Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri nefsin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı. İnsanlara nefis muhâsebesi yapmaları gerektiğini bildirirdi. Her gün yaptığı işler sebebiyle kendini hesâba çekerdi.Nefsine şöyle hitâb ederdi: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var. Ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, îdâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiren kâtile benzer. Bundan daha ahmak kimse olur mu Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennem´den biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne mâlum Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tâyin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha çok ahmaklık olur mu O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, îmânsızsın! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, O´nun görmesine ehemmiyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Hizmetçin sana itâat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmayacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer O´nun azâbını hafif görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yaptıklarına cezâ vermeyecek sanıyorsan, Kur´ân-ı kerîme ve yüz yirmi dört bin Peygambere (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) inanmamış oluyorsun ve hepsini yalan- cı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin 122. âyetinde meâlen; “Günah işleyen, cezâsını çekecektir.” buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Günah işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyâ- da, yüz binlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tar- lasını ekmeyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiret- teki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıktan kurtulmak için, bir yahûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıktan ve fakirlikten daha acı olduğunu ve âhiretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ve bunun faydası yoktur. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin. İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce, sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!
Kışın muhtâç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun Hâlbuki Cehennem´in zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhiret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir Yoksa âhiret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun Bu ise, ebedî felâketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmeyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni O´nun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sa- na ey nefsim!
Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın O´na ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın nîmet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet´e ve Cehennem´e inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Dünyâya niye sarılıyorsun Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unutulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırlayan var mı Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!
Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı say ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!
Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlayarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmin.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün bir kimse gelip; “Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür.” dedi. Sultân-ül-Ârifîn; “Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var.” buyurdu. O kimse; “Efendim! Bunun bir çâresi yok mu ” diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî: “Var ama sen kabûl etmezsin.” buyurdu. O kimse ısrâr edip; “Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım.” dedi. Sultân-ül-Ârifîn buyurdular ki: “Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum) de.” O kimse bunları duyunca; “Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz.” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; “Sen bunları kabûl etmezsin!” diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir.” Buyurdular .
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine; “Nefsine verdiğin en hafif cezâ nedir ” diye sordular. Cevâbında; “Bir defâsında nefsim, bir itâatsizlikte bulundu. Buna cezâ olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim.” buyurdular.
Yine buyurdular ki: “On iki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet, nefsin arzularını yapmamak körüğünde, mücâhede, nefsin istemediği şeyleri yapmak ateşiyle kızdırdım. Nefsi, yerme, kötüleme örsünde, kınama, ayıplama çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilâlayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Netîcede bu aynada gördüm ki, belimde, gurur, riyâ, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalp hastalıklarından meydana gelen bir zünnâr bulunuyor. Bu zünnârı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden hakîki müslüman oldum.
Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım. “Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” diye ilhâm olundu. Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana; “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tâne misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere; “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Aslâ izin alamazsınız.” diye bildirildi.
“Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur ” diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, “Nefsini üç talakla boşa” diyordu.”
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatır: “Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçip, kırlarda, sahrâ ve dağlarda, ya- lın ayak, başı açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarılıp, parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl ile sohbet etmek arzusu uyandı. Bu arzu ile huzûruna gittim. Talebeler etrâfında toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına katıldım. Emîr Külâl; “Bu kimdir ” dedi. “Behâeddîn´dir.” dediler. Talebelerine beni mec- listen dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar. O za- man nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak istedi. Az kalsın nefsim, irâdeme gâlip geliyordu. Fakat Allahü teâlânın ihsânıyla, nefsimi serkeşlikten ve îtirazdan menederek; “Ey nefs! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim. Beni, Allahü teâlâ elbette bundan dolayı mükâfatlandırır.” dedim. Sonra başımı Emîr Külâl hazretlerinin kapısının eşiğine koydum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime kar yağdığı hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl, ayağını kapının eşiğine atınca, karlar arasında kalan başıma bastı. Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde verdi. İçeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma ilâç sürdü. “Oğlum! Bu saâdet libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır.” buyurdu. Rûhânî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Şimdi, her sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim; fakat şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu.”
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin en başta gelen talebelerinden Alâed- dîn-i Attâr şöyle anlatır. Hocam buyurdular ki: “Nefsinizi dâimâ töhmet al- tında tutunuz ve ona uymayınız. Her kim bunda muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfâtını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye mu- vaffak olur, buna tahammül ve güç bulur. Yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaya başlar. Bütün işlerde niyeti düzeltmek çok mühimdir.
Yine buyurdular ki: “Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsinin isteklerine boyun eğmemeye muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâmını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, yâni nefsine muhâlefet etmesi lâzımdır.”
Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rah- metullahi teâlâ aleyh) hatâ ve günahlarını hatırlayıp ağlayarak pişman- lığını şöyle dile getirmiştir: “Vah! Yazık bana! Bana ne oldu da ben, bu kadar hatâ ve günahı işledim. Halbuki ben o hatâyı işlerken, Rabbimin nîmetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık lezzetine aldandım. O lez- zet gitti. Şimdi onun mesûliyeti kaldı. Kaybolmıyacak, her şeyin inceden inceye tesbit edildiği amel defterime yazıldı. Yazık bana, Allahü teâlâdan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefs ne acâib düşman. Ben hatâmı düzeltmeğe çalışıyorum. O ise beni tekrar günâha çağırıyor. Ben ona insafla, adâletle davranmak istiyorum, ama, nefsim bana insâf etmiyor. Devamlı beni Rabbimin rızâsından çıkarmak için uğraşıyor. Be- nim helâkimi, dünyâ ve âhiret saâdetimi çalmak istiyor.
Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhâfaza eyle.
Yazık bana! Ölümden nasıl kaçarım. Kaçsam bile o mutlakâ bana yetişecektir. Ben ölümü nasıl unutabilirim. Ben unutsam bile, ölüm beni unutmaz. O beni tâkib ediyor… Günahım o kadar çok ki, kalbimi yaraladı. Günahımın çokluğundan, ağlamaktan, artık gözlerimden yaş da akmıyor. Gözlerime uyku girmiyor. Eğer, Rabbim bana merhamet etmezse, hâlim nasıl olur, benim….
Vah bana! Hatâlarım aklıma geldikçe, ben nasıl tenbel otururum, Rabbime tövbe edip, rızâsını kazanmaya çalışmam. Kıyâmet günü Rab- bim beni temize çıkarmaz, yüzüme bakmazsa, benimle konuşmazsa, vay benim hâlime. Bütün bu durumlardan, günâh ve hatâlarımdan Allahü teâlâya sığınırım. Amel defterimin sol tarafımdan verilmesinden veya onu arkamda görmekten, Rabbim muhâfaza eylesin. Yüzüm simsiyah olursa, yazık bana. Rabbimin huzûruna ben nasıl çıkarım. Gözüm, aya-ğım, elim ve her şeyim benim hakkımda şâhittirler. Günahlarımı hatırla- mam, bana her şeyi unutturuyor. Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyor- sun, fakat kulluk vazîfelerini yapmaya hiç istekli değilsin. Ey nefsim, he- sâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç korkmu-yorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nimetlere tercih ediyorsun.
