Yemen de yetişen büyük velîlerden Abdullah-ı Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin riyâzet ve mücâhede ile meşgûl olduğu günlerde şeytan siyah bir köle şeklinde karşısına çıktı. Abdullah Yemenî hazretlerinin önünde diz çöküp; “Senin ibâdet ettiğin gibi ibâdet eden hiç bir kimseyi görmedim.” diyerek ucba, kendi ibâdetlerini beğendirmeye, böylece onu ibâdetlerinden vazgeçirmeye yeltendi. Keşf ve kerâmet sâhibi olan Abdullah Yemenî bunun iblis olduğunu anlayıp huzûrundan kovdu. Çünkü o iblisin Allahü teâlânın sevgili kullarına musallat olup, onları doğru yoldan saptırmaya çalışacağını biliyordu.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; “Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin.” Derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; “Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım.” diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: “Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.” Bir rivâyete göre; “Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım.” diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Eûzü çekti. “Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel´ûn!” diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; “Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım.” dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; “Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâ- lâ böyle şeyleri emretmez.” buyurdu.
Başka bir kere gâyet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. “Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun.” dedi. “Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş.” dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defâ elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnâda elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlûb ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gâyet üzgün olarak; “Senden ümîdimi kestim. Gâliba seni yoldan çıkaramayacağım.” dedi. “Sus ey mel´ûn!” dedim ve kovdum. Al- lahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Bağdad´da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdülke- rîm Cîlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerini, bilhassa nefsin ve şeyta- nın aldatmalarına karşı çok uyarır, dikkatli olmalarını öğütler ve hocala- rının sözünden hiç çıkmamalarını sıkı sıkıya tenbih ederdi. İblisin şöyle dediğini bildirirdi: “Vallahi, bana göre bin âlimi aldatmak, îmânı kavi bir ümmiyi aldatmaktan daha kolaydır.”
O insanlar üzerinde şeytanın hîle ve aldatmalarını şu şekilde özetler ve müslümanların uyanık bulunmalarını isterdi.
Şeytan avam tabakasına yâni ilmi olmayan müslümanlara önce şeh- vete dâir işlerin sevgisini aşılamaya çalışır. Böylece kalp duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek dünyâlık kazanmaya sevkeder. Böylece bu insanların bütün gâyeleri dünyâ talebi olur. Çünkü cehâletle dünyâ sevgisi bir araya gelmiştir.
Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel gösterir. Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler. Sonunda hiç bir âlimin öğüt ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der: “Başkaları sizin ibâdetinizin binde birisini yapsa kurtulur”. Bu telkinlere kananlar amellerini azaltırlar. İstirâhat yolunu tutarlar. Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri onları peşpeşe günâha sürükler.
Şeytân âlimi aldatmak için ise onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu anlatır. Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur. Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir.
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En tehlikeli düşman, sana en yakın ve en gizlisi, fakat düşmanlığı en çok olanıdır. Bu düşman, diğer bütün düşmanları da sana karşı teşvik eder. İşte bu düşman, kalbi devamlı kötü vesveseleriyle meşgûl eden şeytandır. İnsanı onun şerrinden ancak Allahü teâlâ muhâfaza buyurur. “İnsanın günahından korkması tâat (Allahü teâlânın beğendiği bir şey), korkmaması ise mâsiyet günahtır.”
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahme- tullahi teâlâ aleyh) vefât ederken eliyle işâret edip; “Hayır olmaz!” dedi. Oğlu; “Babacığım bu ne hâldir ” diye sorunca; “Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz. Şeytan felâket toprağını başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; “Hayır olmaz! Hayır olmaz!” diyo- rum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur.” buyurdu.
Âlim ve evliyâdan Amr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Selîm bin Rüstem anlatır: şeytanın hîlelerinden sakındırır ve bununla ilgili olarak şeytanın; “İnsan kızdığı zaman ben yanına yaklaşırım, sevindiği zaman da kalbine vesvese veririm. Kendini kontrol etmezse, elimden nasıl kurtulur ” sözünü hatırlatırdı.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kazâ edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. “Ey Bâyezîd, bu günâhını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsân eyledim.” diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Bâyezîd´i Bistâmî´nin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve; “Kalk namazın geçmek üzeredir.” dedi. Bâye- zîd-i Bistâmî, Şeytan´a; “Ey mel´ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazâya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın ” buyurunca, Şeytan şu cevâbı verdi: “Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek, sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevâbına kavuşmayasın diye seni uyandırdım.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mâlik bin Dînâr´dan naklederek buyurdular ki: “Kim kötü bir şey ile medh edilmekten sevinç duyarsa, şeytan onun kalbine girmeye imkân bulur.”
