İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid´atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; “Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun.” (E. Ans. c.1, s. 13)
Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlul- lah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazî- feli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun tevec- cühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. (E. Ans. c.1, s. 13)
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; “Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A´zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler.” demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükem- mil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 14)
Tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâ- de etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir. (E. Ans. c.1, s. 15)
En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden H.638´de Şam´da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır. (E. Ans. c.1, s. 15)
Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; “Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhâne- hüdür.” demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; “Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetiş- miş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir.” demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olur- sa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri, “Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâ- lâya yalvarmalı ve duâ etmeli.” tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi hazretleri; “Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır.” demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; “Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyi- dir.” demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir. (E. Ans. c.1, s. 15)
Karabağ´da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muham- med hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. “Bîat etmek herkesin kârı değildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı değildir.” dedi. Fakat o, ısrarla talebeliğe kabûl etmesini isteyerek; “Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız.” dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzeri- ne kabûl etti ve; “Haramlardan dâimâ sakın ve ihtiyât üzere ol, yoksa pişmanlık çekersin.” dedi. Bu kimse bîat edip talebesi olduktan sonra ti- câret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para kazanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî´yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böy- lece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Na- mazdan sonra sebebini sorduklarında şöyle dedi: “Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin´de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın içinden kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlarken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kızarak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti.” dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; “Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem´e gider.” buyurdu.
Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğunun altında yıkanmamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!” buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; “Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkadaşım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım.” diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; “Molla Muhammed! Bizim hizmetçiler oduna gidecekler, git onları gönderiver.” dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.
İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolculukları sırasında içlerinden biri; “Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kızını bana nikahlar.” dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; “Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder.” dedi. Üçüncü arkadaşları da; “Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah´ın evinde misâfir eder.” dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; “Bugün misâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; “Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın.” dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra büyük oğlu Velî Muham- med´e; “Pilavı eniştenin önüne koy.” diyerek, yolda, mürşid-i kâmil ise kı- zını bana verir diyen talebeyi gösterdi. “Bal da getir.” dedi ve sofrayı kur- durdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebelere; “Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetirebilir mi ” buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Fey- zullah´ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; “Molla Feyzullah´ın bir- kaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin.” buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışlarına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.
O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; “Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet mührünü göstersin.” diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed hazretleri bu âlime; “Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin.” dedi. O da kabûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed hazretlerine; “Bir vâz da siz yapınız, biz dinleyelim.” dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin anlattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. “Sen de aynen benim söylediklerimi söyledin. Benim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir ” dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: “Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sözünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi dokunur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz. Fakat biz naklederken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklederiz. Demiş ile dedi arasında fark vardır.” Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; “Eğer mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü bana göstersin.” diye düşünürsün ve bunu istersin ” dedi. Bundan sonra da söze devâm edip; “Bize darılmayınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını yemişsin. Karlı soğuk sularını içmişsin, kalbin kazan karasından daha ziyâde kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır.” deyince, o âlim insafa gelip; “Elhamdülillah sizi görmekle şereflendik. Bizim “demiş” sözümüz bundan sonra sizin dediğiniz gibi “dedi” olsun. Ama mühr-i nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle kalkar mı Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine getiririm.” deyince; “Sen yaşlısın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi namazından sonra talebelerin zikrettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü. Kendinden geçip zikretmekte olan talebelerin arasına gitti. Onlarla zikre başladı. Zikir sırasında talebeler neden yavaş yavaş zikretmiyorlar, böyle yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed hazretleri talebelerine; “Zikri yavaş yavaş yapsanız olmaz mı ” dedi. O kimse bu sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed hazretlerinin elini öptü ve; “Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz. Fakat benim kalbimden geçeni söylediniz. Anladım ki zikri ne sûrette yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hususlar varmış, özür dilerim” dedi.
Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri buyurdular ki: “Hind beldesinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder.”
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “İnsanlara rehber o- lan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren âlimler, usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yaka- larlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huyla- rına göre tâliblere gereği gibi muâmele ederek, teslimiyyet makâmına u- laştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar.” Yine buyurdu ki: “İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbi- liyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yü- künü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” buyrulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun ak- sine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i seniy- yeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dik- katli davranmalıdır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun.”
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay, kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır.
İstanbul da yetişen evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar beldesi olan bu fâni dünyâ âlemine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler, yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuşmuştur. Allahü teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve muhabbet gibi şeytanın aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkede- mez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur. Mür- şid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlike- lerini görüp anlamıştır. Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söy- leyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır. 2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ahlâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini kendine nîmet bil.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra, Medîne-i mü- nevvereye ziyârete geldi. Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle ora- dan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendi- mizi baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır: İlk zamanlar mağarada ka- lırdım. Bir gün Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için mağaradan çık- tım. Kabr-i şerîflerine varıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Bunun üzerine Resûlullah e- fendimiz; “Ey benim makbul oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana verildi. Allahü teâlânın izniyle seni cümle velîlerin önderi kıldım. Allahü teâlâ se- ni kabûl eyledi. Bundan sonra senin için vâsıtalar kaldırıldı. Gözünü yum ve Hakk´ın kudretini müşâhede et.” buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin kabrinin yarıldığını gördüm. Yanında biri sağında biri solunda duran yeşil elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin heybetinden nere- deyse aklımı kaybedecektim. Mübârek dedem elini yüzüme sürdü. Kal- bim rahatladı. “Biri Cebrâil biri Mikâil´dir, korkma! Gözünü yum kulağını aç! Babana telkin ettiğimi sana da edeyim.” buyurdu. Elimi eline alıp, ba- na tövbe ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar aynen hatırıma nakşolundu. Sonra başını kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah buyurdu. Ben de tekrar et- tim. Bana; “Ey oğul! Sana bunları okudum ki, sen dahi benim gibi oku- yup, benim telkinim gibi telkin edesin. Bu zikri işâret eyledim. Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları bununla terbiye ederler. Dereceleri katetmek bununla müyesser olur.” buyurdu. Bundan sonra bana perdeler açıldı. “Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur. Senin sırrın benim sırrımdır. Seni seven beni sever. Senden tövbe eden benden tövbe et- miştir. Var git ümmetimi tarîkine, yoluna dâvet et.” buyurdu. Bunun üze- rine ben; “Ey dedem! Benim tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var mıdır Bunları bildirin de insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet etsinler.” dedim. O zaman Peygamber efendimiz; “Ey oğlum! Bu yola girene ne vereyim.” buyurdu. Ben yirmi üç şey istedim ve; “Eğer Allahü teâlâ kabûl buyurursa, bana bildirilsin.” dedim. Âniden dedemin sağında duran Cebrâil aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ selâm ediyor. Dostum Ali, talebeleri ve tarîkine girenler hakkında ne dilerse ona ihsân ettim, buyurdu.” dedi. Bunları duyunca dedem sevincinden tebessüm etti.
Ali Semerkandî hazretlerine ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve talebeleri dünyâda nâmerde muhtâc olmasın, 2) Şeytan şerrinden, kötülüğünden emin olsunlar, 3) Şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4) Zâlimlerin şerrinden emin olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin olsunlar, 6) Düşmanın hîlesinden muhâfaza olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılmasınlar, 8) Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar, 9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında makbûl olup, kıyâmet gününde yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara ibâdet ve tâatın lezzetini versin, 11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan şerrinden muhâfaza olsunlar, 12) Sıdk ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın, 13) Âilesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yoluna girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu yola fakir bir kimse girerse, kimseye muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur. Zengin bir kimse girerse, Allahü teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son nefesinde kevser şarabını içip, dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet´e kanmış o- larak girer, 17) Bu yola giren kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur, 18) Kabirde Münker ve Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından kurtulur, 20) Mahşerde Burak´a binmiş olarak gelir, 21) Kıyâmet gününün sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd´ın gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet´e hesâbsız ve azâbsız ilk girenler ile girer, 23) Peygamberler ve evliyâdan sonra, ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.
