Osmanlı Devleti´nin kuruluş devrinde, Ankara´nın Çamlıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden Ali Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.720 senesinde İsfehan´da doğdu. Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer´e dayanır. Çok zekî ve pek akıllı idi. Küçük yaşda Kur´ân-ı kerîmi ezberledi ve muhtelif kırâatlere göre okumasını öğrendi. Genç yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam, Kudüs, Irak, Semerkand, Çamlıdere gibi pekçok beldelerde İslâmiyeti öğretmek, emr-i mârûf nehy-i münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için dolaştı.
Ali Semerkandî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerreme- ye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca imâmlık yaptı. Orada, insanları Ehl-i sünnet îtikâdına uygun bir îmân ile yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerî- fe uygun yapabilmeleri için çok çalıştı. Mânevî bir işâret ile Medîne-i mü- nevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin mübârek türbelerinde ye- di sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu. Bir gün rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda; “Yâ Ali! Resûlullah´ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!” dedi. Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah´ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan Resûlullah efendimizin; “Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim. Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim.” mübârek sözlerini işitti. Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî hazretleri, sevincinden ağladı ve cenâb-ı Hakk´ın verdiği bu nîmetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu´ya gitmesi gerektiğini anladı ve he- men harekete geçti.
Ali Semerkandî, bugünkü Ankara´nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere´nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten verildi.) Çamlı- dere´ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası olduğunu mâ- nevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok talebe- leri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştı.
Ali Semerkandî, bir gün kırda sığırları otlatırken, bir kurdun, bir öküzü öldürmek için hazırlandığını gördü. Hemen yanlarına varıp, kurda; “Ey kurt! Bu öküzü öldürmek için kimden izin aldın ” deyince, kurt dile gelip; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bu öküz benim nasîbimdir. Allahü teâlânın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim.” dedi. O da; “Ey kurt! Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsun ki, bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel.” buyurdu. Kurt, peki diyerek oradan ayrıldı. Akşam durumu öküzün sâhibine anlattı. Fakat öküzün sâhibi, Ali Semerkandî hazretlerinin büyüklüğünü idrâk edemiyenlerden idi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek, ertesi gün öküzü yine gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün başına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali Semerkandî, kurdun yanına gelip; “Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etme de, sâhibinin işine yarasın!” dedi. Kurt, öküzü öldürüp, derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi. Akşam, öküzün yerine derisinin geldiğini gören öküzün sâhibi, doğruca Ali Semerkandî´nin yanına koşup, durumu sordu. Hâdiseyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî´ye uygun olmayan sözler söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti. Kâdı, her iki tarafı dinledikten sonra, Ali Semerkandî hazretlerine; “Şâhidin var mı ” diye sordu. O da; “Orada bu hâdiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir.” der demez, hâdisenin geçtiği bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geçmiş, kâdı efendinin bulunduğu yere doğru geliyordu. Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun üzerine Ali Semerkandî hazretleri; “Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde durun!” buyurunca, durdular. Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Semerkandî´nin büyüklüğünü kabûl edip, onun talebelerinden oldular.
Yaz mevsiminde, kadınlar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı. Âsâsını yere vurarak; “Çık, yâ mübârek!” deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular, hızla meyilli arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar: “Su çıkarmanın da zamânı mı Ekinlerimiz sular altında kalacak…” Bunun yanısıra, Ali Semerkandî´ye hakâret dolu sözler ettiler. O da suyun çıktığı yere bakarak; “Ey mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!” buyurdu. Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı.
O târihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa´da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi. Bu âfetten kurtulmak için, zamânın zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Bu çekirge âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere´de yaşayan Ali Semerkandî´ye de ulaştı. Ali Semer- kandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir mikdâr Bursa´ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu bölgeye dökmele- rini tenbih etti. Suyu Bursa´ya götürdüler. Çekirge âfetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kay- boldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kur- tuldu. Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahü teâlânın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir an- da çekirge sürülerini mahvettiler.
