Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, bir gün Cebel beldesinden biri geldi. Bir topluluk içinde çeşitli ilimlere dâir meseleler sordu. Ahmed bin Acîl hazretleri suâllerin bir kısmını cevaplandırıp, bir kısmına cevap vermedi. Sükût etti. Soran kişi bunları bilmediğini sandı. Oradaki topluluk birer ikişer dağılıp kimse kalmayınca Ahmed bin Mûsâ hazretleri odasına çekildi. Hizmetçisine soru soran kişinin yanına getirilmesini emretti. Odaya girince; “Kardeşim bu sorularının cevabını herkes anlayamaz. Zihinler karışır. Fitne çıkar. Şimdi sana îzâh edeyim.” buyurdu ve teker teker îzâh etti. Soru sâhibi gerçeği anlayıp kötü zannına tövbe edip af diledi.
İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) konuşma âdâbını şöyle anlatır: Başkasına sorulan bir suâle cevap vermemelidir. Onun da bulunduğu bir topluluğa sorulursa, başkalarından evvel davranıp, cevap vermede acele etmemelidir. Bir kimse cevap verirken, kendisinin daha iyi bildiğini anlarsa, o kimsenin bitirmesine kadar beklemeli, sonra cevap vermeli ve kendinden önce konuşanı ayıplamamalıdır.
Kendisine bir şey söylendiği zaman, söyliyenin sözü bitmeden, cevap vermeye başlamamalıdır. Yanında olan mubâhase, konuşma ve tartışmalarda kendisi yoksa, yâni onu ilgilendirmiyor veya onun karışması istenmiyorsa, karışmamalıdır. Ondan gizli konuşuyorlarsa, kulak vermemelidir.
En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrelerine, adamın biri bir suâl sordu.
“Bilmiyorum.” cevâbını alınca sinirlendi.
“Nasıl olur da bilmezsiniz Hazîneden şu kadar para alırsınız.” dedi. İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri sâkin sâkin;
“Kardeşim, bize bildiğimiz kadar para veriyorlar. Yok, eğer bilmediklerimize göre para alsaydık, hazîne yetmezdi” diye cevap verdiler.
Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Muhammed bin Mansûr Tûsî haber veriyor: Bağdât´ta Ma´rûf-ı Kerhî haz- retleri´nin huzûruna gittim. Yüzünde bir yara izi gördüm. “Dün burada iken yüzünüzde bir şey yoktu. Bu nedir bir şey mi oldu ” diye sordum. “Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma, sana yarayanı sor.” dedi. “Allah aşkına söyle!” dedim. Şöyle anlattı: “Bu gece namaz kılıyordum. Mekke´ye gidip Kâbe´yi tavaf etmek istedim. Su içmek için zemzem kuyusuna gittim. Ayağım kaydı ve yüzüm oraya çarptı. Bu iz ondandır.”
Muhaddis, zâhid, âbid, ârif-i kâmil ve Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün devrin âmirlerinden Kuteybe bin Müslim in kapısına yün elbisesi ile gitti. Kuteybe Niçin suf (yün) giydin dedi. Cevap vermedi. Niçin cevap vermiyorsun diye sorunca; Zühd yapmak için diyeceğim, kendimi övmek olacak. Fakirlikten diyeceğim, Hak teâlâdan şikâyet olacak buyurdular.
Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bilmediği sorulunca, bilmiyorum demek, ilmin yarısıdır. Bilmediği bir şeyde Allah için sükût edenin alacağı sevâb, konuşandan az değildir. Çünkü, nefse en ağır gelen şey, bilmediğini kabûl etmektir.”
Ebû Zeyd anlatır: Şa´bî hazretlerine bir şey sordum. Bunun üzerine bana kızdı ve onu söylemiyeceğine yemin etti. O zaman gidip, kapısının önüne oturdum. Bana; “Ey Ebû Zeyd! Ben, sorunun cevâbını söylemiye- ceğime, yemin ettim. Fakat sana üç şey söyliyeceğim, iyi dinle. Bunları da aklından çıkarma. Birincisi, Allahü teâlânın yarattığı bir şey hakkında, bunu niçin yarattı, bundaki murâd ve hikmet nedir, deme! İkincisi, bilme- diğin bir şeyi, ben onu biliyorum deme! Üçüncüsü, dînî meselelerde ken- di aklına göre, mukâyese yapma! Bakarsın, bir helâli harâm, harâmı da helâl yapabilirsin. Neticede, ayağın sürçüp, tökezler, mahvolup gidersin.” dedi.
Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Senden, bildiğin bir şey sorulursa, söyle. Eğer bilmiyorsan, bilmiyorum, de. Sana sorulursa cevap ver ve konuş, yoksa sükût et.”