Daha sonra Peygamberimiz buyurdu ki: “Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ et.” Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin bu emrine hem çok sevindi, hem de O´ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu için; “Başüs- tüne.” deyip elindeki asâyı Anadolu tarafına fırlattı. Asâ, Seyyid Alâed- dîn´in bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak, Lârende, Karaman bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle, yanında evliyânın rûhları ile berâber, kısa zamanda Karaman´a asâsının düştüğü yere geldi. Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Karamanlıları Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışmaya başladı.
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî hazretleri sözleriyle ve halleriyle Allahü teâlânın kullarına ışık oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebeleri; “Hocam, mürşid kime denir ” diye sordular. Bunun üzerine; “Kitâbul- laha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir.” buyurdu.
Bir de; “Şerîat ilimlerini bilir. Kur´ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Alla- hü teâlânın kitabı ile amel eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâ- met üzere, dosdoğru) olmak lâzımdır.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyururlardı ki: “Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır.”
Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdiklerine: Üstâd; tâliblere tövbe ve istiğfârı ve yolun edeplerini öğretmek için lâzımdır. buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden Ya kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir eserinde şöyle anlatmıştır: Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; O peygamberler Allah ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü… (En âm sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd da, Şeyh Seyfüddîn in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini ümid ederim. Yine nakledildi ki; Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sıdk, doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz. buyurdu.
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından kork- tum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile berâber kıldım. Namazdan sonra; Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun. buyurdu.
Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî ye kadar gösterdi. Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum. İcâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; Sana tarîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuşmana sebeb olur. buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân da bulunuyordu. Bana bir mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından son- ra memleketime döndüm.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan birisi şudur: “İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması.”
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kur´ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah´ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah´ın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah´a uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah´a uymakta gevşeklik eden, O´nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!”
Yine buyurdular ki: “Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur.”
Konya´da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini´ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ´nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya´nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip, ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları sohbet bu- yurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi Hüsâmed- dîn´in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ´ya; “Efendim! Çelebi Hüsâ- meddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik ” deyince, Mevlânâ da; “Hüsâmeddîn bağdadır.” buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak; “Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın sevdiği, ey canım, ey oğ- lum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn.” buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldik- ten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unu- tamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; “Acabâ hoca- mın, Çelebi Hüsâmeddîn´e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir Yoksa bir teklif midir ” diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâ- meddin, Muînüddîn Pervâne´nin kulağına eğilerek; “Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme.” dedi.
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâ- cı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbi- ye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez.”
Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nakletmektedir.
“Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî´nin hizmetinde bulunmakla şereflendim.
Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâ- de etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; “Hâcetin, ihtiyâcın nedir ” diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; “Ey tecrübesiz çocuk! Sana ik- râm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum.” Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim.”
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!”
Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarlarından biri anlatır: “Amcamla berâber Haleb´e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; “İç!” dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâ- m´ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! “Kalk ve buradan çık!” dedi. Yük- sekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; “Bunu kim yaptı ” diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; “Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun.” dedi.”
Anadolu´da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
“Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih´in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me´zûn kıldım.”
“Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır.”
“Molla! Ben Fakîrullah´ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim.”
“Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin.”
“Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin.”
“Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin.”
“Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür.”
“Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir.”
“Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin.”
“Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim.”
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazretleri yüksek hocaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâlib- lere ilim ve feyz kaynağı olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı ol- maktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn´in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn´den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm´ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn´i çağırarak; “Bunları büyükler yoluna aldınız mı Almadınız mı ” diye sordular. Kerîmüddîn; “Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım.” diye arz edince, İmâ- m-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; “Benim dilim, Şeyh Kerî- müddîn´in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz.” buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn´e verdi.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, “Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır ” denilince şöyle buyurdu: “Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mü- câhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü; talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret edilip, hal çâreleri gösterilir.”
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid´at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer.”
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbetinde buyurdular ki: “Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur´ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir.”
Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rah- metullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi görmeyi tercih ederdi. Yemeğini kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok temiz idi. Geceleri ibâdetle geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder- di. Zengin, fakir herkese aynı davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde, ziyâretine giderek nasîhat istedi. Ona buyurdu ki:
“İrfan ehli kimselerin, zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi olmaması lâzımdır. Zamânımızda tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni dinsizliği birbirinden herkes ayıramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et. Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudûdunu gözeten, emirleri ve yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı, dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uymaktır. Tarîkat ve hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed´in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının hükümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kimsenin, İslâmi- yetin emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile görsen onu hemen terket.”
En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: “Ben hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı A´zam hazretlerinin yanında iken, annem çıka geldi ve; “Ey oğlum! Sen onunla bir değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın” dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı A´zam talebesi arasında beni göremeyince çağırttı ve; “Seni bizden ayıran sebep nedir ” buyurdu. Ben de; “Geçim sıkıntısı efendim.” dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan birçok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; “Bunları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma.” buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arzetmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve karşılıklar versin.”
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: “Bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce´yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend´e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm´la Serhend´e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; “Serhend´e gitme hazırlığını yaptın mı ” buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend´e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce celâllendi ve; “Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz” buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: “Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend´e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır.”
Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; “Geri dön! Hazret-i Hâce´nin hizmet ve huzûruna git! Ser- hend senin evindir, ama henüz Serhend´e gitme vaktin gelmedi” buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah´ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce´nin vefâtında yanın- da idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakî- katını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi.”
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında alışveriş işlerini gören Ali Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye düşünmüştü. Bir gün huzûruna girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan hocası Mustafa Sâfî hazretleri; “Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân buyurmuştur. Sen oku!” buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde en yüksek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar okuyup tahsîlini tamamladı, âlim oldu.
Mustafa Sâfî Efendi hazretleri son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçirirdi. O derece tevâzû sâhibi idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk arasına fazla çıkmazdı. Talebelerine o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez zannederdi. Talebeleri gördükleri rüyâları arzettiklerinde; “Var çalış bunlar bir şey değildir.” der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi. Talebelerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini incitmez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir medhedilirdi. Sohbetine gelenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.
Âdetleri şöyle idi ki; her sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler anlatırdı. Şöyle buyururdu: “Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğrenebilir. Lâkin tasavvuf ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez. İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek isteyen kimse, gevşekliğe düşer, tasavvuftan tad alamaz.
Hindistan´da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl´e gitti. Vazifeye başladığı sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki: “Her nerede bulunursanız bulununuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz. Mübârek olsun! Bu fakîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın. Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir. Dervişlik, gönlünü toparlayıp, kul olduğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık getirmemek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmektir. Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şükrünü yapmak ancak şöyle olabilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O´nun râzı olduğu şeye sarfetmektir” buyurmuştur.
İstenmediği hâlde, Allahü teâlâ tarafından maddî bir nîmet gelirse, bunu kabûl etmeli, sıkılmamalıdır. Çünkü istenmeden gelen şeyler tevekkülü bozmaz. Hele bu zamanda gönül dağınıklığını giderir. Fakat, maddî şeylere gönül vermemenin elbette mühim şart olduğu unutulmamalıdır. Tevekkül, gönül huzûrunu temin eder. Tasavvuf ehlinin sermâyesi de işte bu gönül huzûrudur. Allahü teâlâ Resûlullah´ın sünnet-i seni- yyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi etmez.
Bu mübârek yolu öğretmekle, bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz. Vakitlerinizi bunlara sarfetmenin, size dünyâ ve âhiret saâdetlerini temin edeceğini iyi biliniz. Her sabah büyük âlimlerin isimlerini söyleyiniz, etrâfınızda bulunanlara da böyle yapmalarını, duâ ederken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek duâ etmelerini söyleyiniz.
Cenâb-ı Hakk´ın rahmetinden ümidli olunuz ve O´ndan gayrısından bir şey beklemeyiniz. Çevrenizde dinsizlerin çıkardıkları fitnelerden endişe etmeyiniz. Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ benim dostlarımı zarara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm.”
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Mu- hammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgul olanları seyretme- sinin sebebi nedir diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: “Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum.”
Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl´in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî´nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî´den beş fersah (30 km kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmas´a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemâle ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazifesi yaptı. İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklan- masını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
Seyyid Emîr Külâl hazretleri bir gün, talebeleri ile oturmuş sohbet ediyordu. Bu sırada içeriye güzel yüzlü bir genç girdi. Hiçbir şey söylemeden oturdu. Orada bulunananlar, onu hiç tanımıyorlardı. Bir ara Emîr Külâl hazretleri ona bakıp; “Tamâm oldu mu ” dedi. Gelen genç de; “Bir açıklık kalmıştı, o da tamamlandı.” dedi. Gelen genç biraz oturup, gitmek üzere kalktı, bir şey söylemeden kapıya doğru yürüdü. Orada bulunanlardan bir kısmı, gencin yanına koşup, yakalayıp konuşmak istediler. “Sen kimsin Gelince bir şey söylemedin ve giderken müsâade istemedin. Emîr Külâl´e; “Bir yer kalmıştı, o da tamamlandı.” dedin. Bu hâlin ne ve bu sözün mânâsı nedir Bunları bize açıkla ve kendini tanıt.” dediler. Bunun üzerine genç, “Ben, Rûm vilâyetindenim ve Emîr Külâl´in talebelerindenim. Bizim memleketimizde bir câmi yapılıyordu ve bu câmi inşâsı ile Emîr Külâl hazretleri ilgileniyordu. Bitince haber vermemizi emretti. Câmi tamamlandı, ben de haber vermek üzere geldim.” dedi. Bunları dinleyince, çok şaşırıp; “Nasıl olur Biz onun talebeleriyiz ve hocamız Rûm diyârına gitmedi.” dediler. Gelen genç; “Ben de onun talebesiyim, her gün arkasında namaz kılarım. Bizim memleketimizde çok talebesi ve tanıyıp seveni vardır.” dedi. “Peki girince neden selâm vermedin ve giderken neden izin istemedin ” dediklerinde; “Bunları kalben söyledi.” dedi. Ayrılırken de; “Bizim karşımıza mühim bir iş çıktığı zaman, Emîr Külâl hazretleri gelir. Bizim memleketimizde, sizin burada olduğundan daha meşhûr ve daha çok tanınıp sevilmiştir.” dedi. Bunları dinleyen talebeleri, Emîr Külâl hazretlerinin tasavvuftaki derecesinin yüksekliğini ve tasarrufunun çokluğunu görüp, ona sevgi ve bağlılıkları kat kat arttı.
Velîlerin önde gelenlerinden Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) Şirvan Sultanı Kara Halil in akrabâsı idi. Sultan ona bey- lik verdi. Bir müddet idârecilik yaptıktan sonra Allahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile dünyâ malını ve makâmını terk edip, kendini Allahü teâlânın yoluna adadı. Önce Muhammed Rukiyye nin sohbetlerine devâm etti. Sonra da evliyânın büyüklerinden Dede Ömer Rûşenî nin talebesi oldu. Kendisinden yüksek mânevî ilimleri öğrenip icâzet aldı.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî idi. Fakat Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşarak, Levh-i mahfûz ona gösterildi. Pekçok âlim, müşkillerini ona gelip sorardı. Zîrâ o, Allahü teâlânın ihsânı ile âlim olmuştu. Yanına gelen büyük âlimler onu görünce, kendilerini deryâda bir damla su gibi görürlerdi. Mevlânâ Şâh Kubâd ın bütün evlâdı ve torunları âlim, fâzıl ve sâlih birer zât oldu. Beydâvî Tefsîri ne hâşiye yazan Allâme Sadrüddîn- zâde onun torunlarındandır.
Şâh Kubâd hazretleri ümmî olduğu hâlde, ibâdet ile alâkalı meseleleri çok iyi bilirdi. Âlimlere hatâlarını söylerdi. Ben bir ümmî kişiyim. Fakat bu meseleyi şöyle bilirim. diyerek, o âlimin hatâsını dolaylı yoldan söylerdi. Yanına gelen birçok büyük âlim, onun büyüklüğünü kabûl ederek yanından ayrılırdı.
Abdülmecîd Efendi isminde müftülükten ayrılmış ve halktan uzlet edip uzaklaşmış bir zât vardı. Dağlarda dolaşır, nice hârikalar gösterirdi. Herkes onu büyük bilir ve îtibâr gösterirdi. Lâkin Abdülmecîd bir büyük zâta tâbi olmamıştı. Şâh Kubâd hazretleri için de iyi konuşmaz; O üm- mî, okuma yazması olmayan biridir. Nasıl insanlara rehberlik yapabilir Doğru yolu nasıl gösterebilir derdi. Şâh Kubâd a, Abdülmecîd Efendi- nin hârikalar gösterdiğinden bahsedilince; Keşf ve kerâmet, hârikâlar riyâzetler yâni nefsin istemediklerini yapmakla hâsıl olur. Kişiye lâzım olan mârifetullaha, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşmaktır. Mârifetullah ise, bir Allah adamını, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberi tanımakla olur. Şimdi Abdülmecîd i irşâd edelim. buyurdu. Sonra Abdülmecîd Efendinin kaldığı dağdaki mağarasına vardılar. Onu bulup sohbet ettiler. Bu sırada Abdülmecîd Efendi kerâmet göstermek istedi. Lâkin muvaffak olamadı. Bu esnâda Şâh Kubâd onun kulağına eğilip; Yâ Allah! dedi. Bunun üzerine Abdülmecîd Efendiyi bir hal kapladı. Kendinden geçip yere düştü. Şâh Kubâd da talebeleri ile berâber dergâha döndü. Abdülmecîd Efendi, uzun müddet o halde kaldıktan sonra kendine geldi. Şâh Kubâd hazretlerinin gittiğini görünce, kalkıp doğru şeyhin evine gelip kapısını çaldı. Şâh Kubâd, kimdir, dediğinde; Molla Abdülmecîd dir. cevâbını verdi. Şâh Kubâd; Burası medrese değildir. Sen müftî bir adamsın. Biz ise ümmî bir kişiyiz. dedi ve kapıyı açmadı. Bir müddet geçtikten sonra Molla Abdülmecîd kapıya yine vurdu. Şâh Kubâd içerden yine, kimsin, dedi. Molla Abdülmecîd bu defâ da; Şeyh Abdülmecîd. cevâbını verdi. O zaman Şâh Kubâd içerden kendisine; Bize şeyh lâzım değildir. Siz dergâhlara gidin. dedi. Şeyh Abdülmecîd çâresiz kalıp artık kapıyı vurmadan beklemeye başladı. Biraz sonra Şâh Kubâd kapıyı açtı. Şeyh Abdülmecîd i içeri alıp, kendisini kabûl etti. Şeyh Abdülmecîd bir müddet Şâh Kubâd ın yanında yetişip icâzet aldı.
Hindistan ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretlerine, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı bir mektupda şöyle demektedir: Mektubuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektubunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risâleyi aldım. Çok memnûn oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, insanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz sizden çok memnûnuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoşnûd olsunlar. Mânevî üstünlüklerinizle nice kimselerin güzel ahlâka kavuşmasına sebeb olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı Şerîf, Avârif, Te arruf, Nefehât-ül-Üns ve fıkıh kitapları mecli- sinizde okunsun. Bâzı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risâlenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakk ı arayanları da kendi yoluna, dînine kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilik- leri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim.
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; “Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun ” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.
Büyük velîlerden Abdülbâki Efendi; Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin şu sözlerini dilinden düşürmezdi:
Gel ey kardeş Hakk´ı bulayım dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz
Resûlün cemâlin göreyim dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Niceler gittiler mürşid arayı
Arayanlar buldu derde devâyı
Bir kez okur isen akdan karayı
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
İstanbul da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultanahmed Câmiinde vâz verirken şu şiiri söyledi:
Mürşid-i kâmil, mürîdi, evvel ehl-i hâl ider,
Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider,
Nice yıllar sa´y ile eremediği menzillere,
Bir nefesle mürşid-i kâmil onu îsâl ider.