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri´nin yanına büyüklerden bir zât gelmişti. Şeytanın, onun yanından hızla kaçtığını gördü. O kimse Cüneyd-i Bağdâdî´nin yanına yaklaşınca, yüz hâllerinden, onun çok öfkelenmiş olduğunu anlayıp, sor- du: “Ey Cüneyd! Biz biliyoruz ki, insan öfkelenince şeytan ona yaklaşır. Fakat görüyorum ki, bu kadar fazla öfkelenmiş olduğunuz halde, şeytan sizden kaçıyor. Bunun hikmeti nedir ” Cüneyd-i Bağdâdî cevâbında; “Sen bilmez misin ki, biz kendi nefsimiz için kızmayız. Başkaları, nefsleri için kızarlar. Bunun için de şeytan kendilerine musallat olur. Bizim kız- mamız, hep Allah için oduğundan, şeytan bizden kızdığımız zaman kaç- tığı gibi başka hiç bir zaman kaçmaz.” buyurdu.
Mel´ûn şeytan, bir üstâdın hizmetçisi kılığında, evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri´nin yanına gelip; “Efendim, size hizmet etmekle şereflenmek, feyiz ve bereketlerinizden istifâde etmek arzusuyla geldim. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî kabûl etti. Şeytan yirmi sene kadar kendisine hizmet etti, ama bir kere olsun vesvese veremedi. Nihâyet ümidini kesip bir gün; “Ey üstâdım! Siz beni tanıyor musunuz ” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Ben seni ilk geldiğin gün tanımıştım. Sen iblissin.” dedi. Şeytan; “Ey Ebâ Kâsım! Ben senin kadar yüksek makam ve derecelere kavuşmuş olan bir zât daha tanımıyorum.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Ey mel´ûn! Hemen defol git. Şimdi de kendimi beğenme, ucub gibi bir duruma düşürmek ve beni mahvetmek arzusundasın değil mi Bu çirkin maksadına kavuşamayacaksın. Haydi defol!” buyurdular.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri´nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp; “Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı.” deyip kendi başına bir yere çekildi. Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cü- neyd-i Bağdâdî´ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anla- tılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona; “Seni bu gece Cennet´e götürürlerse, Cennet´e vardığında üç defâ Lâ havle oku.” buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet´e götürdüler. O kimse Cennet´e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve ken- disinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pis- lik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü. Uyandığında gördüklerini hatır- ladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cü- neyd-i Bağdâdî´nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasın- daki yerini aldı. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: “Herkese bir mür- şid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel´ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur.”
Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Üç kimse şeytanın ve askerinin şer- rinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikir edenler, seherlerde kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır.”
Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şeytan şöyle demiştir: Âdemoğluna üç şeyi yaptırdığımda maksadıma, murâdıma kavuşmuş olurum, istediğimi yaptırırım. Birincisi, günahlarını unuttuğu zaman, ikincisi amelini çok gördüğü zaman, üçüncüsü kendi görünüşünü beğendiği zaman.”
Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Şeytan; “Kim bana karşı kendini benim tuzağımdan kurtardığını zannederse, ben onu ucub ile yâni kendini beğenmekle tuzağıma düşürürüm.” demiştir.
Büyük velî, hadîs ve kırâat âlimi Ebû Bekr bin İyâş rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda yürürken ihtiyar bir kadın kılığında şeytanı gör- dü. Tam bir şirret tipi vardı. Def çalıp oynuyordu. Halk da el çırpıp peşinden gidiyordu. Bir ara, o ihtiyar kadın Ebû Bekr bin İyâş´a dönüp baktı ve; “Ah sana karşı bir zafer kazansaydım. Bunlara yaptığımı sana da yapabilseydim.” dedi.
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Büyüklerden birinden duydum; Şeytanın bir mümini yoldan çıkarma taktiği şudur: O, bir mümine ilk önce; “Kâfir ol!” diye vesvese verecek kadar budala değildir. İlk önce onu mübahlara karşı hırslandırır. Mümin kimse, nefsinin helâl isteklerine esir düşünce de, işini daha da kolaylaştırmak için günah işlemeye teşvik eder ve sonunda “Kâfir ol!” teklifini vesvese yoluyla yapar.”
Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî hazretleri anlatır: Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda giderken, çıp- lak bir şekilde halkın arasında dolaşan iblisi gördü ve; “Ey mel´ûn! Şu in- sanlardan utanmıyor musun ” buyurdu. İblis; “Hangi insanlardan Bun- lar insan mıdır Şünûziye´dekiler insandır. Çünkü onlar ciğerimi yakmış- lardır ” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri kalkıp Şünûziye´deki câmiye gitti. Ebû Hamza Horasânî´yi başını önüne eğmiş, zikir ve tefekkür ile meşgûl olduğunu gördü. Olanları Ebû Hamza´ya anlattı. Ebû Hamza Ho- rasânî hazretleri; “O mel´ûn yalan söylemiştir. Zîrâ Allahü teâlânın evli- yâsı, iblisin kendilerine muttalî olamayacağı kadar azizdirler.” buyurdular.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) zamanında evliyâdan birisi şeytana; “Ebû Midyen ile aran nasıldır ” diye sordu. Şeytan; “Onun kalbine bir vesvese geti- remem. Benim hâlim, okyanusa bevletmek gibidir. Koskoca okyanus bununla kirlenmediği gibi, temiz durur. Ne zaman kalbine bir vesvese verecek olsam, benim vesvesem yok olup, tesirsiz hâle geliyor.”
Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir: “Gadap (kızgınlık) şeytandandır. Şeytan ise ateştendir. Su ateşi söndürür. Sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın.”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) iblisi rüyâda gördü. Ona vurmak için eline bir sopa aldı. Fakat gâ- ibden bir ses; “O sopadan korkmaz. Kalpte bulunan mârifet nûrundan korkar.” dedi. Ebû Saîd-i Harrâz iblise seslenip; “Beri gel!” dedi. İblis; “Gelip de ne yapayım. Zîrâ siz halkı kandırmak için kullandığım şeyi içinizden çıkarıp atmış bulunuyorsunuz.” diye cevap verdi. Ebû Saîd; “Bu şey nedir ” diye sorunca, iblis; “Dünyâdır.” dedi ve devâm ederek; “Ey Ebû Saîd! Ben sopadan korkmam. Ben ancak ârifin kalbinin semâsından doğan mârifet güneşinin ışıklarından korkarım.” dedi ve yanından ayrıldı
Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Şeytan insanı ne ile tuzağa düşürür ” dediler. O; “İblis, üç şeyden biri ile âdemoğlunu tuzağına düşürür. Birincisi kendini beğenmesi, ikincisi amelini gözünde büyütmesi, üçüncüsü günahlarını unutmasıdır.”
İbâdetlerin, farzlarına, vâciplerine ve sünnetlerine uygun olarak yerine getirilmesini söylerdi. Bu hususta; “Kulun amelini güzelce edâ etmesi kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur. Zîrâ Allahü teâlâ meâlen; “Hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için…” (Mülk sûresi: 2) buyurdu. Kul, kırk yaşına bastığı zaman bütün isyân ve günahlardan tövbe etmezse, şeytan onun alnını sığar durur ve; “Felah ve kurtuluştan uzak kalan bir yüze feda olayım.” der.” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kıyâmet günü Allahü teâlâ bana; “Ey Habîb! Şeytanın vesvesesinden uzak olarak, bir gün namaz kıldın mı Bir gün oruç tuttun mu Bir rekat olsun namaz kıldın mı Bir tesbih çektin mi ” diye sorarsa; “Evet yâ Rabbî.” demeye gücüm yetmez. “Evet yâ Rabbî.” demeye yüzüm olmaz, böyle bir söz diyemem.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında naklederler ki: Onu darağacında as- tıkları vakit iblis yanına geldi ve; “Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene´l-Hak dedin, ben: “Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlı- yım.” dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor ” diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: “Sebep şudur. Sen “Ene” dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.”
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek; “Yâ Şeyh! Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. “Elinize geçen dünyâyı sıkı tutun, size lâzım o- lacak.” diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor.” dediler. Hasan-ı Basrî hazret- leri gülümseyerek buyurdu ki: “Şimdi buradaydı. O da sizden şikâyet etti. Dedi ki: “Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim hakkıma tamah et- mesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ beni hu- zûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennem´i bana mülk kıldı. Cennet´i ve kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine vermiyorum.” dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünyâyı terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın.” Bu nasîhatleri dinleyen talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan ayrıldılar.
Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şeytan bir kimseyle eğlenmek istediği zaman, ona koğucu- luk (lâf taşıma) yapması için vesvese verir. Dedikodu yapmaya teşvik eder ve kötü sözler taşıtır. Bu koğuculuk yapan adam, yaptığı dedikodu sonunda öyle işler yapmaya başlar ki, şeytan onların birini dahi yapmak- tan utanır ve korkar.”
Horasan taraflarında yaşayan büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında büyüklerden birisi şöyle anlatıyor: Bir gün şeytanın havadan yere düştüğünü gördüm. “Ey Mel´ûn! Bu nasıl iştir ” diye sordum. “Şu anda Muhammed bin Eslem abdest alıyor, ondan korkup kaçarken buraya düştüm. Nerede ise ayağım kırılacaktı.” dedi.
