Abdullah Hasîb Yardımcı (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimiz için söylediği şiirlerinden:
ŞEFÂAT YÂ RESÛLALLAH!
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini
Hasîb´in maksâdı ancak teşerrüftür cemâlinle
Senin dîdârına geldi şefâat yâ Resûlallah!
Giderse Cennet´e ahbâbu yârânım
Beni nâra sokarsa cürm ü isyânım
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım
Hasîb´in başlıca arzûsu Cemâlullahı görmektir
Sana yalvarmaya geldi şefâat yâ Resûlallah!
Ali Gâlib Vasfî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Vasfî mahlasıyla söylediği na´t-ı şerîflerden birisi şöyledir:
Bilâşek hâk-i pâyin kimyâdır yâ Resûlallah
Uyûn-ı âşıkâna tûtiyâdır yâ Resûlallah.
(Yâ Resûlallah, şüphesiz senin temiz ayağının tozu kimyâdır; bu toz âşıklarının gözlerine sürmedir.)
Günâhım olsa mânend-i hezârân kûh-ı kâf-âsâ
Nigâhın olsa bir dem hep hebâdır yâ Resûlallah!
(Günâhlarım binlerce Kaf dağı gibi, ne kadar büyük olursa olsun, Ey Allah´ın sevgili Peygamberi senin bir anlık bakışın onların hepsini yok eder.)
Behişt-i heşti tezyîn eyleyen nûr-ı zuhûrundur.
Ziyâsı nûr-ı zâtından nümâdır yâ Resûlallah!
(Sekiz Cennet´i süsleyen senin nûrunun ortaya çıkışıdır. Ey Allah´ın sevgilisi, sekiz Cennet´in nûru sana âid olan nûrdan görünmektedir. Senin nûrunun delâleti ile ancak Cennet´e girilir.)
Azâb-ı dûzahı çekmez sana ümmet olan âdem
“Feterdâ” sana Hak´tan bir atâdır yâ Resûlallah!
(Sana ümmet olan kimse Cehennem azâbı çekmez. Yâ Resûlallah! Sen râzı oluncaya kadar Allahü teâlâ her istediğini vereceğini vadediyor, bu senin için büyük ihsandır.)
Ümîd-i Vasfî-i âciz kapında bende olmakdır
Ki baş ü cân sana ancak fedâdır yâ Resûlallah!
(Bu âciz Vasfî´nin ümidi kapında köle olmaktır. Ey Allahın resûlü başımı ve canımı, ancak senin yolunda senin için fedâ ederim.)
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz ” diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Biz onlar hakkında bir şey söyleyemeyiz ve onları anlayamayız. Hallerini anlamaktan âciziz. Onlar, bizim anlıya- bildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne ka- dar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler.”
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin sünnetine tam uyar. O´nun yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resûlullah efendimizin işlediği her sünneti işlerdi. Bir defâsında Peygamberimiz Eshâb-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber efendimiz de mübârek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kirâmın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamber efendimizin koyduğu hamur pişmemiş, olduğu gibi duruyordu. Ateş, Peygamber e- fendimizin mübârek elinin dokunduğu hamura tesir etmedi. Behâeddîn Buhârî hazretleri, Resûlullah´a uymak için, talebeleriyle aynı şekilde ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Behâeddîn Buhârî hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübârek elinin dokunduğu hamura ateş tesir etmedi. Resûlullah efendimize uymak- taki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta; “Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.” buyurdular.
Osmanlı evliyâsının büyüklerinden Bosnalı Abdullah Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında, Peygamber efendimizin peygamberliği bildirilmeden önce İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduğunu şöyle anlattı: Sevgili Peygamberimiz, peygamberliği bildirilmeden önce, İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Nitekim Kur´ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi 40. âyetinde meâlen; “Rabbim! Beni gereği üzere namâza devâmlı kıl. Zürriyetimden de böyle kimseler yarat. Ey Rabbimiz duâmı kabûl et.” buyruldu.”
İbn-i Münzîr tefsîrinde, bu âyet-i kerîme hakkında, İbn-i Cerîr´den sahih bir senedle, “İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden İslâma uygun olarak, Allahü teâlâya ibâdet eden kimselerin elbette bulunacağını” bildiriyor.