Hindistan evliyâsından ve Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü en güzel, talebesi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri meşhur dîvânında şöyle anlatmıştır: “Mübârek hocam karanlık ufukları aydınlatıp, mahlûkâtı dalâletten hidâyete kavuşturmaya vesîle oldu.
O, hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi, yüksek hâller ve kerâmetler hazînesidir.
O, hilmde yer, vekarda dağlar, ziyâ bakımından güneş, yükseklikte semâ gibidir.
O, Dîn-i İslâmı en güzel bilen bir kaynak, irfân mâdeni, mahlûkâtın yardımcısı, iyilik ve ihsân menbaıdır.
O, Allahü teâlâya kavuşturucuların kutbu, evtâdın rehberi, mahlûkların gavsi (yardımcısı), ebdâl isimli Hak âşıklarının maksadı, hedefidir.
O, mahlûkların şeyhülislâmı, müslümanların baştâcı, büyüklerin reisi, müşkillerde mürâcaat yeridir.
Gizli bir rehberlikle en iyiye götürücü, en iyi yol göstericidir. Bütün gücü ile insanları Allahü teâlâya dâvet edici, çağırıcıdır.
O, âlemlerin Rabbinin sevdiği bir kuldur. Kim onun gösterdiği doğru yoldan giderse, sen o kimseye; “Ey emsâllerine rehber olan zât!” diye hitâb et.
Nefs hevâsının bukağısıyla bağlanmış nice câhilleri, o, bir nazarla, teveccühle nefsinin elinden kurtarmıştır.
Nice kâmil velîler, ondan yüz çevirdiği gibi yüksek hâllerden ve mârifetlerden mahrûm kalmıştır.
Onun yüksekliğini inkâr eden nice kimseler helâk olmuş, Allahü teâlânın şiddetli azâbına yakalanmıştır.
O, noksan olanların kemâle gelmesine vesîle olan, bütün kemâl ehlinin de noksanını tamamlayandır.
Şânı yüce Allahü teâlâ, onu, azamet ve heybet kubbesi altında gizlemiştir.”
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mür- şid-i kâmilin, yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin mübârek cemâlini gör- mek ve sohbetine kavuşmak en büyük ganîmetlerdendir. Onların güzel cemâli ve sohbeti her zaman ele geçmez. Onu elden kaçırmamalıdır. Arafat dâimâ olur, fakat onlar dâimâ bulunmaz. Bu büyük ganîmeti lâyıkıyla değerlendirmeli, nîmetin kıymetini bilmelidir.”
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Seyyid Abdullah-ı Şemdînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük â- lim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müced- didî, Hâlidî kolunun önde gelen temsilcisidir. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî´nin amcasıdır.
Şemdinli´de dünyâya gelen asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Şemdînî, küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamânının usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten sonra, Irak´ın Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgûl iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tahsîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alâka duymaya başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı mânevî feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zâtı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî aldığı bâzı mânevî işâretler üzerine Hindistan´a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şem- dînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ona; “Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız.” dedi. Nihâyet Hindistan´a gitmek üzere Süleymâniye´den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolcu- luktan sonra Hindistan´a ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak olduğu fazîlet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine yük- seldi. Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, in- sanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağ- dâd´a gönderildi.
Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd´da feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.
Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd´da kaldıktan sonra Süleymâniye´ye dönen Mevlânâ Hâ- lid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ´nın Hindistan´da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyâ- lık güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun önde gelen ta- lebelerinden oldu. Bâzı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretle- rinin talebe yetiştirmek husûsundaki mahâretinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mev- lanâ hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, kardeşi Seyyid Ahmed Gey- lânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî´yi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağ- dâdî´nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara, Bağdâd´a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdînî talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye´ye dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî´yi de Şemdinli´ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına yerleşti. Nehrî´de medrese, tekke ve zâviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak´ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânın ve İslâm âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aşîretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aşîretlere, anlayacakları şekilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onun hakkında Seyyid Tâhâ-i Hakkârî´ye; “Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusûr yoktur. Yalnız kusûru, onun münkiri yâni karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır.” buyurdu.
Yine buyurdu ki:
“Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ´dan üstün tutmayınız.” Es- hâbı; “Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz ” diye arz ettiklerinde; “Onlar şehzâdelerdir. Pâdişâh olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgûl olan ve böyle yüksek bir vazîfenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbî, şah olacak şehzâdeden üstün olabilir mi ” buyurdular.
Berdesûr kasabasında bir medrese yapıp, müderrislik yapan ve mezunlar vermeye başlayan yeğeni Seyyid Tâhâ, arada bir huzûruna gelir, sohbetinde bulunurdu. Her defâsında kendisine tasavvuf yoluna girmesi söylenir, o da; “Bir gün inşâallah o da olur.” der ve kendi kendine; “Peygamberlerin, âlimlerin ve evliyânın hep düşmanları, hasetçileri, sevmi- yenleri olmuştur. Amcam, dedikleri gibi büyük evliyâdan olsa, muhakkak hasetçisi, düşmanı, çekemeyeni olurdu. Hele bu âhir zamanda ve kıyâmetin yaklaştığı, hakîkatın unutulup, bid´atin revâc bulduğu böyle bir devranda acaba niçin hiç büyüklüğünü inkâr eden düşmanı yoktur ” diye düşünürdü. Bir gün Berdesûr´da çarşıda birisinin, amcasının aleyhinde konuştuğunu gördü. Bunun üzerine; “Sevmeyeni, kabûl etmeyeni olduğuna göre, evliyâdandır.” deyip, Nehrî´ye geldi. Amcasına teslîm olup, bir müddet istifâde etti. Sonra Mevlânâ´nın dâveti üzerine Bağdâd´a gitti, orada kemâle geldi.
Ömrünü ilim tahsîl etmeye, İslâmiyeti öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pekçok kerâmetleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdînî hazretleri H.1228 senesinde Şemdinli´nin Nehrî kasabasında vefât etti.
Hindistan evliyâsından Abdullah-ı Şüttârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) nefsinin isteklerini yapmamakta çok azimli olduğundan hocası tarafından “Şüttâr” lakabı verildi. Şeyh Muhammed Ârif, tasavvuf yolunda iyi bir şekilde yetişen Abdullah-ı Şüttârî´yi; icâzet, diploma vererek, halka doğru yolu göstermesi için Hindistan´a gönderdi ve; “Vardığın yerde şeyhlik yapanlara şöyle söyle: “Sâhib olduğunuz ilimden beni faydalandırınız. Bu hususta bana cömerdlik ediniz. Eğer bana verecek bir şeyiniz yoksa, ben sâhib olduğum ilmi sizden esirgemem.” buyurdu.
Hindistan´a gitmek üzere yola çıkan Abdullah-ı Şüttârî ilk olarak Ban- kipûr şehrine uğradı. Burada yaşayan velî zâtlardan Şeyh Mahdûm Hü- sâmeddîn, Râcî Seyyid Hâmid ve Şâh Seyyid bir yerde oturmuş sohbet ediyorlardı. Abdullah-ı Şüttârî´nin geldiğini duyunca, Şeyh Hüsâmeddîn; “Şeyh Abdullah misâfirdir. Bizler ise ev sâhibi olduğumuzdan onu zi- yârete gitmemiz münâsib olanıdır.” dedi ve yola çıktılar. Onların geldiğini haber alan Şüttârî misâfirlerini çadırın dışına çıkıp karşıladı. Şeyh Abdul- lah onlara; “Bana bir şey lutfedin, ben Hakkın tâlibiyim. Yoksa ben hoca- larımdan öğrendiklerimi size anlatmaya hazırım.” dedi. Şeyh Hüsâmed- dîn tam bir tevâzû ile; “Bir şeyim yok ki, bu hususta sana bir şey vere- yim. Hocalarımdan öğrendiklerimin henüz mütâlaasını bitirmedim. Fakat sizden bir şeyler öğrenmek isterim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah-ı Şüt- târî; “Elhamdülillah Hindistan´da kâmil bir ârif gördüm.” dedi.