Ey nefsim! Hâlâ içerisinde bulunduğun gafletten uyanmıyacak mısın Hasta ve zayıf düşersen, derhal yaptıklarından pişmanlık duyarsın… Sıhhatin yerinde olursa, günâh işlersin. Sana böyle ne oluyor. Muhtaç ve düşkün olursan, üzülür, mahzûn olursun. Zengin ve kimseye muhtâc olmazsan, âhiretini ve kendini unutursun.
Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun.”
Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: Nefsini hesâba çeken muhâsebe ehlinin belli hasletleri vardır. Bunları tecrübe ve tatbik edince, Allahü teâlânın ihsânıyla şerefli makamlara ulaşmışlardır. Her şey güçlü bir azimle ve nefsânî arzuları tamâmen terk etmekle elde edilir. Çünkü azmi sağlam olanların nefsin hevâ ve hevesine karşı durmaları basitleşir. O halde kuvvetli bir azimle şu hususlara uy:
1) Doğru ve yalan yere yemin etme.
2) Yalan söylemekten sakın.
3) Zulüm bile yapmış olsa hiç bir kimseye lânet etme.
4) Vefâkâr olmak imkânı bulduğun müddetçe ahdinden dönme.
5) Ne sözle ne de hareketle hiçkimseye bedduâ etme. Yaptığın iyilik için mükâfât, karşılık bekleme. Allahü teâlânın rızâsı için tahammüllü ol.
6) Kâfir olsun, müşrik veya münâfık olsun, hiçbir kimsenin aleyhinde şâhidlik yapma. Halka karşı merhametli ol. Allahü teâlânın gazabından uzak kalmak için en uygun yol budur.
7) Ne içinden ne de dışından aslâ günah işlemeye yönelme, âzâlarının tamâmını günahtan uzak tut.
8) Hiç kimseyi incitme. İster az ister çok olsun veya ihtiyacın olsun yâhud da olmasın hiçbir halde kendi yükünü kimseye yükleme.
9) İnsanlardan hiçbir şey bekleme ve sâhib oldukları hiçbir şeye göz dikme.
10) Dünyâ ve âhirette makam ve izzet yüksekliği, Allahü teâlânın dilemesine, vermesine bağlıdır. Bu bakımdan kendini karşılaştığın hiçbir insandan daha üstün görme.
Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin hastalıklarını tedâvî eden şeylerin aslı beştir: 1) Az yemek, mîdeyi fazla doldurmamak, 2) Ba- şa gelen işlerden Allahü teâlâya sığınmak, 3) Fitne yerlerinden kaçmak, 4) Devâmlı istiğfâr ve Resûlullah efendimize salat ve selâm okumak, 5) Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye, rızâsını kazanmaya çağıran kimse ile berâber olmak.”
Zamânımızdaki insanlar şu beş şeye tutulmuşlardır: 1) Cehâleti, ilme tercih etmek, 2) İşlerde kızmak, 3) Mânevî perdelerin hemen açılmasını istemek, 4) Bid´ati (dinde sonradan ortaya çıkan şeyleri), sünnet-i seniy- yeye tercih etmek, 5) Nefsin arzu ve isteklerine göre hareket etmek.
Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlim iticidir. Allah korkusu sevkedicidir. Nefs ise itâatsizdir, serkeştir. Murâdını eksiksiz eline geçirmen için, nefs atını ilim siyâsetiyle idâre et. Korku ile tehdîd ederek sür.”
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Sultân Veled anlatır: “Ben beş yaşında idim. Bir gün babamın, talebelerine şöyle dediğini duydum: “Ben yedi yaşımda iken, nefsim tamâmiyle rûhuma tâbi oldu. Nefsî isteklerimden kurtuldum.” Bunu dinleyen talebelerden biri; “Efendim! Biz, sizi devamlı nefsinizle mücâhede eder hâlde görüyoruz. Bu sözünüzü nasıl anlamak icâbeder ” dedi. Bu suâle; “Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefsle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız.” cevâbını verdi.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretleri buyurdular ki; “Nefsi mağlûb etmek için, onu rahatsız etmelidir. İstediği şeyi vermemelidir. En tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir gece uyandı. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu. Oturmak istiyor, oturamıyordu. Bir zaman sonra kapıyı açıp dışarı çıkınca; birinin üzerine bir aba örtüp, büzüldüğünü gördü. Cüneyd-i Bağdâdî´yi görünce başını kaldırdı ve; “Ey efendim! Bu kadar bekletilir mi ” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Gece geç vakitte geldiniz.” buyurdu. O kimse; “Kalplere hareket veren Allahü teâlâdan, sizin kalbiniz bana teveccüh etsin diye taleb ettim.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Ne istiyorsunuz ” diye sordu. O kimse; “Nefsin hastalığına ilaç yok mudur ” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; “Nefsin ilacı, isteklerine muhâlefet etmektir.” buyurdu. Bunun üzerine o kimse, kendi kendine; “Ey ahmak nefsim! Bunu ben sana kaç defâ söyledim. Ama sen Cüneyd´den duymayınca inanmadın.” dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün Câfer Huldî hazretlerine bir dirhem verdi ve bir mikdâr incir almasını söyledi. O da alıp geldi ve önüne koydu. Cüneyd-i Bağdâdî ondan bir tâne alıp orucunu açmak için ağzına götürdü. O sırada ağlamaya başladı, inciri ağzından çıkarıp attı. Su ile de ağzını iyice çalkaladı. Câfer Huldî; “Niçin böyle yaptınız ” dediğinde; “Otuz seneden beri hep incir yemek istedim. O zamandan beri de hiç yemedim. Bugün nefsim ağır bastı ve ondan yemek istedim. Ağzıma aldığım zaman gizliden bir ses bana şöyle dedi: “Allah için yemesini bıraktığın şeyi yemeye utanmıyor musun ” Bunun üzerine onu ağzımdan çıkarıp attım. Onu yemeyi sözde durmamak kabûl ettim. Bu da bir hıyânettir. Hâin olan kimse de, Allah katında sevilen biri olamaz.” buyurdu.
Çok ibâdet ve tâatta bulunan, Allahü teâlâyı hatırlamaktan bir an gâfil olmayan Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsinin isteklerine karşı çıkar, riyâzet ve mücâhedede bulunurdu. Bu hususta buyurdu ki: “Kalp, rûh ve nefs dışarıdan gelen kötü tesirlerden emin olunca, kalpten hikmet, nefsten hizmet ve ruhtan mükâşefe yâni gizli sırların açılması zuhur eder. Bu üç şeyden sonra da Allahü teâlânın sıfatlarının tecellilerini görme, mânevî sırlarını mütâlaa etme ve O´na âit hakîkatleri anlamak nasîb olur. Söylediklerinizin alâmeti nedir denilecek olursa deriz ki; sağa sola bakmamak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeylerden kaçınmaktır. Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse, kâinâttaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz.”
Yine buyurdular ki: “Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti ka- zanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâkî olan â- hireti istemekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçer- ler ”
Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin, nefsinin istek ve arzuları gâlip gelirse, aklı gizli kalır.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin arzuları, şeytanın taktığı bir yulardır. Kim, şeytanın o yularına takılırsa, doğruca onun yanına gider ve ona köle olur.”