Pâdişâh, Bursa´nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Se- merkandî´yi Bursa´ya dâvet etti. Ali Semerkandî Bursa´ya geldiğinde, Pâ- dişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Pek fazla iltifât edip, Bursa´da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa´da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de; “Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum.” buyurdu. Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi. O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlı- dere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı. Bütün pâdişâh- lar, o fermana riâyet ettiler. Ayrıca, “Çekirge Suyu” ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin zarar yaptığı bölgelere götü- rüldü. Bu su; hâlen Çamlıdere´nin kuzeyinde, Gerede´nin doğusunda, Eskipazar´ın güneyinde bulunmaktadır.
Çamlıdere´de Ali Semerkandî´nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir: 1) Çamlıdere´de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî evlâdlarıdır. 2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur. 3) Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır. 4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir… Bu fermân, zaman zaman yenilenmiştir.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Hadramî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Hadramut tarafları bâzı kimseler tarafından işgâl edilmeye başlanınca, âlim bir zât olan Şeyh Ebü´l-Gays bin Cemîl, Ebû Abdullah Hadramî hazretleri´ne mektup yazarak, istilâcıların fitnesinden kurtulmak arzusuyla, Yemen illerinden birlikte hicret edelim diye arz etti. Muhammed bin İsmâil Hadramî, yazdığı cevâbî mektupta ona; “Benim çoluk-çocuğum var. Âilem kalabalıktır. Onları bırakıp göç etmem mümkün olmadığı gibi, onlarla berâber göç etmem de mümkün değildir. Bana iki cihetimi de korumak düşer, siz de cihetinizi himâye ediniz.” buyurdu. Vatanından ayrılmadı. Daha sonra bu tehlike ortadan kalktı.
Mısır´da yetişen evliyâ ve şâirlerden Emîr Hayâlî Çelebi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hayatta iken, Şah İsmâil ve çevresinde toplanan ça- pulcular, Akkoyunlu Devletinin merkezi olan Tebrîz´i işgâl etmeden önce, İbrâhim Gülşenî hazretleri bir rüyâ gördü. Rüyâsında gözlerini kan bürü- müş, işi-gücü insanlara zulmetmek olan Şâh İsmâil ve çapulcularının, Tebrîz´i işgâl ederek, her evi talan edip, yakıp-yıktıklarını gördü. Bu rüyâ- dan sonra yakınlarına durumu anlattı. “Bu belâ gelmeden buradan gide- lim.” dedi. Talebeleri ve yakınları ile yola çıktılar. Bu sırada oğlu Emîr- Ahmed Hayâlî küçük bir çocuktu. Babası; “Evlâdım, korkuyor musun ” dedi. Ahmed Hayâlî; “Mâdem ki sizinle berâberim; hiçbir şeyden korku ve endişe etmem.” dedi. İbrâhim Gülşenî hazretleri; “Bizden ayrı olduğun zamanda da Allahü teâlâ seni korkudan muhâfaza etsin. Arkana bakma, İhlâs sûresini okumaya devâm et.” dedi. Bundan sonrasını Emîr Ahmed Hayâlî şöyle anlatır: “Ondan sonra kalbim rahatladı. Artık hiç korku ve endişem kalmadı. İhlâs sûresini her okuyuşumda, kalbimde yeni bir nûr meydana gelirdi. Böyle hep berâber