Abdullah-ı Şüttârî, daha sonra yoluna devâm ederek Canpûr şehrine gitti. Orada meşhûr oldu. Devlet ricâli ve birçok ilim tâliplisi sohbetlerinde bulundu. Abdullah-ı Şüttârî´nin bir kösü, büyük davulu vardı. Ona vurup; “Hakkı, talep eden, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyen var mı gelsin. Ona bu hususta rehberlik edeyim.” diye seslenirdi. Mecliste oturduğu zaman etrafına bakındıktan sonra; “Burada ilim talebesi olan, kalbi şüphelilerle dolu kimseler var. Bir şeyler anlatmak için, inanmak lazımdır. Bu olmadan olmaz.” buyururdu.
Bir gün Sultan İbrâhim Şarkî, Abdullah-ı Şüttârî´nin huzuruna geldi ve; “Duyduğuma göre siz Hakk´a çağırma, Hakk´a ulaşmak için rehberlik dâvâsında bulunuyormuşsunuz Niçin bana da bir şey göstermiyorsunuz ” diye sorunca; “Allahü teâlâ herkesi bir iş için yaratmıştır. Siz saltanat, idârecilik işleri ile uğraşınız. Halkın fayda görmesi size bağlıdır.” dedi. Bunun üzerine Sultan; “Başka birine tasarrufta bulunun.” deyince, Şeyh Abdullah; “Kabûl edecek cevher lazımdır.” dedi. Sultan; “Burada bu kadar insan var. İçlerinden birinde de mi bu cevher yok ” diye sorunca Abdullah-ı Şüttârî´yi bir hâl kapladı. Sultanın arkasında duran bir gence teveccüh eyledi. Genç kendinden geçti. Sonra bu genç bütün işini bırakıp Abdullah-ı Şüttârî´ye talebe oldu.
Abdullah-ı Şüttârî daha sonra Câbih vilâyetine gitti. Câbih sultanı başşehir Mend´de ona bir ev tahsis etti. Burada sakin ve sessiz bir şekilde halkı Allahü teâlânın emirlerine uyma ve yasaklarından sakınmaya dâvet etti.
Talebe olmak için birisi huzuruna gelince akıl ve uyanıklık bakımından derecesini ölçmek için ona katıklı ekmek gönderir, ekmeği katıkla beraber mi yiyor, yoksa birisi kalıyor mu diye tâkib için de birini vazîfelendirirdi. Eğer beraber yediği görülürse, bunu onun firâset ve akıllılığına, uyanıklılığına işâret sayar, ona kalb ile yapacağı vazîfeler verirdi. Yok, birini yiyip, diğerini bıraktığı görülürse, onun bu işte kuvvetinin azlığına işâret sayarak zâhirle alâkalı kolay yapabileceği vazîfeler verirdi.
Anadolu´da yetişen büyük âlim ve velîlerden, Abdurrahmân Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ilimlerde yükseldiği gibi tasavvuf yolunda da ilerleyip kemâle gelmiş, Kâdirî ve Çeştî kollarında irşâd sâhibi, zamanının mürşid-i kâmili olmuştu.
Medresesinde talebe yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce hak âşığı huzûruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular.
Seyyid Abdurrahmân´ın ömrü, zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvâs´taki ve Hoşab´daki medrese ve dergâhı dolup taştı. İstanbul, Hicâz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen meseleler Abdurrah- mân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd, yol gösterici nûruyla aydınlanmıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Han o- na çok hürmet gösterir, duâsını ister, husûsî hediyelerle selâmlarını gön- derirdi.
Seyyid Abdurrahmân her sene üç-beş ay o havâliyi dolaşır, Vâz ü nasîhat ve irşâdla, halka İslâmın esaslarını anlatır, bilhassa bozuk mezhep ehline karşı hısn-ı hasîn (sağlam kale) vazîfesi görürdü. Bu yüzden memleketimizin sulhuna hizmeti çoktur. Çünkü onların olduğu bölgede bozuk îtikâdlı kimse bulunmazdı. Böyle âlim ve velîlerin Osmanlı Devletine hizmetleri bey ve paşalardan az değildi. Hatta hizmetleri kalıcı olduğundan daha çoktu denilebilir.
Evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine şöyle buyururdu: “Kulun dü- şüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan u- zaklaşmış olur.”
“İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî mârifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez.”
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır: Tahsîlimi İstanbul´da yaptım. Arabî ve Fârisî´yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm´i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
“Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı.” dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.
Evliyânın büyüklerinden olan Abdülhamîd Şirvânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) Mekke-i mükerremede talebelere ders okutmakta iken Hindistan´dan hicret ederek Mekke-i mükerremeye gelen Ahmed Sa´îd-i Fârûkî hazretlerinin sohbetlerine koştu. İlimdeki derin bilgisine rağmen, kendisinin yetişmesi için ders okutmayı terkedip, o büyük zâta talebe oldu. Hâlis bir niyetle bu yola girip, Ahmed Saîd´in sohbetlerini hiç bırakmadı. Onun pekçok iltifât ve teveccühlerine mazhar oldu. Ahmed Saîd-i Fârûkî, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giderken, Abdül- hamîd Şirvânî´yi oğlu Muhammed Mazhar´a havâle etti. O da, emir ba- basından geldiği için kabûl edip, Abdülhamîd´in bu yolda ilerlemesi ile meşgûl oldu.
Ahmed Sa´îd-i Fârûkî gittikten sonra, Muhammed Mazhar´ın sohbetlerinden hiç ayrılmayan Abdülhamîd Şirvânî, bütün kalbi ile ona bağlandı. Ondan çok istifâde etti. Bir müddet sonra, Muhammed Mazhar da Medîne-i münevvereye giderken, Abdülhamîd Efendi de ondan ayrılmayıp onunla berâber gitti. Çünkü onu çok seviyor, muhabbet ve bağlılığı gün geçtikçe artıyordu. Medîne-i münevverede Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâreti sırasında, Resûlullah efendimizin mânevî lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Bu ziyaretten sonra Muhammed Mazhar; “Elhamdülillah Resûlullah efendimiz Abdülhamîd Şirvânî´yi kabûl ettiler.” buyurdu. Ona icâzet ve hilâfet verip, çok duâ etti. Sonra; “Mevlanâ Abdül- hamîd´e icâzet verdim. Ona verilmesi lâzım gelen her şeyi verdim. İnşâallah semeresi görülecektir. Fakat daha zamânı vardır. Müceddi- diyye yolu büyüklerine olan muhabbet ipi sağlam ve kuvvetli olunca, kavuşulması arzulanan şeyler bir müddet sonra da kavuşulsa bunun için gam yoktur. Çünkü o büyükler, kendilerine bağlananları yavaş yavaş çekerler. Bu sebeple yapılması lâzım gelen şey, bu büyükleri çok sevip yollarında bulunmak, her an Allahü teâlâyı unutmayıp, devamlı O´nu anmak ve diğer vazîfelere devâm etmektir.” buyurdular.
Abdülhamîd Şirvânî, hocası Muhammed Mazhar´ın bu sözlerini dikkatle dinliyordu. Ayrılacakları zaman hocasına; “Bizi duâ ve teveccühünüzden eksik etmeyiniz efendim.” dedi. Bu sebeple, Muhammed Mazhar dâimâ, gıyâbında Abdülhamîd Efendiye duâ ve teveccühde bulunurdu. Bundan sonra da, çeşitli zamanlarda birçok defâ görüşüp sohbet ettiler. İrtibatları hiç kesilmedi. Çünkü devamlı mektuplaşır ve haberleşirlerdi.
