Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir. (E. Ans. c.1, s. 19)
İmâm-ı Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan sonra şöyle demiştir: “Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir. (E. Ans. c.1, s. 19)
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin önde gelen talebe- lerınden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlaya- rak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: “Hazret-i Ali´ye kar- şı savaşanları, hele hazret-i Muâviye´yi sevmezdim. Bir gece senin üstâ- dın İmâm-ı Rabbânî´nin Mektûbât´ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İ- mâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Hazret-i Muâviye´yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr´i ve hazret-i Ömer´i sevmemek bunları kö- tülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâ- zımdır.” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektûbât´ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde ya- nıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyor- sun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah efendimizin eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit.” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak´ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekine- rek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu.” Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât, hazret-i Ali´dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor.” dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundur- ma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şek- linde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; “Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah´tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî´ye ve onun yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük oğlu Muhammed Saîd buyurdular ki: “Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; “Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi ” diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler.” buyurdu. Arzettim ki, Kur´ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır.” (Sebe´ sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygam- berlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler.” buyurdu.
Hâce Muhammed Ma´sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr´in suâli nasıl geçti diye sordum.” Buyurdu ki: “Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; “Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek.” buyurdu. Arzettim ki: “Ey Allah´ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.” Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti ” diye sordum. “Oldu, fakat çok az oldu.” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nak- letmiştir: “Bir grup tüccarla Acîn´de idim. Bu tüccarlar arasında Cân Mu- hammed adında Celender´den bir zât da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim.” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur.” buyurduğunu söyledi.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri Sultan Ahmed Han´ın hocasıdır.
Bir gün Sultan Birinci Ahmed Han rüyâsında; “Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Zâhiren bakıldığında rüyâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiçbiri bu rüyâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde tâbir edemedi. Nihâyet Üsküdar´da bulunan Azîz Mah- mûd Hüdâyî´nin, bu rüyâyı tâbir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir e- dilmesini ricâ etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar´a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Pâdişâha verilmek üzere verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır.” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, gönderilen bu mektubu heyecanla o- kudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mah- lûklar da ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbir- lerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâ- dişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Pâdişâh bu tâbiri pek beğendi ve; “İşte gördüğüm rüyânın tâbiri budur.” dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi.
Diğer taraftan Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin hanımı hâmile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamış- lardı. Çünkü Hüdâyî hazretleri kapısına gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç düşünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;
“Bursa kâdılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin… Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın… Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!..” diye yakınıyordu.
Tam bu sırada kapı çalındı. Hüdâyî hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da; “Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyâlığı gönderdi.” buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hanın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.
Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Anlatılır ki, Bağdât´ta Kerhli bir attâr vardı. Doğruluğu, iyiliği ve güvenilirliği ile meşhur olmuştu. Fakat bir hayli borcu vardı. Hayâsından evinden çıkamaz hâle geldi. Cumâ gecesi olunca, âdeti üzere namaz kıl- dı. Resûlullah efendimize salât ve selâm getirdi ve duâ edip uyudu. Rü- yâda Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah ona; “Vezîr Ali bin Îsâ´ya git! Ben ona, sana dört yüz dînar vermesi için emir verdim. Onları al, ih- tiyaçlarını giderip hâlini düzelt.” buyurdu. Sabah olunca, attâr, vezîrin ya- nına gitti. Fakat muhâfızlar onu içeri almadılar. Biraz sonra, vezîrin ya- kınlarından biri dışarı çıktı. O, attârı tanıyordu. Muhafızlara durumu anla- tıp, attâra; “Vezir, seher vaktinden beri seni bekliyor. Bana, seni ve kal- dığın yeri sordu. Sen şimdi burada bekle, ben vezîrin yanına gidip ge- leyim.” dedi. O şahıs süratle vezîrin yanına gidip geldi. Attârı alıp vezîrin huzûruna götürdü. Vezîr attâra ismini sordu. O da kendisini tanıttı. Kerh ehlinden olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezir, attâra; “Allahü teâlâ sa- na iyi karşılıklar versin, dün geceden beri uyuyamadım. Dün gece Resû- lullah efendimizi rüyâmda gördüm. Bana; “Falanca attâra dört yüz dînar ver, hâlini düzeltsin.” buyurdu.” dedi. Attâr da vezîre; “Ben de dün gece Resûlullah´ı rüyâmda gördüm. Bana; “Vezîr Ali bin Îsâ´ya git, ona, sana dört yüz dînar vermesini emrettim.” buyurdu.” dedi. Vezîr, Resûlullah e- fendimizin kendisinden bahsetmesinin sevincinden çok ağladı. Attâra bin dînar verilmesini emretti. Hizmetçiler bin dînar getirdiler. Attâra; “Dört yüz dînârı, Resûlullah´ın emri üzerine diğer altı yüz dînârı da, ayrıca sa- na hîbe ediyorum.” dedi. Attâr ise fazlasını kabûl etmeyip; “Resûlullah´ın verdiğinden ve ihsânından fazlasını istemem. Ben, Resûlullah´ın ihsânı olan bu dört yüz dînârdan başkasından bereket ummuyorum. Bu söz üzerine vezir ağladı. Uygun olanı budur, nasıl istersen öyle yap.” dedi. Attâr, dört yüz dînârı aldı. Bir kısmı ile borcunu ödedi. Resûlullah efendimizin bereketi ile hâli iyileşti ve malı çoğaldı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir gece Resûlullah efendimizi gördüm. Bir taraftan diğer tarafa gidip geliyorlardı. Mübârek yüzlerinde keder ve üzüntü görülüyordu. Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Üzüntü ve kederinizin sebebi nedir diye sordum. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: Bugün Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Bunun için kederliyim.” Ebü´l-Hayr hazretleri rüyâsını naklettikten sonra, gözleri yaş içerisinde şöyle buyur- du: “Bu yüz sene içerisinde Sultan Abdülhamîd Han gibi takvâ sâhibi bir sultan gelmemiştir. O, kavminin derdi ile dertlenir, milletinin iyiliğini ve refahını isterdi. Müttekî ve ilmi seven bir sultândı. Hocam Rahmetullah E- fendiyi Mekke-i mükerremeden İstanbul´a yanına dâvet etmiş, çok ikrâm ve iltifâtta bulunmuştu. Hattâ kendi eliyle ona namaz için seccâde sermişlerdi. O yüce Hâkana bu muâmeleyi revâ görenlerin sonları pek fecî olacaktır. Ama din ve millet çok zarar görecektir, ona yanıyorum.”
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâ- m-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: “Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî´nin hizmetkârı, te- mizleyicisiydim. Her akşam Resûlullah efendimizi rüyâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: “Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti.” Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî vefât etmiş.
Batıda Ebü´l-Hasan ibni Harezhem adında bir imâm vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca beğenmeyip onu yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp bir Cumâ günü yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü´l-Hasan rüyâsında: Kendi ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün; câminin içinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada ayakta duruyordu ve elinde İhyâ kitabını tutup: “Ey Allah´ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır.” deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah´a verip: “Yâ Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar inceledi ve; “Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır.” buyurdu, sonra onu hazret-i Ebû Bekr´e ve hazret-i Ömer´e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:
“Adı geçen Ebü´l-Hasan´ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun.” buyurdu. Beşinci sopadan sonra hazret-i Ebû Bekr; “Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin sünnetini tâzim içindi. Fakat yanıldı.” dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.
Ebü´l-Hasan uyanınca gördüklerini talebelerine anlattı. Tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların acısından rahatsız oldu, canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar sopaların izi sırtında görüldü. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi.
Anadolu´da yaşayan büyük velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Susuz´a vardıktan bir müddet sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Hacım Sultan Peygamber efendimizin elini öptü. Peygamber efendimiz ona; “Ey ciğerpârem Hacım! Senin makâmın burasıdır. Burada karar eyle. Senin ömrün burada geçer. Allahü teâlâdan râzı ol. O´na tevekkül eyle.” buyurdu ve bâzı nasîhatlarda bulundu. Hacım Sultan uykudan uyanınca, Allahü teâlâya şükretti.
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Ya- nıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; “Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: “Bir defâ cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; “Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır.” diye arzettim. “Onlar bizim sözümüzü tutarlar.” buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; “Yâ Resûlallah, hazre- tiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz ” diye arzettim. “Ümmetimde onun bir benzeri yoktur.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât´ı, mübârek nazarlarınızdan geçti mi ” dedim. Buyurdu ki: “Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!” Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; “O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ´dır, yâni Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir” buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve; “Tekrar oku!” buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devâm etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana; “Ben bu gece rüyâmda sizin bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâyı bana anlat!” deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyâda, Resûlullah efendimizin mübârek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım.”
Bursa velîlerinden Miskâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Mustafa Efendi adında bir zât şöyle anlatmıştır: “Bir gün damda uyuyordum. Rüyâmda Miskâlî Efendi ayağı ile bana dokunup; “Kalk buradan bire gâfil!” dedi. Hemen uyandım rüyânın tesiriyle yerimden fırlayıp kalktım. O anda tavanda bulunan büyük bir taş parçalanıp, bir parçası tam başımı koyduğum yere düştü. Sonra huzûruna gittiğimde kulağıma yavaşça; “Yatacaktın değil mi ” dedi.”
Anadolu evliyâsından Baba Haydar Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, pâdişâh Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gör- dü. İhtiyâr kendisine: “Efendimiz, Eyüp´teki Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz.” dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar Devamlı Eyüb´e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; “Bir derdiniz mi var Sultânım ” diye sordu. Pâdişâh da; “Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; “Eyüp´te Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin ” dedi. Şeyhülislâm; “Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp´te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ Sizinle Baba Haydar´ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur.” dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
“Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!” dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; “Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!” dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar´ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:
“Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; “Tez davran. Eyüp´ten dâvet aldık gidiyoruz.” dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb´e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb´e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:
“Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz ” diye sordular. Koca câmide Baba Haydar´ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
“Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz ” diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; “Evet, onu arıyoruz.” deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; “O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz.” dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:
“Buyurunuz Pâdişâhım!” diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar´ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; “Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek.” dedi. Baba Haydar; “Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın.” buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; “Haydi bakalım!” deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:
“Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin.” dedi. “Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem.” deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
“Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler.” dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar´ın yanına giderek:
“Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır.” dedi.
Baba Haydar, Sultana; “Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun.” dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi.” diye sordu. Buyurdular ki: “Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; “Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin ” diyordu. “Yâ Rabbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim.” dedim.
Hazret-i Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp sordu. “Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi ” Cevâbında; “O iki mübârek melek gelip; “Rabbin kimdir ” diye sorunca, onlara dedim ki: “Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O´nu soracağınıza, beni O´na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defâ; “O, benim Rabbimdir.” desem ne faydası olur ” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatıyor: “Bir kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. “Sen kimsin ” diye sordum. “Takvâyım.” dedi. “Nerede ikâmet edersin ” deyince; “Dertlilerin kalbinde.” dedi. Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. “Sen kimsin ” dedim. “Ben kahkaha, zevk ve keyifim.” dedi. “Nerede ikâmet edersin ” deyince; “Çok gülenlerin kalbinde.” dedi. Uyandıktan sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye niyet ettim.”
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini vefâtından sonra rüyâda gördüler. Benzi sararmış bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sebebini sorduklarında; “Gömülü bulunduğum şu kabristana defnedilen cenâzelerden, onda biri bile mümin olarak ölmemiş.” buyurdu. “Öldükten sonra sana nasıl muâmele edildi ” diye sorduklarında: “Elime bir sevap ve günah defteri verildi. Bunu okurken, bilmediğim bir günahtan dolayı, amel defteri baştan başa simsiyah oldu. Geriye kalan kısmını okuyamadım. O sırada bir nidâ geldi ve; “Dünyâda iken lütuf ve ihsânımız olarak bu günâhını gizlemiştik, burada açıklamak bize yakışmaz, affettik.” buyruldu.
Cezâyir´de yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Abbâs Müstegânimî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi Fâtıma Hanım anlatır: Hâmile iken “Bir gece rüyâmda âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Mübârek ellerinde bir demet nergis çiçeği vardı. Tebessüm ederek çiçek demetini bana attılar. Ben de onu büyük bir hayâ ve edep içerisinde yakaladım ve uyandım. Büyük bir sevinç içerisinde rüyâmı zevcime, kocama anlattım. O da buna çok sevinip; “Bu rüyân, Allahü teâlânın bizlere sâlih bir erkek evlâd ihsân edeceğine alâmettir.” diye tâbir etti. Yedi ay sonra bir oğlum dünyâya geldi. Allahü teâlâ bizi, rüyâmdaki müjdeye kavuşturmuştu.”
Kuzey Afrika´da yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda gördü. Peygamber efendimiz ona; “Yâ Ali! Elbiselerini kirden te- mizle ki, her nefesinde Allahü teâlânın imdâdına mazhâr olasın.” buyur- du. “Yâ Resûlallah! Benim elbisem hangisidir ” dedim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ sana beş hil´at giydirmiştir. Muhabbet, tevhîd, mârifet, îmân ve İslâm hil´atlarıdır. Allahü teâlâya muhabbet edene, sevene her şey ko- lay olur. Allahü teâlâyı tanıyanın gözünde dünyâdan bir şey kalmaz. Al- lahü teâlâyı vahdâniyetle bilen, O´na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allahü teâlâya inanan, her şeyde emin olur. İslâmla sıfatlanan, Hak teâlâya âsî olmaz. Eğer âsî olursa, af diler. Af dilerse, kabûl edilir. Ebü´l-Hasan der ki: Bu îzâhtan, Allahü teâlanın Kur´ân-ı kerîmde meâlen; “Ve elbiseni temizle.” âyetinin mânâsını anladım.”
Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri anlatır: “Bir gece rüyâmda hazret-i E- bû Bekr-i Sıddîk´ı gördüm. Bana; “Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının a- lâmeti nedir, biliyor musun ” diye sordu. Bilmediğimi söyleyince; “Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır.” buyurdu.
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü´ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: “Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâm- da Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. “Bu topluluk nedir ” dedim. “Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır” denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu A- rab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendile- rimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah´ın huzûrunda oturuyor diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; “Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş” buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî ol- duğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; “Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı ” dedi. Peygamber efendimiz; “Ne yolla îtirâz etmiştin ” buyurunca, şöyle dedi: “Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; “Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim…” demiştim” dedi. Peygamber efendimiz; “Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür” buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî´ye hitâben; “Şu oturan kimseyi bilir misin ” diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; “Bilmem yâ Resûlallah” dedi. Peygamber efendimiz; “O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir.” buyurdu. Sonra da beni göstererek; “Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin ” buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; “Hayır Yâ Resûlallah” dedi. Peygamber efendimiz; “O, Ebüssü´ûd bin Yavsî´dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir.” buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm: Bursa´nın uzak kasabalarından birkaç kişi: “Bursa´da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne hâcetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duâsını alalım diye birlikte Bursa´ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan´ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. “Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin!” dedim. “Kâbûl eyledik!” diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme anlattım ve tâbir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velînin yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyâmdaki gibi; “Gidip Emîr Sultan´ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan´ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün Emir-ül-müminîn hazret-i Ali´yi rüyâmda görüp, bana nasîhat et, dedim. Tevâzudan daha iyi bir şey görmedim. Yalnız Allahü teâlâdan sevap umarak, zenginin yoksula gösterdiği tevâzudan daha güzel ne olabilir, dedi. Biraz daha nasîhat edin, dedim. Buyurdu ki: Ondan daha güzel olanı, Allahü teâlâya gâyet fazla güven duyan fakirin, zengine karşı kibirli ve gururlu davranmasıdır.”
Vefâtından sonra Feth-i Mûsulî´yi rüyâda görenler; “Allahü teâlâ sana ne yaptı ” dediler. Dedi ki: Allahü teâlâ bana; “Niçin o kadar ağladın ” buyurdu. “Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle yüzüm olmadığından ağlıyorum.” dedim. “Ey Feth! Bu çok ağlaman sebebiyle, günâhını yazan meleğe sana günah yazmamasını emretmiştim.” buyurdu.
İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emîn Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Hattat Muhammed Râsim Efendi şöyle anlatır; “Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurul- muştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etra- fında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; “Bu ordunun kumandanı kimdir ” diye sordum. O da; “Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır.” dedi. Cehennem´e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehen- nem´den kurtuluyordu. Yine birisine; “Peygamber efendimiz nerede bulunuyor ” diye sorduğumda; “Tepedeki büyük çadırda” dedi. Hemen ça- dırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn To- kâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içi- ne götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdikle- rini gördüm. “Bu kimdir ” diye sorduğumda, Sultan Ahmed´dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; “Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!” diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.
Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; “Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin ” buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; “Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur.” buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum.”
Şam´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: “Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî´yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı.” Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire giriştim ve; “Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. E- ğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir.” dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî´nin ölüm döşeğinde Şam´ın ileri gelenlerini toplayıp; “Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; “Hara- meyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân´a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin.” diye vasiyet- te bulunmuştu.
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri hakkında Abede binti Şevvâl şöyle anlat- mıştır: “Râbia´yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbise- ler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; “Seni sardığım kefeni- ne ne oldu ” dedim. “Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi.” dedi.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; “Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu ” diye sordular. “O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim ) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah´ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum )”
Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: “Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; “Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır.” dedi. “Bu nasıl oluyor ” dedim. “Hayatta olan müminler ö- lüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir” buyurdu.
Hindistan´da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A´lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geç- mişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından o- lan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâ- mir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şeh- rinden kırmızı taş getirtti. İnşâata başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh´in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve; “Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düş- tü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devâm edin” buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât´ın yanına geldi ve rüyâsını anlattı. Mesmât; “Hazret-i Şeyh´in buyurduğunu yapın.” dedi. Öyle yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düş- tüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor. Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu tâmir ettiler ve tür- benin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsın- da Peygamber efendimizi gördü. Rüyâsını şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu. Ben Eshâbdan bir zâta; “Bu topluluk nedir ” diye sordum. O zât da; “Seyyid Ebü´l-Vefâ´ya, Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir.” dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin ve İmâm-ı Zeynel Âbidîn´e; “Gidin, Tâc-ül-Ârifîn´in akrabâsından Seyyid Matar, Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdur- rahmân Tafsuncî, Ali ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin.” buyurdu. Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce çok sevindim. Peygamber efendimiz; “Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn! Gidiniz, oğlunuz Ebü´l-Vefâ´yı getirin.” buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip, beni Peygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; “Merhabâ yâ Ebü´l-Vefâ! Allahü teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi.” buyurdu. Ben; “Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir ” diye suâl edince; “Yâ Ebü´l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir. Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir.” buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek; “Birer ellerinizi Seyyid Ebü´l-Vefâ´nın sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren olunuz.” diye emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.
Peygamber efendimiz, Ebü´l-Vefâ´ya dönerek; “Yâ Ebü´l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâ- lâya hürmet eden, Cennet´i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet et- mezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâ- ya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehen- nem´dir.
Ey Ebü´l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey Ebü´l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan u- zaklaşan, benden uzaklaşmış olur.” buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım.”
Hanıma, “Git, bak kim gelmiş ” dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana; “Yedi kişi geldi, seni soruyorlar.” dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek yedirdim ve; “Gelmenizin sebebi nedir ” diye sordum. Onlar da; “Rüyâmızda Peygamber efendimizi gördük. Bize Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu.” dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.
Evliyânın meşhurlarından Abdurrahmân bin Ali Sekkâf (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir elini devamlı gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle anlatmıştır:
Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dün- yâya düşkün olan bâzı kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi olup, Resûlullah´dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden bir nûr parlıyordu.
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin vefât haberini İskenderiye´de iken duyan Muhammed bin Huzeyme, çok üzülmüştü. Rüyâsında Ahmed bin Han- bel´in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; “Ey İmâm! Bu böyle ne biçim yürüyüş ” dedi. O da; “Dünyâda Allahü teâlânın dînine hizmet e- denlerin, Cennet´teki yürüyüşleri böyledir.” buyurdu. O; “Allahü teâlâ sa- na nasıl muâmele etti ” diye sual etti. İmâm hazretleri; “Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi ve; “Ey Ah- med! Kur´ân-ı kerîm benim kelâmımdır, diye inandığın için, bu iltifâtlara kavuştun. Ey İmâm! Süfyân-ı Sevrî´den sana ulaşan duâlar var, onlarla dünyâda duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et.” dedi. Bu emir üzerine; “Ey âlemlerin Rabbi olan Allah´ım! Bizleri af ve magfiret eyle. Bizlere suâl sorma.” diye duâ ettim. Bu duâdan sonra; “Ey Ahmed! İşte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet´e girdim.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin İdrîs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatır: Mekke-i mükerremede hac farîzasını edâ ettikten sonra, şiddetli bir hastalığa tutuldum. İhtiyâcımı görecek kadar bile ayağa kalkamıyordum. Bu hâl üzere öleceğimden çok korktum. O hâlde Allahü teâlâya duâ edip, Ahmed bin İdrîs´in rûhâniye- tinden yardım istedim. O anda uyudum. Karşımda Ahmed bin İdrîs´i gör- düm. Ben bir divanda sırt üstü yatıyordum. O yanımda durdu. Bana; “Senin ilâcın Zemzem suyu ve ameliyat.” buyurdu. Tâkatim hiç yoktu. Beni ameliyat etti. Çok terledim. Hattâ divandan yerlere terler damladı. O esnâda uyandım. Kendimi yokladığımda bir dinçlik hissettim. Ayağa kal- kıp yürümeye başladım. Hocamın bereketiyle şifâ buldum.
Günler sonra tekrar hastalandım. Tekrar hocamı vesîle ederek yardım istedim. Rüyâmda onu yüksek bir mekânda, büyük bir çadır içinde tek başına oturur gördüm. Selâm verdim. Bana; “Otur.” buyurdu. Huzûrunda oturunca: “Sen ölümden korkuyorsun değil mi ” buyurdu. “Evet efendim.” dedim. Bir kâğıt alıp üzerine iki satır hâlinde, birinci satıra, ömrün seksen seneye ulaşmadan ölmezsin, ikinci satıra da inşâallah âriflerden bir zât olursun, diye yazdı. Sonra o kâğıdı bana verdi ve; “Oku.” buyurdu. Ben de okudum. Bu hususta Allahü teâlâya şükrettim. Sonra da Resûlullah efendimizi göremediğimi hatırlayıp, görmekle şereflenmek istediğimi arzettim. O zaman; “Otur, görmene yardımcı olayım.” buyurdu. O esnâda karşımda sırasıyla; hazret-i Ali, hazret-i Osman, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr ile Peygamber efendimizi gördüm. Sonra uyandım. Gördüğüm rüyâ sebebiyle çok sevinçliydim. Sonra Mekke-i müker- remeden Yemen´e gittim. Subye şehrinde hocam Ahmed bin İdrîs´e kavuştum. Birinci günün gecesi, rüyâmda nûrlara gark olduğumu gördüm. Nûrun çokluğu sebebiyle kendimden geçtim. Uyandığımda vücûdum titriyordu. Daha sonra hocamdan İdrîsiyye yolunun edebini öğrendim. Bana: “Bizim yolumuza giren, yüce maksada kavuşur. Allahü teâlâyı tanır.” buyurdu.
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefât ettikten üç gün sonra Kâdı Alâeddîn Mervezî Câm kasabasına gelmişti. Ahmed Nâmık hazretlerinin vefâtını öğrenince; “Ben ondan hadîs-i şerîf dinlemeye gelmiştim. Çünkü, onun sahîh hadîs-i şerîfler ile sahîh olmayanları birbirinden ayırabildiğini duydum. Yazık, ben onun huzûrunda bulunmaya ona hizmet etmeye kavuşamadım.” diyerek üzüldü. O sırada Ahmed Nâmıkî Câmî´nin yerinde oğullarından Burhâneddîn Nasr bulunuyordu. O, Kâdı Alâeddîn´i ağırladı. Kâdı Alâeddîn, her gün bir-iki defâ Ahmed Nâmık´ın kabrine gidip, orada ağlıyordu.
Yine birgün kabrin ayak ucunda oturmuştu. Bu sırada uykuya daldı ve uzun müddet öyle kaldı. Burhâneddîn Nasr üç kişiyi ona kimsenin dokunmaması için vazîfelendirdi. Kâdı Alâeddîn uyanınca, Şeyh Burhâned- dîn´in kütüphânesinde bulunan hadîs-i şerîf râvilerini (rivâyet edenleri) anlatan Esânid isimli kitabı yanında buldu. Ağlayarak dergâha geldi. Burhâneddîn Nasr´a rüyâsını anlatmak istediğinde o rüyâdan haberim var demek isteyerek; “Anlatmana gerek yok.” dedi. Bunun üzerine ora- dakilere rüyâsını şöyle anlattı:
Ahmed-i Nâmıkî´nin kabri başına oturmuştum. Kendi kendime; “Ne olaydı da onunla görüşebilseydim. Birkaç hadîs-i şerîf dinleseydim. Bu fırsatı kaçırdım.” diye düşünerek hem üzülüyor hem de ağlıyordum. Bu sırada bana bir ağırlık gelip, uyudum. Rüyâmda Ahmed-i Nâmıkî hazretlerini gördüm. Yüksek bir yerde oturmuştu. Yanına gidip, selâm verdim. Bana iltifât etti. O sırada oğlu Burhâneddîn Nasr yanımıza geldi. Ona; “Ey Nasr! Git Esânid isimli kitabı getir.” dedi. O, kitabı getirince huzûrunda ondan pekçok hadîs okudum. Sahîh değildir dediklerine işâret koyuyordum. Okuma işi bitince; “Ben bunların gerçekten sahîh olmadığını nereden bileyim.” dedim. Bunun üzerine bana; “Ben bunları sana söylerken, o sırada Resûlullah efendimizi görüyordum. Sahîh olmadığını işâret buyurduklarını sana söylüyordum, sen de işâretliyordun.” buyurdu. Sonra; “Efendim! Esânid kitabını bana lutfetseniz bizim için büyük devlet olur.” dedim. Ahmed-i Nâmıkî; “Ey Nasr! Esânid´i Kâdıya ver. Bizden ona yâdigâr olsun. Bize de duâ eder.” buyurdu. Uykudan uyandığımda; Esâ- nid kitabını içindeki hadîs-i şerîflerden sahîh olmayanları işâret edilmiş olarak yanımda buldum.”
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ´ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan´a uğradı. O gece rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini gör- dü. Kendisine: “Ey yiğit! Buhârâ´ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni bekliyorlar.” buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmed Yesevî hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını emretti. O da, istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır.
Buhârâ´da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetulla- hi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü: “Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: “Bize, kabrimizin 100 fersah mesâ- fesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâed- dîn-i Attâr´a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi se- venlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah, altı kilometredir.)