Yine buyurdular ki: Altmış yaşındaki bir kimse nefsini hesâba çekmişti. Bunu gün olarak hesapladı yirmi bir bin beş yüz gün çıktı. Bu gün sayısını görünce feryad etti. Düşüp bayıldı. Ayılınca âh yazık bana Rab- bime gideceğim. Eğer her gün bir günah işlemiş olsam bu hesâba sığ- maz günahlarla hâlim nice olur dedi. Sonra eyvâh, dünyâya daldım! Â- hiretimi harâb ettim! Çok ihsân edici Rabbime karşı, isyânkâr oldum. Sonra da harâbe gibi olan bu dünyâdan saâdet yeri olan âhirete gitmekten kaçınıyorum. Kıyâmette hesap günü amelsiz, sevapsız bir halde nasıl hesap vereceğim! dedi.”
İran´da yaşayan büyük velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “Nefis, bir ateş gibidir. Yanar durur. Bir yandan söndürülse de başka taraftan parlar. Nefis hep böyledir. Bir taraftan yola getirilse, öbür yandan kötü iz yine görünür. Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefis, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.
“İnsanın nefsi ölmeden kalbi hayat bulmaz. Hakîkat, nefsin ölümünden ibârettir.”
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsine âşık olan, kibirli, kıskanç, aşağı ve hakîr olur.”
Yine buyurdu ki: “İnsana nefsin hâkim oluşunun temeli, arzulara, isteklere uymaktır. Arzu ve heveslere uyma gâlip gelince kalbi kararır. Kalp kararınca can sıkılır, can sıkılınca huy kötüleşir.”
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri şu rubâîyi söylemiştir:
“Nefsine uymak doğru değildir elbet,
Bas nefse ayağını, himmeti yükselt.
Ey dost, Allah yolunda çok eyle gayret,
Yılanla ol da, nefsinle etme sohbet.”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) çölde yolculuk yapıyordu. Açlık son haddine varmıştı. Allahü teâ- lâdan yiyecek istemesi için nefsi onu sıkıştırdı. Fakat Ebû Saîd-i Harrâz kendi kendine; “Yemek istemek tevekkül ehlinin işi değildir.” dedi. Nefsi yemekten ümidini kesince ona başka bir tuzak kurdu ve; “Allah´tan yemek istemiyorsun, bâri sabır iste.” dedi. Ebû Saîd-i Harrâz, nefsin bu isteğine uyarak sabır istemeye karar verdi. Fakat Allahü teâlâ sevdiği kulu Ebû Saîd-i Harrâz´a imdâd eyledi. Gâibden gelen bir ses ona; “Şu dostumuz, bizim kendisine, yakın olduğumuzu söylüyor. Bize yönelen bir kimseyi zâyi etmeyeceğimizi bildiği halde kendi âcizliğini ve zayıflığını ileri sürerek bizden gıda ve sabır istiyor. O, ne bizim onu gördüğümüzü, ne de onun bizi gördüğünü zannediyor, Ey Harrâz! Yemek istemekle bizimle arana bir perde koymuş oldun. Zîrâ yemek, bizden ayrı bir şeydir. Sabır istemekle de aynı şekilde bizden perdelenmiş oldun. Çünkü sabır da bizden başka bir şeydir. Bizden bizi iste, rızkı ve sabrı değil.” dedi. Düşündüklerine pişmân olup Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundular.
Şam´da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsimin güzel gördüğü hiçbir işi güzel görmedim.”
Yine buyurdu ki: “En fazîletli amel, nefsin istediğinin zıddını yapmaktır.”
Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak ”
Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; “Şeytanın insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefis, yaratılışı îcâbı edepsizdir, halbuki kul sürekli olarak ede- be riâyet etmekle memurdur. Nefsin tabiatı îcâbı muhâlefet meydanında at oynatır, kul gayreti ile nefsin kötü arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini dolu dizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur.”
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her fırsat ve boş zamanlarda amel yapıp tâat üzere olmak, seni, nefsin hîlelerinden alıkoyar.”
“Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her tâat uyanıklık ve iffetin esası, nefsini beğenmemektir.”
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin kırılması, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek ile olur.”
Yine buyurdular ki: “Sâlih bir insana en zararlı şey, nefsine kolaylık göstermesidir.”
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Büyükleri sevmek, saâdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhane, gevşeklik sığmaz. Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.
Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. Küfür, nefs-i emmârenin isteklerin- den hâsıl olur.
Yine buyurdular ki: Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.
Birkaç günlük zamânı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.
Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bizim yolumuzda ilk önce lazım olan, ahlâkını düzeltmeye nefsini hesâba çekmeye çalışmalıdır. Bu yolun bü- yükleri nefsin temizliğini, kalbin temizliğine vâsıta yaptılar. Çünkü nefs, kulun amellerinin mihveridir. Ameller nefs üzerinde meydana gelir. Şöyle ki: Kalbin fesâdı, bozukluğu nefsin bozukluğundandır. Kalb bozulunca vücutta bozukluk meydana gelir. Kalbin iyiliği nefsin sâlih iyi olmasına bağlıdır. Dolayısıyla cesed de iyi olur. Onun için ahlâkınızı düzeltiniz, nefs muhâsebesini iyi yapınız. Bunu ise, Resûlullah efendimize çok salât okumak sûretiyle yapınız. Onun için bu yola girmiş olan çok salât oku- makla meşgul olmalıdır ki, kalbi Peygamber efendimizin sevgisi ile nur- lansın, nefsin başka şeylere olan bağlılıkları yok olsun. Daha sonra Alla- hü teâlâyı zikr etmelidir. Kalb, Peygamber efendimizin vâsıtasıyla Allahü teâlânın zikr nurlarının parıltılarına kavuşur. İşte kazançlı amel budur.”
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki “Nefsiniz sizi uygun olmayan şeylerle meşgûl etmeden evvel, siz nefsinizi hayırlı şeylerle meşgûl ediniz.”
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dostlarından bir kısmı bâzı kimselerin hallerinden bahsederek; “Falan kimse su üzerinde yürüyor. Onun bu hâline ne dersiniz ” diye sordular. Buyurdu ki: “Allahü teâlânın yardımı ile nefsinin arzularına uymayan kimse, havada uçandan ve su üzerinde yürüyenden daha üstündür.”
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir.”
Meşhûr velîlerden Abdurrahmân Tafsûncî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Nefsinin ayıplarını, kusurlarını görmeyen kimse, a- zıp doğru yoldan ayrılır.”
Suriye´de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü´l-âlemîn hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benli- ğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisseden kim- seyi Allahü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini, ken- dini büyük görmesi değil miydi .. İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulun- malıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyük- tür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allahü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.
İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını gör- mesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâde- tini değil, hep günahlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık dâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâh olmadı- ğını bilmiyorlar mıydı Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyük iddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. “Bunlar nedir ” dedim; “Dünyâ zevkleri ve zînetleridir.” denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. “Bunlar nedir ” dedim. “Senin içinde bulunan mânîlerdir.” denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. “Bunlar nedir ” dedim. “Arzu ve isteklerindir.” denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadâsız yerlerde kalmaya mebcur ettim… Kerh harâbelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünyâ sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çâreye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütâlaa ediyordum. Nefsim; “Biraz uyu, sonra kalkarsın.” dedi. Ona muhâlefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur´ân-ı kerîmi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O´nunla olmak olan “fakr” mertebesine ulaştım”.
Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağ- dad´a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; “Sen ki Abdülkâdir´sin, buna hayret mi ediyorsun ” dedi.
Evliyânın büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Hummaya yakalandığımda bununla sevinirim. Çün- kü nefs, hummâ, ile meşgûl olup, beni meşgûl etmez. Bu haldeyken kal- bimle istediğim gibi yalnız kalırım.”
