Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görül- meyen, Allahü teâlânın emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî´nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir. (E. Ans. c.1, s. 14)
Şam Velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Aysâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin beldesinde, vazîfesi, hamur yoğurup ekmek yapmak olan bir kimse vardı. Bu kimse bir gün, hamurunu yoğurdu ve ekmek yaptı. Sonra câmiye geldi. Abdest aldı. Öğle namazı vakti idi. Namazını kıldı. İkindiyi de kılıp gitmek istedi. İkindi namazının vaktinin girmesini beklemek üzere bir köşeye çekilip oturdu. Yorgun olduğu için uyuyakaldı. Seher vaktine kadar uyumuştu. Uyandığında tanımadığı birinin, mihrabın üzerinde bulunan kandilleri yaktığını gördü. Bu kimse kandilleri yaktıktan sonra, birini şadırvanın kapısına astı. Akşam veya yatsı namazının vakti gelmiş olduğunu zannetti.
Bu sırada ricâl-ül-gayb den (Allahü teâlânın insanlardan gizlediği evliyâ kullarından) olan kırk kişi şadırvana girip, kandil ışığında abdest aldılar. Câmiye girip saf tutarak oturdular ve imâmı beklemeye başladılar. Olanları hayretle tâkib eden hamurcu, bu işte bir gariblik olduğunu hissetti. Dışarıya göz gezdirdi. Hayreti daha da arttı. Çünkü vakit seher vakti idi ve sabah namazının vakti girmek üzere idi. Vakit girince o cemâatten birisi kalktı ve hamurcunun o zamâna kadar duymadığı, işitmediği güzellikte, kalblere, rûhlara tesir eden çok güzel bir ezân okudu. O sırada nûr yüzlü ve heybetli bir zât içeri girdi. Onu görünce cemâat ayağa kalktı. Bu zât Ahmed Aysâvî hazretleri idi. Sünnetleri kıldılar. Sonra Aysâvî onlara farzı kıldırdı. Namazdan sonra kandilleri söndürüp çıktılar. Hamurcu da dayanamayıp çıktı. Aysâvî onu görünce, kendisi hayatta iken bu hâli kimseye anlatmamasını emretti. Bundan sonra Aysâvî ve o cemâat uzaklaşıp oradan ayrıldılar. Biraz sonra müezzin o câmide ezân okumaya başladı.
Hamurcu bütün bu olanlardan iyice anladı ki, o cemâat ricâl-i gayb denilen kimseler idi. Câmide ezân okuyup, namaz kılmalarını kendisinden başka gören ve işiten olmamıştı. Bu hâl Aysâvî´nin bir kerâmeti idi ve bunun için kimseye anlatmamasını söylemişti. O da, Aysâvî hayatta iken bu hâli kimseye anlatmadı.
Osmanlı âlimlerinden ve velî Halîmî Çelebi (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hakkında nakledilir ki: Yavuz Sultan Selîm Han zamânında, Molla Şemseddîn diye bir saray hocası vardı. Teheccüd namazını kılan, iyi huylu bir zâttı. Yazması çok süratliydi ki, on günde bir mushaf-ı şerîfi yazıp bitirirdi. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır feth olununca, hocası, Halîmî Efendiye buyurdu ki: “Şemseddîn bize Tarih-i Vassâf yazsın.” Halîmî Çe- lebi, pâdişâhın emrini Şemseddîn Efendiye bildirdikten sonra, Şemsed- dîn Efendi yirmi beş gün mühlet alıp, Halîmî Çelebi´nin evinde yazmaya başladı. Ancak Halîmî Çelebi´yi ziyârete gelenlerden bâzıları Molla Şemseddîn´le tanış olduklarından onun hücresine de uğrarlar ve çalış- masına mâni olurlardı. Bunun için odasının kapısını kilitleyip ve üstten kapının sürgüsünü çekip hızla yazmayı sürdürdüğü sırada âniden yanında bir kimseyi oturur halde gördü. Korkup heyecanlandı.
Bunun üzerine o kimse yaklaşıp, dizine yapıştı ve; “Korkma, biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik.” dedi. Molla Şemseddîn, kapıların kilitli ve pencerelerin demirli olduğunu görüp, bu kimsenin ricâl-i gâipten olduğunu anladı. Yazmayı bırakıp, sohbete başladılar. İlk önce şöyle sordu: “Arap diyârının tamâmı fethedilip Osmanlı topraklarına katılacak mı Yoksa dönüşten sonra tekrar başka milletlerin eline mi geçecek ” O zât dedi ki: “Yavuz Sultan Selîm Hân bu vazife ile vazifelendirildi. Mübârek beldelerin, Mekke ve Medîne´nin hizmeti ona ve nesline verildi. Şimdi İslâm pâdişâhları arasında makbûl olan Âl-i Osman´dır. Selîm Hân dahî evliyânın dışında değildir.” dedi.
