyordu. Öyle tatlı sohbet ediyor ve öyle güzel konuşuyordu ki, bu hal karşısında o heybetli kimselerden bâzıları düşüp bayılıyor, bâzıları ayakta titreyerek zor duruyorlardı. Bâzıları göz yaşlarını sel gibi akıtıyorlardı. Bâzıları feryâd ediyorlar, bâzıları da havada döne döne gidip, gözden kayboluyorlardı. Öyle bir hâl idi ki, sabah namazı vaktinde orada bulunanlar ile berâber sabah namazını kılıncaya kadar, sanki dağın altımızda sallandığını hissediyorduk. Sonra dağın arka tarafına indi. Peşinden biz de geldik. Bir de ne görelim, önümüzde sonu görülmeyen, bembeyaz, çok nûrlu ve tatlı bir yer vardı. Miskden daha tatlı olan kokusu her tarafa yayılıyordu. Biz orada bâzı kimseler gördük. Çeşitli tesbîhler söyliyerek, Allahü teâlâyı zikrediyorlardı. Onların nûrları gözleri kamaştırıyordu. Ebû Muhammed hazretleri de, Allahü teâlânın zikri ile kendinden geçmiş bir hâlde, sağa sola sallanıyordu. Ayakta zor duruyordu. Allahü teâlâya şöyle niyazda bulunuyor- du:
“Yâ Rabbî! Sana olan şevk beni sarsıyor. Senden ayrı olmak beni perişân ediyor. Azâbından çok korkuyor isem de, rahmetinden ümitsiz değilim. Bana gazab etmenden korkuyorum ve bu hâl beni mahvediyor. Senin muhabbetin ile şaşkın hâldeyim. Senin yakınlığın, beni derleyip toparlıyor ve sevindiriyor. Seninle beraber olmak, benim en büyük sürûr ve sevincimdir.” Bu hal duhâ vaktine kadar devâm etti. Sonra geldiğimiz yere döndük. Orası, dünkü gördüğümüz gibi değildi. Kimseler yoktu. Sonra yürüdü. Biz hep kendisini tâkib ediyorduk. Altın ve gümüşlerle süslü bir şehre geldik. Orada, dalları birbirine girmiş çok güzel ağaçlar, tatlı suların aktığı nehirler, dallarda dizilmiş ve olgunlaşmış çok meyveler vardı. Biz, o şehre girdik. Olgun meyvelerden yiyip, tatlı sulardan içtik. Ebû Muhammed hazretleri, bizlere birer tâne elma almamızı emretti. Emir icâbı hepimiz birer elma aldık, yalnız Mekke-i mükerremede benim onlarla birlikte gitmemi istemeyip, beni reddeden kimse elma alamadı. Ebû Muhammed hazretleri ona; “Bu, senin edebte kusûr etmen ve bu kimsenin hatırını kırman sebebiyledir.” buyurup, beni işâret etti. Sonra bana; “Bunun için Allahü teâlâdan magfiret iste! Bu yol, edebi muhâfaza ve edebin hükümlerine riâyet etmek üzerine kurulmuştur.” buyurdu.
Ben, o şahıs için cenâb-ı Hak´tan magfiret diledim. O kimse de, mahcûb bir şekilde çok tövbe ve istigfâr etti. Bundan sonra Ebû Muham- med hazretleri; “Şimdi sen de arkadaşların gibi bir elma al!” buyurdu. O talebe de elini uzattı ve elmayı aldı. Ebû Muhammed sonra buyurdu ki: “Burası evliyâ şehridir. Buraya velî olmayan giremez. Sen velî olduğun için buraya girdin. Fakat bir defâ edebe riâyetsizlik etmen sebebiyle, o nîmetten mahrûm olmuş idin. Tövbe ve istigfârdan sonra tekrar o elma- dan alabildin.”
Sonra yürüdük, bâzı yerlerden geçtik. Arâziye isâbet eden bir felâket sebebiyle kurumuş bir ağaç gördük. Onun için duâ ettiler, hemen ağaç yeşerip, yaprak açtı. Bir de baktım Mekke-i mükerremeye gelmişiz. Öğle namazı vakti idi. Namazı kıldık. Sonra, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu durumdan hiç kimseye bir şey anlatmamam için benden söz aldı. Sonra kayboldular. Bir müddet onları hiç göremedim.