Kelime-i tevhîdin ve tevhîd îtikâdının, İbrâhim aleyhisselâmın zürriyeti arasında devâm etmesi, Allahü teâlânın onlara lütuf ve ihsânıdır. İslâm dîninin Resûlullah efendimize bildirilinceye kadar devâm edip gelmesi, Resûlullah efendimizin hazret-i İbrâhim´e kadar olan müslüman baba ve dedeleri vâsıtasıyla olmuştur. Çünkü onlar da, İbrâhim aleyhis- selâmın müslüman olan zürriyetindendirler.
İslâmdan ibâret olan Hanîf dîni, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin bildirilmesine kadar devâm etmiştir. Hak dînin, İbrâhim aleyhisselâm zamânından, Resûlullah efendimiz zamânına kadar devâm etmesi, bu iki zaman arasında, bir Allah´a inanan müminlerin bulunmasıyla olmuştur. Bu sebeple Resûlullah efendimizin ana ve babalarının da müslüman oldukları sâbit olmaktadır. Resûl-i ekremin babası Abdullah ve annesi Âmine Hâtunun tevhîd inancı üzere bulundukları ve müslüman oldukları ortaya çıkmaktadır.
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerden İmâm-ı Busay- rî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait
KASÎDE-İ BÜRDE´DEN
Selem ağaçlarının bulunduğu yerdeki,
Peygamber dostlarını yâd mı ağlatan seni
Medîne rüzgârı mı, söyle seni ağlatan
Gece çakan şimşek mi yoksa İdem dağından
Gözlerine ne oldu, dur dedikçe akmakta
Kendine gel dedikçe, kalbin coşup yanmakta
…………………………………..
Hazret-i Muhammed´in, kerem yağmurlarından,
Bir damla almak ister, bilcümle peygamberân.
Zâhirî ve bâtınî, rûhânî ve cismânî,
Varlıkların hepsinden O´dur Hakk´a sevgili.
Hudutsuzdur zâtının fazîlet ve kemâli,
Mümkün değil anlatmak, dil ile kemâlini
Eğer Resûlullah´ın cümle mûcizeleri
Büyüklüğünü dile getirebilse idi,
Mübârek isimleri anıldığı zamanda,
Hep çürümüş kemikler dirilirdi bir anda.
Tâkatımız üstünde, bize yük yüklemedi.
Baş ve göz üzeredir, emir ve nehiyleri.
Hakîkî değerini, anlatmaktan âciziz.
Bu yönüyle övmekten, yeğdir sükût etmemiz.
…………………………………..
Peygamber efendimiz, güneş gibidir bilin,
Ondan ziyâ bulmakta nücûm-ı resûllerin.
Allah O´nu ahlâkta, tezyîn edip yarattı.
Güzel huy, güler yüzle, bezemiştir zâtını.
Latîf yaratılmıştır gül ve çiçek misâli,
Parlak ve şereflidir, ayın on dördü gibi.
Himmetli ve gayretli o Nebî zaman kadar,
O´nun cömertliğinde, damladır okyanuslar.
Mübârek bedenini, kucaklayan toprağın,
Kokusu misk-ü anber gibi hoştur, inanın.
Ne mutlu o toprağı, koklayıp öpenlere,
O mübârek kokuyu sîneye çekenlere.
…………………………………..
Arab olan olmayan, bilcümle insanların,
Efendisidir hem de, yüzü suyudur cihânın.
Kötülüğü yasaklar, emreder iyiliği,
Bir ilâhî emirdir, emir ve nehiyleri.
O Server, Rabbimizin öyle bir kuludur ki,
Her tehlike ânında, umulur şefâati.
O öyle bir Resûl ki, Allah´a ibâdete,
Çağırır insanları, O´na uyun elbette.
Hiç kopmayan sağlam bir ipe yapışmış gibi,
Emniyette hisseder, rahat bulur kendini.
İlâhî izin ver de âl ve Eshâbına da,
Onlara tâbi olan, ehl-i takvâlara da.
Rahmet bulutlarının, akması dâim olsun,
Halîm ve kerîm kullar, rahmetine kavuşsun.