Molla Şemseddîn dedi ki: Sultan Selîm´in saltanat süresi uzun sürer mi ” O kimse; “Üç yıl vakti vardır.” dedi. Molla Şemseddîn tekrar sordu: “Konağında oturduğum Halîmî Efendinin sonu nicedir Yâni ne zaman vefât eder ” O zât dedi ki: Şam´ı öteye geçemez, orada kalır.” Şemsed- dîn Efendi dedi ki: “Ya benim ölümüm ne zaman olur ” O zât; “Kişiye kendi ölüm zamânını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefs nerede öleceğini bilemez.” dedi. Şemseddîn Efendi; “Ricâl-ül-Gayb, Allahü teâ- lânın bildirmesiyle bilebilirler. Lutf edip de beni uyarınız.” dedi. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ bilir, ama sen dahi Halîmî Çelebi ile aynı günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze daha zuhûr eder. Yavuz Sultan Se- lîm Hân, üçünüzün de cenâze namazında hazır bulunur.” dedi. Koy- nundan bir arâkiyye (tiftikten ince başlık) çıkarıp, Şemseddîn Efendiye; “Bu, Selîm Hana hediyemizdir. Ona iletin.” buyurdu. Bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi´ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı.” dedi. “Sana bir şey hazırlamadım. Eğer kötü demezsen, başımdaki arâkiyyeyi vereyim.” dedi. Şemseddîn Efendinin istek göstermesi üzerine başındaki arâkiyyeyi ona verip; “Kitabını yaz bakayım, nice hızlı yazarsın göreyim.” dedi. Şemseddîn Efendi yazmaya başladı. Gaybden gelen o zât hemen gözden kayboldu.
Bu durumları Hasan Can´a anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana ulaştırması için verdi. Hasan Can da arâkiyyeyi vermek üzere Selîm Hanın huzûruna vardı. Olanları anlatıp, arâkiyyeyi Selîm Hana verdi. Selîm Han arâkiyyeyi alıp, kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü.
Pâdişâh Mısır´dan Şam´a doğru yola çıkınca, Halîmî Efendi hastalandı. Hekimlerin ilaçları fayda etmedi. Yavuz Sultan Selîm Han onu zaman zaman ziyâret edip kalbini hoş tutmaya çalıştı. Üçüncü günde, Halîmî Çelebi vefât etti. Aynı gün, Molla Şemseddîn ve Pâdişâhın sarayından bir hoca da vefât etti. Üçünün de cenâze namazı aynı yerde kılınıp, Yavuz Sultan Selîm Han hazır bulundu.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on dör- düncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri, bir gece kendinde bambaşka bir hâl hissedip; “Ho- camın yanına gideyim, bakalım benim hakkımda ne emreder ve ne buyurur ” diye düşündü. Sonra, Emîr Külâl´in yanına gitti. bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece vakti, varıp hocamın odasına girdiğimde, kalabalık bir cemât vardı. Hayret ettim. Bunlar, hiç görmediğim ve tanımadığım kimselerdi. Kalbalıktan oturacak yer kalmamıştı. Herkes başını eğmiş, sessizce oturuyordu. Ben de başka bir yere oturarak başımı yere eğip beklemeye başladım. Bir müddet böyle durdum. Sonra başımı kaldırıp baktım ki, odada hocam Emîr Külâl´den başka hiç kimse görünmüyordu. Hocam bana bakıp; “Sana müjdeler olsun, şimdi sen artık maksada kavuştun, ama bunu gizli tut.” buyurdu. Bundan sonra hocama; “Burada gördüğüm, sonra da birdenbire kaybolup görünmez olan zâtlar kimlerdi ” diye sordum. Buyurdu ki: “Bunlar ricâl-ül-gayb denilen velîlerdi. Aralarında Hâce Gülân ve Abdülhâlik Goncdüvânî de vardı. Bunlar öyle zâtlardır ki, vefâtlarından önce ve sonra, Allahü teâlânın dînine hizmet ederler. Bugün sen de onların sohbetinden (feyzinden) pay aldın.”
Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Tâc-ül-Ârifîn lakabının verilmesi şöyle an- latılır: Seyyid Ebü´l-Vefâ hazretleri ile hocası, bir gün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüşmeden sohbet ettiler. Dördüncü gün hocası ona, “Yâ Ebü´l-Vefâ! Her yıl bu gece, bütün ricâl-i gayb ehli, falan yerdeki sahrada hazır bulunurlar. Orada Peygamber efendimiz de onlarla berâ ber bulunur. Şâyet o gecenin mânevî feyzinden nasîbini almak istersen, bu gece orada hazır bulunalım.” dedi. Seyyid Ebü´l-Vefâ bu teklifi kabûl etti. Gece vakti olunca, hocası ve Seyyid Ebü´l-Vefâ o sahraya çıktılar. Orada birçok evliyânın ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduklarını gördüler. Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meşgûl olmaya başladılar.
Bu esnâda gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. Ondan sonra nurdan bir taç zâhir oldu. Onun ışığı her tarafı aydınlattı. O nurdan taç, Allah dostu velîlere doğru geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzattılar ise de ona erişemediler. Nurdan taç, en sonunda Ebü´l-Vefâ hazretlerinin mübârek başına indi. Hocası bunun üzerine; “Cenâb-ı Hak´tan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-Ârifîn!” dedi. Orada bulunanlar da Ebü´l-Vefâ´ya, Tâc-ül-Ârifîn dediler. Tâc-ül-Ârifîn ismini alan ilk zât Ebü´l-Vefâ hazretleridir.