Hindistan evliyâsından Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle anlatmıştır: Babamın bana; “Ehl-i beytin sevgisinin, îmân ve hüsn-i hâtimeye yâni son nefeste îmân ile gitmeye büyük tesiri olur.” dediğini hatırlayınca, can verme anlarında bunu kendisine sordum. “Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun, o muhabbetle ve sevgiyle doluyum, nîmet deryâsında yüzüyorum.” buyurdu. Beyt:
İlâhi! Fâtıma evlâdı hürmetine,
Son sözüm kelime-i tevhîd eyle.
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî hazretlerine, Mevlânâ Hâlid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri çok iltifatlarda bulunurdu. Hattâ bir gün mescidden çıktıktan sonra Seyyid Abdülgafûr Hâlidî´yi oturur gördü. Yanına yaklaşarak Peygamber efendimize olan sevgisinden dolayı elini tuttu ve öptü. Bundan sonra da şöyle buyurdular: “Kıyâmet gününde ceddin ve deden Muhammed aleyhisselâmın Livâ-i Muhammediyyesinin altına beni de sokmayı taahhüt edinceye kadar elini bırakmayacağım.” O ise bu güzel sözlerin tesiri ile bayılıp düştü. Üç saat kadar yerde kendinden habersiz kaldı.
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Ali (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin zamânında Vecîhüddîn Abdürrahmân bin Atîk el-Hadramî isminde meşhûr bir kimse vardı. O kimse, seyyidlerden bâzıla- rına dil uzatır, eziyet ederdi. Nihâyet o seyyid zâtlar, daha fazla taham- mül edemeyip Seyyid Alevî´ye gelerek, o kimsenin yaptıklarını haber verdiler ve yardım istediler. Seyyid Alevî onlara buyurdular ki: “Artık o- nun şerrinden emin olursunuz. İnşâallah bundan sonra size hiç sataş- maz.” O gün akşam olduğunda, Vecîhüddîn evinde iken evi yıkıldı. Kendi canını zor kurtardı. Evi de yeni yaptırmıştı. Kendi kendine çok korktu. Bu hâlin seyyidlere olan eziyetleri sebebiyle meydana geldiğini anladı. Yap- tıklarına çok pişmân oldu. Kendi kendine bundan sonra seyyidlerden hiç- bir zâta karşı gelmeyeceğine ve sıkıntı vermeyeceğine dâir söz verdi
İslâmiyetin ilk asırlarında yetişen velîlerden Ali bin Abdullah bin Abbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâyı, Peygamber efendimizi ve O´nun akrabâlarını sevme husûsunda babasından rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: “Verdiği rızıklarla beslediği için, Allahü teâlâyı seviniz. Allahü teâlâyı sevdiğiniz için beni seviniz. Beni sevdiğiniz için, Ehl-i beytimi seviniz.”
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Seyyidlere çok hürmet ederdi. Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî´nin soyundan gelen Seyyid Süleymân Şerîf ile Habîburrahmân Şirvânî, E- bü´l-Hayr´ı ziyârete geldiler. Habîburrahmân Şirvânî, Süleymân Efendinin seyyidlerden ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin soyundan olduğunu söyleyince, Ebü´l-Hayr Fârûkî onu her zaman nasihat için oturduğu yere dâvet ederek, oturmasını ricâ etti. Seyyid Süleymân Efendi de; “Efendim orası irşâd makâmıdır. Oraya siz lâyıksınız.” deyince, Ebü´l-Hayr Efendi; “Siz seyyidsiniz. Size hürmet etmek lâzımdır. Bize bir şeyler anlatınız da onunla amel edelim.” buyurdular.
Büyük âlim ve velî, hazret-i Ali´nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkâr bile olsa, Allahü teâlâ o kimseye pekçok ihsânlarda bulunur.”
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kere ders verirken, ders esnasında on defâ ayağa kalktı. Sebebini sorduklarında, buyurdular ki: “Seyyidlerden bir çocuk, kapının önünde oynuyor. Kapının önüne gelip, kendisini gördüğüm zaman, ona hürmeten ayağa kalkıyorum. Resûlullah´ın torunu ayakta dururken oturmak revâ değildir.”
Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hocasının izniyle Buhârâ´ya gitti. Orada zâhirî ilimlerin hepsini tahsil etti. Tahsilini yaparken, nesebi hakkında kimseye bir şey söylemedi. Tahsilini tamamladıktan sonra memleketine dönmek isteyin- ce, arkadaşları ona; “Zâhirî ilimlerin hepsini öğrendin. Memleketine gitmek istiyorsun. Buna şükrân olmak için, bizlere bir ziyâfet çekmen gerekmez mi ” dediler. Bunun üzerine; “İsteğinizi memnuniyetle yerine getirmek isterim. Fakat fakirim, bu isteğinizi yerine getiremeyeceğim için üzgünüm.” dedi. Arkadaşları; “Bu özrünü kabûl etmeyiz, biz ziyâfet isteriz.” dediler. Bunun üzerine çâresiz tekliflerini kabûl etmek zorunda kaldı. Fakat ne yapacağını bilemiyordu. Ziyâfet verecek parası yoktu. Bir süre düşündükten sonra Buhârâ emîrine gitmeye karar verdi. Emîrin yanına varınca ona; “Ben İmâm-ı Ali´nin evlâtlarındanım. Buhârâ´ya ilim öğrenmek için gelmiştim. Tahsilimi tamamladım. Ve memleketime dönmek istedim. Arkadaşlarım gitmeden önce kendilerine ziyâfet vermemi istediler. Fakat fakirim, durumum onlara ziyâfet vermeye müsâit değildir. Senden, bana yardımcı olmanı istiyorum. Bu yardımın şüphesiz ind-i ilâhîde boşa gitmez.” dedi.
Buhârâ melîki onun bu konuşmasını önemsemedi ve; “Burada Sey- yid çok olur. Senin İmâm-ı Ali hazretlerinin torunu olduğun ne mâlum ” dedi. Bu duruma çok üzülen Ebü´l-Vefâ, emîrin huzurundan çok müte- essir olarak çıktı.
Emîr o gece rüyâsında kıyâmet kopmuş gördü. O sırada kendisi, an- latılamayacak derecede susamıştı. Peygamber efendimiz Kevser havu- zunun başında bölük bölük gelen ümmetine su dağıtmakta idi. Buhârâ melîki Kevser şarâbından içmek için havuzun başına vardı ve; “Yâ Re- sûlallah! Ben de senin ümmetindenim, bana da Kevser şarâbından ihsân eyle. Çok susuzum.” dedi. Peygamber efendimiz de; “Burada bana ümmetinim diyen çok olur. Fakat bana gerçek ümmet olanlar bildirilir.” buyurdular. Melîk; “Yâ Resûlallah! Ben de gerçek ümmetindenim.” deyince, Resûl-i ekrem; “Benim neslimden Ebü´l-Vefâ kendisini sana bildirdiği zaman, sen ona îtimâd etmedin. Bana gerçek ümmet olan, benim neslime hakâret nazarıyla bakar mı ” buyurdu.
O sırada melîk uykusundan uyandı. O kadar korktu ki, hemen adamlarını sağa sola göndererek, Ebü´l-Vefâ hazretlerini aramalarını emretti. Fakat Ebü´l-Vefâ hazretlerini hiçbir yerde bulamadılar. Bunun üzerine kendisi, Ebü´l-Vefâ hazretlerini bulmak için yola düştü. Onun arkasından yetişip tövbe etti ve önüne kırk yük mal koydu. Sonra fakirlere sadaka dağıttı.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Irak´tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî´- ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârunân Kö- yünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki zât, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrî´ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Beye haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana âid olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et.” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defâ haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatırıma versin.” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cumâ gecesi gelsin de o vermesin görelim.” buyurdu. Cumâ gecesi, Nehrî´den, talebeler gidip, netîceyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divânhânesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ´nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mîdesine bir ağrı girerek. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî´ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ´ya sığındılar. “Lütfen, merha- meten babamızın defin merâsiminde bulunup, duâ buyurunuz.” dediler. Onlara cevâben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz.” Buyur- du. Çocukları çok israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi.” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakâret etmenin onu üzmenin cezâsını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
SEYYİDLERİ ÜZMEK
Bir zamanlar Irak´ta, Berzencî ve Hayderî,
Nâmında iki büyük, kabîle var idi ki,
Bunların arasına, girerek bir husûmet,
İlerleyip savaşa, döndü bu en nihâyet.