Evliyânın büyüklerinden Ali bin Muvaffak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir zaman Kâbe-i muazzamayı tavaf ettikten sonra Altın oluğun hizâsında oturup tefekküre daldı. “Acabâ Allahü teâlâ indinde hâlim nicedir ” diye düşündü. Bu hâlde iken kendinden geçti uyudu. Rüyâsında kendisine; “Ey Ali bin Muvaffak! Elbette sen evine sevdiğini ve seni seveni dâvet edersin. Biz de sevdiğimizi çağırırız.” denildi. Sonra sevinçle uyandı.
Ali bin Muvaffak hazretleri şöyle anlatır: “Bir sene hacca gitmiştim. Arefe gecesi olunca, Minâ´da Hîf Mescidinde uyudum. Rüyâmda; semâdan üzerlerinde yeşil elbiseler bulunan iki meleğin indiğini gördüm. Birisi diğerine; “Bu sene, Kâbe-i muazzamayı kaç kişinin ziyâret ettiğini biliyor musun ” diye sordu. Diğeri; “Bilmiyorum!” dedi. Soran melek; “Altı yüz bin kişi ziyârette bulundu.” dedi. Yine; “Kaç kişinin haccı kabûl oldu, biliyor musun ” diye sordu. Diğeri yine bilmediğini söyleyince, soruyu soran melek; “Altı kişinin haccı kabûl oldu.” dedi. Sonra, her iki melek havaya doğru yükselip, kayboldular. Ben korku ile uyanıp çok üzüldüm. Altı kişinin haccı kabûl olunca, benim bu altı kişi arasında olmam pek zor, diye düşündüm. Arafât´tan ayrılıp Meş´ar-i Haram´a geldim. Geceyi orada geçirdim. İnsanların çok olmasına rağmen, pek azının haccının kabûl olmasının üzerinde düşünmeye başladım. Bu düşünce ile uyuya kaldım. Önceki gördüğüm iki melek, yine aynı sûretleri üzere geldiler. Biri diğerine; “Bu gece, Allahü teâlânın nasıl ve ne ile hükmettiğini biliyor musun ” dedi. Diğeri; “Bilmiyorum!” dedi. Bunun üzerine soruyu soran; “Al- lahü teâlâ altı kişiden herbirine, yüz bin kişi verdi. Onların haccını, bu altı kişinin yüzüsuyu hürmetine kabûl etti.” dedi. O sırada ben sevinçle u- yandım.”
Horasan velîlerinden Ali Nâtikî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kâdı iken bir rüyâ gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuştu. Halk, Arasat meydanında toplanmıştı. Günahkârların hesapları görülmüş olanlarını zebanîler yakalayıp Cehennem ateşine atmak için götürüyorlardı. Cehennem´e müs- tahak olanların başında kâdı tâifesi geliyordu. Bir ara, sıra Herât´ın eski kâdısına geldi. Bu zât kollarından sürüklenerek götürülürken feryad içinde Ali Nâtikî´yi de göstererek; “Benim yerime kâdı olan budur. Bunu da benimle ateşe atın!” deyince, Zebânîler Seyyid Ali´yi de yakalayıp sürüklemeye başladılar. O da feryâd içinde yardım istemeye başladı. Bu sırada bir zât gelip, onun ellerini çözüp, zebânîlerin elinden kurtardı. Sey- yid Ali heyecan içinde uyandı. Hemen tövbe ve istiğfâr etti. Sonra kâ- dılıktan ayrılarak rüyâsındaki zâtı aramaya başladı. Soranlara kâdılıktan ayrılış sebebini hiç söylemedi. Bir köyden geçerken, yanına bir zât gelip; “Sizi hocam istiyor.” diyerek Ali Nâtikî´yi berâberinde bir dergâha götür- dü. Ali Nâtikî ile hocasının huzûruna girdi. O zât; “Rüyânda gördüğün o zâta çok benziyor muyuz ” buyurunca, Ali Nâtikî´nin o anda aklı başın- dan gitti. Hemen o zâtın elini öperek, ona talebe oldu. Ondan tasavvuf yolunu öğrenerek, yüksek mertebelere kavuştu. Sonra hocası tarafından insanlara doğru yolu anlatmakla vazîfelendirildi.
Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A´meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefâtından sonra da ilminin çokluğu sebebiyle, hayırla anılmıştır. Vefâtından sonra, evini birçok âlim ziyâret etmiştir. Cerîr şöyle anlatır: “Vefâtından sonra A´meş´i rüyâmda gördüm; “Nasılsın ” diye sordum. Bana; “Allah´ın mağfireti ile kurtulduk. Âlemlerin Rab- bi olan Allah´a hamd olsun.” cevâbını verdi.”
İstanbul´da yaşamış büyük velîlerden Aynî Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. O´na; “Deysûka´- ya git. Şu alâmette, şu halde olan Nâsûh Paşa isminde bir fakire doğru yolu göster.” buyurdu. Sabah olunca Aynî Dede; “Bu ne haldir ” diye hayretle düşündü. Ertesi gece yine rüyâda; “Niçin hemen gitmedin ” di- ye îkâz edildi. Sabah olunca yol hazırlığını yapıp, hocasından izin alarak yola çıktı. Deysûka´ya vardığında, önce o zâtı, âlimler ve sâlihler arasın- da aradı, fakat bulamadı. Sonra araştırmaya devâm etti. Yine bulamadı. Ona; “Bu vasıflı bir kimse var, fakat ibâdet ve diyânet ile pek alâkası yok- tur. Ondan bahsetmeye bile değmez.” demelerine rağmen Aynî Dede o zâtın çağırılmasını istedi. O zât gelip, Aynî Dede´yi görünce; “Ey efendim! Teşrîf ettiniz mi Sana emredilen sözü yerine getirdin, demek!” dedi ve Aynî Dede´nin ellerine sarıldı. Aynî Dede; “Beni nereden tanıdın ” diye sorunca, o zât olanları hemen anlattı. Aynî Dede derhal ona yapa- cağı hizmeti yerine getirdi. İbâdet ve tâatla ilgili öğreteceklerini ona öğ- retti. O zât gücü nisbetinde rızkını kazanmak için çalışıp, boş zaman- larında da Aynî Dede´nin sohbetlerine devâm ederdi.
Bir gün o zât Aynî Dede´nin sohbetine vaktinde gelemedi. Aynî Dede, merak edip evine gitti. Niçin gelmediğini sorduğunda, o zât; “Efendim! Bugün sohbeti ihmâl ettiğim sanılmasın. Vücûdumda hiç tâkat ve kuvvet kalmadı. Gözüm ve gönlüm başka âlemi seyretmekte. Bütün âlem gül bahçesi gibi olup, âhiret kokusunu duydum. Bir Yâsîn-i şerîf okusanız da, rûhum tertemiz olsa, gönlüm açılsa.” dedi. Aynî Dede Yâsîn-i şerîf okumaya başladı. Daha okuma bitmeden o zât rûhunu teslim etti.
Büyük velîlerden Aynüzzemân Cemâleddîn-i Geylânî hazretleri, Necmeddîn-i Kübrâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunmak üzere, ilk defâ memleketinden ayrılarak yola çıkacağı zaman, kendisine lâzım olur düşüncesiyle, kütüphânesinde bulunan, çeşitli ilimlere dâir kitapları alıp götürdü.
Uzun yolculuk esnâsında, bir gece rüyâsında Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerini gördü. Kendisine; “Ey Geylicik! Yükünü bırak da gel!” diyordu. Uyandığında, kendisinin dünyâlık bir şeyi bulunmadığını, dünyâlık toplayacak hâli de olmadığını düşünerek, üstâdın rüyâda kendisine böy- le söylemesinin hikmetini anlıyamadı. İkinci gece yine aynı rüyâyı gördü. Uyandığında bu sözün mânâsını daha fazla merak etti. Üçüncü gece rü- yâsında yine aynı şeyi söyleyince; “Ey efendim! Yüküm nedir ” diye suâl etti. “Toplayıp getirdiğin kitaplar.” buyuruldu. Uyandığında, bu kitapların hocasından istifâde etmesine mâni olacağını anlayıp, hepsini Ceyhun Nehrine attı. Necmeddîn-i Kübrâ´nın huzûruna vardığında, kendisine; “Ey Cemâleddîn! Eğer o kitapları nehre atmasaydın, bizden istifâde edemezdin.” buyurdu. Cemâleddîn söz dinleyip kitapları nehre attığı için çok sevindi. Hocasının dergâhında kırk gün kalmakla çok yüksek derecelere kavuştu. Kırk gün sonra hocası ona tarîkat hırkası giydirip, Aynüz- zemân, zamânın gözbebeği ünvânını verdi.
Osmanlılar zamânında Anadolu´da yetişen evliyânın büyüklerinden, tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Behâeddînzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Şakâyık-ı Nu´mâniyye isimli meşhûr eserin sâhibi olan ve Taşköprüzâde diye tanınan Ahmed bin Mustafa Efendi İstanbul´da Sahn-ı Semân medreselerinden birinde müderrislik yap- makta iken, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“Fâtih medreselerinde müderris idim. Bir gece, gecenin üçtebiri geç- tikten sonra teheccüd namazını kıldım. Bundan sonra uyumuşum. Rü- yâmda kendimi Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrun- da gördüm. Başıma bir taç giydirdi. Bu rüyânın tesiri ve heyecânı ile bü- yük bir sevinç içerisinde yattığım yerden doğruldum. Abdest alıp, âdetim üzere Kâdı Beydâvî hazretlerinin tefsîrini mütâlaaya başladım. Bu mübâ- rek ve saâdet dolu gecenin sabahında gördüğüm rüyâyı hiç kimseye an- latmadım. Sabah namazından sonra Behâeddînzâde bir haberci gönder- miş. Gelen haberci selâm verdikten sonra dedi ki:
“Behâeddînzâde Efendi size selâm ediyor. İnşâallah pek yakın bir zamanda zât-ı âlileri kâdılık makâmına getirilecektir. Bu gece gördüğü rüyânın tâbiri budur dedi.” Hâlbuki rüyâyı kimseye anlatmamıştım. Behâ- eddînzâde Muhyiddîn Efendi, gayb âleminden keşf yolu ile rüyâmı anla- mıştı. Bu vak´adan kısa bir zaman sonra kendisini ziyârete gittim. Gör- düğüm rüyâyı ve kendisi tarafından gelen habercinin naklettiği tâbiri an- lattım. Rüyâmın tâbirinin aynen öyle olduğunu bildirip, yakın zamanda kâdı olacağımı müjdeledi. Bu sohbet esnâsında, kâdılığı taleb etmediğimi, mesûliyetinden korktuğumu söyledim. Bunun üzerine:
“Kâdılık mesleğini taleb etme. Bu mesleğe istekli ve hırslı olmak uygun değildir. Ama talep ve rağbet etmediğin hâlde bu vazîfe verilirse, o zaman da reddetmeyip kabûl etmen gerekir.” buyurdu. Bu çok güzel ve tesirli sözler gönlüme rahatlık verdi. Aradan çok zaman geçmemişti ki, bana Bursa kâdılığı verildi. Behâeddînzâde´nin sözlerini hatırlayıp, bu vazîfeyi kabûl ettim.”
Anadolu´da yetişen velîlerden Bekr Sıdkı Visâli (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Sâmi Niyâzî Uşşâkî Efendi, talebelerine sık sık; “Akşam ne rüyâ gördün ” diye sorardı. Bir gün Bekr Sıdkı Efendiye sorunca; “Efendim rüyâmda bir meydanlıkta at koşusu vardı. Her at üzerinde bir kişi vardı. Ben ise birbiri üzerine binmiş dört atın en üstündekine binmiştim. Atlar koşuya başladıktan sonra, benim bindiğim atlar en öne geçti ve hedefe en önce vardım. Orada bizlere bakan kalabalık, Bekr Efendi kazandı, diye bana iltifât ettiler.” diye anlattı. Sâmi Niyâzî Uşşâkî de; “Oğlum Bekr! Sen dört ilme kavuşacaksın. Birinci at şerîat, ikinci at tarîkat, üçüncü at hakîkat, dördüncü at ise mârifet ilmine işârettir.” buyurdu.
Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine titizlikle uyan, haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan Bişr-i Hâfî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; “Allahü teâlânın seni neden üstün kıldığını biliyor musun ” buyurdu. O; “Hayır bilmiyorum yâ Resûlallah!” diye karşılık verdi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: “Sünnetime tâbi olman, sâlihlere hizmet etmen, din kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun.” buyurdu.
Bişr-i Hâfî hazretleri bütün ömrünü ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirdi. Şüphelilerden son derece sakınırdı. Konuştuğu zaman etrâfa ilim, ahlâk, hikmet kokuları yayılırdı. Tasavvuf yolunda büyük makâmlara erişmişti. H.227 senesi Rebîülevvel ayında Bağdât´ta vefât etti. Vefât ettiğinde cenâzesini sabah evden çıkardılar. Fakat çok kalabalık olduğundan kabristana gece varabildiler. Kendisini rüyâda görüp; “Allahü teâlâ sana ne muâmele etti ” diye sorduklarında; “Benim cenâzemde bulunanı ve kıyâmete kadar beni seveni affeyledi.” buyurdu.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Emîr Ahmed şöyle anlatır: “Mevlânâ´nın ismini ve vasıflarını işiterek ona âşık olmuştum. Memleketim Diyarbakır´dan Konya´ya gitmeme, annem ve babam müsâde etmiyorlardı. Her geçen gün ona olan kavuşma arzum artıyor fakat nasıl gideceğimi bilemiyordum. Bir gece iki rekat namaz kılıp, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle ederek çok duâ ve niyâzlarda bulundum. Sonra En´âm sûre-i şerîfini okuyarak uyudum. Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Sîmâsı bana anlatılanlara aynen uyuyordu. Bizim eve gelmişti. Onu görünce koşarak huzûruna yaklaştım ve hürmetle ellerinden öptüm. Beni kucaklayıp alnımdan öptü. Eline aldığı bir makas ile alnım üzerinden bir mikdâr saçımı keserek; “Bu, Mesnevî âlimi olacak.” buyurdu. Uyandığımda, saçlarım ve makas yastık üzerinde duruyordu. Bu rüyânın tesiri altında idim. Annem ve babam, ısrârlarıma dayanamıyarak izin verdiler. Doğruca Konya´ya gittim ve Mevlânâ´ya talebe olmakla şereflendim. Mesnevî üzerinde çalışmamı emir buyurdular. Kısa zamanda Mesnevî hakkında sorulan her soruyu cevaplandıracak hâle geldim.”
