Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında ve Bizanslılar devrinde, İstanbul´da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; “Her şey kendi kendine var olmuştur.” diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; “Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olur- sa, bu dâvamdan vaz geçerim.” diyordu. Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına an- lattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bi- zans kralı, Abbâsî halîfesi, Me´mûn´a bir elçi ile mektup gönderdi. Mek- tubunda; “Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir). Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur.” yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki: “Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim.”
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; “Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır.” dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat´ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz.” dediler. İçlerinden birisi; “Büyük âlim, evliyânın üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım.” dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb hazretleri´nin yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
“Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.”
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; “Niçin geç kaldınız ” diye sordu. O da; “Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim.” dedi. Halîfe; “Ne gördünüz ki ” diye sorunca şöyle cevap verdi:
“Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım.”
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
“Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye gel- di Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez.”
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
“Niçin saçma konuşayım ve deli olayım ”
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: “Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tah- talar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz.”
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
“Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saç- malayan delidir.”
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine; “İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır.” deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Kerâmet sâhibi evliyâ zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden Hasan bin Ali Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Münâkaşaya oturmak, fayda kapılarını kapatır.”
Peygamber efendimizin arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa´d (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: “Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen; hüsrânın tamam olduğunu bil.”
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr bin Sa´dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kimseyle münâkaşa etmeye izin vermezdi. Herkesi münâkaşadan meneder, ancak nasîhat için bir başkasına söz söylemeğe izin verirdi. Buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlâdan gâfil olduğu hâlde, münâzara etmek için oturursa, onun için üç ayıp vukû bulur. Birincisi; münâzara ettiği kimseye cidâl ve bağırıp çağırmaktır ki, o kişi bundan men edilmiştir. İkincisi; halka karşı kendini üstün görmek sevgisi ki, o kişi bundan men edilmiştir. Üçüncüsü; münâzara ettiği kimseye gadap, öfke ve kindir ki, o kimse bundan men edilmiştir. Allahü teâlâ bunları haram kılmıştır.”
Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Eş´arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Abdullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: “Gençliğimde, İmâm-ı Eş´arî hazretlerini görmek için Basra´ya gitmiştim. Basra´ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, “Ebü´l-Hasan Eş´arî hazretlerinin evi nerededir ” dedim. “Onu niçin arıyorsun ” dedi. “Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum.” dedim. Bana, “Yarın erkenden buraya gel.” dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra´nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada top- lanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine “Bu zat kimdir ” dedim. “Ebü´l-Hasan Eş´arî´dir.” dedi. İmâm-ı Eş´arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, “İmâm-ı Eş´arî´yi ve hizmetini nasıl buldun ” buyurdu. “Fevkalâde.” dedim. Sonra; “Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz ” dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz.” buyurdu.”
Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken buyuruyor ki: Hârezm şehrindeydim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık.
Hıristiyan: “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir ” dedi. Şu cevâbı verdim: “Mûsâ´nın, Îsâ´nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisse- lâmın da Peygamber olduğuna îmân etmelisiniz.”
Hıristiyan: “Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!”
Fahreddîn-i Râzî: “İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâl- de madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yokken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuktu, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu Yokken sonradan var olan bir şey, ebedî sonsuz var olur mu Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu Îsâ aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ aley- hisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı Onları yok etmez miydi Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı Üç türlü söylüyorsunuz:
1. O İlâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldürdüğü âciz, kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi
2. O, tanrının oğludur diyorsunuz.
3. O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu inanışlar da yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl etsin. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulûl eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça ilâhtan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhis- selâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi ”
Hıristiyan: “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır.”
Fahreddîn-i Râzî: “Bir şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi deyince, delîl, alâmet de yoktur demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım gelir. Bir şey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulûl ederse, bana, sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun ”
Hıristiyan: “Onda mûcizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda bulunmadığı için, başkalarına hulûl etmediği anlaşılmaktadır.”
Fahreddîn-i Râzî: “Bir şeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler bulunmayınca, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fâreye de hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmaya varan bir din, çok âdî, pek bozuk bir din değil midir
Âsâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz ”
Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.
Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hammâd bin Ebî Süleymân hazretlerinden ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans´ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A´zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.
Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd´ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslü- manları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; “Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim.” dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A´zam´ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A´zam; “Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim.” dedi. Dehrî, İmâm´ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: “Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür ” İmâm-ı A´zam şöyle cevap verdi:
“Sayıları bilir misin ” Dehrî; “Evet.” deyince, İmâm-ı A´zam; “Birden önce hangi sayı vardır ” dedi. Dehrî; “Birden önce bir şey yoktur.” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A´zam buyurdu ki: “Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir ” Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: “Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur ” Ebû Hanîfe; “Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır ” diye sordu. Dehrî; “Mumun ışığı her tarafta aynıdır.” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A´zam; “Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur ” buyurdu. Dehrî cevap veremedi.
Dehrî yine dedi ki: “Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O´nun yeri neresidir ” İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; “Bu sütte yağ var mıdır ” buyurdu. Dehrî; “Evet vardır.” dedi. Ebû Hanîfe; “Yağ bu sütün neresindedir ” diye sorunca, dehrî; “Hiçbir yerine mahsûs değildir ” dedi. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri; “Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın ” buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.
Dehrî son olarak; “Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür ” diye sordu. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: “Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim.” dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; “Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O´nun işi budur.” buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A´zam´a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.
Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A´zam´la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe´nin yanına gelince onlara; “İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz ” diye sordu. O topluluk; “Böyle şey olur mu ” dediler. Ebû Hanîfe; “Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz ” buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.
Büyük âlim ve velî Seyyid Muhammed Emîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1900 senesinde Arvas´tan babasının icâzetli talebelerinden Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih, Başkale´den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn Van´da birleşerek hacca gitmek üzere Şam´a geldiler. Bütün Şam ulemâsı, onları imtihan için toplanıp, Seyyid Muham- med Emîn´le ilmî mubâhase ve mücâdele sonunda her ilimde mağlûb olarak üstünlüğünü kabul ettiler. Fakat mağlûbiyeti hazm edemeyip, Bey- rut vâlisine; “Türkiye´den Şeyh Muhammed Emîn Efendi isminde bir zât Şam´a geldi. Bütün Şam âlimlerini yendi. Bu üstünlüğü onlara bırakma- mak üzere, Arabistan´ın neresinde olursa, bildirin, onları mutlaka mağlûb ettirin.” diye çok imzalı bir yazı gönderdiler. Beyrut, Arabistan´da meşhûr üç âlimi temin edip, onların bulundukları yere gönderdi. Odasına gir-diklerinde Şeyh Muhammed Emîn murâkabe hâlinde kıbleye dönük oturmaktaydı. Selâm verdiler. Selâmlarını tam alıp, hoş geldiniz ey âlimler buyurdu. Âlim olduğumuzu nereden öğrendiniz dediler. Âlimlerin selâmı bellidir buyurunca, size arz edilecek birkaç suâl vardır dediler. Kendileri günlerce çalışmış, en önemli suâlleri not etmişlerdi. Buyurun, suâllerinizi sorun buyurdu. Bir suâl sorup, cevap istediler. Başka suâlleriniz de varsa, hepsini sorun, sırasıyla cevaplandırayım buyurunca, efendim, suâllerimiz çoktur dediler. Sonunda otuz üç suâl sordular. Hepsine yeterli ve doyurucu sağlam cevaplar veren Muhammed Emin Efendi sonunda, “Bir îtirâzınız, bir sözünüz var mı ” buyurdu. Âlimler; “Yoktur, cevapların doğruluğunu ve mükemmelliğini kabûl ettik” dediler. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Emîn, verilen cevaplar sahîhdir (doğrudur), esah (en doğru) değildir buyurup, bu defa esah cevapları söyledi. Mahcûb olup, seslerini çıkaramayıp, el öpüp ayrıldılar. Vâliye gidip; “Bizi kimin imtihanına gönderdiniz. Vakti müsâit olsa, bu dîn-i mübîni göğsündeki ilimden yenilemeye muktedir bu zâtın ilmi, Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin ilimleri ile ancak mukâyese edilebilir.” dediler. Vâli, bu seçkin heyeti iftar yemeğine dâvet etti. Yemekte asıl maksadını açıklayıp; “Sizi imtihana gönderdiğim âlimler, Arabistan´ın en üstün âlimleridir.” deyip özür diledi. Vâli, maiyeti ile birlikte tarîkate intisab etti. Beyrut´ta büyük şöhret ve hürmet hâsıl oldu. Vâli, Sultan Abdülhamîd Hana bir mektup gönderip, Muhammed Emîn hazretlerinin memleket ve künyesini göstermek sûretiyle; “Arvas´tan bu zât Arabistan ulemâsına gâlib geldi. Büyük bir âlim, mâneviyât sâhibi bir zâhiddir. Mutlaka bu zâtı şeyhülislâm yapmak lâzımdır.” diye arz etti. Öte yandan kâfile Cidde´ye, oradan Mekke-i mükerremeye, haccı edâdan sonra Medîne-i münevvereye geldiklerinde, Mekke-i mükerremenin şerîfi onlarla beraber geldi. Medîne-i münevverede Şerîf, Peygamber efendimizin türbesinin altın kapısını açtı. Muhammed Emîn Efendi, fakirâne, zelîlâne, hürmetle içeriye, ceddi Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyârete gitti. Orada bulunan cemâatten birkaç ehl-i hakîkat, Resûlullah´ı ancak bu zât ziyâret etti dediler. Ziyâretten çıkınca, ağzından yanmış ciğer kokusu geliyordu. Seyyid Abdülhakîm hazretleri; “Muhammed Emîn´in ciğerleri kebâb oldu, çok yaşamaz.” buyurdu. O andan îtibâren hastalandı. Kâfile yola çıkıp hareket etti. Yolculuk yaptıkları vapur, Tûr Dağına yakın bir limana yanaştı. Muhammed Emin hazretlerini alıp hastaneye götürdüler. Ağır hasta idi. Bir Cumâ günü sabah namazından sonra, Tûr beni örttü mânâsında “Gâmenî Tûr” diyerek ebced hesâbına göre (1318) vefât târihini söyledi. Sonra kelime-i tevhîd okuyup temiz rûhunu teslim etti. Vefâtında otuz iki yaşındaydı. Hastalığı sırasında hastânede hizmetinde bulunan Hacı Sâlih Efendi der ki: “Seyyid Abdülhakîm hazretlerine bu elîm hâdiseyi arz etmek için gittim. Murâkabe hâlinde ağlıyordu.”
Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip hocası Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden icâzet aldıktan sonra Arvas´ta ve Van´da hizmet etti. Van´da bulunduğu sırada bir gün Van Vâlisi Tâhir Paşa zamânında, Van´a, rûhun bir insandan başka bir insana geçtiğine inanan sapık bir kimse gelmişti. Van´a geliş sebebini Vâli Tâhir Paşaya anlatıp, vâli konağında misâfir olmuştu. Vâli Tâhir Paşaya sapık düşüncelerini açınca, bir müddet münâkaşa ettiler. Bu münâkaşadan sonra Vâli Tâhir Paşa da Van´da bulunan büyük âlim Muhammed Sıddîk Efendiyi vâli konağına dâvet edip; “Şöyle sapık bir kimse geldi. Bozuk fikrini yayarsa zararlı olur ne edelim ” diye sordu. Bunun üzerine; “Ben şimdilik onu tam mânâsıyla susturup iknâ edemem. Konuşma çok uzar. Onu birkaç sözle ancak hocam Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri iknâ eder.” dedi. Bunun üzerine Başkale´ye; “Muhammed Sıddîk çok ağır hasta acele teşrifinizi dilemektedir.” diye bir tel çekildi. Abdülhakîm Efendi bu haberi alır almaz atına binip Van´a gitti. Talebesi Muhammed Sıddîk ile buluşunca, Mu- hammed Sıddîk; “Efendim benim hastalığım, sıkıntım şudur ” diyerek inkârcı, sapık kimsenin hâlini anlattı ve cevap verilerek onun iknâ edilip susturulmasını arzu ettiğini söyledi.
Bunun üzerine Abdülhakîm Efendi; “O kimse ile bahçede görüşeceğim. Bir yer hazırlatın. Altı yaşında bir eşeği de bahçeye bağlatıp bir müddet aç ve susuz bırakınız.” dedi. Bu hazırlıklar yapıldıktan sonra sapık kimse ile bahçede görüşmek üzere bir araya geldiler. Konuya geçmeden önce Abdülhakîm Efendi sapık kimseye; “Nerelisin Evli misin, baban öleli kaç sene oldu ” diye sordu. Sapık kimse; “Siz şarklı hocalar birisi ile karşılaşınca, böyle fuzûlî sorular sorarsınız. Buraya ne için geldiyseniz o konuda konuşalım.” dedi. Abdülhakîm Efendi hazretleri; “Dâvânızı duydum. Yalnız siz çok insafsız bir kimsesiniz. İnsafsızlarla ilmî münâzara yapmayı tercih etmem.” buyurunca; “Neden insafsız mışım ” dedi. “İfâdenize göre baban altı sene önce ölmüş ve o zaman deminden beri şurada anırıp duran şu eşek dünyâya gelmiş ve babanın rûhu bu eşeğe geçmiş! Böyle iddiâ ediyorum aksini isbât edebilir misin ” deyince, sapık kimse şaşırıp kaldı ve yenik düştü. Sapık bir düşüncede olduğunun farkına vardı. Seyyid Abdülhakîm Efendinin büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı, iknâ oldu.