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsin kötülüklerine, mâni olmak, onun arzu ve isteklerini yerine getirmeme ve bunlarla mücâdele husûsunda Allahü teâlâdan yardım istemeli, Azâbından korkarak, sevâbını ve mükâfatını umarak, muhtaç olduğunu düşünerek, O´nu hatırlamalıdır.”
Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir konuda tereddütte kalıp doğrusunu kestiremediğiniz vakit, nefsin arzusuna aykırı olan hangisi ise onu tercih edin. Çünkü işin doğrusu, nefsânî arzulara karşı çıkmaktır.”
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi nefsini muhâsebeye çektiği bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Uzun müddet nefsime muhâlefetle onu kahretmiştim. Bir defâsında bir cemâat cihâd için gazâya gidiyordu. Bende de gazâ için büyük bir arzu uyanmıştı. Nefsim gazânın sevâbı ile ilgili hadîs-i şerîfleri bana hatırlatıyordu. Hayret edip, kendi kendime, gâlibâ nefsin bu istekli hâli bir hîledir! Çünkü nefs seve seve ibâdet ve tâatta bulunmaz! Herhalde devamlı oruç tuttuğum için nefsin tâkatı kesildi de bu sebeple savaşa gitmemi ve orucumu açmamı istiyor dedim.
Nefse dedim ki: “Ey nefs gazâ için sefere çıkınca oruca devâm edeceğim.” Nefs; “Olur kabul.” deyince şaşırdım ve herhalde ben nefsi geceleri namaz kılmaya mecbûr tutuyorum da onun için gazâya çıkmamı ve böylece gece namazını bırakacağımı ve rahata kavuşmayı istiyor diye düşündüm. Nefse gazâda da seni gece uyutmam dedim. “Bu da kabul!” dedi.
Bu cevabına da hayret edip, iyice düşündüm. Sonra herhalde nefs yalnızlıktan usandı da halkın arasına karışmak istiyor. Bu sebeple diye yorumladım ve nefse; “Konakladığımız her yerde insanların arasında oturmayacağım. Tenhâ bir kenara çekileceğim.” deyince nefsim; “Onu da kabul ediyorum!” deyince artık onun maksadını anlamaktan âciz kaldım. Allahü teâlâya sığınıp; “Yâ Rabbî! Beni nefsin hîlesinden haberdâr et ve onun aldatmasından koru. Sana sığındım.” diye yalvarıp duâ ettim.
Bunun üzerine nefs, şöyle dedi: “Benim isteklerime muhâlefet etmekle beni günde yüz defâ öldürüyorsun, bundan kimsenin haberi yok. Hiç olmazsa gazâda bir kere ölürüm de bunu bütün cihân halkı duyar. Derler ki, âferin Ahmed Hadraveyh´e, onu, nefsini öldürdüler, şehîdlik derecesine erdi…”
Nefsin bu cevabı üzerine; “Sübhanallah, bu nefs öyle yaratılmış ki, hayatında da ölümünde de münâfık! Ne bu dünyâda ne de âhirette müslüman olmak istemiyor! Ben onu tâatte bulunmak istiyor sanmıştım. Ona zünnâr bağlandığının farkına varmamışım.” diyerek, daha çok muhâlefet ettim.
Suriye´de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: Nurşin´e gittikten on beş yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş taraflarından, o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret´i ziyârete gelmişti. Hazret´i ve talebelerini yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp; “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin. Yalnız Molla Ahmed kalsın. O gelmeyecek” buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: “Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun.”
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî´yi görünce atının yularını çekerek durdu
Onu yanına çağırdı ve; “Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mik- darı kadar nefsi olsa, o, Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.” buyurarak atını sür- dü, yoluna devâm etti.
Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun.”
Yine buyurdular ki: Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kal´aya sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi olunmaz.”
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: “Nefse uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır.”
Horasan´da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “En büyük muhârebe, konuşur ve yerken, nefs ve şeytanla olan harbdir. Eğer onlara gâlip gelirsen, kurtulursun.”
Amasya´da yetişen velîlerden Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki: “Nefsimizin alıştığı zevklerine erişmek için bizi şeklen olan bir pişmanlıkla aldatıp duruyor. Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir.”
Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Günahlardan sakınan kimseler, nefsleri üzerinden, terbiye kamçısını kaldırmazlar. Allahü teâ- lanın râzı olduğu işler için nefslerini zorlarlar. Onlar, mal ve mülkü Allahü teâlânın rızâsı için vermekten çekinmezler.”
Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen, daha ilk adımında hatâ etmiş demektir. Nefsini terkedip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ ona, kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır.”
Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A´meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsimi elimle tutabilseydim, parça parça doğrar, hayvanların önüne yem olarak atardım.”
Hadîs âlimi ve büyük velî Amr bin Kays el-Mülâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetleri esnâsında sevenlerine ve talebelerine; “Nefsinizle meş- gûl olduğunuzda insanları, insanlarla meşgûl olduğunuzda nefsinizi unu- tursunuz.”
Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsine karşı Allahü teâlâdan yardım istemeyen kimse, nefsine yenilip mağlûb olur.”
Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) devamlı Allahü teâlâya ibâdet ve tâat ile meşgûl olur, bir an O´ndan gâfil bulunmazdı. Dâimâ riyâzet ve mücâhede eder, nefsin arzularını yapmaz, nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri yapar- dı. On beş gün ağzına lokma koymadığı zamanlar olurdu. “Karnınız aç olsun! Bunun için de çok oruç tutunuz! Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gel- mesine sebeb olur. Ayrıca oruçlunun duâsı, Allahü teâlâ indinde mak- bûldür.” buyururdu. Nefsinin isteklerini yapmamak için, kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine karşı; “Ey nefs, bana istediklerini yaptırıp, emrin altına almak mı istiyorsun Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım. Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!” diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi.
Buyurdular ki: “Bedeniniz mezara girmeden, nefsinizin şerrinden emin olmayın.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsi gözetmeyi bildirir; “Nefsini hayırlı işlerle meşgul eyle. Aksi halde o seni kötü şeylerle meşgul eder.” derdi.
Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Kim nefsinin isteklerine kavuşmak için acele ederse, iyiliklere kavuşma yollarını keser. Kim nefsinin her istediğini yer ve bunların peşine düşerse, o kimsenin başına çeşitli belâlar gelir.
Çeştiyye yolu büyüklerinden Ebû Ahmed Ebdâl Çeştî hazretleri, Ebû İshâk Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin meclis ve soh- betlerinde kısa zamanda evliyâlık makâmına kavuştu. Nefsini terbiye etmek için riyâzet etti, nefse ağır gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmak ile meşgûl oldu. Gönlünde dünyâ düşüncelerinin bulunmamasına çok gayret ederdi. İnsanların işlerine karışmaz, kendi hâlinde bulunurdu. Nefsin, Allahü teâlâya düşman olduğunu, her isteğinin kendi zararına ol- duğunu ve ona muhâlefet etmekten, Allahü teâlânın râzı olduğunu bilir, ona göre hareket ederdi. Nefsine muhâlefet için, günlerce yemek yeme- diği olurdu. Her yemekte de, sâdece üç lokma yerdi.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir gün Merv´deyken bizi sevdiğini söyleyen biri yanıma geldi ve; “Uzak bir mesâfeden geldim. Sana ulaşmak için uzun yollar katettim. Maksadım seninle görüşmekti.” dedi. Bunun üzerine ona; “Nefsinden sefer edebilseydin, uzak kalsaydın, bir adım atman bile kâfiydi.” dedim.