giderken, açık bir arâziye geldik. Ben, babamın atının terkisinde idim. Babam benimle meşgûl olurken çok yoruluyordu. Ona bir hayli sıkıntı vermiştim. Kalbimden; “Keşke babamın yanında olmasaydım da rahat etseydi.” diye geçirdim. Ben bu düşünce- de iken, babam bana dönüp; “Ahmed, istersen birkaç gün bizden ayrıl. Sakın ha namazlarını terk etmeyesin. Su bulamazsan, yoldan biraz içeri git, su ve yiyecek bulursun. Düşmandan kurtulur, sonra bana ulaşırsın.” deyip, beni attan indirdi. Kendisi atını koşturup gitti. Gece karanlığında, büyük bir sahrânın ortasında tek başıma kalakaldım. Kâh ayrılık üzüntü- sü, kâh ne tarafa gideceğimi bilememenin şaşkınlığı içinde bocaladım. Bir müddet gittikten sonra, bir ateş gördüm. Ateşin yanına yaklaşınca, bir köyün en son evinin ateşi olduğunu farkettim. Ev sâhibine seslendim. Dışarı çıkıp beni içeri aldı. Kim olduğumu sordular. Kendimi tanıttım. O- rada bulunanlar, babamı tanıdıklarını söylediler. Bana çok hürmet ve iltifâtta bulundular. Sonradan onları ben de hatırladım. Onlar Tebrîz´e ba- bamı ziyârete gelmişler; süt, kaymak gibi hediyeler getirmişlerdi. Babam da onlara hediyeler vermiş; “Siz garîbsiniz, ama oğlum Ahmed de sizin garîbinizdir.” demişti. O zaman kimse bu sözden bir şey anlamamıştı. Bu hâlin babamın bir kerâmeti olduğunu söyleyip, benim için ne yapacakla- rını şaşırdılar. Ben de, annemin Tebriz´den ayrılmadan önce, kuşağımın içine koyduğu, altın ve mücevherlerden birini çıkarıp ev sâhibine verdim. Diğerleri bunu görünce, aralarında fısıldaşmaya, bana ters ters bakmaya başladılar. Hepsini para hırsı kapladı. Beni tutup elbisemi soydular. Eski bir elbise giydirdiler. Kuşağımdan çıkan otuz kadar altın ve mücevheri- min hepsini aldılar. Bana zarar verebileceklerinden korktum. Akşam o- lunca evden çıktım. Babamın gittiği tarafa doğru koşarak gittim. Onlar da peşimden çıktılar. Adımı söyleyip çağırdılar. Hangi tarafa gittiğimi bile- meyip geri döndüler. Bu sırada önüme beyaz bir kuzu çıktı. Onun peşine düştüm. Kuzuyu göremediğim zaman, hemen meleyerek yerini haber ve- rirdi. Kalbim çok rahattı. Sabaha kadar böyle gittim. Bir çeşmeye vardım. Abdest alıp namazımı kıldım. Kuzu beni bekledi. Ona su verdim. Yine önüme düştü. Bir sahrâdan geçtik. Öğleye doğru bir ormanlığa vardım. Su bulup namazımı kıldım. Kuzu ile berâber ben de ot yedim. İkindi vak- tine kadar yine yola devâm ettik. İkindi namazını da kılıp tekrar yola ko- yulduk. Yolda giderken, iki tâze ekmekle, bir peksimet buldum. Fakat sâhibini bilmediğim için almak istemedim. Kuzu yanıma geldi. Peksimeti verdim, yemedi. Ekmeği uzattım yedi. Ben de peksimeti yedim. Sâhibi gelirse ücret olarak külâhımı veririm diye düşündüm. Akşam namazını kılıp, yoluma devâm ettim. Birara kuzu yanıma geldi. Acâib sesler çıka- rarak bana sürtündü. Ben de onu okşadım, yüzünden gözünden öptüm. Tüyü çok yumuşak idi. Yatsı vakti oldu. Kuzu yolun bir kenarında durdu. Başı ile işâret edip gitti. Bunun Allahü teâlânın bir lütfu, ihsânı olduğunu anladım. Gözümden kayboldu. İşâret ettiği yöne gittim. Fakat kalbime aslâ korku gelmedi. Gece yarısı üç kimse önden