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir defâ Merv şehrinde, biraz hasta oldum. Nişâbur´a dönmeye niyet ettim. Bu düşünceler içerisinde uyuyakalmışım. Rüyâmda bir kimse bana, (Bu memleketten ayrılman imkânsız. Sohbetlerin, cinlerden bir cemâatin çok hoşuna gitti. Onlar, senin ders verdiğin meclisine devâm ediyorlar. Onların istifâde etmelerinin kesilmemesi için, burada bulunman icâb etmektedir.) dedi.” Bunun üzerine orada kaldım.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Müştevlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Buyurdular ki: “Yâ Ebâ Ali! Seni, dervişleri sever ve onlara meyleder görürüm.” Ebû Ali “Öyledir yâ Resûlallah!” dedi. “Seni, dervişlerin mühim işlerini yerine getirmek üzere vekil kıldım.” buyurdular. Ebû Ali (rahmetullahi aleyh), bu vazîfeyi îfâ ederken, uygunsuz bir iş yapmaktan ve yapamıyacağı bir işle karşılaşmaktan korkup; “Yâ Resûlallah! Ben bu vazîfeye lâyık mıyım Bu iş için lâzım olan günâhtan korunma ve kifâyet, yeterlilik şartı bende mevcut mudur ” dedi. Peygamber efendimiz; “Günahtan korunma ve kifâyet şartıyle…” buyurdu. Ebû Ali; “Peki efendim.” deyip sustu. Bundan sonra Allahü teâlâ, Ebû Ali´ye mal varlığı ihsân etti. Bu malı ile dervişlerin ihtiyâçlarını karşıladı. Arzularını, isteklerini yerine getirdi. Hiçbirinin bir sıkıntısı olmaması için çok gayret ederdi. Onun bu hâli açığa çıktıktan sonra, dervişler kendisine gelerek ihtiyâçlarını, sıkıntılarını arzederlerdi. Bâzıları onun hakkında; “Dervişlik, bir şeye mâlik olmamak, başkalarının ihtiyaçlarını temin etmek için de olsa, zenginlikten iyidir” dediler. Abdullah-i Ensârî, “O, bu işi kendiliğinden istemedi. Bilakis, Peygamber efendimiz tarafından vazîfelendirildi. Sakın gaflete düşmeyesiniz ve aldanmıyası- nız” buyurdu.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından sonra rüyâda görülüp; “Al- lahü teâlâ sana ne muâmele eyledi ” diye soruldu. Cevâbında buyurdular ki: “Allahü teâlâ beni huzûrunda durdurup; “Yâ Şuayb! Sağındakiler nedir ” buyurdu. “Yâ Rabbî! Senin ihsânındır.” dedim. “Solundakiler nedir ” buyurdu. “Yâ Rabbî! Bunlar senin takdîrindir ve benim hatâlarımdır. Affını dilerim.” dedim. “İyiliklerini çok arttırdım, hatâlarını da mağfiret ettim, sana ve seni sevenlere müjdeler olsun.” buyurdu.
Evliyâdan bir zât, rüyâsında bir kimse gördü. O kimse evliyâdan olan bu zâta dedi ki: “Ebû Midyen hazretleri´ne şöyle söyle: İlmi yay! Yarın yüksek kimselerle birlikte bulun, kimseye aldırma! Sen zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın.” Bu zât, ertesi gün rüyâsını Ebû Midyen hazretlerine anlattı. Rüyâyı dinledikten sonra buyurdu ki: “Ben buralardan ayrılıp, tenhâda yalnız kalmak, kendi başıma bulunmak istiyordum. Her şeyden uzaklaşmak niyetindeydim. Senin bu rüyân ise, benim bu niyetime mâni oluyor. Meclis kurup, insanlara ilim öğretmemi emrediyor. “Yarın yüksek kimselerle berâber bulunacaksın.” sözü, “Allahü teâlâyı zikredenlerin, O´nun hatırlandığı, emirlerinin anlatıldığı yerin Cennet bahçelerine benzetildiği.” hadîs-i şerîfine işârettir. “Yüksek kimseler”, Cennet ehlinin “İlliyyîn” denilen yüksek tabakasına işârettir. “Zürriyetlerin babası olan Âdem aleyhisselâmın durumundasın.” sözü şuna işârettir ki, Âdem aleyhisselâma, nikâh (izdivac) verildi ve nikâh yapması emrolundu. Fakat bu nikâhdan meydana gelecek zürriyetin hepsinin mümin ve itâatkâr olması kuvveti ona verilmedi.” İnsanları hidâyete kavuşturmak kuvveti yalnız Allahü teâlâya mahsustur. İşte bunun gibi, bize de ilim verildi ve onu yaymak, öğretmek emredildi. Fakat, bu ilim öğrettiklerimizin hepsinin muvaffak olmaları, hepsinin bize tâbi olmaları kudreti bize verilmedi.”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendinden önce vefât eden oğlunu bir gün rüyâsında gördü. Ona; “Yavrucuğum! Allahü teâlâ sana nasıl muâmele yaptı ” dedi. Oğlu; “Beni Cennet´ine koyarak ağırladı.” dedi. “Yavrucuğum! Bana nasîhat et.” dedi. Bunun üzerine oğlu; “Babacığım! Allahü teâlâya karşı kötü kalpli olma. Allahü teâlâ ile arana, bir gömlek bile koyma!” dedi. Ebû Saîd, bundan sonra yaşadığı süre içinde üzerindeki gömlekten başka gömlek giymedi.
Şam´da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri Hac vazîfesini yerine getirmek üzere Mekke-i mükerremeye gitmek için yola çıktı. Yolda, Iraklı bir gençle arkadaş oldu. Yolculuk esnâsında Iraklı genç devamlı Kur´ân-ı kerîm okuyor, durdukları yerlerde vakit namazı hâricinde nâfile namaz kılıyor, gündüzleri oruç tutuyordu. Nihâyet Mekke-i mükerremeye ulaştılar. Genç, Ebû Süleymân Dârânî hazretlerinden ayrılmak istedi. Ebû Süleymân Dârânî o gence; “Benim sende gördüğüm hâllere seni sevk eden nedir ” diye sordu. Genç dedi ki: “Ey Ebû Süleymân! Beni böyle yapmamdan dolayı kınama. Çünkü ben rüyâmda altın ve gümüşten yapılmış birçok şerefeleri olan bir köşk gördüm. İki şerefenin arasında şimdiye kadar hiç görmediğim gü- zellikte hûriler vardı. Bu hûrilerin tebessüm etmesi sırasında dişlerinden yayılan nûr etrâfı aydınlatıyordu. O hûrilerden biri bana dedi ki: “Ey genç! Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çok çalış ki bana kavuşasın.” Sonra uykudan uyandım. Bu rüyâ, benim senin gördüğün hâllere kavuş- mamın sebebidir.” dedi. Ebû Süleymân Dârânî o gençten duâ istedi. Genç ona duâ ederek ayrıldı. Ebû Süleymân Dârânî kendi nefsini kına- yarak; “Ey nefsim! Uyan ve bu gencin bildirdiği işaretlere ve müjdelere kulak ver. Bir hûriye kavuşmak için bu şekilde çalışılırsa, bu hûrinin Rab- bine kavuşmak için nasıl çalışmak gerekir ” diye nefsini azarladı.
Allahü teâlânın sâlih kimselere böyle rüyâlar ve hâller ihsân etmesi, ona bâzı sırları açmak, saf ve temiz kalplerini iyi hâllere sevk etmek, onları güzel amellere teşvik etmek içindir. Çünkü sâlih rüyâ, peygamberlikten bir parçadır.
Sâlih zâtlardan birisi bir gece rüyâsında hazret-i Ebû Süleymân Dâ- rânî´yi nûrdan kanatlarla uçuyor gördü. “Hayırdır inşâallah! Bu ne hâldir ” dedi. Ebû Süleymân Dârânî rahmetullahi aleyh; “Şimdi cezâevinden kurtuldum, serbest oldum.” buyurdu. Rüyâyı gören zât sabah uyandığında, hazret-i Ebû Süleymân Dârânî´yi ziyârete gitti, vefât ettiğini öğrenince rüyâsının yorumunu anladı.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görüp; “Allahü teâlâ size nasıl muâmele eyledi ” dediklerinde, “Rahmet ve inâyetle fakat, insanlar tarafından parmakla gösterilmem bana çok zarar verdi.” buyurdu.
Mısır´da yetişen evliyânın büyüklerinden ve kelâm âlimi Ebü´l-Abbâs el-Mülessem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Talhâ isminde bir zâtın hanımı anlatır: “Bir gün efendim bana, yarın eve Ebü´l-Abbâs hazretlerinin geleceğini, bunun için yemek hazırlamamı söyledi. O günlerde hâmile idim. Bir iş yapmaya mecâlim yoktu. Canım sıkıldı ve yine bana iş çıktı diye üzüldüm. O gece rüyâmda, ateşten bir kuyu gördüm. Dün Ebü´l-Abbâs hazretleri hakkında düşündüğüm uygunsuz şeyler sebebiyle, o kuyuya atılmak üzere iken uyandım. Önceki düşüncelerime pişman oldum ve bundan sonra kendisine çok muhabbet ettim.”
Mısır´da yetişen büyük velîlerden İbn-i Fârid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında rivâyet edilir ki: İbn-i Fârid vefâtından sonra rüyâda görülüp, niçin dîvanında Resûlullah efendimizi medh etmediği kendisine sorulunca, şu mânâdaki beyti söylemiştir: “Medh edenler ne kadar çok medh ederlerse etsinler, Resûlullah efendimiz hakkında her medhi eksik görüyorum. Hem Allahü teâlâ, O´nu lâyık olduğu şekilde medh etti. Bu medh karşısında, insanların medh etmesinin ne kıymeti olur ” demiştir.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri hastaydı. Durumunu bildirdiler. Bunun üzerine Kerîmüddîn gelip o hasta talebenin yanında başka bir yatakta yattı. Allahü teâlâya yalvardı. Rüyâsında o talebesinin yaşayıp yaşamayacağını göstermesini diledi. Uykuya vardı ve rüyâsında siyahlar giyinmiş düşman askerleri ile kendi talebelerinin muhârebe ettiklerini, hasta olan talebenin ise, diğer askerlerden önde at koşturduğunu, kahramanca çarpışarak düşmana çok zâyiat verdirdiğini, yaralanıp attan düştüğünü ve atının onu bırakıp kalabalığa karıştığını gördü. Uykudan uyandığında o talebesinin vefâtının yaklaştığını haber verip, eshâbına techiz, tekfin ve defn için hazırlık yapılmasını söyledi. Talebenin hastalığı ise ölüm şiddetinde görünmüyordu. Orada bulunan talebelerin hepsi hayret ettiler.
Az bir zaman geçince, hastanın durumu ağırlaştı. Nefesi sıklaştı. Bu sırada orada bulunan ve tasavvuf ehlinin hâlini inkâr eden bâzı kimseler kendi kendilerine; “Hocalığın ve talebeliğin şu anda (ölüm ânında) ne işe yaradığını görelim.” dediler. Onların bu düşüncelerini kalb yoluyla anlayan Kerîmüddîn hazretleri, açıktan; “Ey Allahım! Vefât etmek üzere olan bu hastanın hakîkî tasavvuf büyüklerine bağlanması hürmetine, seni zikrettiğini bunlara da duyur!” diye duâ etti. Bu söz daha bitmeden, o ölüm hastasının açıktan açığa “Allah! Allah!..” demeye başladığı duyuldu. Rûhunu teslim edinceye kadar böyle devâm etti. Bu apaçık kerâmete şâhid olan yabancılar inkarlarından vazgeçip, Kerîmüddîn´e bağlanıp talebelerinden oldular.
Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hak- kında Ebü´l-Hasan Şa´rânî şöyle anlatır: “Bir kerre Mansûr bin Ammâr´ı rüyâmda gördüm ve Allahü teâlâ sana nasıl muâmelede bulundu diye sordum. Şöyle cevap verdi: Bir ses duydum: “Mansûr bin Ammâr sen misin ” dedi. Evet yâ Rabbî dedim. Bir yandan dünyâya rağbet ederken, öbür yandan halkı dünyâdan soğutup zühde teşvik eden sen misin ” dedi. Evet böyle olmuştu yâ Rabbî! Fakat önce sana hamd ü senâ etmeden, sonra Peygamberlerine salât ve selâm getirmeden, üçüncü olarak da kullarına samîmî sûrette nasîhat etmeden, hiçbir sohbete başlamadım ve bitirmedim, dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine: “O doğru söyledi, onun için bir kürsü kurun, üzerine çıksın, dünyâda kullarım arasında şan ve şerefimin yüceliğini ilân ettiği gibi, bu defâ da meleklerim arasında şan ve şerefimin yüceliğini ilân etsin” dedi.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlattı: Bir gece rüyâda hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri´ni gördüm. Bir yerden mübârek dergâhına gelmişim. Kapıda bekliyorum. İçerden çıkıp beni ayakta, başı önüne eğik, muhtaç hâlde görünce memnun oldu. Çok teveccüh edip, beni kucakladı ve yanındakilere; “Mîr, yoldan geldi. Harâreti vardır. Meyve suyu getiriniz.” buyurdu. Önüme beyaz bir kâse getirdiler. Hazret-i İmâm; “Mîr, bu kâseyi al ve hepsini iç ve ondan hiç kimseye bir damla verme!” buyurdu. O meyve suyunu tamâmen içtim. Bundan sonra mübârek hocam yüzünü kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve; “Ey Allah´ım! Muhammed Resûlullah´a mahsus olan nisbeti Mîr´e nasîb eyle!” diyerek, duâ etti ve ellerini mübârek yüzüne sürdü. Sonra yine ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî, bana mahsus olan nisbeti de Mîr´e ihsân eyle.” dedi. Uyanınca, rüyâmı hazret-i İmâm´a arz ile tâbirini istirhâm ettim. Cevap vermediler. Huzurlarından ayrıldım. Bir müddet sonra şu mektubu bana gönderdiler:
“Bir gün sabah namazından sonra eshâbımla oturuyordum. Gayr-i ihtiyârî size teveccüh eyledim. Hissettiğim zulmet ve bulanıklıkların giderilmesine gayret ettim. Böylece sizin kemâl hâliniz ayın on dördü gibi oldu. Hidâyet güneşine verilen her şey o dolunaya aksetti. Hattâ kemâl cihetinden fark kalmadı. Ancak bundan sonra zarfı genişletmek ve genişlediği kadar onu doldurmak kaldı. Uzun zaman bu mânânın temsîlî sûretini, doğruluğunu gösteren bir yakînin hâsıl olması için, nazarımda tuttum. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun. Bu nîmete kavuşmanız gördüğünüz ve tâbirini çok istediğiniz o rüyâ sebebiyledir. Alla- hü teâlâya hamd ve senâlar olsun ki, borcunuz tamâmen ödendi ve vâd edilen şey gerçekleşti. Verilen söz yerine geldi. Temennimiz, kavuştu- ğunuz bu kemâle, insanları da kavuşturmanız ve o memleketin köyünü, sahrâsını mübârek vücûdunuzla aydınlatmanızdır.”
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: Horasanlı bir genç, bir müddet, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyârî Üveysî´nin feyz ve nûr saçan me- zârına gider. Bu mübârek zâtın rûhâniyetinden, hayatta olan bir mürşid-i kâmilin kendisine bildirilmesini ister. Muhammed Bâkî-billah Delhi´ye gel- diği gece, bu genç rüyâda, Nakşibendî büyüklerinden birinin geldiğini gö- rür. Emre uyarak, Muhammed Bâkî-billah´ın huzûruna gelip, rüyâda gör- düklerini arz eder ve kabûl edilmesi için yalvarır. Fakat cevâbında; “Bu miskîn kendimi bu işe lâyık göremiyorum, herhâlde başkası olsa gerek.” buyurur. Çok fazla tevâzu gösterdiği ve çeşit çeşit özürler dilediği için, genç tekrar kaldığı yere döner. Ertesi gece rüyâda kendisine; “O büyük, huzûruna çıktığın ve sana inkisârını beyân eyleyen zâttır.” buyururlar. Sabahleyin tekrar huzûruna gelir, fakat bir daha geri çevrilmez. İhtimâm- la kabûl edilip, her ne gördüyse orada görür.
Hindistan velîlerinden Muhammed İhsân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, gençliğinde tahsîl görmemiş ve ilimde yetişmemişti. Bu sebep- le, lüzumsuz ve uygunsuz işlerle meşgûl oluyordu. Bir gece rüyâsında Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini gördü. Süt ile pirinç pilavı yiyordu. Ye- meğinden artanı Muhammed İhsân´a verdi. O da yeyip çok lezzet aldı. Heyecanla uyandı. Bu rüyânın tesirinin devâm ettiği günlerde, Muham- med İhsân, Mazhar-ı Cân-ı Cânân´ın talebeleri arasına girdi. Tam bir töv- be ile eski hâlini terketti. Artık bu büyükler yolunda istikâmete kavuşup git gide ilerledi. Müceddidiyye yolunda çok yüksek makamlara kavuştu. Kalbi, Allahü teâlânın muhabbetiyle nûrlandı. Öyle ki, cenâb-ı Hakk´ın muhabbetinden kendinden geçmiş bir hâlde bulunur, dünyâyı unuturdu.
Evliyanın büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri dâimâ Resûlullah efendimizi rüyâda görmeyi temenni ederdi. Bir gün eve girdi. Annesi evde oturmuş bir kitabı okurken yanına yaklaştığında; “Kim Cumâ gecesi bu duâyı birkaç defâ okursa, rüyâsında Re- sûlullah efendimizi görür.” sözlerini işitti. Böylece Resûlullah efendimizi görme arzusu arttı. Gelecek gece de Cumâ gecesi idi. Annesine; “Cumâ gecesi gelince o duâyı okuyacağım. Belki Resûlullah efendimizi görü- rüm” deyince, “Git oku.” dedi. O da doğruca odasına gitti. Kitapta bildi- rilen şartlara uyarak, duâyı okumakla meşgûl oldu. Daha önce de, kim her Cumâ gecesi Resûlullah efendimize üç bin salevât okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür, diye duymuştu. O duâyı okuduktan sonra, üç bin kerre de Resûl-i ekreme salevât okudu. Vakit gece yarısına yaklaşınca, yatağına yatarak uyudu. Rüyâsında şöyle gördü: Eve girdiğinde kışlık salonda annesi onu görünce; “Oğlum niçin geciktin Burada seni bekliyordum. Evimizi Resûl-i ekrem teşrif etti. Haydi gel, seni Resû- lullah efendimize götüreyim.” dedi. Elinden tutup, Resûl-i ekremin bulun- duğu yazlık salona doğru götürdü. Resûl-i ekrem oturmuşlardı. Etrâfında da birçok kimseler vardı. Bunların bir kısmı oturuyor, bir kısmı ayakta du- ruyordu. Resûlullah efendimizin etrafında halka yapmışlardı. Dünyânın her tarafına mektuplar gönderiyordu. Huzûrlarında bir kâtip vardı. Resû- lullah efendimizin buyurduklarını yazıyordu. O, Şerefüddîn Osman Zey- yâr Tukânî idi. O zât, zamânın büyük âlimi ve velîsi idi. Annesi onu Re- sûlullah efendimizin huzurlarına götürünce, Resûlullah´a; “Yâ Resûlallah! Zât-ı âliniz bana, ömrü uzun ve Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşa- cak bir oğlum olacağını buyurmuştunuz. O buyurduğunuz bu mu, yoksa başkası mı ” diye sorunca, Resûl-i ekrem ondan tarafa doğru baktılar. Sonra tebessüm ederek; “Evet, o söylediğim oğlunuz budur.” Buyurduk- tan sonra, kâtip Şerefüddîn Osman´a, “Onun için bir mektup yaz.” buyur- du. O da bir kâğıda üç satırlık bir yazı yazdı. Muhammed Rûcî, kâtibin yazdığına bakıyordu. Satırların altına şâhidlerin ismini yazar gibi, ayrı ay- rı yerlere birçok kimsenin isimlerini yazdı. Sonra kâğıdı katlayıp, annesi- ne verdi. Oradan ayrılınca, annesinden mektubu aldı. Kendi kendine; “Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum. En doğrusu, geri dönüp, mektu- bu Resûlullah efendimize göstereyim. Bana mektubun muhtevâsını anla- tırlar.” dedi. Bu düşünce ile döndü ve Resûl-i ekremin huzûruna girdi. “Yâ Resûlallah! Bu mektubun muhtevâsını bilmiyorum.” dedi. Resûlullah efendimiz kâğıdı elinden aldı. Kâğıtta yazılı olanları sesli olarak okudu. O da Resûl-i ekremin okuduklarını bir defâda ezberledi. Sonra Resûlullah efendimize başka bir şeyi sordu. O anda, kapının sesini duyarak uyandı. Annesi kapıdan içeri giriyordu. Elinde kandil vardı. Yatağından kalktı. Annesi ona; “Oğlum, rüyânda birşey gördün mü ” diye sorunca; “Evet gördüm.” dedi. O zaman, “Ben de senin gördüğünü gördüm.” dedi ve rü- yâsını anlatmaya başladı. İki rüyâ arasında hiç fark yoktu.
Büyük velîlerden Muhammed Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında sarayda vazîfeli Mehmed Ağa şöyle anlattı: “Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar´daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Do- ğancılar´da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu. Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu. Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Na- sûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yo- lun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzıla- rına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; “Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz.” dediler. Bu sı- rada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın ö- nünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfi- dir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sı- kıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki re- kat namaz kılıp Kur´ân-ı kerîm okudu. Sevaplarını Nasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidi- yor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğan- cılar´a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur´ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağa- ya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş se- bebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti.”
Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.
Osmanlı âlimlerinden ve büyük velîlerden Nûreddînzâde Muslihud- dîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece, fener hazırlatıp saraya gitti. Sa- raya varınca, kapıda bulunan görevliler içeri aldılar. Pâdişâha durumu arzedilince, kendisini kabûl etti. Pâdişâhla uzun müddet sohbet ettikten sonra şu rüyâsını anlattı: “Bu gece Resûlullah efendimizi rüyâmda gör- düm. Emir buyurdu ki: “Süleymân´a bizden selâm söyle; İslâmın düş- manlarıyla farz olan cihâdı niçin terk etti Benim şefâatimden ümit bekler ve rızâmı almak isterse, İslâm askerini hazır bulundurup, İslâm düşman- larını ihtar etmekten uzak durmasın!” Bunun üzerine Pâdişâh yerinden saygı ile kalkıp, şevkle ve gözleri yaşararak nîmete şükür ettikten sonra; “Efendim, şimdi Peygamberlerin Sultânı bu tâkatsız ve güçsüz kölesine ismiyle zikr edip emir buyuruyorlar. Bu emre boyun eğmemiz gerekmez mi Buna binlerce hamd olsun” deyip, gazâya gitmek üzere niyet etti. Er- tesi gün Zigetvar seferine gitmek üzere hazırlıklar yapıldı. Ordu, İslâmın düşmanlarıyla cihâd etmek üzere yola çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân bu sefere katılıp, orada vefât etti. Şehîd olmak sûretiyle Resûlullah efendi- mizin muhabbetine lâyık oldu. Kânûnî´nin Zigetvar seferine, Nûreddînzâ- de Muslihuddîn Efendi de katılmıştı. Sultan Selîm´in İstanbul´da tahta çı- kıp Belgrat´ta orduyu ve babası Kânûnî´nin cenâzesini karşılamasından sonra, cenâze, Muslihuddîn Efendi ve yanındaki dört yüz kişiye teslim edilip İstanbul´a gönderildi.
Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nin câriyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya geçti. İki rekat namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halîfeye; Tuhaf bir rüyâ gördüm. dedi. Halîfe; Ne gördün anlat. dedi. Câriye; Rüyâda Cehennem i gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra Cehennem üzerinde Sırat köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervân geldi. Köprüye girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehennem e düştü. Sonra Velîd bin Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehennem e düştü. Sonra Süleyman bin Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehennem e düştü. dedi. Halîfe; Devam et. dedi. Kadın; Sonra da se- ni getirdiler. der demez, Ömer bin Abdülazîz bir ah çekti, düştü ve ken- dinden geçti. Kadın, yüksek sesle; Vallahi senin selâmetle Sırat köprü- sünü geçtiğini gördüm. dedi ise de halîfe bunu işitmiyor, yerde çırpınıp duruyordu.
Fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Ömer bin Saîd el-Hemedânî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilgili olarak, Rivâyet edilir ki: Bir kimse, o zamanda bulunan büyük âlimlerden birine gelerek; Efendim! Rüyâmda çok büyük bir nûr gördüm. Ta ker Dağı eteğinden çıkan o nûr gittikçe yükseliyordu. Ben hayretle seyrediyordum. Nihâyet semâya kadar yük- seldi. Semâ yarıldı (açıldı) ve o nûr semâda kayboldu. Bu rüyânın hik- meti ve tâbiri nasıldır Bunları dikkatle dinleyen o büyük âlim, o kimse- ye; Bu, Ta ker Dağı eteğinde bulunan çok büyük bir âlimin vefât edece- ğine alâmettir. Hattâ o âlim vefât edince, yerler bile sarsılır. buyurdu. Ta ker Dağı, o muhitte bulunan en yüksek dağ idi ve Ömer bin Saîd haz- retlerinin köyü bu dağın eteğinde bulunuyordu. Hakîkaten, Ömer bin Sa- îd hazretlerinin vefât ettiği gün yer sarsıntısı oldu. O civarda bulunan- lardan yahudilerin en âlimi olan ve Tevrat ı en iyi bilen kimse olarak tanı- nan bir kimse, o gün müslümanlardan bir kimseyi görüp ona; Bu büyük zelzele, sizin âlimlerinizin büyüklerinden birinin vefâtına alâmettir dedi. O müslüman kimse hayret edip araştırmaya başladı. Nihâyet Ömer bin Saîd hazretlerinin o gün vefât ettiğini öğrendi. Türbesi, yüksek zâtların bulunduğu bir kabristanda olup, hiçbir kimse uygunsuz bir hâlde o türbe- ye yaklaşamamaktadır. Hattâ Ömer bin Saîd hazretlerinin köyü ve o köyde bulunanlar, her türlü korkulacak hâllerden emindirler. O köye sı- ğınmış olan birine bir kimse bir kötülük yapmak istese, o kimseye bir za- rar veremeyeceği gibi, kendisi de derhâl bir belâ ile cezâlandırılır. Bu ve benzeri hâller çok defâ görülüp tecrübe edilmiştir. Bir kimsenin bir ihtiyâcı olur, bu ihtiyâcının görülmesi için bu zâtın türbesine gider ve bu zâtı vesîle ederek duâ ederse, Allahü teâlânın izni ile ihtiyâcı hâllolur.