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüş- ten sahifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya ka- dar Resûlullah´a okunan salevâtı yazarlar.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “Resûlullah efendimiz, sallal- lahü aleyhi ve sellem her zaman Allahü teâlâdan ümmetini istemiş, onlar için Allah´a yalvarıp yakardığı kadar, kimse için yalvarmamıştır. Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Ümmetine şefkat ve merhameti çoktu. Ümmetinden birinin günah işleyerek, Allahü teâlânın gazâbına uğrayabileceğini düşünerek çok üzülürdü. Nitekim cenâb-ı Hak, Tevbe sûresi yüz yirmi sekizinci âyetinde meâlen; “Size, içinizden öyle bir pey- gamber geldi ki, zahmet çekmeniz O´nu incitir ve üzer. Size çok düşkün- dür, müminlere çok merhametlidir. Onlara hep hayır diler.” Buyurmak- tadır.”
Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında Peygamber efendimizin ümmetine olan şefkat ve merhâmeti husûsunda buyurdular ki: “Allahü teâlâ, Pey- gamber efendimize vefâtından sonra ümmeti arasında vukû bulacak ay- rılıkları ve başlarına gelecek musîbetleri bildirdi. Peygamber efendimiz bunu hatırladıkça üzülürdü. Bunun için, ümmetinin Allahü teâlâ tarafın- dan bağışlanmasını isterdi.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin makâmının çok yüksek olduğunu anlatırdı. “Hiç kimse, Peygamber efendimizin makâmına ulaşamamıştır. O´nun makâmını geçtim veya geçerim diyen doğru yoldan ayrılmış olur. Zîrâ velîlerin en son dereceleri, Peygamberlerin ilk dereceleridir.” buyurmuştur.
Yemen´in büyük velîlerinden Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) uyanık iken karşısında Peygamber efendimizi görürdü. Bir gün birisi Zebid Hâkimi Kâdı Ahmed et-Tihâmî´ye gelip bu hu- sûsu söyledi. O da bu duruma inanmadığı halde; “Gel berâberce ona gi- dip konuşmasını dinleyelim.” dedi. Huzûruna gittiklerinde, Ebû Muham- med onlara hiç bakmadı. Fakat; “Bâzı kimseler, uyanık iken Resûlullah efendimizin görüleceğini kabûl etmiyorlar. Böyle inanmaktan Allahü teâ- lâya sığınırız.” buyurdu. Gelenler hatâlarını anlayıp özür dilediler. Başka bir rivâyette ise; kâdı, Ebû Muhammed Talhâ´nın huzûrunda hiç konuş- madan edeple bir müddet oturdu. Hiçbir şey konuşmadan ayrılıp gitti. Yanındaki; “Niçin bir şey sormadın ” dediğinde, kâdı; “Yemin ederim ki, huzuruna girer girmez, Resûlullah efendimizi yanında gördüm.” dedi.
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, sohbet esnâsında bir zât Peygamber efendimizin mîrâca çıkmasının cismânî mi, yoksa rûhânî mi olduğunu sordu. Cevaben buyurdular ki: “Ceddim Resûl-i ekrem, mîrâca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâ- lâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuş- tu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm sûresinde bildirilmiştir. Resûl-i ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkât salevât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mîrâcında, bedenen veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defâ değil, dört yüz kere mîrâc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde; “Ey Habîbim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.” buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir.”
Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Resûlullah´tan sana bir hadîs-i şerîf ulaştığı zaman, ondan başkasını söyleme, onu değiştirme. Çünkü, Resûlullah efendimiz Allahü teâlâdan aldığını bildirmektedir.”
İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Hasan Sezâî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Vücûdum mülkünün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezâî vârını mahvetti şimdi,
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.
***
Muhammed, ma´den-i sıdk u safâdır
Muhammed, menba´ı cûd u atâdır (aleyhisselâm).
***
Mısır´da yetişen büyük velîlerden İbn-i Fârid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri “Resûlullah efendimizi anlatmak isteyenler, O´nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmaya kalksalar, zaman biter, fakat, O´nun güzelliğini ve üstünlüğünü anlatmakla bitiremezlerdi.” buyurdular.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Dîvânından seçmeler: Nât-ı Şerîf
Kapına geldi âsîler,
Şefâat Yâ Resûlallah!
Suçunu bildi kâsîler,
Şefâat yâ Resûlallah!
Ne ettim ise ben ettim,
Yanıldım nefse zulm ettim,
Henüz suçum bilip geldim,
Şefâat yâ Resûlallah!
Ne ilmim var ne amelim,
Perişân cümle ahvâlim,
Vesveseyle dolu bâlim,
Şefâat yâ Resûlallah!