Bundan sonra Seyyid Abdülhakîm Efendi ilmî olarak gâyet geniş açık ve anlayabileceği bir tarzda rûhun bir insandan başka bir insana geçmeyeceğini, bunun mümkün olmadığını anlattı. Sapık kimse gerçekten iknâ olup, sapık fikrinden vaz geçti. Îtikâdını düzeltti ve tövbe etti.
Seyyid Abdülhakîm Efendi onu alıp Vâli Tâhir Paşanın yanına götürdü. “İşte bir iddiâ ile buraya kadar gelmiş bu kimseyi bir eşekten misâl vererek müslüman ettik.” buyurdu. Sonra bu kimsenin saptırdığı insanların îtikâdının düzeltilmesi için Tâhir Paşanın gayret göstermesini ve yardımcı olmasını istedi.
Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Biz de: Ey ateş İbrâhim´e karşı serin ve selâmet ol! dedik” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok!” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyid- dîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir.” buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında İstanbul´da Hacı Ömer Ağa adında birisi âlimler ile ilmî münâzaralara girer, kimse onunla baş edemezdi. Bu zât Bolu ulemâsıyla da münâzaraya girmesi için Bolu´ya gönderilmişti. Bolu vâlisi orada bulunan âlimleri topladı. Sâfî Efendiye de özel bir dâvetiye gönderdi. Dâveti kabûl edip geldi. Münâzara sırasında Sâfî Efendi o kimseye öyle cevaplar ver- di ki, o zamâna kadar meclislerde hiç susmak bilmeyen o kişi, konuşmaz oldu. Mustafa Sâfî Efendinin ilmi ve kerâmeti karşısında kendini tuta- mayıp kalktı, mecliste bulunanların gözü önünde ellerini öptü ve artık onun se venlerinden ve sohbetine devâm eden talebelerinden oldu. Ondan Şerh-i Akâid´i okudu. Bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Daha sonra Amasya´ya gönderildi. O mecliste bulunan vâli ve diğer zâtlar da o günden itibâren Mustafa Sâfî Efendinin sohbetlerine devam ettiler.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında “Bir gün Semerkand´a, mecûsî iken hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler söylüyor, ona (hâ- şâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremiyordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı Hâlid´e haber göndererek; “Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer âlimlerinizden biri beni susturabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, bu dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem, Semerkând´ın vergisini isterim.” dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; “Bir râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman münâzaraya hazırız.” dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar. Râhip sorularını sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üzerine gurûrlanan râhip, sultânın huzûrunda; “Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma hiç kimse cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!” gibi edebe uymayan ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları huzûra çıkıp; “Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi, nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin verilirse gelebilir.” dediler. Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı. Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Sevincinden cenâb-ı Hakk´a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ederek sebebini sordular. Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektubun başında, Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid´e duâdan sonra yazıyordu ki: “Bu mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah efendimiz bu fakîre merhamet ederek göründüler. Buyurdular ki: “Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand´a git. Oraya ümmetimin âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar.” Bu haberi size ulaştırmak üzere mektup yazıp, Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine yarına kaldık.”