Konya´nın büyük velîlerinden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri anlatır: 1255 senesi Şevvâl ayının on yedisine rastlayan Cumartesi gecesi, rüyâmda hocam Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona, cenâb-ı Hakk´ın Esmâ-i Hüsnâsı ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O da; “Çok doğru, pek güzel!” deyince, ona; “Efendim! Hakîkatte güzel olan sizsiniz. Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri bana kim öğretirdi ” dedim. Mübârek ellerini öptüm ve; “Efendim! Bütün mahlûkâtı, her şeyi unutup Allahü teâlâyı dâimî olarak hatırımda tutabilmem için bu fakîre duâ ve himmetlerinizi istirhâm ediyorum.” diye yalvardım. O da, benim bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım.”
Sadreddîn-i Konevî hazretleri, bundan sonra çok büyük mânevî derecelere yükseldiğini, mânevî âlemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allahü teâlâyı hatırından çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehât isimli eserinde bildirdi.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir gün, Allahü teâlâya yalvarıp; “Yâ Rabbî! Sana lâyıkı ile ibâdet, kulluk yapamadım ve seni hakkıyla tanıyamadım. Senin lutf ve ihsânına güveniyorum. Cennet´teki makâmımı görmek arzu ediyorum.” dedi. O gece bir rüyâ gördü. Rüyâsında kıyâmet kopmuş ve insanlar kabirlerinden kalkıyordu. Bu durumu kendisi şöyle anlatır: “Beni de Rabbimin huzûruna götürdüler. Allahü teâlâ meleklere emredip; “Alın Cennet´e götürün.” buyurdu. Beni alıp Cennet´e götürdüler. Orada türlü türlü köşkler ve bahçeler vardı. Onları seyrettim. Bir bah- çe vardı ki, onun meyvesi miskti. O esnâda bir elma mikdârı misk almak istedim ve aldım. İşte o esnâda rüyâdan uyandım. Uyandığımda sağ e- limde bir avuç misk duruyordu. O miskin kokusu da her tarafı kaplamıştı. Bu miskin kokusu hocam Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bana he- diye ettiği hırka-i şerîfe sirâyet etti.” buyurdu. Sadreddîn-i Konevî hazret- leri vefât ettiklerinde kefenine bu miskten konulmuştur.
Türbesine hizmet edenlerden biri rivâyet etti: “Zamânın devlet erkânından yüksek rütbeli bir subay türbeyi ziyârete geldi. Câmide namazı kıldıktan sonra, Sadreddîn-i Konevî´nin nefsini terbiye etmek için yaptırdığı çilehânesini ziyâret etmek istedi. Kapısını açtık. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği büyüklükteki, feyz, bereket, huzûr ve saâdet mekânı olan çilehâneye girdi. Uzun bir secdeden sonra cenâb-ı Hakk´a yalvarmaya başladı. Daha sonra kabr-i şerîfin yanına Sadreddîn-i Konevî´nin huzûruna gelip, Allahü teâlâya, onu vesîle ederek uzun bir duâ etti. Biz de âmin dedik. Duâ bitince bize dönerek; “Bizler, ellerimizdeki silâhlar ve diğer askerî güçlerimizle, memleketimizin görünürdeki bekçileriyiz. Fakat huzûrunda bulunduğumuz Sadreddîn-i Konevî ve onun emsâli olan büyükler, bu memleketin hakîkî kumandanlarıdır. Allahü teâlânın yardımı ve bunların mânevî destekleri olmadıkça, bizim görünürdeki güç ve kuvvetimizin hiçbir tesiri olamaz. Onun için biz, bir memlekete vardığımız zaman, önce o memleketin mânevî kumandanlarını ziyâret ederiz.” dedi.
Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır: “Sadreddîn-i Kone- vî´yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok üzmüştüm. Rü- yâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: “Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın.” Bu ihtar bana çok tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalıştım.
İkinci rüyâm da şöyle oldu: İlk rüyâmdan sonra artık devamlı onun kabrinin bulunduğu câmiye gitmeye başladım. Câminin ve türbenin tâmiratı, bakımı ve temizliği ile uğraşıyordum. Bir gece rüyâmda bana güler yüzle görünüp; “Hizmetlerinden memnunum. Allahü teâlâ bu hizmetlerini karşılıksız bırakmaz.” buyurdu. Bu ikinci rüyâdan sonra Sadreddîn-i Ko- nevî´ye karşı sevgi ve muhabbetim daha da arttı. Bütün günümü, câmi ve türbenin işleriyle geçirmeye başladım.
Evliyânın büyüklerinden Safiyyüddîn Erdebilî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri, talebelerinden Mevlânâ Behâüddîn gençliğinde ilim tah- sîl ederken, tasavvuf ehline karşı olanlarla arkadaşlık ettiği için onların tesiriyle, tasavvuf ehline karşı îtikâdı, inancı iyi değildi. Onların sünnet-i seniyye üzerine bulunduklarına inanmazdı. Bir ara rüyâsında şöyle gör- dü: Bir bahçedeki havuzun etrâfında tasavvuf ehli toplanmıştı. Bu esnâda birden “Resûlullah efendimiz geliyor.” diye bir ses işitildi. Herkes Peygamber efendimizi karşılamaya hazırlandı. Mevlânâ Behâüddîn bir fırsatını bulup Peygamber efendimize yaklaşıp; “Yâ Resûlallah! Senelerdir içimde bir tereddüdüm var. Bu gördüğünüz çeşit çeşit insandan hangisi hak üzeredir. Her birisi bir sûret ve kılık, kıyâfette gelmiş. Biz onların hangisinin hak üzere olduğunu ayıramıyoruz.” dedi. Peygamber efendimiz, orada bulunan bütün toplulukları gözden geçirdi. Bu sırada Safiy- yüddîn Erdebilî ve talebelerinden bâzılarını gördü. Mübârek yüzünü Mevlânâ Behâüddîn´e çevirip; “İşte bunlar hak üzere, sünnet ve şerîat üzeredir.” buyurdu. Peygamber efendimizden bunları duyunca, tasavvuf ehli hakkındaki îtikâdı düzeldi. Ertesi gün hemen tövbe edip Safiyyüddîn Erdebilî´nin talebelerinin ileri gelenlerinden oldu.
Hindistan´da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gör- dü. Peygamber efendimiz ona, günlük olarak bir rubiyye (Hind lirası) tâ- yin buyurdu ve ona çok iltifât eyledi. Bu rüyâdan birkaç gün sonra, zen- ginlerden birisi Senâullah hazretlerine gelip, ihtiyaçlarını karşılamak üze- re kendisine her gün bir rubiyye vereceğini söyledi.
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Serûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında şöyle anlatılır: Serûcî hazretleri hacca gittiğinde, Mekke-i mükerremede Allahü teâlâdan bir dilekte bulunmuştu ve bunu da hiç kimseye söylememişti. Bundan bir müddet sonra kendisine bir kimse gelerek dedi ki: “Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Sana, “Yanında (cebinde para olarak) ne varsa hepsini bana ver! Buna alâmet (işâret) istersen o da Mekke-i mükerremede, Allahü teâlâdan şu dilekte bulunmandır” diye söylememi emir buyurdular” dedi. O kimsenin sözlerini hayretle dinleyen Serûcî hazretleri; “Peki.” dedi ve derhâl yanında bulunan yüz dînâr altın ve bin gümüşü çıkarıp o kimseye verdi. Sonra da; “Şâyet yanımda bundan daha fazla birşey bulunsaydı. Onu da mutlakâ sana verirdim. Çünkü bu emri Resûlullah efendimizden naklettiğine dâir bildirdiğin işâret mutlaka doğrudur” buyurdular.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Seyyid Abdülhakîm (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Ahmed Arvâsî Efendi şöyle anlat- mıştır: “Babamın hâli güzel, yolu istikâmet idi. Bu bakımdan rüyâları sâ- dıktı. Meselâ ben 1952´de Konya´nın Beyşehir kazâsı Doğanbey nâhiye- sine ilkokul öğretmeni olarak tâyin olunmuştum. Vâsıta çok azdı. Erzurum´a gitmek için bir kamyona bindim. Kamyon telefon direkleri ile yüklüydü. Şoför mahallinde, şoför, oğlu ve ben vardım. Van Erciş yolundan Erzurum´a gidecekti. O sabah arabaya binmeden, babam beni bir kenara çekti ve; “Her ne kadar bizim rüyâlara îtibâr edilmese de, baba şefkati zorlaması ile bu gece gördüğüm rüyâyı sana anlatmak zorundayım. Bindiğin bu araba, rüyâda Erciş´i geçtikten sonra, ilk tahta köprüye girince, köprü çöktü, araba düşerken, köprünün ortasındaki direklerden biri üzerine takılıp kaldı. Onun için sen oraya yaklaştığında arabayı durdur ve in!” Ben de peki dedim. Hâdise aynen cereyân etti. Köprü başına gelince, şoföre bir dakika dur, ihtiyâcım var, siz karşıya geçin, ben gelirim dedim. İndim. Gerçekten araba köprünün üstüne varınca, köprü büyük bir gürültü ile çöktü ve rüyâda görüldüğü gibi bir direk tarafından muvâzenede kaldı. Sallanıp duruyordu. Direkleri indirip köprü yapıldı. Karşıya geçildi ve direkleri tekrar arabaya koyup yola devâm ettik. Şoför bana; “Sen kazâ olacağını nereden bildin de indin ” deyince, babamın rüyâsını ve vasiyetini anlattım. Hayret etti ve bana çok hürmet ve îtibâr eyledi.”
Horasan´ın meşhûr velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Bir hac seferi için Hıtlan vilâyetinin Alişah köyünden yola çıkmıştım. Yolculuğum sırasında yanımda bulunan şeyleri muhtaçlara dağıtırdım. Bir müddet yol aldıktan sonra, çok az param kalmıştı. Bir yerde konaklamıştık. Bu sırada birisi gelip, bana iki bin dinar verdi ve kabûl etmemi istedi. Sonra parayı Peygamber efendimizin mânevî işâretiyle bana getirdiğini söyledi. Bunun üzerine kabûl edip aldım. Sonra ona Peygamber efendimiz sana ne sûretle işâret buyurdu diye sordum. Dedi ki: “Bu dirhemleri hacca gitmek niyetiyle saklamıştım. Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bana; “Bu dirhemleri sakla benim evlâdımdan birisi hacca giderken falanca yerde konaklayacaktır. Dirhemleri ona ver.” buyurdu. Resûlullah efendimiz böyle buyurunca; “Yâ Resûlallah! O torununuzun ismi nedir ” diye sordum. “Ali Hemedânî´dir.” buyurdu. İşte o zamandan bu güne kadar bir sene geçti. Bu bir sene içerisinde dâimâ oraya gelecek birini bekledim, tâkib ettim. İşte şimdi zât-ı âlinizle müşerref oldum.” dedi.
Bu dirhemleri alıp Bağdât´a kadar yanımda taşıdım. Fakat o sene bir hâdise yüzünden hacca gidemedim. Bağdat´tan geri döndüm. Üç deveye çeşitli yiyecekler ve su ile, iki deveye de öteki eşyâları yükledim. Kervan- dakiler beni yanımda üzeri yiyecek yüklü develerle görünce şaşırdılar. “Bu seyyid az yerdi, yanında fazla şey bulunmazdı. Neden böyle yanına çok azık aldı.” dediler. Halbuki on dört günde ancak bir yiyecek bulunan yere varabiliyorduk. Kervanla birlikte birkaç gün yol aldıktan sonra, kervan yolu şaşırdı. Kervandakilerin azıkları tamâmen tükendi. Benden yiyecek istediler. Ben de onlara yiyecek içecek verdim. Bunları yiyerek bir müddet sonra yiyecek bulunan mâmur bir beldeye ulaşabildik. Böylece Şam´a ulaştık. Ben yanımdaki dirhemleri muhtaçlara vermek için gâ- yet iktisatlı bir şekilde harcıyordum. Bu sırada biz Şam´da iken sıkıntıya sebeb olan başka bir hâdise meydana geldi. Yanımdaki dirhemler de iyice azalmıştı. Nihayet imkân bulup Şam´dan Mekke´ye gittim, hac ibâ- detimi yapıp memleketim Hıtlan´a döndüm.
Hac dönüşünden sonra ziyâretine gidenlere bir sohbeti sırasında şöyle buyurmuştur: “Buradan ayrılıp dönünceye kadar on ay müddetle ikâmet ettiğim, konakladığım her yerde Allahü telâ kalbime; “Git insanları irşâd et, rehberlik yap.” diye ilhâm etti.”