Hindistan evlîyasından Abdülhay hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri icâzet, diploma vererek Abdül- hay´ı, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmak, onları ter- biye edip yetiştirmek görevi ile Punte şehrine gönderdi ve; “Şeyh Hamîd-i Bingâlî´ye gitmek istiyorum. Fakat fırsatım olmadı. Ona gidip nasîhatte bulununuz.” buyurdu. Abdülhay; “Peki efendim.” diyerek huzurdan ayrıldı ve oraya doğru yola çıktı. Fakat kendi kendine; “Şeyh Hamîd, âlim, evliyâ ve herkesin mürâcaat ettiği bir kimsedir. Ben kim oluyorum ki, ona nasîhat edeyim ve sözümün faydası olsun.” diye düşündü. Sonra da; “Böyle düşünmek doğru değildir. Mâdem ki hocam böyle söyledi, o hâlde doğru söyledi. Böyle vesvese etmek doğru değildir. Hocamın bu emrinde mutlaka bir hikmet vardır.” dedi.
Şeyh Hamîd Bingâlî´nin yanına vardığında, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundu. Şeyh Hamîd Bingâlî sohbet esnâsında şöyle dedi:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ve diğer büyükler buyuruyor ki: “Bizim yolumuzda olmanın ilk şartı, Resûlullah efendimizi canından çok sevmektir.” Ben de, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olan kalbe başka bir sevgi nasıl sığabilir ” diyorum. Onun bu sözüne Abdülhay çok üzüldü ve cevap olarak: “Resûlullah efendimizin sevgisi, Hak tealânın sevgisinin aynısıdır. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Kim peygambere itâat ederse muhakkak Allahü teâlâya itâat etmiş olur.” (Nisâ sûresi: 80) Bu âyet-i kerîme sözümüzün doğruluğunu göstermektedir.” dedi.
Bunun üzerine Şeyh Hamîd söylediklerine pişman oldu ve tövbe etti. Abdülhay da yakînen hocasının hikmetsiz bir şey söylemeyeceğini anladı. Demek ki hocası onu, Şeyh Hamîd´in bu şüphesini gidermek için göndermişti.
Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Şirvân yöresinde ders verirken Tokat´ta tasavvuf ateşiyle yanan ve sonradan Kara Şems diye meşhur olan Şemseddîn Ah- med Sivasî ismindeki genç, Şeyh Mustafa Kirbâsî hazretlerinin huzûruna vararak kendisine talebe olmak isteğini bildirir. Şeyh Mustafa Kirbâsî bu sırada yüz yaşını geçmiş durumda olduğundan ona şöyle buyurur:
“Evlâdım sen gençsin; ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzet çekmeye, nefsin istemediklerini yapmaya tâkatim ve kuvvetim yoktur. Senin terbiyen ile meşgûl olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen Cenâb-ı Hak mürşidini ayağına gönderir. Bekle bu mürşid altı ay sonra Tokat´a gelecektir.”
Kara Şems altı ay sonrasını şöyle anlatır:
Hocamın sözlerinden sonra Zile´ye giderek altı ay daha ilim öğretmekle meşgûl oldum. Altı ay sonra Tokat´a döndüğümde Abdülmecîd Şirvânî adlı bir zâtın şehre geldiğini duydum. Derhal huzurlarına gittim. Beni gördüklerinde:
“Ey Kara Şems! Benim Allahü teâlânın emri ve Sevgili Peygamberimizin işâreti ile kendi memleketimi, âilemi ve sevenlerimi terk edip; dağ, tepe ve beldeleri aşıp gelmem sâdece seni mânevî ilimlerde ilerletme ve terbiye içindir.” buyurdular.
Abdülmecîd Şirvânî hazretleri talebelerine âhirette pişmân olmamaları ve istenmeyen durumlarla karşılaşmamaları için devamlı nasîhatlerde bulunurdu. Bu hususta şöyle buyururdu: “Maksada ulaşmak ve kurtuluşa erişmek iki şekilde olur.
Birisi Cennet´te, Cennet´in yüksek derecelerine kavuşmaktır. Bu, seçilmiş kimselerin hâlidir. Diğeri ise, zamansız ve mekânsız, nasıl olacağı bilinmiyen bir şekilde Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmektir. Bunu el- de edebilmek için şu dört sebep vardır: 1) Îmân. 2) Takvâ. Mürşid-i kâ- milin yetişmiş ve yetiştirebilen rehberin işâreti ile nefsle mücâdele yapı- larak ahlâk güzelleştirilir. Günahlardan tamâmen sakınılır. Allahü teâlâ- dan başka her şeyden tamâmen yüz çevrilir. 3) Allahü teâlâya kavuşmak için vesîle aramaktır. Birinci vesîle; Mürşid-i kâmilin terbiyesinde olma- ktır. İkinci vesîle; hoca, talebesini Resûlullah efendimize ulaştırıp, irtibâ- tını temin etmesidir. Bu iki vesîle ile, îmânın ve takvânın kemâline erilir. İslâmın bütün emir ve yasaklarına ve tasavvuf yolunun bütün âdâblarına uyulur. Böylece talebede mârifetullah, muhabbet, sevgi hâsıl olur. 4) Al- lah yolunda cihâd.”
Yine buyurmuşlardır ki: “İblisin en mühim işi talebe ile hoca arasında soğukluk meydana getirmektir. Böylece talebe, dünyâda ve âhirette hüsrana uğrayarak bedbaht olur. Bu durumda sâdık talebenin ilacı sevgi ile hocasına bağlılığını yenileyip, aradaki soğukluğu gidermek ve ona tam teslim olmaktır. Böylece şeytanın vesvesesini yıkmak, dünyâ ve âhiret saadetine kavuşmak nasîb olur.”
“Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz. Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın onların yanında sivrisinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Onlar talebede gördükleri bozuk ve uygun olmayan hallere kızarlar. Kısaca kızmaları, dînin emirlerine uymakta ve tasavvuf yolundaki edeplerde olan kusurları sebebiyledir.”
Evliyânın büyüklerinden Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir rehbere tâbi olmayanın hâlini şöyle dile getirmiştir: “Biz sıradan kimse değiliz, zamânın müftülerindeniz. Buna rağmen bir mürşid-i kâmilin elimizden tutması lâzım (buna ihtiyacımız var)…”
“İki gözü kördür yine de bir rehbere tâbi olmuyor. Kör rehbersiz olarak Kâbe´yi her ne kadar tavâf etse de Hacer-ül-esvedi göremez (maksadına kavuşamaz).”
“Câhil kimse her ne kadar iyilere özense bile rehbersiz olduğu için, merkebin gül ile kangal dikenini fark etmediği gibi fark etmez.”
“Anka kuşu görülmez ki ona tuzak kuruyorsun. Ona kurduğun bütün tuzaklar boşa gidecek. Seher vaktinde herkes bir şeyler taleb ederek geldi. Bâzıları gül, bâzıları sümbül, bâzıları da zülüfler için gelmiştiler. Seher vaktinde elimizi tutup mahbûbun seyrine götürürler. Rakip hasetten derhal titredi ve sıtmaya tutuldu. Tuzakların arkasındaki keklik, öterek diğer keklikleri tuzağa düşürmek isterken, şahin onu gâfil avladı ve kaptı.”
“Üstadımız, rehberimiz bize sabrın meyvesinin tatlı olduğunu haber verdi. Biz meyveye kavuşmak için sabrın acılığına, kalbimizdeki dertlere katlandık. Mahbûbumuzun vurduğu her neşter ve dikenin herbirini derdimize şifâ olarak kabûl ettik.”
“Altın ve gümüş insanların çoğunun kalbini çeker! Bizim kalbimiz ise Allahü teâlânın muhabbetine çekilir. Altın, gümüş bizim kalbimize ne yapabilir.”
“Dünyânın denî (alçak) dinarına (parasına) kendini ucuza satma! Yûsuf aleyhisselâmı ucuza satanlar zarar ettiler!”
“Eğer mürit (talebe) sabırlı olursa himmetten mahrum kalmaz. Zîrâ rehberi onun hallerini bilmekte ve görmektedir.”