“Hürriyet nedir ” diye soran birisine; “Eğer nefsinin arzularına boyun eğmiş, nefsin dünyâya meyletmişse, malın kölesisin.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmeye teşvik ederdi. Bu hususta; “Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver.” buyurur ve; “En büyük ibâdet, vaktini boş yere harcamamaktır.” derdi.
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur: “Her zaman nefsini suçlamayıp, ona muhâlefet etmeyen aldanmıştır. Nefsine rızâ gözüyle bakan mahvolmuştur.”
Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vâz ve nasî- hatlarından birisinde buyurdular ki: “Allahü teâlâ meâlen; “Câhillerden yüz çevir.” (A´râf sûresi: 199) buyuruyor. Nefs, câhillerin en câhilidir. O halde ondan daha fazla yüz çevirmelidir.”
Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara dünyâ ve âhirette kurtuluşun yolunu göstermek için ettiği sohbetlerinde buyurdular ki: “Nefsinden sıkılan kimsenin gönlü, yüce Mevlâsına bağlanmakla ünsiyet, yakınlık ve huzur bulur.”
Tasavvufta ilk defâ sofî nâmıyla anılan meşhûr velî Ebû Hâşim Sofî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kişinin nefsini güzel edeb ile süslemesi, ehlini terbiye etmeye sebebdir.”
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün, “Allahü teâlânın emirlerine tam teslim olmanın alâmeti nedir ” diye suâl edildi. Cevâbında; “Nefsi, Allahü teâlânın hükümlerinin îfâ edildiği meydana göndermek, ona de- vamlı Rabbimizin râzı olduğu şeyleri yaptırmak, bu hususta çekeceği elem ve sıkıntılarda ona şefkat göstermemektir.” buyurdular.
Yine buyurdular ki: “Nefsini tanıyan kimse, insanların övmelerine aldırmaz.”
“Nefs, ihlâs sâhibini doğru yoldan kaydıramaz.”
Muhyiddîn-i Arabî Fütûhât-ı Mekkiyye isimli kıymetli eserinde şöyle anlatıyor: İnsanlardan birçoğu, bereketlenmek için Ebû Midyen hazretlerine ellerini sürerlerdi ve ellerini öperlerdi. Kendisine suâl edildi ki: “Efendim! Bu hal karşısında hiç nefsinize bir düşünce gelir mi ” Cevâbında buyurdu ki: “Hacer-ül-Esved´e bu zamâna kadar, nebîler, resûller ve velîler el sürüp, onu öptüler. Ona, onu taş olmaktan çıkaracak bir düşünce gelir mi ” Gelmez. İşte ben de bu hükümdeyim. Bana da öyle bir düşünce gelmez.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefis hakkında buyurdular ki: “Nefsine aldanan, şehevî duygularına esir olur. Hevâî arzûlarının zindanına kapatılır ve o kulun kalbi faydalı işlerden zevk alamaz. Kur´ân-ı kerîmi her gün hatm etse bile, ilâhî kelâmı okumaktaki esas tadı bulamaz. Bunun çâresi, nefsin esâretinden kurtulmayı candan arzu etmektir.”
Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sözleriyle ve yaşayışı ile insanlar için üstün örnek bir zâttı. Bir sohbetinde huzûrunda bulunanlara, “Ne dersiniz ben bir kimseye ikram ettiğim, istediğini verdiğim halde o yarın Allahü teâlânın indinde beni kötüler. Fakat ben o kimseye zorluk göstersem, iş yaptırsam, sıkıntıya soksam yarın o Allahü teâlâ indinde beni metheder, över, benden memnun olduğunu söyler.” dedi. Dinleyenler şaşarak bu kimdir diye sorduklarında; “Vallahi o benim nefsimdir.” diye cevap verdiler.
Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsine âit bir şeyi güzel gören kimse ayıplarını ve kusurlarını görmez. Her hususta nefsini itham edenlerden başkası, kendi kusurlarını göremez.”
Yine buyurdu ki: “Kim sözüyle ve işiyle sünneti nefsine hâkim kılarsa, sünnete uyarsa hikmetle konuşmuş ve yapmış olur. Kim nefsine ve arzusuna göre iş yaparsa ve konuşursa bid´at işlemiş olur.”
Büyük velîlerden Ebû Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsini recâ ve ümid ile meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini havf korku ile meşgul eden ümitsizliğe düşer. Bu sebeple insan hem recâ hem havf ile meşgul olmalıdır.”
Büyük velîlerden Ebû Saîd bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsin ve dünyâ sevgisinin zararlarından sakındırırdı. Bu hususta da; “Nefsin ile meşgûl olman, seni Allahü teâlâya ibâdetten alıkoyar. Dünyâya olan merâkın da, âhiret merâkından uzaklaştırır.” buyurdu.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allah bâkî ve kâfidir. O´ndan başkası boştur. O´ndan gayri her şeyden nefsini uzak eyle!”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ yâni şüphelilerden sakınmakta ve riyâzette nefsine muhalefet etmekte gâyet ileriydi. Nefsi şöyle târif ederdi: O, durgun bir suya benzer. Dıştan bakılınca temiz gibidir. Ama biraz tahrik edilip dalgalandırılınca dibinde saklı pek çok mikropların olduğu görülür. Nefsin durumunu anlamak için onu imtihan etmelidir. Hem de mihnet, meşakkatle ve boş arzularına muhâlefet ederek imtihan etmelidir. Herkes nefsine bakmalı, mihnet ve meşakkat ânında ne gibi bir şekil alıyor. Yersiz ve boş arzularını yenebilmek için direnmesini biliyor mu Görmeli ve bilmelidir.
Nefsin içinde gizli hallere vâkıf olmayan kimse ne cesâretle Rabbini tanıdığını iddiâ etmeye kalkar. Çünkü önce nefsi bilmek gerekir. Tâ ki bundan sonra o nefsi yaratan bilinsin.
Cezâyir´de yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Abbâs Müstegânimî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evliyânın önde gelenlerinden Şeyh Muham- med Bûzidî´nin sohbetlerinde kemâle gelip, olgunlaştı. O hocasıyla olan görüşmesini şöyle anlatır: “Bir gün dükkanımıza Şeyh Muhammed Bûzi- dî hazretleri gelmişti. Bir ara bana; “Senin yılanlardan korkmadığını duy- dum. Eline alıp onları tutarmışsın.” dedi. Ben de; “Evet efendim doğru- dur.” dedim. Yine o; “Pekâlâ! Şimdi bir yılan bul getir de huzûrumuzda ona dokun görelim.” dedi. Ben de; “Kolay.” dedim ve oradan ayrıldım. Şehir dışında bir yerden küçük bir yılan yakalayıp önüne koydum. Elim- de onu evirip çevirmeye başladım. Muhammed Bûzidî dikkatle benim ha- reketlerime bakıyordu. Sonra bana; “Pekâlâ bundan büyüğünü getirebilir misin ” dedi. Ben de; “Büyüğü küçüğü benim için birdir.” dedim. O za- man bana; “Ben sana büyük bir yılan söylesem acaba onu tutabilir, o- nunla başa çıkabilir misin Onu tutup, zararından korunabilirsen, sana gerçekten hakîm derim.” dedi. Ben hayretler içinde; “O nerede ” dedim. Bunun üzerine; “O, senin nefsindir. Onun zehrinin şiddeti yılanın zeh- rinden daha çoktur. İşte bu yılanı tutarsan, onu hâkimiyetin altına alır- san, sen o zaman yetişmiş sayılırsın.” dedi ve şöyle ilâve etti: “Evlâdım şimdi âdetin olan şeyleri bu söylediğim şey için yap. Şayet yapabilirsen.” buyurdu. Sonra oradan ayrıldım. Nefsi ve nefs yılanının zehrinden daha şiddetli olan zehrin ne olduğunu düşünüyordum. Daha sonra gidip Şeyh Muhammed Bûzidî´ye talebe oldum. Onun yardımıyla yılandan daha za- rarlı ve şiddetli zehiri olan nefsimin kötülüklerinden korundum. Riyâzet, nefsimin istediği şeyleri yapmamakla onu ıslah etmeye çalıştım.”