Büyük velîlerden Mevlânâ hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Be- hâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin, ileri gelen tale- belerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır: “Rüyâmda hocam Sultân-ül-ule- mâ´nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı. Genişledi, genişle- di, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel çıkmadan bü- tün Konya´yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ´nın neslinden çok muhterem kimse- lerin meydana geleceğini müjdelediler.”
Behâeddîn Veled´in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ´nın mübârek başını, Arş´a kadar yükselmiş gördüm. Ona; “Efendim! Hâliniz nasıldır ” dedim; “Oğlum Celâleddîn-i Rûmî´nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum.” dedi.
Şam´da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyükleriden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ile ilgili ola- rak, Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Bir zaman şiddetli hasta olmuş- tum. Bu hastalığım esnâsında, bir gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Geniş bir halkanın başında oturmuşlar, Allahü teâlâyı zikredi- yorlardı. Peygamber efendimizin bir tarafında Muhammed Sumâdî haz- retleri, diğer tarafında da Sumâdî´nin oğlu Müslim vardı. Halkanın diğer kısmında da Sumâdî´nin diğer talebeleri vardı. Zikir bittikten sonra Sumâdî, Resûlullah efendimize, talebelerinden suâl etti. Kendisinden sonra yerine kimin geçeceğini anlamak istiyordu. Peygamber efendimiz onun bu suâline; “Yâ Şeyh Muhammed! Onlar içinde senin yerine geçmeye en lâyık olan oğlun Müslim´dir.” buyurdu. Ben, bu rüyânın heyecânıyla uyandım. Hastalığım da geçmişti. Böyle bir rüyâ gördüğümü Sumâdî´ye bildirdim. O da bana haber gönderip; “Muhterem Necmeddîn Efendi, Rüyân bana ulaştı. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, rüyâ haktır. Fakat bir de bana anlatmanı istiyorum.” dedi. Kendisiyle görüştüğümüz- de, gördüğüm rüyâyı bir de kendim anlattım. Bana dedi ki: “Vallahi rüyân doğrudur, gerçektir.” Bu rüyâyı görmemden az bir zaman geçmişti ki, Muhammed Sumâdî vefât etti ve yerine oğlu Müslim geçerek talebelere ders vermeye başladı.”
Necmüddîn-i Gazzî, Ebû Müslim Muhammed Sumâdî´nin komşusu olan Şeyh Sâlih Ali Lü´lüî´nin şöyle anlattığını haber veriyor: “Bir müşkil meselem vardı. Bunun hallolması için Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yalvardım. O gece rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bana buyurdu ki: “Komşun Şeyh Ebû Müslim Sumâdî´ye git! Bu yükü ona yükle. Yâni müşkilini o halletsin.” Sabah olunca erkenden Mu- hammed Sumâdî´ye gittim. Ben daha henüz birşey söylemeden; “Ben gaybi bilmem. Ben gaybi bilmem. Ama bana ihtiyâcını söyleyebilirsin.” dedi. Ben, onun benim hâlimi kerâmet olarak anlayıp, böyle söylediğini anladım. İhtiyâcımı bildirdim. O ihtiyâcım, onun vesîlesiyle halloldu.”
Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler, sordular ki: “Efendim, mezar daracık bir yerdir. Hem karanlık hem de yalnızlıktır. Buna sabretmeniz nasıl mümkün oluyor ” Cevâbında; “Benim mezarım Allahü teâ- lânın izni ile çok genişledi ve Cennet bahçelerinden bir bahçe oldu. O bahçede Cennet kuşları ötüşüyorlar.” buyurdu.
Dostlarından biri kendisini rüyâda görüp, “Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi ” diye sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâ bana öyle ihsânda bulundu ki, iki adımda Cennet´e vardım.” buyurdu. Diğer bir kim- se, Süfyân-ı Sevri hazretlerini Cennet´te nûrdan kanatlarla uçtuğunu gör- dü. “Bu dereceye nasıl kavuştun ” diye sordu. “Dînin emirlerine uymakta çok hassas davranmakla.” buyurdu.
Horasan´ın büyük velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retleri´nin bildirdiğine göre, Ebû Ali Şebevî, Resûlullahı rüyâsında görüp; “Yâ Resûlallah! “Benim saçlarımı Hûd sûresi ağarttı.” sözünün sizden rivâyet edildiği doğru mudur Bu doğru ise, buna sebeb olan, bu sûrenin hangi kısmıdır Peygamberlerin kıssaları mı Yoksa geçmiş milletlerin mahvolmaları mı ” diye sordu. Resûlullah cevâbında; “Bunların hiç biri değil. Sâdece, Allahü teâlânın “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri beni ihtiyarlattı, saçlarımı ağarttı.” buyurdu.
Irak´ta yetişen büyük velîlerinden Şeyh Mustafa bin Ebû Bekr (rah- metullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Şeyh Muhammed Ali şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm. Günâhlarımdan dolayı muhâkeme için huzûr-ı ilâhîde durmuştum. Etrâfıma bakındığımda Peygamber efendi miz, Îsâ ve Yûnus aleyhimüsselâmı gördüm. Onlarla berâber muhâke- me meclisinde Şeyh Mustafa Efendi de vardı. Hakkımda Cehennemlik diye hükmolundu. Bu esnâda peygamberlerden biri bana; “Bu zât Şeyh Mustafa´dır. Iraklıdır. Ondan ricâ et, Allahü teâlâdan senin affını, bağış- lanmanı istesin.” dedi. Ricâm üzerine Mustafa Efendi, beni affetmesi için Allahü teâlâya yalvardı. Allahü teâlâ günahlarımı affedince, Mustafa E- fendiden beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. O da kabûl etti. Uyan- dığımda terden sırılsıklam olmuştum. Sabah olunca, hemen Şeyh Mus- tafa Efendinin huzûruna koştum. Bana büyük bir yakınlık göstererek, talebeliğe kabûl etti.
Mısır´ın meşhur velîlerinden Şeyh Safvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Harem-i şerîfte Şeyh Mustafa Çelebi isminde bir zât vardı. Bu zât bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber e- fendimiz ona bir kâğıt verip; “Bunu Mısır´da Gülşenîzâde Şeyh Safvetî´ye ver. Bizi ziyârete gelsin.” buyurdu. Bu rüyâ üzerine hemen Mısır´a gidip onu buldu. Rüyâsını anlattı. Bu müjde üzerine bambaşka bir hâle girdi. Sonra da hazırlanıp hacca gitti.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından sonra kendisini rüyâda gördüler. Münker ve Nekir´in suâline karşı ne yaptın diye sordular. Şöyle cevap verdi: “Geldiler, Rabbin kimdir dediler. Benim Rabbim O´dur ki, size ve bütün meleklere Âdem aleyhisselâma secde edin diye emir verdi. Ben o zaman, Âdem aleyhis- selâmın arkasında idim. Size bakıyordum.” dedim. Bu cevap, bütün Â- demoğullarını kurtarır deyip gittiler.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâ- sında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allah´ın Resûlü var. Ve bütün sahrâyı kol kol dolaşan sular, O´nun mukaddes parmaklarından akmaktadır… Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saâdetine erişmek için yaklaştı ve içti.
Hindistan´da yaşayan evliyânın büyüklerinden Tâhir-i Bedahşî (rah- metullahi teâlâ aleyh) ilk zamanlar askeriyede çalışıyordu. Askerler kale- lerden birini fethetmek için yola çıktıkları sırada, bir gece rüyâda Pey- gamber efendimizi gördü. Hazret-i Sıddîk-i Ekber, diğer halîfeler ve Es- hâb-ı kirâm Resûlullah´ın huzûr-ı saâdetlerinde idi. Peygamber efendimiz kendisine; “Bu seferden döndükten sonra, sen bu askerin arasından ay- rıl! Tasavvuf büyüklerinin sohbetinde bulun.” buyurdular. Ebû Bekr-i Sıd- dîk, Peygamber efendimizin emri ile kendisine hırka giydirdi. Uykudan uyanınca, askerliği bırakmaya karar verdi. Bu sefer dönüşünde askerler, çalılar ve ağaçlar arasından geçerken, kendisi attan indi ve ağaçların arasına girdi. Emir eri, abdest bozmaya gittiğini zannetti. Bir müddet bek- ledi. Tanıdıkları ne kadar aradıysalar, bulamadılar. Tâhir-i Bedahşî, o ha- vâlide bir çiftçiye rastladı. Kendi elbiselerini ona verip onun elbiselerini giydi ve o memleketteki dervişlerin sohbetine katıldı. Aradan yıllar geçti. Akrabâları onun hayatta olup olmadığını bilmiyorlardı. Tâhir-i Bedahşî, eve gelince durumu hanımına anlattı. Hanımı; “Ben de seninle gele- ceğim.” dedi. Üstüne bir örtü, eline bir âsâ alıp, kocası ile berâber yola çıktı. O memlekette bulunan, gönül sâhibi bir âlimin hizmet ve huzûruna kavuştu. Bu zât, kendisine; “Senin nasîbinin Nakşibendî yolunda olan büyüklerden olacağını anlıyorum.” dedi. Delhi ve Lâhor tarafına gitmesini işâret buyurdu. Bu zamanda o diyarda hazret-i Hâce Muhammed Bâkî vardı. Cihânı aydınlatan bir güneş gibiydi. Sözlerini duyanlar, o gönüller sultânı büyük âlimin etrâfından ayrılmıyorlardı. Huzûruna kavuşmadan birkaç gün önce, Muhammed Bâkî-billah âhirete irtihâl eyledi. Tâhir-i Bedahşî şaşkın bir hâlde kaldı. Allahü teâlânın ihsânı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gitmeye karar verdi. Huzûruna gidip talebesi olmak ve hiz- mette bulunmakla şereflendi. O yüksek dergâhta canla başla çalıştı. Nasîbi olan her şeye kavuştu. Talebe arkadaşı Hâşim-i Keşmî şöyle anlattı: “Yalnız ve kalabalıkta iken, Peygamber efendimizin mübârek sûretini müşâhade ederdi. Saf ve temiz rûhlu idi. Kendi hâllerini ve keşflerini hazret-i İmâm´a öyle bir edâ ile arzederdi ki, hazret-i İmâm ister istemez tebessüm ederlerdi. Bâzan hazret-i İmâm´dan yüksek mârifetleri dinlerken, öyle bir şekilde; “Evet, öyledir.” deyip başını sallardı ki, hazret-i İmâm; “Bu sırlar Mevlânâ Tâhir´e bildirilmiştir, biz ise bunların tercümânıyız.” buyururdu. Tecellîye, yüksek hâllere ve cezbeye kavuştuktan sonra, hazret-i İmâm kendisine icâzet, diploma verdi ve Canpûr şehrine gönderdi.”
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah´ı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; “Beni bu dağın başına çıkar!” buyurdular. Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.” buyurdular.
Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Bu- hârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayakla- rımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, “Mübârek olsun!” buyurdular.”
Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) dergâhta talebelere ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´yi gördü. Mevlânâ buyurdular ki: “Talebelere bizim Mesnevî´den de okutunuz!” O da; “Farsçayı bilemiyorum.” deyince, Mevlânâ hazretleri; “Sen başla bir kere, Allahü teâlâ yardım eder.” buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği hâlde, kırk yıldır Farsça tahsîli görmüş gibi Mesnevî´den vâz ve nasîhat vermeye başladı.
Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Üftâdezâde Kutub İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından 50 sene sonra, türbedâr ve câmi imâmı her gece rüyâlarında, Kutub İbrâhim Efendiyi gördü. İbrâhim Efendi onlara; “Rahatsızım, göğsüme bir tuğla parçası düştü, lütfen bu tuğlayı alın!” diyordu. Aynı rüyâ birkaç akşam tekrar edilince, kabri açmaya karar verdiler. Lahid açıldığında, mezardan mis gibi bir koku yayıldı. Daha kefeninin çürümediği görüldü. Naaşının göğüs kısmına düşen tuğla parçası alınıp kabir kapatıldı.
Hanefî fıkıh âlimlerinin büyüklerinden, şânı yüce bir velî olan Yahyâ bin Eksem (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, kendisini sevenlerden Ebû Abdullah Hüseyin isminde bir zât rüyâda görüp; Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi diye sordu. Yahyâ cevâbında; Allahü teâlâ bana; Yâ Yahyâ! Sen dünyâda, benim için şu, şu amelleri yapmıştın, değil mi buyurdu. Ben de; Yâ Rabbî! Ben yaptığım amellere değil, bana rivâyet edilen bir kudsî hadîse îtimâd edip ümitlendim. dedim. Alla- hü teâlâ; O hadîs-i kudsî nedir buyurdu. Ben de; Bana Mu ammer, İmâm-ı Zührî den, o dahi Urve den, o dahi hazret-i Âişe-i Sıddîka dan, o dahi hazret-i Peygamber efendimizden, o dahi hazret-i Cebrâil den o da- hi Allahü teâlâdan haber verdiler. Allahü teâlâ; Ben azîmüşşân, İslâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekten hayâ ederim. buyurdu dedim. Allahü teâlâ hazretleri, o zaman; Sen ve Mu ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed aleyhisselâm ve Cebrâil sâdıksınız. Ben azîmüşşân dahi seni magfiret ettim. buyurdu.
Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra sevdikleri onu rüyâda gördüler ve; Allahü teâlâ size ne muâmele etti. diye sordular. O da; Allahü teâlâ beni arş-ı âlâ altında bir yaygı üzerine oturmamı nasîb edip etrâfıma iyi kimselerin rûhlarını topladı ve bana hitâb edip; Ey Yahyâ! Dünyâda talebelerin ile toplanıp okuduğun dersleri şimdi bu Cennetliklerle oku. Bunlar işitsinler. buyurdu. Ben de okumaya başladım. buyurdu.
Büyük velîlerden Ya kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hak yola girişi şöyle anlatılır: Ya´kûb Germiyânî bir gece rüyâsında şöyle gördü: Kıyâmet kopmuş, herkesin amel defterleri mühürlenmiş, kapanmış, mîzân kurulmuş ve mahşer meydanı baştan başa dolmuştu. Görülen manzarayı söz ile anlatmak, belli bir şeylere benzeterek, kıyas etmek, ölçmek mümkün değildi. O şeref sâhibi pâdişâhlar kendi başlarına düşmüşlerdi. Ne annede çocuğuna şefkat, ne de bir kişide başka bir kimseye yardım edecek hâl vardı. Bu acâib hâlde iken, büyük bir ağaç gördü. Çok uzun ve geniş olan o ağacın gölgesinde; mahşer halkının ızdırâbı kendilerinde hiç bulunmayan, pek rahat ve saâdet içerisinde olan bâzı insanlar vardı. Onların, o sıkıntılardan emîn olup, âyet-i kerîmede; kendileri için korku ve hüzün bulunmadığı bildirilen kimseler olduğunu anladı. Tam bu sırada bir münâdînin işâret ederek; Her kim kurtulmak arzusunda ise, bu topluluğa iltihâk etsin (katılsın). diye nidâ ettiğini duydu. Bunun üzerine, olanca gayreti ve gücünün yettiği kadar süratli bir şekilde hareket ederek o topluluğa katıldı. Böylece korku ve hüznünden emîn oldu.
Bu rüyânın dehşeti ve heyecanıyla uyanan Ya kûb Germiyânî nin gönlüne, rüyâda gördüğü o kurtuluş fırkasına katılmak, onların yolunda ilerlemeye çalışmak arzusu düştü. Bu sebeple memleketinden ayrılıp yola koyuldu. İstanbul a gelerek, Kocamustafapaşa Dergâhında bulunan, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etti. Mücâhede ve riyâzetle nefsini terbiye için, nefsin arzularını yapmamak ve nefsin istemediği, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakla meşgûl oldu.
Sünbül Sinân hazretlerinin dergâhında zincirli servî diye bilinen, meşhûr ve büyük bir ağaç vardı. Ya´kûb Germiyânî nin rüyâsında gördüğü ağacı, bu zincirli serviye işâret ederek tâbir etmişlerdir.
Sünbül Sinân Efendi, Ya´kûb Germiyânî yi çok sever; Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır. buyururdu.
Merkez Efendinin oğlu ve halîfesi olan Ahmed Efendi, babasının vefâtından iki sene sonra, asıl memleketleri olan Uşak vilâyetine hicret edip, İstanbul a dönmek istemedi. Bunun üzerine bütün İstanbullular, Merkez Efendinin yerine Ya kûb Efendinin geçmesini istediler. O ise, Kocamustafapaşa zâviyesine geçmesi hâlinde, şimdi bulunduğu Dâvûd Paşa dergâhını yaptıran Şâh Sultan ın incineceğini düşünüp, vazîfeyi almakta tereddüd ediyordu. Bu günlerde rüyâsında, hocası Sünbül Sinân Efendiyi gördü. Sünbül Sinân, Ya kûb Germiyânî ye; Benimle berâber olmaktan, aynı yerde bulunmaktan ar mı ediyorsun Gel! buyurdu. O da hemen gelip, Kocamustafapaşa zâviyesine yerleşti. Orada hizmete devâm etti. Şâh Sultan da, Davûdpaşa daki zâviyeyi medrese hâline çevirdi.
Evliyânın büyülerinden Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilmî tahsîlini tamamladıktan sonra, Şirvan a geri döndü. Burada senelerce ilim öğretmekle meşgûl oldu. Sabah namazından öğle namazına kadar kırâat ilmine, öğle namazından akşam namazına kadar da çeşitli konulara dâir dersler verirdi. Geceleri de ibâdet ile geçirirdi. Fakat ilâhî feyz ve mârifetlere kavuşamamasından dolayı çok üzülürdü.
Yûsuf Mahdûm, mübârek bir gecede, ibâdet ve tâatler yaparak o geceyi ihyâ etti. Allahü teâlâya çok yalvarıp yakardı. Seher vakti bir ara uykuya daldı. Bu anda kendini, uzak ve büyük bir çölde gördü. Geniş ve kalın bir bulut da, parlayan güneş ışıklarının kendisine gelmesine mâni oluyordu. Yanında ne bineği, ne de arkadaşı vardı. Yolu da bilmiyordu. Bu karanlık çölde, korku ve dehşet ile şaşkın bir hâlde sağa-sola gidiyordu. Böyle sıkıntılı, yolunu kaybetmiş bir hâlde iken, bir yönden öyle büyük bir nûr peydâ oldu ki, güneşin ışığını bastırdı. O sırada Resûl-i ekrem, etrâfında Eshâb-ı kirâm olduğu hâlde, ona doğru geliyorlardı. Bunu gören Yûsuf Mahdûm, sevinç gözyaşları içerisinde yalvarırcasına; Arz-ı hâlim sana mâlûm sultanım! dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem şöyle buyurdu: Ey Yûsuf! Maksuduna kavuşman, benim en kâmil vârislerimden ve evlâdımdan olan Seyyid Yahyâ nın delâlet ve irşâdına, yol göstermesine bağlıdır. Yûsuf Mahdûm uykusundan uyanınca, Resûlul- lah efendimizin nasîhatı ile müşerref olmanın sevinç ve rahatlığı içeri- sindeydi. Fakat ne yerinde durmak ne de bir yere gitmek için mecâli vardı. O günü tereddüt içerisinde geçirdi. Akşam olunca, gecenin üçte ikisini ibâdetle geçirdikten sonra, uyudu. Rüyâsında bu sefer Yahyâ Şirvânî hazretlerini gördü. Yahyâ Şirvânî ona; Resûlullah efendimizin mübârek emirlerini aldıktan sonra, daha düşünmenin ve tereddüdün ne mânâsı var dedi. O anda uyanan Yûsuf Mahdûm, şu beyti okudu:
Baş açıp girdim bugün meydân-ı ışka ey gönül!
Elvedâ, yârâna düştüm nâr-ı şevke ey gönül!
Sonra medreseyi terk ederek yola düştü. Çünkü Seyyid Yahyâ nın dergâhına gitmedikçe rahat ve sükûn bulmayacaktı. Seyyid Yahyâ ise dergâhın avlusunda onu bekliyordu. Yûsuf Mahdûm u görünce; Hoş gel- din yâ Mahdûm! Sana hizmet ve seni irşâd üzerimize lâzım oldu. Çünkü senin vesîlen ile Fahr-i kâinât efendimiz, bu fakîre oğlum diye hitâbı lâyık görmüşlerdir diyerek kerâmet buyurdu.
Yûsuf Mahdûm, Seyyid Yahyâ Şirvânî tarafından dergâha kabûl edilince, kırk gün tek başına bir odada kaldı. Birçok riyâzet ve mücâhede ile yüksek mertebe ve mârifetlere kavuştu.
Son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhâ- nî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizi sık sık rüyâda görür; Beni rüyâsında gören sağlığımdayken görmüş gibidir. hadîs-i şerîfinde müjdelenen yüksekliklere kavuşurdu. Bir defâsında Lazkiye de vazîfeli bulunduğu sırada bir gece Peygamber efendimize çokça salevât-ı şerîfe okuduktan sonra yatağına uzandı. Uyuduğu zaman rüyâsında ayı on dördüncü gününde parlak olarak gördü. Yeryüzünü çok yakından aydın- latan ay ile Yûsuf Nebhânî hazretleri arasında çok kısa bir mesâfe vardı. Aya biraz dikkatli baktıktan sonra ayın üzerinde cemâl ve güzelliği gâyet çok bir çehre belirdi. O çehrenin sâhibi Yûsuf Nebhânî hazretlerine bakıyordu. Yûsuf Nebhânî de o çehreye bakıyordu. Dikkatlice baktığında o çehrenin sevgili Peygamberimize âid olduğunu anladı. Onu görmesinin çok kısa olacağını düşünerek, bu kısa zaman içinde en önemli bir husûsu istemeye niyet etti. Kendi kendine; En önemli şey, son nefeste îmânla gitmektir. diye düşündü. Peygamber efendimize dönüp; Yâ Resûlallah, ölüm ânında îmân ile gitmeyi istiyorum. diye tekrar tekrar yalvardı. Peygamber efendimiz memnun ve tebessüm eder bir vaziyette bakıyordu. Biraz sonra ayın ışığı fazlalaştı. Peygamber efendimizin mübârek çehreleri kayboldu. Ay aynı şeklinde ışığını saçmaya devâm etti.
Bir defâsında da Peygamber efendimizi Medîne-i münevveredeki bir yerde rüyâda gördü. Peygamber efendimiz yüzü açık bir halde uyuyordu. Yûsuf Nebhânî yakınına varıp oturdu ve uyanmasını beklemeye başladı. Orada başkaları da vardı. Biraz sonra Peygamber efendimiz uykudan kalkıp bir kürsünün üzerine çıktı. Yûsuf Nebhânî hazretleri herkesten önce Peygamber efendimizin huzûruna vardı, önce elini sonra da mübârek ayaklarını öptü. Peygamber efendimiz ona; Cennet e girersin. buyurarak müjdede bulundu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Beyrut ta vazîfeli olduğu sırada, Beyrut vâlisi bir takım gerekçeler ileri sürerek Yûsuf Nebhânî hazretleri nin vazîfeden alınması veya başka bir yere tâyin edilmesi için pâdişâha teklifte bulundu. Sultan Abdülhamîd Han, Yûsuf Nebhânî hazretlerini Beyrut a yakın bir yere tâyin ederek, vazîfelendirmeyle ilgili kararnâmeyi imzâladı. O gece Peygamber efendimiz, Sultan İkinci Ab- dülhamîd Hanın rüyâsına girerek; Beyrut ta bizi en çok seven Yûsuf Nebhânî idi. Bizim bu âşıkımızın Beyrut taki aslî vazîfesinde kalması uygundur. buyurdu. Pâdişâh bu rüyâ üzerine hazırlattığı kararnâmeyi iptal ettirdi ve Beyrut ta kalması için emir çıkarttı.
Büyük velîlerden ve Mısır da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdülvehhâb-ı Şa rânî şöyle anlattı: Bir gün ben Buhârî Şerhi´ni mütâlaa ediyordum. O sırada Zekeriyyâ Ensârî Dur! Bana bu gece gördüğün rüyâyı anlat bakalım. dedi. Ben o gece rüyâmda bir gemide bulunuyordum. Geminin yelkenleri, halatları, yaygıları ve koltukları ipektendi. İmâ- m-ı Şâfiî bir koltukta oturuyordu. Zekeriyyâ Ensârî ise İmâm-ı Şâfiî nin sol tarafında bulunuyordu. İmâm-ı Şâfiî nin elini öptüm. Gemi yoluna de- vâm ediyordu. Gemi nihâyet bir adada durdu. Adadaki ağaçların mey- veleri denize doğru sarkmıştı. Rüyâmı ona anlattığım zaman; Eğer rüyân doğru ise, ben İmâm-ı Şâfiî nin kabrinin yakınında bir yerde defnedilirim. dedi. Zekeriyyâ Ensârî vefât ettiği zaman Bâb-un-nasr denilen yerde onun için kabir hazırlattılar ve oraya götürdüler. Benim bu rüyâmdan haberi olan iki kişi bana rüyân doğru çıkmadı diyorlardı. Biz bu hâlde iken, Mısır da sultânın vekili Emin Hayri Beyin bir habercisi geldi. Emîrin rahatsız olduğunu, buraya kadar gelemeyeceğini, Emîrin cenâze namazına iştirak edebilmesi için, Zekeriyyâ Ensârî nin cenâzesinin Remile denilen yere götürülmesini emrettiğini söyledi. Emîrin isteği yerine getirildi. Cenâze namazı kılındıktan sonra Emîr, Zekeriyâ Ensârî´nin Karâfe de defnedilmesini emretti. Burada Necmeddîn Cenüşânî nin yanına defnedildi. Defnedildiği yer İmâm-ı Şâfiî nin kabrinin yakınındaydı ve onun yüzünün karşısına rastlıyordu.
Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) şöyle anlatır: Şiblî hazretlerini, öldükten sonra rüyâda gör- düler. Münker ve Nekîr in suâllerinden nasıl kurtuldun dediler. Siz o- rada olsaydınız da, benim yanımdan nasıl gittiklerini bir görseydiniz. Ba- na, Rabbin kimdir dediler. Rabbim öyle birisidir ki, size, bütün melek- lerle birlikte babamın önünde secde etmenizi emretti; biz onda babamın sülbünde, bütün kardeşlerimle birlikte sizi görüyorduk. dedim. Melekler; Biz buradan çekilip gidelim. Biz ona suâl soruyoruz, o ise hazret-i Â- dem in bütün zürriyetinin cevâbını veriyor. dediler.
Yine şöyle anlatır: Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini vefâtından sonra rüyâda görüp; İşin nereye vardı dediler. Âhiret işi, bizim dünyâda zannettiğimizden daha zordur. buyurdular.