Alâeddîn´den gelen bu mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okunduğunda tekbir sesleri kubbeyi çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn´in bulunduğu yer ile Semerkand arası on yedi günlük yol idi. Bir günde bu yo- lun katedilip gelindiğini öğrendiklerinde, bütün âlimler; “Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.” diyorlardı. Ertesi günü sabah namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn´i karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde göründüler. Seyyid Alâeddîn beyaz bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arkasında ağır a- ğır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes heyecanla aya- ğa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştıklarında, Sultan Hâlid, Seyyid Alâeddîn´in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öptükten sonra; “Ey Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, â- lemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz işâret buyur- dular. Allahü teâlânın izniyle râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız.” buyurdu. Cemâat büyük câmide toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râ- hib, Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce, heybetinden titremeğe başladı ve; “Ben, Allahü teâlâya ve O´nun Resûlü Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım.” dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn´in elini öptü ve: “Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup, hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip müslüman olmakla şereflendim.” dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler. Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; “Şimdi tertemiz, gü- nahsız bir müslüman oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl sorunuz” buyurunca, o; “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; “Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının pey- gamberleri gibidir.” buyuruyor. Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, bu üm- metten böyle bir şey olmuş mudur Bunun îzâhını istiyorum.” dedi. Bu sırada Sultan Hâlid´in sarayından bir hizmetçi gelip, Sultân´a; “Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti.” dedi. Bu haber karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğerek murâkabeye va- rıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Herkes Seyyid´in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı vaziyet- te bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretle- ri başını kaldırarak tebessüm etti ve; “Ey Sultan! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz.” buyurdu. Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece Sey- yid Alâeddîn, müslüman olan râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâlaşıp, berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıl- dılar. Onlar gittikten sonra, Sultan Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân önce verilen haberin doğrulu- ğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında, bâzı kimselerin Sul- tân´a müjde vermek için koştuklarını gördüler. Karşılaştıklarında, Sultâ- na; “Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik.” dediler. Sultan ve yanındakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn´in büyük bir kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında derecesinin ne ka- dar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid´e müslüman olan râhip; “Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde mecâlim kalmayacak şekil- de iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile, El- hamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça İslâmiyete bede- nimle ve malımla hizmet edeceğim.” dedi.
Büyük âlim ve velî Seyyid Şerîf Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Tîmûr Hânın âlimlere büyük sevgisi olduğundan, Sa düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî ye huzûrunda ilmî münâ- zaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf Cürcânî yi daha çok sevdiği için, münâzaralardan sonra; “Kabûl edelim ki, ikisi de din ve mârifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid in nesebi üstündür. Çünkü Resûlul- lah ın soyundandır.” derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene Semer- kand da kalıp, Tîmûr Hân dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semer- kand da kaldığı müddet içinde, medreselerde ders verip, yüzlerce kıy- metli âlim yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâ- tından sonra, Semerkand ve Mâverâünnehr de çıkan karışıklıklar sebe- biyle, Semerkand dan ayrılıp, Şîrâz a döndü. Vefâtına kadar Cürcân da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Burada da, vefâ- tına kadar pekçok âlim yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) zamânında Hârun Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi o- larak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münazara et- mek için ruhbanlar gönderdi; “Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz.” dedi.
Dört yüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında toplanmasını emretti. İmâm-ı Şâfiî hazretlerini çağırarak, hıristiyan ruhbanlara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; “Benimle münâkaşa etmek isteyenler buraya gelsin.” dedi.
Bu hâli gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adamlarının İmâm-ı Şâfiî´nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; “İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakırlardı.” dedi.
Konya´ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî hazretleri´ne havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; “Sorun!” buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: “Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım.” Şems-i Tebrîzî hazretleri; “Öbür sorunu da sor!” buyurdu. O; “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi ” dedi. Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor!” buyurdu. O; “Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” dedi. Şems-i Tebrîzî; “Ben de sâdece cevap verdim.” buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.” O kimse şaşırarak; “Ağrıyor ama gösteremem.” dedi. Şems-i Tebrîzî; “İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeyta- na ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Top- rak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın ” buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
Hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Muhammed Taflâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri gençliğinde ilim tahsîl etmek için Mısır´a gitti. Burada iki sene dokuz ay Mısır´ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Annesini ziyârete giderken Fransızlar tarafından esir edildi.