gidiyordu. Onları görün- ce şüphelendim. Arkalarından yavaş yavaş gidip dinledim. Biri benim ho- cam Muslihuddîn Efendi idi. Yanlarına varıp selâm verdim. Sesimden ta- nıdılar. Fakat elbiselerim değişik olunca şaşırdılar. Hâlimi sordular. Ku- zudan başkasını anlattım. Yatsı namazı kılacaktık, su bulamadık. Baba- mın sözü aklıma geldi. Dağın arkasına dönersek su buluruz dedim. Bir müddet gittik. Bir çeşmeye rastladık. Orada ateş yanıyordu. Abdest al- dık. Ateşte biraz ısındık. Ekmek parçaları bulduk. Yedik. Cemâatle na- mazı kıldık. Biraz uyuduk, yine yola çıktık. Biraz gittikten sonra, otuz ka- dar süvâri yolumuzu kesti. İçlerinden birisi ileri gelip hâlimizi sordu. Ho- cam Muslihuddîn; “Yolcuyuz. Kara Ahmed´e gidiyoruz. Kâfilemiz önden gitti; onlara yetişmek için acele gitmemiz lâzım.” dedi. O kimse hocamı sesinden tanıdı. “İbrâhim Gülşenî´nin oğlunu gördünüz mü Çünkü, onu bana emânet etmişti.” dedi. Hocam da onu tanıdı. Beni gösterip; “İşte budur.” dedi. Atından inip benimle müsâfeha etti. Bana atını verdi. Ken- disi başka ata bindi. Hocam yaya yürüyordu. Ben; “Hocam yaya yürür- ken ata binmem.” dedim. Bir at da hocama verdiler. Bana bir mikdâr harçlık ve bir de mendil verdi. “Eğer yolda size taarruz eden olursa, bu mendili gösterin, bu mendili bize Mirza Hasan verdi deyin, kimse size bir şey yapamaz.” dedi. Yolumuza devâm ettik. Babamın kâfilesine yetiştik. Babamın kâfilesini yolda râfızî eşkıyâları çevirmişler. Babamı sormuşlar, fakat görememişler. Onlar yollarına devâm ederken, biz de yetiştik. Berâberce Diyâr-ı Bekr´e ulaştık.”
Şâh İsmâil´in adamları Diyâr-ı Bekr´de de rahat vermeyince, İbrâhim Gülşenî ve oğlu Ahmed Hayâlî Mısır´a gittiler. Mısır Memlûklu sultânı ve halkından çok hürmet ve iltifât gördüler. Sultan Kansugavri, İbrâhim Gülşenî hazretleri için bir medrese yaptırdı. Senelerce orada insanlar, o mübârek zâtın ilim ve irfânından istifâde edip, feyzleriyle hayat buldular. Yavuz Sultan Selîm Han Mısır´a gelince, İbrâhim Gülşenî ile görüştü. Birbirlerine çok iltifât ettiler.
İbrâhim Gülşenî hazretleri 1533 târihinde tâundan vefât etti. Kırk icâzetli talebesi ile dört halîfesi vardı. Bunlardan biri de oğlu Ahmed Hayâ- lî´dir. Diğer meşhur halîfeleri; Hasan Zarîfî, Anadolu Hisarında Durmuş Dede Tekkesinde medfûndur. Sâdık Ali Efendi, Diyarbakır´da Rûm Kapı- sının yakınında medfûndur. Âşık Mûsâ Efendi ise, Edirne´de medfûndur.
Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Afganistan halkını bir hicretin beklediğini ve bunda önce davrananların kurtulacağını, sona kalanların ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile çok sıkı irtibât kurulacağına hattâ iki yurdun bir olacağına işâret ederdi. “İslâmı yaşamak avuç içinde köz (ateş) tutmaktan daha zor olacaktır.” buyururdu.
Büyük İslâm âlimi ve meşhûr velî Muhammed Kutub (rahmetullahi teâlâ aleyh) Seyyiddir. Kutub, Velî, Kutb-i Arvâsî, lakapları vardır. Doğum târihi ve yaşadığı asır ihtilâflıdır. Kabri Arvas´tadır. Arvas seyyid- lerinin ilk ceddi bu zâttır. Arvas´ta şarkın müstesnâ âlimlerinin ve büyük velîlerinin yetişmesine vesîle olmuştur.