Bu Şemsî abd-i âbıktır,
Ne etsen ona lâyıktır,
Velî yoluna sâdıktır,
Şefâat yâ Resûlallah!
Kâsî: Duygusuz, Bâl: Kalb, gönül, Abd: Köle, Âbık: Kaçak.
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Resûlullah efendimiz rüyâmda bana; Uyuyacağın za- man beş defâ E ûzü Besmele oku ve sonra şöyle duâ et: Ey Allahım! Muhammed in hakkı için, Muhammed in yüzünü şu anda ve gelecekte bana göster. Bunu dediğin zaman, ben sana görünürüm ve aslâ gecikmem. buyurdular.
İbn-i Zuğdân hazretleri; Resûl-i ekrem yine rüyâmda bana; Sen yüz bin kişiye şefâat edeceksin buyurdu. Ben de; Ey Allah´ın Resûlü! Hangi amelimle bu mertebeyi elde ettim diye sorunca; Benim üzerime okuyup, sevâbını bana hediye ettiğin salât ve selâm ile bu mertebeye eriştin. buyurdular.
Bir kere, zikrimi tamamlamak için Resûlullah a okuduğum salât ve selâmlarda acele ettim. Okuduğum salât ve selâm bin adet idi. Resûl-i ekrem rüyâmda; Acelenin şeytan işi olduğunu bilmez misin diye beni azarladı ve buyurdu ki: Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed derken, yavaş yavaş, harflerin üzerine basa basa söyle. Ancak vakit daralmış ise, o zaman biraz acele edebilirsin. Sana öğrettiğim bu şekil, fazîletli şeklidir. Başka şekillerde getirilen salât ve selâm yine kabûl olunur. En iyisi, salâtın başlangıcında bir kere de ol- sa, tam mânâsı ile, yavaş yavaş salât ve selâmın tamâmını getirmelisin, noksan bırakmamalısın. Sonra Resûl-i ekrem, bana tam salât ve se- lâmın şeklini şöyle tâlim buyurdular: Allahümme salli alâ seyyidinâ Mu- hammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ salleyte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme ve bârik alâ seyyidinâ Muham- medin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ bârekte alâ seyyidinâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidinâ İbrâhîme fil âlemîn, inneke hamîdün mecîd. Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtühü.
Yine İbn-i Zuğdân hazretleri buyurdular ki: Resûlullah efendimizi rüyâsında görmek istiyen bir kimse, gece ve gündüz, aşk ile tutuşup, O na salevât-ı şerîfe getirmeli ve O nunla birlikte velîleri de sevmelidir. Eğer Resûlullah ile birlikte evliyâyı sevmezse, Resûlullahın kapısı kendisi için kapalı olur. Çünkü evliyâ, insanların efendileridir. Onlar kızarlarsa, Allahü teâlâ da onlar kızdığı için gazaba gelir. Resûl-i ekrem de böyledir. Evliyânın sevmediğini, Resûlullah da sevmez, onlar kızdığı için, Resûlullah da kızar.
Büyük velîlerden Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Peygamber efendimize muhabbet ve sevgilerini ifâde eden pekçok şiirleri vardır. Bunlardan birisi şöyledir:
YÂ RESÛLALLAH!
Eyleyen Uşşâk-ı şeydâ dâimâ
Tal´atındır yâ Resûlallah senin
Derd ile âh ettiren subh u mesâ
Hasretindir yâ Resûlallah senin!
Rûz ü şeb kârım benim efgân eden
Nâr-ı hasretle dilim sûzân eden
Dembedem bu gözlerim giryân eden
Furkatındır yâ Resûlallah senin!
Asfiyânın gördüğü Lutf-i hüdâ
Evliyânın sürdüğü zevk ü safâ
Enbiyânın bulduğu rifa´t şehâ
Devletindir yâ Resûlallah senin!
Merhamet kıl ben garîb âvâreye
Mücrimim rahm eyle yüzü kâraya
Şefkat etmek bîkes ve bîçâreye
Âdetindir yâ Resûlallah senin!
Eş Şefîü´l-müznibîn nûr-ı ahad
Kendi bendendir Nasûhî kılma tard
Bâb-ı lutfundan kerem kıl etme red
Ümmetindir yâ Resûlallah senin!
Konya´ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları şöyledir:
Bihamdillah direm Allah
Alıp aklımı fikrullah
Dilimde zâtın esmâsı
Bana üns oldu zikrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
Bu tevhidden murâd ancak
Cemâl-i zâta ermektir
Görünen kendi zâtıdır
Değil sanma ki gayrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
.