Bir zaman sonra, Ebû Muhammed hazretlerini görmek arzusu ben- de dayanılmaz bir hâle gelince Basra´ya gittim. Yanında günlerce kaldım. Bir gün Basra´nın dışına çıktı. Ben de yanında idim. Eshâb-ı kirâmdan Talhâ bin Ubeydullah´ın türbesine geldik. Kabri görünce geriye döndü. Sonra dönüp kabri ziyâret etti.
Başı öne eğik, çok saygılı ve çok edebli olarak, mahzûn bir hâlde idi. Sonra ben ziyâret ederken, dönüp tekrar gitmesinin hikmetini suâl ettim. “Birinci defâ gittiğimde, Talhâ hazretleri oturuyordu. Üzerinde çok kıymetli yeşil bir elbise, başında inci ve mücevherlerle süslü çok güzel bir tâc vardı. Yanında da, iki tâne hûrî vardı. O durumda gidip ziyâret etmekten hayâ ettim. O hûrîler gittikten sonra ziyâret ettim.” buyurdu. O hayatta olduğu müddetçe ben bu hâli hiç kimseye anlatmadım.”
Malatya´da yaşayan velîlerden Hacı Ahmed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün şimdiki Malatya şehir merkezindeyken bir tanıdığı ile karşılaştı. Biraz konuştuktan sonra Ahmed Efendi Battalgâzi´ye (Eski Malatya) gideceğini söyledi. Ahbabı, saatini göstererek; “Hocam Cumâ vaktine yedi dakika kaldı. Oysa gideceğiniz yer iki saatlik yol. Birlikte burada kalalım.” dedi. Ahmed Efendi ise; “Vazifemde aksaklık yapıp kazancımı haram edemem.” diyerek yürüdü, Arkadaşı; “Bunda bir hikmet vardır.” diyerek Ahmed Efendinin peşine takıldı ve birlikte gitmek istediğini söyledi. Battalgâzi´ye yaklaştıklarında karşılarına ihtiyar bir zât çıktı. Üstü başı biraz kirliydi. Ahmed Efendi; “Esselâmü aleyküm Sultanım.” diye selâm verdi.
Bir müddet daha yürüdükten sonra o zâtın bu kere daha heybetli geldiğini gördüler. Yanlarına gelince; “Kardeşim Ahmed! Bu yanındaki adam kimdir Onu nereye götürüyorsun ” diye sorunca Ahmed Efendi; “Himmetinize muhtâc efendim!” karşılığını verdi. İhtiyar zât oradan uzak- laşınca Ahmed Efendi arkadaşına dönerek; “İçinden kötü bir şey mi ge- çirdin ki, bu zât bize böyle söyledi.” dedi. Arkadaşı da; “Evet sizin böyle pejmurde kıyâfetli bir fukarânın önünde egilmeniz garibime gitmişti.” dedi. Hacı Ahmed Efendi; “O pejmurde kıyâfetli gördüğün zât zamânın kutbudur. Böyle kişilere hor bakmamalı.” dedi. Arkadaşı hemen tövbe et- ti. Câmiye geldiklerinde saatine bakan arkadaşı Cumâ vaktine yine yedi dakika olduğunu gördü. Allahü teâlânın izniyle iki saatlik yolu bir anda al- mışlardı. Arkadaşı Ahmed Efendinin büyüklüğünü o anda anladı.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri hacca gitmişti. Kâbe-i muazza- mayı tavâfı esnâsında, hocası Tâcüddîn-i İskenderî´yi gördü. Ayrıca sa´y ederken, Arafât´ta vakfeye dururken yine hocasını gördü. Hac vazîfesini bitirince, Mısır´a döndü, arkadaşlarına, hocalarının hac için Mekke-i mü- kerremeye gidip gitmediğini sordu. Onlar da, gitmediğini ve her gün ken- dilerine ders verdiğini söylediler. Hocasının huzûruna varınca, hocası; “Bu seferinde kimleri gördün ” deyince; “Efendim, zât-ı âlinizi gördüm.” diye cevap verdi. İbn-i Atâullah hazretleri de; “Allahü teâlâ, sevdiği kulla- rına, istediği yere bir anda gitme kuvvetini ihsân etmiştir.” buyurdu.