Baba ve dedeleri Hülâgû´nun Bağdât´ı istilâsı sırasında, Musul´a oradan da Anadolu´ya hicret etmiştir. Pekçok âlim ve velî yetiştirmişlerdir. Muhammed Kutup da babası Kâsım Bağdâdî´den icâzet ve hilâfet aldı. Babasının izniyle Hakkârî tarafına gitti. Feraşîn Dağlarında yedi sene daha riyâzetle meşgûl oldu. Bu zaman içinde devamlı Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Onun mânevî terbiyesinden de çok istifâde etti. Çok yüksek hallere ve kerâmetlere sâhib oldu. Yedi sene sonra bir kış günü Şaba- ta´nın bir köyünde misâfir olmuştu. O gece rüyâsında Peygamber efendi- mizi gördü. Peygamber efendimiz; “Evlâdım, Hakkâri Emîri İbrâhim Han Abbâsî hastadır. Bu meyveleri götür yesin. Allahü teâlâ şifâ ihsân eder.” buyurdu. Uyanınca baş ucunda mevsim kış olmasına rağmen içinde yaz meyveleri bulunan bir sepet gördü. İçinde incir, nar ve hıyar vardı. Hak- kâri emiri İbrâhim Han da kalb gözü açık hal sâhibi bir zât idi. Muham- med Kutup, yanına gelmek üzere yola çıktığı sırada; “Şu anda Ehl-i Beyt-i Nebeviden bir zâtın kokusunu aldım. Karşılamak isterim ancak hastayım karşılamaya çıkamıyorum. Gidip onu karşılayınız teşrif buyursunlar. Ziyâreti ile şerefleneyim.” dedi. Adamları karşılamak üzere çevreye çıktılar. Karşılarına derviş hâlinde bir mübârek zât çıktı. Beklenen zât olduğunu anlayıp; “İbrâhim Han teşrifinizi bekliyor” dediler ve yanına götürdüler.
Muhammed Kutup, İbrâhim Han yanına girince selâm verdi. Sonra getirdiği meyveleri verdi. Yeryemez hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu.
İbrâhim Han; “Derviş sen kimsin, kimin oğlusun, nereden geliyorsun, bu kış mevsiminde bu yaz meyveleri ne oluyor ” diye sorunca, Seyyid Muhammed; “Adım Muhammed´dir. Babam şu anda Pay köyünde bulunan Seyyid Kâsım Bağdâdî´dir. Bu meyveleri Ferâşin Dağlarından getirdim.” dedi. Bu cevap üzerine Hakkâri beyi, sıradan bir dervişle karşı karşıya olmadığını anladı. Çünkü bu mevsim Ferâşin Dağlarında, bırakın bu meyveleri bulmayı, vahşî hayvanların dahi aç dolaştığı bir zamandı. Oradan tâze yaz meyveleri getirmek, ancak büyük bir kerâmet olabilirdi. Gerçekten de öyleydi. Hakkâri Beyi, Seyyid Muhammed Kutub´a çok hür- met etti ve itibar gösterdi. Kadıyı çağırıp kızı Fâtıma´yı Seyyid Muham- med´e nikâhladı. Bahar mevsimine kadar orada kaldı. Bu müstesnâ evlilikten kıymetli Seyyid âilesi çoğaldı. Herbiri birer cevher olan kıymetli seyyidler asırlar boyunca yetişegeldi.
Seyyid Muhammed hazretlerinin arzusu üzerine ilim öğretmek için ve insanları irşâd ile meşgûl olacak münâsib bir yer aramaya çıktılar. Etrâfı dolaştılar. Bunlar arasında, şimdi Van vilâyetine bağlı Bahçesaray (Mü- küs) kazâsının güneybatısında bulunan Arvas Dağının vâdisini beğendiler. Hemen İbrâhim Han ile birlikte Arvas köyünün ve külliyesinin temelini attılar. Bir ev, bir dergâh ve bir de medrese yaptılar. İkisi de sırtında taş taşıyıp, hâlen mevcûd olan iki katlı câmiyi inşâ ettiler. İbrâhim Bey, ayrılmadan Arvas ve çevresini, irşâd için vakfetti. Sonra duâ isteyip Hakkâri´ye gitti.