“Bir eserin meydana gelmesi için onu yapacak birine ihtiyaç vardır. Demirci olmazsa körük neye yarar. Maksadın hâsıl olması için bir imkanın bulunması lazımdır. Herşeyin bir erbabı var. Altını ehli çıkarır. Eğer kâbiliyet olmazsa üstadın hikmeti ne yapabilir. Eğer cevher iyi değilse işleyen ne yapabilir…”
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Şöyle anlattı. “İrşâd işine giren bir kimseye gerekir ki: Önce mürîdin, talebenin yeteneğini, kâbiliyetini bile… Bunu bildikten sonra ona zikir telkini yapar, yeteneğine göre onu yetiştirir. Bu bakımdan mürîd (talebe) terbiyesi işine girmiş olan tıpkı kuş yetiştiricisi gibidir. Kuş terbiyecisi, kuşun kursağına ne kadar yem gireceğini bilmesi gerekir ki ona fazla yem yüklememelidir. Buna göre mürşîd olan zât da, mürîdin kâbiliyeti nisbetinde ona zikir telkini yapar.”
Ali Râmitenî hazretleri buyurdular ki: “Hallâc-ı Mansûr zamânında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin talebesinden birisi bulunmuş olsa idi, elbette ona imdâd edip, tasavvufun en yüksek makamlarına çıkarır idi. Hallâc-ı Mansûr da o hâllere düşmezdi.”
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O´ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; “Yavrum ismin nedir ” diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.” Bâyezîd-i Bistamî; “Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O´ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme.” buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinde beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; “Bu zavallı benim yüzümden bu belâya düştü.” derdi.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterirdi. Onları benlik ve ucub, kendini beğenme girdâbından çekerdi. Buyururdu ki: “Kötü ahlâk yok olmadıkça kalp kemâle gelmez.”
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî hazretlerinin, hocası Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vefâtından kırk gün evvel, Dehlî´den âcilen Ecmîr´e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn´e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı. Ecmîr´e geldi. Bir gün Hâce Muînüddîn talebelerine; “Ey dervişler! Biliniz ki ben, birkaç gün sonra bu dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Bu söz, talebelerin ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu olarak çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sence- rî´ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî´nin Dehli´de bulunmasını, oraya gitmesini emreden bir ferman yazdırdı. “Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştîyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini, bunlara mahsus bâzı eşyâyı ona verdim.” buyurdu ve Hâce Kutbüddîn´e hitâben; “Senin yerin Dehlî´dir.” buyurdu.
Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Deh- lî´ye gitmek üzere Ecmîr´den ayrılacağım zaman, hocamın huzûruna çık- tım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hoca- sı Osman Hârûnî´nin âsasını, kendi okuduğu Kur´ân-ı kerîmi, seccâdesi- ni, nalınlarını verdi ve sonra: “Bunlar, bana hocam Hâce Osman Hârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetleridir. Şimdi bunları sana veriyo- rum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için, kı- yâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullah´ın ve bu emâneti bizlere ulaştı- ran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum.” buyurdu. Bun- dan sonra, Hâce Kutbüddîn bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliy- yetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü telâya niyâz ile iki rekat namaz kılıp, gözyaşları içinde duâ etti. Sonra Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; “Kendimde bulu- nan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, kendimin bulunduğu mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya e- mânet ediyorum dedi
Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak El-Vâkıdî der ki; İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazların- da bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.” İmâm-ı Mâlik´in ha- dîs-i şerîf dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri yâni fetvâ iş- leri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için a- yırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evinde ders için ge- lenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gâyet gü- zel bir kıyâfetle hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse ge- lenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hariç, diğer zamanda, Medî- nelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen o kadar çok olurdu ki, gelenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabûl eder, bunlara hadîs rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. Hasan bin Rebî´ der ki: “Bir defâsında İmâm-ı Mâlik´in kapı- sında idim, onun çağırıcısı önce Hicazlılar içeri girsinler diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin diye çağırdı. Yanına giren en son ben olurdum. Ebû Hanîfe´nin oğlu Hammâd da aramızda idi.” İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsîl eden- ler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: “İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin, bilhassa ilmî müzâkereler sırasında kendilerini mizâhtan u- zak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uy- ması gereken âdâbdandır.”
Yine bir talebesi şöyle der: “İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sade bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca, onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi, biz de onu tanımıyorduk.”
Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde ictihât derecesinde âlim olan Mâlik bin Enes hazretleri elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek sûretiyle, insanların müşküllerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.
Anadolu velîlerinden Molla Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Tillo´ya ge- lişimizin yedinci senesi idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi ismin- de mübârek bir zât, elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın ho- camız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah´a ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık aldı. Babam, Ali Efendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şe- reflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocamız da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp konuş- madan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip elini öptük, atına bindirerek, Tillo´dan çıkıncaya kadar arkasından gidip uğurladık. Orada bi- zimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuş- tur ” dedim. Babam; “Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ dedi ki: “Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâ- hirde bilinmeyen velîler ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mü- bârek zâtın, cümlesinden üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâ- mında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-ı şerî- fini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah haz- retlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında buldum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum.” Babama; “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi ” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik.” dedi.”
Irak´ta ve Mısır´da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Mısır´da Ezher Medresesinde Muhammed Râzî isminde âlim bir zât vardı. Fakat tasavvuf yoluyla ilgisi yoktu. Bir gün Muhammed Emin Erbilî hazretleriyle oturup sohbet ederlerken, Muhammed Emin Erbilî´ye; “Bu zamanda mürşid-i kâmil yoktur. Kendisinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyenler ise bu zamânın deccalleridir. Eğer sen kendinin mürşid-i kâmil olduğunu söyleyecek olursan, sen sâlih bir kimsesin. Mür- şid-i kâmil olmaktan çok uzaksın.” dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ her zaman yeryüzünde mürşid-i kâmiller bulundurur. Allahü teâlâdan sana zamânın mürşid-i kâmilini göstermesini diliyorum.” Sohbetten sonra ayrıldılar. Muhammed Râzî ismindeki o kimse bir gece rüyâsında yüksek ve nûrlu kürsüler üzerinde oturan velîleri gördü. O zâtların yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Onlara imrenerek kendi kendine dedi ki: “Bunlar mürşid-i kâmil olan zâtlardır herhâlde.” Utanarak birisine yaklaştı ve; “Bu zamânın mürşid-i kâmilini biliyor musun ” diye sordu. O zât da; “Bu zamânın mürşid-i kâmili, şu senin yanında oturan arkadaşındır.” diyerek Muhammed Emin Erbilî hazretlerini işâret etti. Muhammed Râzî o zâtın işâret ettiği kimsenin yanına gidince Muhammed Emin Erbilî hazretlerini gördü. Muhammed Emin Efendiye; “Sen mürşid-i kâmil olan kimselerdensin de kendini niçin gizliyorsun. Beni de meclisine al.” dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri; “Şimdi meşgûlüm. Sana hakîkati daha sonra anlatacağım.” buyurdu. Muhammed Râzî uykudan uyandı. Rüyâda gördüklerini düşündü. Ertesi gün, Ezher Medresesinin revaklarında oturan Muhammed Emin Erbilî´yi görüp onun yanına yaklaştı. Fakat Muhammed Emin Erbilî ona yumuşaklıkla; “Yâ Şeyh sabret. Sana olanları anlatacağım.” buyurdu. Bu söz karşısında şaşkına dönen Muhammed Râzî kendi kendine; “Ben rüyâda gördüklerimi kimseye anlatmadım.” dedi. O kimse, Muhammed Emin Efendiye; “Ben rüyâmda şöyle şöyle gördüm, fakat onu sana anlatmadım. Senin, bu zamânın mürşid-i kâmili olduğunu anladım. Beni de zikir meclisine kabûl et.” dedi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri onu Bulak´- taki meclisine kabûl etti. Muhammed Râzî ismindeki o zât da tasavvuf yoluna girip, ilerledi. Muhammed Emin hazretlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu.
Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ders arkadaşlarından Abdülmecîd Efendi şöyle anlatmıştır: “Benim yazım düzgün ve güzel olduğundan hocamız Abdülha- kîm Efendi bana Muhammed Sıddîk´ın hilâfetnâmesini yazdırdı. Bunu yazdırdıktan sonra bizimle bir hafta hiç ilgilenmedi. Muhammed Sıddîk bu durum karşısında herhalde bir kabahatim var diye çok üzüldü. Üzün- tüden başını kaldıramaz olmuştu. Bir gün hocamız Abdülhakîm Efendi bana; “Muhammed Sıddîk´a söyle at hazırdır, yarın atına binsin buradan gitsin.” buyurdu.