Ben ol pervâneyim geldim
Düşüp aşk oduna yandım
Yanuban küllü yandım
Beni yaktı aşkullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
Gönül âyinesin sûfî
Eğer kılar isen sâfî
Açılır sana bir kapı
Ayân olur Cemâlullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
Şems-i Tebrîz bunu bilir
Ehad kalmaz fenâ bulur
Bu âlem küllü mahvolur
Hemen bâkî kalır Allah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
Şeyh Ali Behçet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir na´tı şöyledir:
Zuhûrun kâinâta verd-i revnâk yâ Resûlallah
Nigâhın ehl-i ışka virdi revnâk yâ Resûlallah.
Vücûdun olmasaydı hiç vücûd bulmaz idi âlem
Vücûdun sırr-ı zât-ı hazret-i Hak yâ Resûlallah.
İder her zerre Hakkı zikr ve tesbih sırr-ı hâl ile
Senin ta´lîmi sırrın oldu el-Hak yâ Resûlallah.
Alıp dersi sırr-ı hilkatden gönül bulmaktır nûru
Senin nûrun cihâna virdi revnak yâ Resûlallah
Kapında abd-ı kemter Behçet dîdârına müştak
Ümîd-i şefkatinle buldu revnak yâ Resûlallah.
Mevlevî büyüklerinden, meşhûr şâir Şeyh Gâlib Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin Peygamber efendimiz için yazdığı bir şiiri:
Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda
Gülbank-i kudûmün çekilir arş-ı Hüdâda
Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin efendim.
Haktan bize Sultân-ı müeyyedsin efendim.
Meşhûr Kafkas kahramânı, âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi te- âlâ aleyh) büyük bir îtinâ ile bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O´nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine gitmek için, nûrlu Medîne yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen sâniye daha da şiddetleniyordu. Medîne-i münevvere görünmeye başladığında oldukça heyecanlanan Şeyh Şâmil, toprağa kapanarak, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin şu şiirini terennüm etmeye başladı.
“Server-i âlem sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam o güzel cemâlin ararım.
Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.
Misâfirinim dememi saygısızlık sayarım.
Her şey cihânda senin şerefine yaratıldı,
Rahmetin bana da yağsa, o ân olur bahârım.
Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,
Sonsuz merhametine, sığınıp, kapın çaldım.
İyilik kaynağısın dermanlar deryâsısın!
Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım.
Herkes gelir Mekke´ye, Kâbe, Safâ, Merve´ye,
Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.
Saâdet tâcı giydirildi, rüyâda başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.
Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!
Şiirlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:
“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,
Bir damlacık umarak, ihsân deryâna vardım.”
.
Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmaya geldim!
Çok kabahatler işledim, sana yalvarmaya geldim!
Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,
Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim.
Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların cânı!
Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim.
Derdlilere tabîbsin, ben ise gönül hastası,
Kalb yarama devâ için, kapını çalmağa geldim.
Cömerdlerin kapısına, bir şey götürmek hatâdır.
Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.
Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,
Bu yükden ve siyâhlıkdan, tamâm kurtulmağa geldim.
Temizler elbet hepsini, ihsân deryândan bir damla,
Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.
Kapına yüz sürebilsem, ey cânımdan azîz cânân
Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan.”
Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Çok kitap okudum. Onlardan şunu öğrendim: Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâma çok yüksek akıl ver- miştir. İnsanların akılları O´nunkinin yanında, yeryüzündeki bütün kumla rın yanında, küçücük bir kum tânesi kadar kalır.”
Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Peygamber efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârında İrisân Beylerine kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edilmiştir. Sultan Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmisini yaptırmıştır. Günümüzde bu hırka, her sene Ramazan ayında camekân içinde halkın ziyâretine açık tutulmaktadır.
Büyük velîlerden Zeynelâbidîn Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, İbrâhim Ubeydî şöyle anlatır: Üstad Mu- hammed Alevî ile Muhammed Zeynelâbidîn bir yerde konuşuyorlardı. Konuşmalarından bir şey anlamadım. Zeynelâbidîn, Muhammed Alevî ye Peygamber efendimizden bahsetti ve; Vallahi O şimdi kabrinde, bizim bilmediğimiz bir şekilde diridir. Sizin de Muhammed aleyhisselâm katında üstün bir yeriniz var buyurdu ve oradan ayrıldı.