Yemen´in meşhûr velîlerinden İbn-i Üstâd-ül-A´zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri her sene haccederdi. Bunu evliyâdan çok kimse haber vermiştir. İnsanlar onu, memleketi olan Terîm beldesinde zannederler, fakat o hac zamanı hacılar arasında bulunurdu. Bir sene talebelerinden Müflih bin Abdullah hacca gitmeye niyet etti. Gidip, hocası Abdullah bin Alevî hazretlerinden izin istedi. O da! “Mi- nâ´ya vardığın zaman, filân oğlu filânı sor. Bizim selâmımızı söyle, o sa- na istediğin konuda yardım eder.” buyurdu. Müflih bin Abdullah diyor ki: “Minâ´ya vardığımda, o kimseyi buldum. Bana çok yardımda bulundu. Hocamdan suâl etti. Ben de, şu anda Terîm beldesinde bulunduğunu, hâlinin iyi olduğunu söyledim. O kimse hayret etti. “Daha dün, bizimle beraber Arafât´ta vakfe yaptı. Şimdi nasıl Terîm´de olur ” dedi. Benim ihtiyaçlarımı giderdi. Ben Terîm´e döndüğüm zaman, hocamın yanına gittim. Haccımı tebrik etti. Ben de; “Asıl ben sizin haccınızı tebrîk ederim.” deyip, şâhid olduğum durumu anlattım. “Sen bunu gizli tut! Ama senin arzun da hâsıl oldu. Orada sıkıntı çekmedin.” buyurdu. Ben bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladım ve kendisini hayatta iken bunu kimseye anlatmadım.
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin memleketinde birisi, öfkeyle ağzından; “Eğer bu yıl hac etmezsem hâtuna talak verdim.” sözü çıktı. Lâkin dediği zamanda hacca gidecek para eline geçmedi. Dolayısıyla hacca gidemedi. Durumu şehrin hâkimi öğrenince ona tenbih edip; “Dînin emri gereği hacılar gelince senin nikâhın bozulur. Hanımın boş olur.” dedi ve mahalle halkına da haber salıp durumun tâkib edilmesini emretti.
O adamcağız kime ne söyledi ise, derdine çâre bulamadı. Herkes hanımının boş olacağını söyledi. Nihâyet Şeyh Muhammed Harezmî hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arzetti. Harezmî hazretleri ona merhamet edip; “Sen Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel. İnşâ- allahü teâlâ nasîb olur. Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır.” buyurdu. Bunun üzerine adamcağız arefe günü Harezmî hazretlerinin huzûruna geldi. Ümitle ne yapacağını ne diyeceğini bekledi. Bütün arzusu hac edip hanımından ayrı düşmemekti. Harezmî hazretleri onu kimsenin olmadığı tenhâ bir yere götürüp; “Allahü teâlânın izni ve evliyânın himmet ve yardımı ile inşâallah şimdi Arafat´a varacaksın. Orada hac ile ilgili vazîfelerini yap. Hemşehrilerinle görüş. Onlardan birinden bir mikdar ödünç para al. Aldığına dâir bir senet imzâlattır. Gelince istediği zaman verirsin.” buyurdu. Sonra mübârek ridâlarını çıkardı ve yere serdi ve üzerine oturttu. O kimse tayy-ı mekân ile bir anda kendini Arafat´ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazîfelerini yaptı. Hemşehrileriyle görüştü. Harezmî hazretlerinin vasiyeti üzere birinden biraz borç aldı. Kâdıya senet imzâlattırdı. Sonra bir anda kendini Harezmî hazretlerinin huzûrunda buldu. Hacda aldığı para da yanındaydı. Hemen Harezmî hazretlerinin ayaklarına kapanıp; “Elhamdülillah maksadıma kavuştum.” diye sevincini belirtti ve evine gitmek istedi. O zaman Harezmî hazretleri ona; “Ben sağ olduğum müddetçe bu hâli kimseye söyleme yoksa zarara uğrarsın.” buyurdu. O da söz verip evine yöneldi. Aradan bir müddet geçti. Bu zaman içinde herkes ona, hacılar dönünce hâlin ne olacak hanımından ayrılacaksın.” diyorlardı. O bunlara karşı; “Hayır ben hac yaptım.” derdi. Bunu duyanlar, “Bu adam deli olmuş.” diye alay ettiler.
Bir zaman sonra hacılar geri döndü. Hacılar o adamı gördüklerinde; “Sen ne zaman geldin ” diye sordular. Bunu işitenler güldüklerinde; “Siz ne diyorsunuz ” dediler. O zaman adamcağızın yanına hacda iken para aldığı adam geldi ve verdiği parayı istedi. O da ispat et, dedi. Sonra durum kâdıya intikâl etti. Alacaklı dâvâ edip; “Ben buna arefe günü şu kadar para borç verdim. İşte Mekke kâdısının imzâladığı ismi yazılı borç aldığına dâir senet.” dedi ve senedi gösterdi. Sonra başka hacılar aynı şekilde şâhitlik yaptılar. Netîcede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu. Bu, Muhammed Harezmî hazretlerinin yardım ve kerâmetiyle olmuştu. Bundan sonra insanlar onun velî olduğunu söylemeye başladılar.
Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Şeyh Ahmed bin Berekât şöyle anlatır: Bir gece yatsı namazını evinde kıldı. Sonra mescide geldi. Bir müddet sonra oradan çıktı. Karanlık bir geceydi. Ben de yanındaydım. Yer, ayağımız altında dürüldü. Etrâfımızı nûrlar kapladı. Beldeleri, çölleri bir anda geçip Mescid-i harâma vardık. Kâbe´yi tavâf ettik. Gecenin bir kısmını namazla geçirdik. Sonra çıkıp bir anda Medîne-i münevvereye vardık. Resûlullah efendimizin mübârek ravdasını ziyâret ettik. Bir mikdâr da ibâdetle meşgûl olduk. Oradan da çıktık. Bir anda Kudüs´e Mescid-i Aksâ´ya geldik. Ziyârette bulunup, ibâdetle meşgûl olduk. Sonra bir anda Mısır´a vardık. Müezzinler sabah namazının ezanlarını okuyorlardı. Câmiye girip, sabah namazını edâ eyledik. Bu sırada Osman Kureşî hazretleri bana; “Ben hayatta iken sakın bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Ben de bu vasiyeti tuttum. Vefâtından sonra açıkladım.”
Konya´nın büyük velîlerden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Şems-i Tebrizî hazretleri Konya´ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya´nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli´ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup; “Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!” dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli´de buldu. Orada âlimleri bulup; “Cu- mâ namazı vakti geçmeden Konya´ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar, Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allahü teâlânın gazâbına uğrarsınız.” buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: “Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya´da bulunmamız imkânsızdır.” Sadreddîn-i Konevî de; “Siz kabûl edin, Allahü teâlâ müslümanları sevindirenleri mahcûb etmez.” buyurdu. “Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya´ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.
Osmanlı velîlerinden Şa´bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir se- ne kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçer- de nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıra- larda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım ede- cek bir yakını yoktu. Berâber geldiği kimseler, Mekke den ayrılıp memle- ketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Mem- leket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir gün, yanına bir zât geldi. Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: Kâbe nin Hanefî mihrâbı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu a- raştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini giz- lerse de, sen ısrarla; Derdime çâre!.. de. O hacı; Peki diyerek, Hanefî mihrâbına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa´bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa´bân-ı Velî yi göremedi. Bana bildirilen herhâlde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa´bân-ı Velî yi gö- rünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre… diye yalvardı. Şa´bân-ı Velî; Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız. buyurdu. Hacı da sır sak- layacağını bildirince, Şa´bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunma- dığı yerde görüşerek; gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa´- bân-ı Velî nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek mem- leketine gelmişti.
Anadolu velîlerinden Şeyh Abdurrahmân Şavirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleirinin Şeyh Ramazan Efendi hazretlerine tâbi olmasının sebebi şöyledir: Şeyh Ramazan Efendi Siirt te talebelerinden Hacı Re- ceb in evinde sohbet ediyordu. Sohbetinde sevgili Peygamberimiz Mu- hammed aleyhisselâmı medhediyor ve medhini şiir şeklinde söylüyordu. Bu sohbette Şeyh Abdurrahmân da vardı. Bir ara Şeyh Ramazan Efendi- ye; Resûlullah´ı öyle medhediyorsun ki sanki karşınızda görüyor gibisi- niz. dedi. Evet Resûlullah ı görüyorum. deyince; “Biz bunca yıl ilim tah- sili ile meşgul olduk göremedik. Siz nasıl görüyorsunuz. dedi. Resûlul- lah ı görmek istiyor musunuz diye sordu. Elbette görmek isterim. de- di. Sohbet bitip cemâat dağıldıktan sonra gusül abdesti almasını söyledi. Sonra yanına oturup; Gözlerini kapa.” dedi. Anında kendini Medîne-i münevverede Şeyh Ramazan Efendi ile birlikte Resûlullah ın huzûrunda buldu. Peygamber efendimiz Şeyh Abdurrahmân a oturmasını Şeyh Ra- mazan a da huzurda bulunanlara su dağıtmasını emir buyurdu.