Bunun üzerine ertesi gün Muhammed Sıddîk gâyet üzgün bir halde yola çıkacaktı. Beldenin eşrafı onu uğurlamak için toplandı. Abdülhakîm Efendi hazretleri ise ona dönüp bakmadı bile. Nihâyet yola çıkıp ayrıldı gitti. Çevkan Suyunun yanına vardığı sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri onu geri çağırdılar. Koluna girip iki âşık gibi berâber yürüyerek geri geldiler. Birbirlerini çok severlerdi. Herkes onları seyrediyordu. Muhammed Sıddîk´a hilâfetnâmesini verdiler. Tekrar insanlara yaklaştılar. Muhammed Sıddîk Efendi sevincinden tebessüm ediyordu. Hocası ona halkın gözleri önünde çok iltifat gösterdi. Sonra onu tekrar uğurlayıp, gönderdi. Ona önce gösterdiği sert muâmeleye temasla şöyle buyurdu: “Her şeyi tamamdı. Ancak kalbinde Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerinin oğluyum diye bir nokta vardı. Onu da bu muâmele ile sildik.”
Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdular ki: “İmâm-ı Muham- med hazretleri gibi üstün ahlâk sâhibi, edib ve fakih az bulunur.” Vaktini aslâ boş geçirmezdi. Muhammed ibni Seleme der ki: “İmâm-ı Muham- med her gecenin üçte birinde yatar, üçte birinde namaz kılar, diğer üçte birinde de talebesine ilim öğretirdi.” Ebû Ubeyd anlatır: “İmâm-ı Muham- med´in yanına gittim. İmâm-ı Şâfiî´nin ilme karşı arzusunu gördüm. İmâ- m-ı Muhammed´e bir suâl sordu, o da cevap verdi. Şâfiî´nin ilme karşı arzusunu görünce kendisine yüz gümüş verip; “Eğer ilimden zevk almak istersen meclisimize devam et bizden ayrılma!” buyurdu. İmâm-ı Şâfiî şöyle demiştir: “Eğer İmâm-ı Muhammed´den ders almasaydım ben ilmin kapısında kalmıştım. Ben bütün insanlar arasında onun ihsânlarına dâi- mâ şükrederim. Ondan öğrendiğim ilimler ile bir deve yükü kitap yazdım. İlmi o kadar yüksekti ki; eğer o bize bizim anlayacağımız derecede hitâb etmeyip, yüksek ilmine göre hitab etseydi, sözünü anlayamazdık. Bizim derecemize göre anlayacağımız şekilde konuşurdu. Ondan daha akıllı, daha üstün kimse görmedim.”
Hanefî fıkhında Ebû Yûsuf ile birlikte İmâmeyn (iki imâm) ve Sâhi- beyn (iki arkadaş) diye anılan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocası Ebû Hanîfe´nin ictihâd metoduyla hüküm verirdi. Hanefî fıkhına dâir hükümleri kitaplara geçirmek için bir çok kitap yazmış; böylece İslâm hukûkuna en büyük hizmeti yapmıştır.
Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri hakkında sorulan bir suâle Osmanlı Devletinin yetiş- tirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa şöyle cevap vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu gös- termek için gönderilen Muhammed Mustafâ´ya, O´nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arabî´yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeb- lendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyi- liği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve vazifelidir.
Meşhûr velîlerden Şeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Efendinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda uygun olmayan bir düşünce ile uyumuştum. Rüyâmda hocam gelip bir tokat vurup gitti. Ertesi gün huzûruna vardığımda, şeyhler, talebeleri ileri gittiklerinde, uygunsuz hallerinde îkâz ederler. Bâzan döverler, bâzan okşarlar. Bunlar gam değildir.” buyurdular.
Yemen taraflarında yaşamış büyük velîlerden Şeyh İbni Hatîb (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin talebelerinden Muhammed bin Saîd en-Neccâr şöyle anlattı: “Zebîd şehrinde idim. Bir gün yolda yürürken, birden bir evin kapısında bir kadın gördüm. Şeytan beni aldattı. O kadının yanına girdim. Bu sırada hocam İbnü´l-Hatîb, Aden´de bulunuyordu. Tam o ânda, hocamın sesini duydum. Bana; “Ey filân! Böyle mi yapıyorsun ” dedi. Şeytan benden uzaklaştı. Ben de korktum, kaçıp oradan ayrıldım. Allahü teâlâ, hocamın bereketi ile beni muhâfaza etmişti. Hocamın bulunduğu Aden ile benim bulunduğum Zebîd beldesi arasında on konaklık mesâfe vardı. Bundan sonra ben de Aden´e, hocamın yanına yerleştim.”
Anadolu velîlerinden Şeyh Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin müridlerinden Molla Abdülmecîd anlatmıştır: “Şeyh Ramazan hazretlerinin sohbetinde bulunuyorduk. Bir ara buyurdular ki: “Allahü teâlâ bir mürşîde izin verdiğinde o mürşid müridinin kalbinin sahifesin- deki günahları böyle siler.” diyerek, sağ elinin şehâdet parmağını sol avucunun ayasına üç defâ sürdü ve meâlen; “Ancak tövbe eden ve îmân edip de sahîh amel işleyen kimse müstesnâdır. Çünkü bunların kötülük- lerini, Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafurdur (çok bağışlayıcıdır), Rahîmdir (çok merhametlidir).” (Furkan sûresi: 70) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Elinin ayasında üç yeşil çizgi meydana geldi. Müsâde alıp baktık. On beş dakika kadar o yeşil hatlar elinde kaldı. Sonra kayboldu.”
Hindistan´ın büyük velîlerinden Tâhir-i Lâhorî hazretlerine hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zaman zaman mek- tuplar yazıp haberleşirlerdi. Yazdığı mektuplardan biri aşağıdadır:
“Allahü teâlâya hamd ederiz. O´nun Peygamberine, Âline ve Eshâbı- na salât ve selâm ederiz! Kıymetli mektuplarınız, ard arda geldi. Talebe- nin ilerlemekte oldukları, bizi çok sevindirdi. Bu yolun sonu başlangıçta yerleştirilmiş olduğundan, bu yüksek yola başlayanlarda, sona varmış olanların hâllerine benzeyen hâller hâsıl olur. Bunların hâllerini, o büyük- lerin hâllerinden ayırmak güçtür. Ancak, keskin görüşlü ârif ayırabilir. Böyle olunca, hâllerin görülmesine güvenerek, hâl sâhibine yol gösterici olarak izin vermemelidir. İzin verilirse, zararı, talebelerinin zararından daha çok olur. Belki de, kendini olgun sanarak, ilerlemesi büsbütün du- rur. Belki de, irşâd sâhiblerine hâsıl olan mevkî ve saygı toplamak, onu büsbütün belâya sokar. Çünkü, nefs-i emmâresi, daha îmâna gelmemiş -tir ve tezkiye bulmamış, temizlenmemiştir. Olan olmuştur. İcâzet, izin vermediğiniz kimselere, tatlılıkla anlatınız ki, böyle izin almak, olgunluğu göstermez. Daha yapılacak çok iş vardır. İşin başında ele geçenler, son- dakilerin başlangıca yerleştirilmesindendir. Uygun gördüğünüz nasîhat- ları yaparsınız. Eksik olduklarını kendilerine bildiriniz. İcâzet vermiş olduklarınızın bu yolu öğretmelerini önlemeyiniz. Belki, sizin nefesinizin bereketi ile, hakîkî rehber olmakla şereflenebilirler. Bu büyük işe baş- lamış bulunuyorsunuz. Mübârek olsun. Çok çalışınız! Sizin çalışmanız, tâliblerin de çalışmalarını arttırır. Vesselâm.” (1´inci cild, 225´inci mektup)