Muhammed Zeynelâbidîn, bir sene, haccı edâdan sonra, Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullah ın kabr-i şerîfini ziyârette bulundu. Ziyâretini tamamlayınca, vedâ için tam bir edeb içinde kabr-i şerîfe dönmüş iken birden karşısında Resûlullah efendimizin, hazret-i Ebû Bekr in ve hazret-i Ömer in mübârek cemâllerini gördü. Edeble başını önüne eğdi ve öyle kaldı. O sırada bir kısım talebeleri gelip kâfilenin hareket ettiğini ve gitmek arzu ettiklerini söylediler. Huzurda iken onların bu acele edişlerine taaccüb edip, keşf hâliyle onlara; Siz beni çağırıyorsunuz. Hâlbuki şimdi karşımda Resûlullah efendimizin mübârek cemâli, bulutun altında ayın kayboluşu gibi kaybolup gidiyor. Hazret-i Ebû Bekr´in ve Ömer in mübârek cemâlleri de kaybolup gittiler. dedi.
Hindistan evliyâsından Abdülulâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinde Peygamber efendimizin sevgisi çok fazla idi. Ramazân-ı şerîf ayının başında talebelerinden biri Kasîde-i Bürde´den bir bölüm okudu. Bunun üzerine öyle ağladı ki, konuşmaya tâkati kalmadı.
Mevlid hakkında soran birisine; “Bu zamanda insanlar vakitlerini oyun, eğlence ve günahlar içerisinde geçiriyorlar. Biz de, onların kalble- rinde Resûlullah efendimizin sevgisi hâsıl olsun istiyoruz. Çünkü Resû- lullah efendimizi sevmek, îmânın aslıdır. Biz bu maksatla mevlid cemi- yetleri yapıyoruz. Nitekim din büyükleri de mevlidi güzel görmüşlerdir.” buyurdu.
Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında mevlid kandilleri ayrı bir güzellikte ihyâ edilirdi. O gün de her yerden insanlar akın akın gelirlerdi. Herkes toplandıktan sonra Halîfe-i Kızılayak´ın odasında ve kendisinin oturduğu yerde başının üzerinde yüksekte bir yerde duvara yapışık duran özel sandukada bulunan Sakal-ı şerîf ile Şâh-ı Nakşibend hazretlerine âit hırka-i şerîf başlar üzerinde getirilirdi. Emânetler, özel olarak yapılmış ve baş hizâsında bulunan mevkiine konulurdu. Örtüler edeple ve salevât-ı şerîfe okunarak açılırdı. Sonra belli bir tertîb içerisinde nâtlar okunur, Kur´ân-ı kerîm kırâat edilir ve konuşmalar yapılırdı. En sonunda Hırka-i şerîf oraya ge- lenlerin arasında dolaştırılır, edep ve ihlâsla öpüp koklanırdı. Daha sonra şerbet ikrâm edilir, duâ ile meclise son verilirdi. Kandile, vâli ve kâdı gibi bâzı devlet adamları da katılırdı.
Süleymân Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Mevlid´ine A- rabî olarak bir önsöz yazarak, şöyle buyurmaktadır: “Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın ismiyle başlarım. Muhammed aleyhisselâmı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve en azîzi yapan, makâm-ı Mahmûd ile şefâat hakkını vererek O´nu bütün Peygamberlerden üstün kılan, is- mini O´nun ismiyle yanyana yazarak, hasedci şeytanın burnunu sürtüp, O´nun şânını yücelten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın indinde çok makbûldür. Allahü teâlânın melekleri O´nun yardımcılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O´nunla konuş- tular. O´nu sevenler dünyâda ve âhirette sevilip kurtulurlar. O´na düşman olanlar kovulup, Cehennem´e atılırlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd ederim. Şerîki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahü teâlânın bir olduğuna şehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtâc olduğu, ibâdet ettiği ve yöneldiği Allahü teâlâdır. O, şânı yüce, kullarını merhametle bağışlayandır. Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çıkaran, vâdedilen kıyâmet gününde, her tarafta şefâati kabûl edilir bir şefâatçi olan Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlanın kulu, resûlü ve habîbi olduğuna şehâdet ederim. Allahü teâlâ, O´na seçilmişlerin en üstünleri olan temiz âline ve Eshâb-ı kirâmına sonsuz rahmet etsin.”