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi ve büyük velîlerden Takiyyüddîn Hısnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, İslâm askeri Kıbrıs Adasını fethe gitmişti. Savaş başladı. Müslüman askerler, adanın yaban- cısı oldukları ve adayı iyi tanımadıkları için çok zâyiat veriyorlardı. Harbe katılan askerler arasında, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden birka- çı da vardı. Bu asker talebeler, bir akşam toplanarak, hep birlikte hoca- larından yardım istediler. Sabah olduğunda düşman askerleri ile savaşır- ken, hocalarını da aralarında gördüler. Askerler ile birlikte düşmana karşı saldırıyordu. Nihâyet İslâm askeri harbi kazanıp, zafer ile memleketlerine döndüler.
Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden harbe katılanlar, harb esnâ- sında gördüklerini, hocalarının zaferin kazanılmasındaki üstün gayretle- rini anlattılar. Harb esnâsında memlekette bulunan talebeler ise hayret edip; “Nasıl olur Hocamız bir saat bile buradan ayrılmadı” dediler. Her iki talebe bölüğü de hayret etti. Sonra bu hâlin, hocalarının bir kerâmeti olduğunu anladılar. Hocaları Allahü teâlânın izni ile, hem memleketinde, hem de Kıbrıs Adasında harbin içinde bulunmuştu. Büyüklerden, buna benzer daha nice hâdiseler nakledilmiştir.
Rivâyet edilir ki, bir sene Dımeşk´dan bâzı kimseler hacca gitmişler- di. Medîne-i münevvereye vardıklarında, Takıyyüddîn Hısnî´yi de orada gördüler. Mekke-i mükerremeye geçtiler. Orada da gördüler. Arafât´ta vakfeye durduklarında o da orada idi. Yâni Takıyyüddîn Hısnî, kendileriy- le birlikte bütün hac vazifelerini edâ ediyordu. Onun, kendilerinden ayrı olarak hacca gelmiş olduğunu zannettiler.
Hac dönüşünde o kimseler, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerine gördükleri hâli anlattılar. Onlar da, hocalarının bir gün bile Dımeşk´dan ayrılmadığını, hep yanlarında bulunduğunu söylediler. Bu hâlin de, o zâtın bir kerâmeti olduğu, Allahü teâlânın izni ile, kerâmet olarak başka başka yerlerde görüldüğü anlaşıldı. Başka senelerde de aynı hâl vâki ol- muştur.
Büyük velîlerden Ahî Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri bir zaman, kendi kendine; Şu anda dünyâda kutup kimdir. Onunla görüşsem. diye hatırına geldi. O zaman hocası onu teselli etti ve; Yûsuf evlâdım! Sen bir türlü kutup görme arzusundan vazgeçmezsin. Mâdemki öyle, şimdi filan yere git. İnşâallah arzun gerçekleşir. buyurdu. O gece hocasının işâret ettiği yere gitti. Orada altı sâlih kimse gördü. Lâkin arzusunu ve hocasının dediklerini unuttu ve onlara nereye gittiklerini ve kimler olduklarını sordu. Onlar da; Bizler yediler denen Allahü teâlânın sevgili kullarıyız. Az önce içimizden biri vefât etti. Onun yerine geçecek kimseyi istişâre için kutb-ı âlemin yanına gidiyoruz. dediler. Yûsuf Halvetî de kendileriyle berâber gitmek istedi. Onlar da; Peki gel! dediler. Tayy-i mekân edip bir anda Kâbe-i muazzamaya geldiler. Tavâftan sonra bir eve gidip içeri girdiler. İçeride yüzü örtülü birisi vardı. Ona selâm verdiler. Hiçbir şey söylemeden bir meyyiti tabutuyla ortaya getirip namazını kıldılar. Sonra tabut semâya yükseldi. Sonra; Bunun yerine kimi münâsib görürsünüz diye yüzü örtülü kişiden sordular. O zaman Yûsuf Halvetî onlara; Bu işi bizimle istişâre etseniz olmaz mı dedi. Onlar da; Bu nasıl söz. Sen kendi hocanın dediğini bile unutmuşsun deyip sonra da başka birisini getirdiler ve onun yedilere tâyini yapıldı. Sonra da yediler oradan çıkıp, herbiri bir tarafa gitti. O yüzü örtülü zât da bir tarafa yöneldi. Yûsuf Halvetî onun peşinden gitmek isteyince, o; Yûsuf ne oldun nedir derdin diye seslendi. O zaman Yûsuf Halvetî bu sesi tanıdı ve başını kaldırıp baktığında onun kendi hocası Zâhid Efendi olduğunu anladı. Özürler dileyip ağladı. Hocası onun özrünü kabûl edip bir anda Şirvan daki dergâhlarına döndüler.
Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri nin huzûruna, bir gün, Hemedân dan bir kadın, ağlayarak geldi ve dedi ki: Oğlumu Bizanslılar esir etmişler. Kadına; Sabredin buyurdu. Kadın; Sabredecek hâlim kalmadı. dedi. Bunun üzerine Yû- suf-i Hemedânî hazretleri; Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir! diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin dedi. Oğlu; Biraz evvel İstanbul daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda mu- hâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi. dedi.
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Şeyh Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî ye, ikindi namazından sonra bu arzumu arz ettim. Bana; Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine gelecektir. buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi okudum. Kendimi, Hısn-i Kehf de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı sordular. Evimize girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir müddet kaldım. Köy câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî yi görmeyi arzuladım. Annem ve babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O esnâda kendimi Birket-ül-Hâc daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp arkadaşlarıma selâm verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi yapmadı. Onlara dokuz aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o esnâda hocam Metbûlî gelip; Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme. buyurdu. Daha sonra vâlidem Mısır a geldi ve hocama; Efendi, eğer güzel hatırınız olmasaydı, bir seneye kadar biz Yûsuf u kolay kolay bırakmazdık. dedi. Yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda göklere götürüp getirdi. Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, zamânı genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Meşhûr velîlerden “Şeyh-üş-Şüyûh İbn-i Sekîne Mûsâ Sedranî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin kuyumculuk yapan bir müridi vardı. Bu mürid, Cumâ günleri dervişlerin, talebelerin seccâdelerini câmiye ge- tirir, namazdan sonra da toplayıp dergâha götürürdü. Yine bir Cumâ gü- nü seccâdeleri alıp birbirine bağladı. Dicle Nehri kenarına gitti. Gusül abdesti almak için nehre girdi. Suya girip çıkınca baktı ve oranın Dicle Nehri olmadığını gördü. “Burası neresidir ” diye bir kimseden sorunca; “Mısır´dır ve bu nehir Nil Nehridir.” dediler. Hayret edip, oradan şehre git- ti. Bir kuyumcu dükkanına vardı. Üzerinde sâdece örtünecek kadar bir bez vardı. Kuyumcu onun da kuyumcu olduğunu ve başından acâib bir hâdisenin geçtiğini anladı. Ona hoş muâmele yapıp evine götürdü. Onu kızı ile nikâhladı. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bu hal üzere yedi sene geçti. Bir gün Nil Nehrine gidip suya girdi. Sudan başını çıkarınca, ken- dini Dicle kenarında buldu. Yedi sene önce suya girdiği yer ve elbiseleri de koyduğu yerde duruyordu. Elbiselerini giyinip dergâha gitti. Dervişle- rin seccâdelerini bağladığı gibi buldu. Ona çabuk ol cemâat mescide girmeye başladı demeleri üzerine, seccâdeleri mescide götürdü. Na- mazdan sonra da dergâha döndü. Başından geçen hâle çok şaşırmış bir halde evine döndü. Hanımı; “Misâfirler için balık pişirmemizi istemiştin. Balık pişti hazır, misâfirleri getir.” dedi. Gidip misâfirleri getirdi balık yedi- ler.
Sonra hocası İbn-i Sekîne´nin evine gidip, başından geçen hâdiseyi anlattı. “Mısır´daki çocuklarını gidip getir.” buyurdu. Bilâhare gidip getirdi. Hocası ona; “Sen Dicle´ye girdiğin sırada hatırında ne vardı ” diye sorunca; “Hatırımda meâlen; “Rabbinin indinde bir gün, saydığınızdan bin sene gibidir.” buyrulan âyet-i kerîme vardı. Bunu düşünüyordum.” dedi. Hocası; “Bu hal, Allahü teâlânın rahmetidir. Senin müşkülünün halli ve îmânının tashihidir. Allahü teâlâ bâzı kullarına mahsus olmak üzere zamânı böyle uzun yapmaya ve yine kısa göstermeye kâdirdir.” buyurdular.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Mevlânâzâde Nizâmeddîn hazretleri anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak ” diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun ” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık.”