Türkistan da yetişen velî ve mücâhid âlimlerden Sâbit Ebü´l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi ile bir Ramazân-ı şerîf ayının son gününde birlikte îtikâfa girmişti. Bir gece uyuduğu sırada yüksek sesle ismi çağrıldı. Korkarak uykudan uyandılar. Ebü´l-Meânî talebesine; “Bize ne oluyor Odamıza şeytan girdi.” buyurdu. Sonra etrâfa bakındı. Yerde rastgele atılmış olan kaftanını gördü. Talebesine; “Bu kaftanı al ve onu katla.” buyurdu. Talebesi cübbeyi alıp katladı ve bir kenara koydu. Ebü´l-Meânî buyurdu ki: “Lânetlenmiş olan şeytan o elbiseyi giymek için geldi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Elbiselerinizi katlayınız. Muhakkak ki şeytan o elbiseleri giyer.” Lânetlenmiş şeytan, yırtıcı bir hayvan sûretinde bu kaftanı giymeye geldi.”
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Açlık çilesini çekenin çevresinde, Allahü teâlânın emriyle şeytan dolaşamaz.”
Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şeytanı en çok kızdıran iki şey, onun vesvesesine aldırmamak ve Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir . (Allahü teâlâ- nın yarattıkları hakkındaki tefekkür makbûldür.)
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün kırık bir köprüden geçerken ayağım kaydı ve suya düştüm. Su epey derindi. Bu sırada yabancı bir elin beni kenara götürmek için uzandığını gördüm. Dikkatlice baktığımda, huzûrdan kovulan mel´ûn şeytan olduğunu gördüm. Ona; “Ey Me´lûn! Senin adâletin tekme atmaktır, el tutmak değildir. Böyle yapman neden icâb ediyor ” diye sordum. Şeytan; “Ben tekme yemeğe müstehak olan insanlara tekme atarım. Âdem´le yaptığım kavgada bir yara almışım, yaram iki olmasın diye, diğer biriyle kavgaya girmem!” dedi.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Van´ın Gürpınar kazâsından bir zât, Nehrî´ye gidip Seyyid Tâhâ´ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi.” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iâde etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ´ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ laîn!” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halîfe Köse; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi ” diye suâl etti. O da; “Gürpınar´da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhillâne îmânsız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti.” buyurdu. Halîfe Köse; “Tesbihi iâde eden olmasın ” dedi. “Evet, odur!” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti.” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti vardı.” buyurdular.
Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Şeytan, yüzbinlerce câhile karşı göğüs gerebilir. Onlara karşı üstünlük kazanabilir. Onlarla alay eder. Hattâ onları istediği tarafa çekebilir. Fakat âlime karşı bunu yapamaz. Onun karşısında çok güç durumlarda kalır.”
“Şeytana, dağları parça parça etmek zor gelmez. Lâkin, akıllı bir mümine karşı koymak, onun için çok ağır bir iştir. Çünkü, akıllı ve bilgili mümin, basîret ve firâset sâhibidir. Baktığına, Allahü teâlânın nûruyla bakar. Onun için böyle bir mümin, şeytana, demirden daha sert ve kuvvetli gelir. Bu yüzden şeytan akıllı müminden, bir çâresini bulup uzaklaşmak ister. Bu defâ câhil kimsenin yanına gider, onu esir edip, kötülüklere sürüklemek için koşar.”
Yine buyurdular ki: “Şeytanın en sevdiği kimseler: Çok uyuyan, çok yiyendir. Şeytan, şehvetine (nefsine, arzu ve isteklerine) hâkim olup, nef- sin kötülüklerine aldanmıyan kimsenin gölgesinden bile kaçar”
Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir gün Yahyâ aleyhisselâm şeytanı gördü. Ona; Bana, insanlara nasıl musallat olduğunu anlat! buyurdu. Şeytan şöyle anlattı: Bize göre insanların hepsi üç kısımdır. Birinci kısmı siz peygamberlersiniz. Biz, size, hiç güç yetiremeyiz. İkinci kısımda olanlarla çok uğraşırız, nihâyet onu aldatırız. Ama o hemen tövbe eder ve bizim uğraşmamız boşa gider. Lakin biz peşini bırakmayız. Yine çok uğraşırız. Nihâyet aldatırız. Fakat onlar gene tövbe eder, bizim uğraşmamız gene boşa gitmiş olur. Yâni bu kısım insanlardan ne memnun oluruz ne de ümid keseriz. Üçüncü kısımdaki insanlara gelince, onlar bizim emrimizdedir ve onlara istediğimizi yaptırırız.
Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) her ab- dest aldığında yüzü sararır, vücudu titrerdi. Sebebini sorduklarında; Ki- min huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz buyururdu. Bir gece tehec- cüd namazı kılıyordu. Şeytan ejderhâ şekline girip, kendisini meşgul et- mek istedi. Fakat o hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı. Namaz- dan sonra ejderhânın şeytan olduğunu anlayınca, ona vurup; Defol ey mel´ûn! dedi. İbâdetlerini tamamlamak için kalktığında gaybdan bir ses üç kere; Sen Zeynelâbidîn sin (yâni ibâdet edenlerin süsüsün). dedi.