Fransızlar, Muhammed Taflâtî´yi Malta adasına götürdüler. Malta, o zaman İslâmiyetin ve müslümanların düşmanlığını yapanların bulunduğu mühim bir merkezdi. Muhammed Taflâtî, orada bulunduğu zaman hıris- tiyan papazlarla uzun münâzaralarda bulundu. Papazların bir tânesi Arabçayı ve mantık ilmini çok iyi biliyordu. O ve diğer papazlar, Muham- med Taflâtî ile yaptıkları münâzara sonunda susmak zorunda kaldılar. Yapılan münâzaralar, hazret-i Îsâ´nın ilâh olup olmadığı hakkında idi. Muhammed Taflâtî, hazret-i Îsâ´nın ilâh olmadığını, onun sâdece Allahü teâlânın kulu ve peygamberi olduğunu, papazlar ise hazret-i Îsâ´nın ilâh olduğunu söylüyorlardı. Papazların ileri gelenlerinden biri, Muhammed Taflâtî´ye şöyle dedi: “Ey Muhammedî! Hazret-i Îsâ´nın hakîkati, ilâhın hakîkati ile birleşip tek bir hakîkat olmuştur.” Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; “Eğer mesele dediğin gibi olsaydı. İlâh ve hazret-i Îsâ´nın hakî- katlarının birleşmelerinden önce, şu üç ihtimalden birisinden başkası tasavvur edilemezdi. Ya ikisi de kadîm, yâhut ikisi de hâdis (sonradan var olan) veya birisi kadîm diğeri hâdis olurdu. Hâlbuki bütün bu ihtimaller bâtıldır. O zaman bu ihtimallere göre düşünülen birleşme de hükümsüz olur. Meselâ birinci ihtimâle; yâni hakîkatların birleşmesinden önce ikisinin de kadîm olmalarına gelince, böyle düşünmek katî olarak her ikisinin de hâdis olduklarına götürür. Çünkü birkaç şeyden meydana gelmek, sonradan var olanların temel husûsiyetlerindendir. Hâdis yâni sonradan var olan şey ilâh olamaz. İkinci ihtimâlin, yâni her ikisinin hâdis olması da bâtıldır. Çünkü ilâhın hâdis olması muhal olup mümkün değildir. Üçüncü ihtimâle gelince, bu da bâtıldır. Böyle düşünmek de imkansızdır. Çünkü bu ihtimâlde, kadîm olan ilâhın terkîbden sonra hâdis olması, hâdis olanın da kadîm olması lâzım gelir. Böyle bir durum ise hakîkatlerin değiştiklerini söylemek demek olur ki, böyle bir şey bâtıldır. Hem sonra bu üçüncü ihtimâlden iki zıd şeyin, ilâh ile ilâh olmayanın, ilâhın yarattığı bir şeyin birleşmesi hâli ortaya çıkar ki, böyle iki zıddın birleşmesini hiçbir akıl sâhibi söylememiştir” dedi. Papazlar bu sözler karşısında verecek cevap bulamayıp, şaşırıp kalınca, ileri gelenlerinden ve en bilgili olanı; “Bu pek ince ve derin bir mesele olup, bizim akıllarımız bunu anlıyamaz” dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; “Bunlar bizde sonda değil başlangıçta öğrenilen bilgilerdir.” dedikten sonra papazların ileri gelenine; “Doğru söyle! Îsâ aleyhisselâm puta (hâşâ) tapınır mıydı ” diye sorunca, papaz; “Hayır, hazret-i Îsâ haça tapmazdı. Ancak haç, hazret-i Îsâ´dan sonra ortaya çıkmıştır. Fakat biz ilâhın benzerine tapıyoruz.” dedi.
Muhammed Taflâtî; “Doğru söyle! Allahü teâlâ başkasına benzer mi ” diye sorunca, papaz; “Hayır benzemez” dedi. Bunun üzerine Mu- hammed Taflâtî; “Öyleyse şu haçı, katran ve ziftle yakmak gerekir.” dedi.
Muhammed Taflâtî ile o papaz arasında daha başka münâzaralar oldu. Papazın, İslâmiyet, Kur´ân-ı kerîm ve muhtelif mevzûlardaki yanlış fikirlerine sağlam ve delîlli cevaplar verdi.
Muhammed Taflâtî´nin yaşı o sırada 19 idi. Papaz ona; “Sen bu kadar bilgiyi nereden öğrendin” diye sordu. Muhammed Taflâtî ona; “Senin bana sorduğun bütün suâller, bizim başlangıçta öğrendiğimiz bilgilerdir. Eğer sana derin, ince ve yüksek bilgilerden bahsetmiş olsaydım, hayretler içinde kalırdın” dedi. Papaz, onunla münâzarayı bırakmak zorunda kaldı. Ondan sonra Muhammed Taflâtî´nin şöhreti papazlar ve Malta´nın ileri gelenleri arasında yayıldı. Nereye gitse ona hürmet ve ikrâmda bulunuyorlardı.