Ne kadar sözü geçen, îtibârlı adamlar,
Araya girdiyse de, mâni olamadılar.
Çâresizlik içinde, dedi ki bir çokları;
“Nehri´de Seyyid Tâhâ, barıştırır bunları.”
Bir heyet tertîb edip, yollandılar Nehri´ye,
Ve bunu arz ettiler, Tâhâ-i Hakkârî´ye.
Dediler: “İşte böyle, çok müşkîldir vaziyyet,
Bunu hâlletmek için, buyursanız bir himmet.
Şu an iki kabîle, savaşmak üzeredir,
Kalmadı başka çâre, bütün ümit sizdedir.”
Hem dînî, hem insânî, vazîfe olduğundan,
Kabûl edip, onlarla, Irak´a oldu revan.
Hâdise mahalline, gelirken yavaş yavaş,
Başlamak üzereydi, neredeyse bir savaş.
Lâkin teşrîf edince, oraya bu velî zât,
Ânında sona erdi, bu büyük fitne fesat.
Zîrâ iki taraf da, görüp Seyyid Tâhâ´yı,
Ânında bıraktılar, bu döğüş ve kavgayı.
Ve çok büyük hürmetle, onu karşıladılar,
Sonra birbirleriyle, barışıp anlaştılar.
Bu mahalden Nehri´ye, dönerken bu büyük zât,
Bir çeşmenin başında, eyledi istirahat.
Yanlarında bin kişi, vardı ki o zamanlar,
Buyurdu herbirine bir teveccüh ve nazar.
Bu, öyle bir teveccüh ve öyle nazardı ki,
Çok az vâki olmuştu, târihte bunun gibi.
Zîrâ o teveccühte, vardı ki bir bereket,
Beşyüz kişi bir anda, oldu ehl-i kerâmet.
Bir gün de seyyidlerden, iki kişi, bir ara,
Bir hayli hediyeler, yükleyip katırlara,
Hediye etmek için, Tâhâ-i Hakkârî´ye,
Irak´tan yola çıkıp, gelirlerdi Nehri´ye.
Lâkin Mûsâ Bey diye, bir münâfık, onları,
Durdurup, yükleriyle, gasbetti katırları.
O iki seyyid ise, üzülüp bu vak´aya,
Gelip haber verdiler, bunu Seyyid Tâhâ´ya.
O da bu münâfığa, gönderdi ki bir haber:
“Peygamber evlâdıdır, üzdüğün bu kimseler
Bunun için onlara, gösterip saygı hürmet,
Derhâl katırlarını, onlara iâde et.
Yükler bana âitti, olsunlar onlar senin,
Ve lâkin kalplerini, kırma bu seyyidlerin.”
Mûsâ Bey, bu haberi, aldı ise de, fakat,
Onun bu ricâsına, etmedi hiç iltifat.
Onun bu tutumunu, öğrenip Seyyid Tâhâ,
Ona, başka biriyle, saldı bir haber daha.
Yine dinlemeyince, çok üzüldü bu hâle,
Artık Hak teâlâya, etti onu havâle.
Günlerden Cumâ idi, evinde o münâfık,
Gece yatmak üzere, yapıyorken hazırlık.
Midesine şiddetli, bir ağrı saplanarak,
Ölüp gitti o gece, durmadan bağırarak.
Kapkara, kömür gibi, olmuştu cenâzesi,
Seyyidleri üzmenin, bu oldu netîcesi.;
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defâsında buyurdular ki: “Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullah´a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum.”
Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yakışıklı ve güzel ahlâk sâhibiydi. Yüzü nûr gibi parlardı. Bir gün dergâh- ta bâzı kimseler ileri geri konuşarak onu üzdüler. Seyyid Yahyâ evine gitmekten vazgeçip dergâha döndü. Hocası onun bu üzüntülü hâlini gö- rünce; Evlâdım! Niçin böyle üzgünsün diye sordu. O da olanları haber verdi. O zaman Sadreddîn hazretleri; “Yakında helâk olurlar. buyurdu. Hakîkaten çok geçmeden Seyyidzâdeyi üzenlerin vefât haberleri geldi.
Âriflerin ve evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında; rivâyet edilir ki, İbn-ül-Lebbân isminde bir kimse, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerini üzmüştü. Bunun cezâsı olarak, ne kadar ilmi varsa, hepsi hâfızasından silinmişti. Seyyid hazretlerini üzdüğü için bu hâlin başına geldiğini düşündü ve yaptığına çok pişmân oldu. Yâkût-i Arşî hazretlerine sığındı. O da İskende- riyye den çıkarak, hazret-i Seyyid in bulunduğu Tanta şehrine geldi. Bu kimse adına ondan özür dileyerek, bu kimsenin pişmân olup, tövbe ettiğini, yaptığı hatâdan büyük üzüntü duyduğunu ve sıkıntıda olduğunu bildirdi. Seyyid Ahmed-i Bedevî, Yâkût hazretlerinin hürmetine o kimsenin özrünü kabûl etti ve kabahatini affetti. Bundan sonra İbn-ül-Lebbân, eski ilminin tekrar hâfızasında bulunduğunu hissetti. Yâkût-i Arşî hazretlerinin yanından ayrılmadı. Onun talebesi oldu. Sonra Yâkût hazretleri bunu, kızı ile evlendirdi. İbn-ül-Lebbân, ilimde ve velîlik yolunda ilerleyip, üstün derece sâhibi oldu. Hocası Yâkût-i Arşî yi çok severdi. Bu sevgisinin çokluğu sebebiyle, vefâtına yakın, hanımının (Yâkût-i Arşî´nin kerîmesinin) ayak ucuna defnedilmesini vasiyet etti.
Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edilir ki, bir zaman Zeynelâbîdin hastalanmıştı. Bir grup insan ziyâretine gelmişlerdi. Onlara buyurdular ki: Buraya ne i- çin geldiniz Onlar da; Seni sevdiğimiz için buraya geldik. dediler. Bizi neden seversiniz deyince, oradakiler de; Siz Resûlullah efendimizin torunu olduğunuzdan, Allah ve Resûlü için seviyoruz. dediler. Buyurdu ki: Kim Allah ve Resûlü için bizi severse Allahü teâlâ da kıyâmet günü onu arşın gölgesi altında gölgelendirecektir. O gün o gölgeden başka gölge yoktur, ibâdet ettiği özel odasından çıktı. Anasının ve babasının zi- yâretine gitmek istedi. Yolda giderken. Bu sevgilerinin mükâfâtını Allahü teâlâ Cennet te onlara verecektir. Lâkin kim bizi dünyâlık için severse, Allahü teâlâ onlara da hesabsız rızık verecektir.
Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânındaki seyyidler ve âlimlerle görüşür veya mektuplar yazarak gönüllerini alırdı. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine yazdığı mektupta buyurdular ki: Bu mektûb, Arvas ın yüce kapı eşiğinin hizmetkârı olan Muhammed Ziyâeddîn den en şerefli kardeşi, en saâdetli dost, zekâ ve temiz kalp sâhibi, kendinde güzellikleri ve dirâyeti toplayan, sâlih âlimlerin bâkiyesi Molla Abdülhakîm´edir. Allahü teâlâ onu doğru ve sağlam yolda yürümeye muvaffak eylesin! Size selâmdan sonra, dünyâ ve âhirette saâdetiniz, âfetlerden selâmetiniz için, duâ eder, müstecâb duâlarını beklerim…” Bâzı fıkhî suâllerine cevap verdiği bu mektûbunda Peygamber efendimizin neslinden gelen seyyidlere olan saygı ve bağlılığını bildirdi.