Evliyânın önde gelenlerinden Ebü´l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Kur´ân-ı kerîmde; “Zulmedenlere meyletmeyin. Size ateş dokunur (Cehennem´de yanarsınız).” (Hûd sûresi: 113) meâlindeki âyet-i kerîme okundu ve; “Buradaki meyletmeye, nefse meyletme de girer mi ” diye soruldu. O; “Evet, zulüm de nefsin sıfatlarındandır.” buyurdular.
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerliyebilmek için, nefs engelini aşmak lâzım olduğunu düşünüp, kendi nefsine şöyle derdi: “Ey nefsim! Senelerdir, hevâ ve hevesine uygun olarak yiyip-içtin, yatıp uyudun, gezip-gördün, dilediğin gibi yaşayıp, her arzunu tatmin ettin. Ama bundan sonra hevâ, boş faydasız şeylerin hepsini terkedip, hep ibâdet ile meşgûl olacaksın ve bu zamâna kadar, hevâ ve hevesine uyarak, yaptığın şeylerin ve arzu ettiklerinin hiç birisine kavuşamıyacaksın. Bunları yaparken, sabredip tahammül gösterebilirsen çok büyük saâdete kavuşursun. Eğer tahammül edemeyip helâk olursan hiç değilse bu yolda ölürsün.”
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturur ve mübârek dudakları devamlı hareket ederdi. Şu şiiri sık sık söylerdi:
Eğer gönlün benimle olursa,
Yemen´de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Dinle bak Hak ne hoş söyledi.
Zebur´unda Dâvûd´a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurtulasın.
Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,
Zâyi eyle onu her ne dilerse,
Eğer bu işte atarsan riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Eğer anlarsan budur sana ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin murâdından uzak dur.
Düşersen eğer şeytana uzak dur.
Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri “Nefsine biraz istirahat ver, ona bu kadar yüklenme” diyen dostlarına: “Allahü teâlâya kavuşacağım yolu kesemem.” buyurdular.
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsi firenle- mek, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir.”
İstanbul´u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âşık Yûnus´la aynı asırda yaşamış ve onun söylediği gibi şiirler söylemiştir. Tasavvuf yolunda nefsi tanımanın ve itâat altına almanın şart olduğunu bildiren Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu hususta şu şiiri söylemiştir:
Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç cânından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.
Kim bildi ef´âlini,
Ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını,
Sen seni bil, sen seni.
.
Görünen sıfâtındır,
O´nu gören zâtındır,
Gayri ne hâcetindir,
Sen seni bil, sen seni.
Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstagrak oldu,
Tevhîd-i zâtı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kim kendi nefsini, Firavun´un nefsinden daha hayırlı zannederse, kibirli olduğunu göstermiş olur.”
Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli İbn-i Muhayrız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: “Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” dedi. Bunun üzerine İbn-i Muhayrız; “Nefsimi te- mize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığınırım” dedi. Bundan sonra Mısır ku- maşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.
Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir.”
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu ediyordum. Lâkin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, hâlsiz, yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hattâ birçok eşek arısı yaralarına hücûm etmiş, zavallıya ızdırab veriyorlardı. Onun bu çâresiz ve muzdarib hâline acıyarak, yanına varıp; “Bu halden kurtulmak ister misin ” dedim. “Hayır.” dedi. Ben hayretle “Niçin ” dedim. “Sağ sâlim olmak nefsimin arzûsudur. Bu halde olmam ise Rabbimin murâdıdır. O´nun murâdının aksi bir şeyi O´ndan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine râzı olmak, elbette benim için hayırlıdır.” dedi. “Müsâade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar.” dedim. “Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvâs! Sen benim çektiğim sıkıntıları, eşek arılarını boşver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştırmaya bak.” dedi. “Bütün bunları nereden biliyorsun ” dedim. “Allahü teâlâ bildiriyor.” dedi. Sonra izin isteyip yoluma devâm ettim.
Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsinizin arzularını terk edin, üzüntünüz, derdiniz dağılsın.”
Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yüksele- mez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır.”
Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi. Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi. Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:
Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra´ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi. Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine “Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun.” dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et yemeyeceğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.
Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefse ve arzuya uymak, Allahü teâ- lâdan uzaklaştırır. Nefse uymamak ibâdetlerin başıdır.
Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsini hesâba çeker, bir an onu boş bırakmazdı. Basra´nın kuru veya yaş hurmasından yemezdi. Hurma mevsimi geçince; “Ey Basralılar! Benim hâlimi görüyorsunuz. Hurma yememekle bir şeyim eksilmedi. Sizin de hurma yemekle bir şeyiniz artmış değil.” buyurarak nefsini, ibâdeti özler ve yapar hâle getirdi.
Bir gün Basra vâlisi, Mâlik bin Dînâr´a; “Ey Mâlik, bize bu kadar ağır konuşabilmen için sana cesâret veren ve bizi karşı koymaktan âciz bırakan şey nedir biliyor musun Çünkü sen, dünyâya hiç kıymet, değer vermiyor ve bizden bir şey beklemiyorsun.” demiştir.
Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi kendine dövünür; “Ey nefs, hâlis ol ki halâs (kurtuluş) bulasın” buyurur ve ağlardı.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.
Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların, nefsin istek ve arzularından uzaklaşmak için ıssız çöllere çekilmesi, ne kadar şaşılacak bir şeydir. Zîrâ insanların arasına çıkmak, Peygamberlerin sünnetidir.”
Hindistan´ın büyük velîlerinden Muhammed Sâdık (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyurdular ki: Ey oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O´na tutulmuştur. O´nun rızâsını kazanmaktan, O´na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru söyleyici; “Câhillikte en ileride ola- nınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz olur.” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak gibi şeyler görülürse, bun- lar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nef- s-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resûlullah efendimiz; “Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!” buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş, Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldırmazlar.
Kıldan ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
Her kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!
Evliyânın büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bu yolun başlangıcında iken, nefsin âfetlerini görür ve onun gizlendiği yerleri bilir vaziyete gelmiştim. Ona karşı kalbimde dâimî sûrette bir kin vardı. Bir gün boğazımdan tilki yavrusunun çıkardığı ses gibi bir şey çıktı. Allahü teâlâ beni, onu tanır hâle getirdi. Anladım ki o, nefsdir, ayaklarımın altına aldım, çiğnemeye başladım, ama her tekme atışımda daha da büyüyordu. Ona; Hey sana ne oluyor, herşey döğmek ve sıkıntı çekmekle helâk oluyor. Sen ise daha da fazlalaşıyorsun dedim. Bana dedi ki: Benim yaratılışım terstir. Bir şeye sıkıntı ve üzüntü veren bir şey, bana rahat ve zevk verir. Diğer şeylere rahatlık temin eden birşey, bana meşakkat getirir.
Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsini bilene, insanların övmesi zarar vermez. Kendini bilmeyip de insanların medhetmesine kapılanların vay hâline!..”
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; “Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum.” diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: “Ey Râbia, istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz.” Bu sözü işitince; “Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma.” diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; “Bu benim son namazımdır.” diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâ- lâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; “Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın.” diye duâ ederdi.
Tâbiîn devrinde Medîne´de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) gece olunca, nefsini muhatab alır, ona: “Ey bütün şerrin yuvası, kalk bakalım. Allah´a yemin olsun, seni yorgun bir deve haline getirip bırakacağım.” der. Sabaha kadar ibâdet ederdi. Bu sebeple ayakları şişerdi. Bu defâ da nefsine; “İşte böyle olacaksın; aldığın emir bu yoldadır ve bunun için yaratıldın” derdi.
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: “Anamdan bana çok mal kalmıştı. Hemen fukarâyı çağırıp hepsini dağıttım. Kimde alacağım varsa, onları da bağışladım. Ondan sonra da Kâbe´ye gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime “Ey nefs! Artık iflâs ettin, benden isteyeceğin hiçbir şey kalmadı. Zâten isteyecek olsan da, bir şey bulamayacaksın.” dedim.
Kûfe şehrine uğradığımda, nefsim, balık ekmek istedi. Her ne kadar bunu yapmamaya çalıştım ise de, nefsimin arzusu çok şiddetlendi. Nefsimi Mekke´ye kadar incitmeyeyim, diye düşündüm. Şehirde bir un değirmenine rastladım. Değirmenin dolabına bir at koşmuşlar, durmadan buğday öğütüyorlardı. Değirmenciye yaklaşarak: “Bu iş için ata günde ne kadar kirâ veriyorsunuz ” dedim. Değirmenci; “Günde iki akçe ödüyoruz.” deyince, bu işi bir gün de ben yapayım, bana da bir akçe verir misiniz ” dedim. Değirmenci buna râzı oldu. Akşama kadar, nefsime eziyet için dolabı döndürdüm. İşi bırakınca bir akçe aldım. Gidip onunla balık ekmek alıp nefsime; “Her ne zaman benden bir şey isteyecek olursan, sana lâyık olan böyle bir hizmeti gördürür, ondan sonra da mâkul isteklerini yerine getiririm.” dedim.
Yine kendisi şöyle anlattı: “Bir gün çölde giderken, başında sarık ve elinde asâ bulunan pîr-i fânî bir zâtın geldiğini gördüm. Aklımdan “Gâlibâ kâfileyi kaçırmış.” diye geçirdim ve cebimden para çıkararak, ona; “Gideceğin yere ulaşıncaya kadar bununla idâre et.” dedim. Fakat bu zât elini havaya kaldırdı ve eli altınla doldu. Sonra bana; “Sen cebinden alıyorsun, ben ise gaybden.” dedi ve kayboldu. Kâbe´ye varınca tavaf esnâsında o zâtı gördüm, bana: “Ey Sehl! Bir kimse Kâbe´nin cemâlini görmek için yola çıkarsa, onun muhakkak Kâbe´yi tavaf etmesi lâzımdır. Fakat her kim Allahü teâlânın cemâlini görmek için, nefsini ayakları altına alırsa, Kâbe´nin onu tavaf etmesi lâzım gelir.” dediler.
Buyurdular ki: “Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur.”
Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri buyurdu ki:
BAK EY NEFSİM!
O Sehl-i Tüsterî ki, asrının bir tânesi,
Ve Zünnûn-i Mısrî nin, makbûl bir talebesi.
O, üstâdına karşı, gösterdi pek çok edeb,
O hayatta oldukça, konuşmadı, sustu hep.
Kendisine bir suâl, sorsaydı biri dinden,
Aslâ cevap vermezdi, üstâda edebinden.
Lâkin günün birinde, dedi ki: Kardeşlerim,
Dînî bir suâliniz, varsa cevap vereyim.
Dediler: Susardınız, dînî mevzûlarda hep,
Şimdi hikmet nedir ki, ettiniz böyle talep
Buyurdu: Hayattayken, bir kimsenin hocası,
Edebe muhâliftir, dinden ağız açması.
Dinliyenler bu işi, eylediler tahkîkat,
Bildiler ki üstâdı, aynı gün etmiş vefât.
Bir talebesi der ki: Otuz yıl müddet ile,
Devamlı hizmet ettim, ben Sehl-i Tüsterî ye.
Bunca yıl kaldımsa da, yanında gece gündüz,
Yatıp uyuduğunu, görmedim aslâ henüz.
Yatsı namazı için, aldığı abdest ile,
Sabah namazını da, kıldı umûmiyetle.
Ömrünün sonlarında, hasta oldu nihâyet,
Eli ve ayakları, etmez oldu hareket.
Lâkin günde beş defâ, namaz vakitlerinde,
Olurdu âzâları, eski kuvvetlerinde.
Kendisini aynı gün, bâzısı Arafat ta,
Bâzısı başka yerde, görürdü onu hattâ.
Annesinden bir hayli, mal kalmıştı kendine,
Dağıttı tamamını, şehrin fakirlerine.
Ve kimde alacağı, vardıysa tamamını,
Onlara bağışlayıp, helâl etti hakkını.
Sonra da çıktı yola, Kâbe yi tavâf için,
Dedi ki: Bak ey nefsim, dünya ile yok işin.
İşte görüyorsun ki, tamamen ettin iflâs,
Ve sana bundan sonra, âhiret lâzım esas.
Sakın dünyâlık bir şey, eyleme benden talep,
Zîrâ ben muhâlefet, edeceğim sana hep.
Ya sen yola gelirsin, ya yanarsın Ateş te,
Üçüncü şıkkı yoktur, hakîkat böyle işte.
Sonra vardı Kûfe ye, böylece söylenerek,
Lâkin canı orada, istedi balık ekmek.
Baktı ki son derece, istiyor nefsi bunu,
Lâkin hemen yapmadı, onun arzûsunu.
Rastladı biraz sonra, bir un değirmenine.
İlişti sonra gözü, bir dolap beygirine.
Gelip değirmenciye, sordu ki hemen ilkin:
Ne ücret veriyorsun, şu dönen beygir için
İki dirhem deyince, buyurdu ki: Ey kişi,
Ben yalnız bir dirheme, yapayım mı bu işi
Peki olur! deyince, geçti atın yerine,
O gün akşama kadar, su çekti değirmene.
Akşama bir dirhemi, ondan tahsîl ederek,
Gelip o para ile, aldı balık ve ekmek.
Dedi ki: Bak ey nefsim, isteğin oldu, fakat,
Sen de Hak teâlâya, yapacaksın çok tâat.
Benden, günah olmıyan, bir şey istersen eğer,
Bu kadar meşakkate, katlanman îcâb eder.
Eğer günah bir şeyi, talep edersen benden,
Bil ki mahrûm ederim, seni helâl şeylerden.
Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsine karşı olan sevginden dolayı isteklerine rızâ göstermek, onu Cehennem´e atmaktır.”
Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aley- hâ) hazretlerinin kardeşi Yahya´nın, Zeyneb isminde bir kızı vardı. Bu kız dâimâ, halası Seyyidet Nefîse´nin hizmetinde bulunurdu. Şöyle anla- tıyor: “Kırk sene hizmetinde bulundum. Lâkin bir defa uyuduğunu ve bir defa yemek yediğini görmedim. Bir gün kendisine; “Halacığım! Nefsine çok zorluk veriyorsun.” dedim. Bana; “Ben nefsime çok zorluk vermiyo- rum. Nefs çok zorluk çeker, beden çok ibâdet ederse, kurtulmak ümidi çoğalır.” buyurdular.
Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden ibârettir.”
Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir adam, içinde Allahü teâlânın yarattığı her türlü ağacın bulunduğu ve ağaçların üzerinde yaratılan her cins kuşun bulunduğu bir bahçeye girse ve bu bahçedeki kuşlar ona; “Ey Allahın velîsi sana selâm olsun” deseler. Nefs de bundan sükûnet bulur ve gururlanırsa, bu kimse nefsinin elinde esir olur.”
Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasîhatını çok söyler; “Kişi dâimâ nefsine muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir.” buyururdu.
Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Nefsin arzu ve isteklerine “hevâ” denmesi, kimde bulunursa onları Cehennem´e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiplerine de, “Ehl-i hevâ” denmesi, bunlar Cehennem´e düşecekleri içindir.”
Hindistan evliyâsının tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Ey can kardeşim! Senelerce nefs-i emmâreye riyâzetler çektirdik. Buna rağmen onun şerrinden kurtulamadık. Âhirette kurtulmak için, nefsin hîle ve tuzaklarına karşı çok uyanık olmalı, ondan Allahü teâlâya sığınmalıdır.”
Şam´ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: Nefsinin arzu ve istekleriyle mücâdele eden kimse, Allahü teâlâya karşı irfân sâhibi olur. Kalben, halktan kurtulursan, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş, bir olduğunu yakîn olarak anlamış olursun.”
İstanbul´da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) çetin nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teâlâ ona çok ihsanlarda bulundu. Kendisine; “Nefsinle nasıl mücâdele ettin ” denildikte, o; “Ömrüm nefsimle uğraşmak, onu terbiye etmeye ça- lışmakla geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi yaşımdan beri yanım üzerine yatmadım. Ayaklarımı uzatmadım. Daha başka çektiğim riyâzet- lerimi size anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; “Rahatta olalım Hakk´ı bulalım.” dersiniz.” buyurdular.
İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde Şeyh Ebü´l-Vefâ hazreleri; “Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur.” buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir.
Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Yahyâ Muammer Mezûrî İmâ- dî hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri, talebelerinden Abdülvehhâb Sûsî yi İstanbul a gönderdi. Orada devlet büyüklerinden gördüğü iltifât karşısında kibir ve gurûra ka- pılınca, talebelikten tardedildi. Abdülvehhâb Bağdat a geri dönüp Yah- yâ Mezûrî hazretlerine geldi, elini öptü ve yeniden talebeliğe kabûlü için Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine iltimasta bulunmasını istedi. Yahyâ Mezûrî de, hocasının huzûruna geldi ve Abdülvehhâb ın affını arzetti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; Emir benim elimde olsa affederim. Lâkin sil- sile-i aliyye-i Nakşibendiyye nin hepsinin rûhâniyeti, Abdülvehhâb ı tale- belikten tard eylediler. Ancak sakalını traş, yüzünü kara edip bir merkebe ters biner, sokak ve pazarda bu hâl ile kendisini teşhir ederse o zaman belki meşâyıhın rûhları affederler. buyurdu. O zaman Şeyh Yahyâ; Ey hocam! Abdülvehhâb nefsine böyle yük yükleyemez, müsâade et, onun adına ben yapayım da Abdülvehhâb affoluna ve ben nefsimi müslümân- ların ihtiyâcı için fedâ edeyim. dedi. Mevlânâ Hâlid ağlayarak Yahyâ Mezûrî´nin boynuna sarıldı. Berâberce bir hayli vakit ağladılar. Sonra Mevlânâ Hâlid nâfile namaza durdu. Yahyâ Mezûrî de kendi dergâhına gitti. Orada bekleyen Abdülvehhâb a; Kimseyi kötüleme! Ancak kendi nefsini kötüle! buyurdu. Abdülvehhâb mahrûm ve hüsrân olarak oradan ayrıldı.
Evliyânın meşhûrlarından Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır: İlk gün- lerimde hep Lâ ilâhe illallah derdim ve bundan hiç gâfil olmazdım. Bir gün nefsim bana dedi ki: Senin Rabbin kim Ben de; Benim Rabbim Allahü teâlâdır. dedim. Bunun üzerine nefsim bana; Senin Rabbin be- nim, çünkü sen, bana kulluk yapıyorsun. Kimin emrine tâbi oluyorsan, o- na kulluk yapıyorsun. Sana, beni doyur diyorum, yiyorsun. Uyu diyo- rum, uyuyorsun. Yürü diyorum, yürüyorsun. Benim emrettiğimi dinliyor- sun. Al dediğimi, alıyorsun. Sen benim her emrimi yerine getiriyorsun. Öyleyse sen bana kulluk ediyorsun, benim emirlerime tâbi oluyorsun. dedi. Bunun üzerine bir müddet iyice düşündüm. Sonra basîretim açıldı ve bana; Allahü teâlânın emirlerine uy, nefse karşı muhâlefet et. Uyu derse; Allahü teâlâ, sâlih amel işleyenler için meâlen; Onlar, geceden pek az (bir zaman) uyuyorlardı. buyurdu. (Zâriyât sûresi: 17). Ben de böyle yapan sâlih kullardan olacağım de! Nefsin sana ye derse, Allahü teâlâ meâlen; Yiyiniz, içiniz, isrâf etmeyiniz (A râf sûresi: 31) buyurdu de! Sana yürü diyerek, gurûr ve kibirle yürümeni isterse, Allahü teâlâ meâlen; Yer yüzünde kibirle ve böbürlenerek yürüme… (İsrâ sûresi: 37) buyurdu de! Nefsin bir şeyi almanı isteyince de, ona de ki: Allahü teâlâ meâlen; Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de onu açıp isrâf etme… buyurdu. (İsrâ sûresi: 29). Bunları yapınca neye kavuşurum dedim. Müt- tekîlerden, âriflerden ve sıddîklardan, Rabbine kulluğunu tam yapanlar- dan olursun. denildi.
Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Nefsin aldatmasına, dünyânın yalancı ve geçici tadına kapılan, hayrın tadını alamaz. Yabancılarla berâber olmak, bu yolda yürüyenler için felâkettir.
Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) şöyle anlatır: Ey insan, bir gün sabahtan akşama kadar nefsinle harb et. Neler zâhir olacağını bir gör. Merd, nefsinde bir eksik görüp de onunla harb edendir.
Mısır da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on sene canı mahallî bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine, Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen. deyince, Zünnûn-ı Mısrî hazretleri; Ey Nefs! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur ân-ı kerîmi hatim edersen, sana bu yemeği veririm. dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Tabaktan bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. Niçin böyle yaptın deyince; Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koydum. cevâbını verdi.