Seyyid Muhammed Velî, burada vakit geçirmeden tedris ve irşâda başladı. Câmiden başka, gerekli kitaplar için bir kütüphâne yaptırdı ve sonra, meşhûr olan Arvas kitaplığını kurdu. Birinci Cihan Harbinde, Rusların işgâli zamânında, ermeniler tarafından bu kitaplık yakılmıştır. İçinde üç bin el yazması eser bulunan bu kitaplığın zâyi olması, ilim nâmına büyük bir kayıp olmuştur.
Değişik îtikâdların, bozuk inançların çok bulunduğu bu bölgeyi seçmesi ve ölünceye kadar ilim öğretmekle ve irşâd ile ahâliyi Ehl-i sünnet ve cemâatin ana caddesinde toplamaya çalışması ve bunda büyük muvaffakiyet elde etmesi, din, millet, devlet ve insanlık sevgisinin en büyük işâretidir. Cenâb-ı Hak iyi niyeti sebebiyle, ona kendisi gibi İslâma, millete hizmet eden büyük vârisler vermiş, Arvas, şarkın din nâmına müstesnâ âlimleri ve velîlerini yetiştirmiştir. Bunun için Molla Muhammed Velî (Kutub) ünvânı ile meşhûr olmuştur. Arvas seyyidlerinin ilk ceddi budur. İrşâdı geniş bir sahaya yayılmıştır. Hattâ Türkistan´a kadar duyulmuş, Buhârâ´dan nâmını duyan Şemseddîn Buhârî, oradaki tâliblerini bırakıp, Arvas´a gelmiş, Seyyid Muhammed Velî hazretlerinin talebesi olmayı, şeref bilmiş ve bir daha memleketine dönmeyip, orada vefât etmiştir. Kabri, mürşidinin kabrine 20 m kadar mesâfede dere tarafında, asırlık bâdem ağaçları arasındadır.
Muhammed Kutup hazretlerinin oğlu Seyyid Kemâleddîn´dir. Onun oğlu Seyyid Cemâleddîn olup, “Âlim-i Rabbânî”, “Âlimüddîn” isimleri ile meşhûr olmuştur. Seyyid Cemâleddîn küçüklüğünde babası tarafından iyi yetiştirilmekle berâber, babası vefât edince, daha çok ilme sarılmış, hârikulâde mânevî yardımlar görmüştür. Bütün ulûm-i İslâmiyeyi hayrete şâyân bir biçimde öğrenmiştir. Bu hârika gelişme karşısında hayrete düşen çevresi ona “Âlim-i Rabbânî” ismini vermişlerdir. Böylece tam bir dirâyetle şerîat ve tasavvuf bilgilerinde babasının halefi olmuştur.
Bunun oğlu Seyyid İbrâhim, onun oğlu Seyyid Muhammed Şehâbed- dîn´dir. Onun oğlu Seyyid Muhammed olup, “Velî” ünvânı ile de tanınır. Onun oğlu Seyyid Abdullah Arvâsî´dir. Bunların hepsi de, baba ve dede- leri gibi, ilim, irfân ve velâyet sâhibi olup, kimi vaktinin kutbu, kimi asrının gavsı olmuşlardır. Hepsi de, din ve dünyâ ilimlerinde, tasavvuf ve velâ- yette kemâl mertebesinde olup, asırlarca bölge halkına ışık vermişlerdir. Hepsinin kabirleri, mezkûr Arvas köyü kabristanındadır.
Şâfiî mezhebinde olup, diğer üç mezhebi de bilirler, okurlar, okuturlar ve öğretirlerdi. Hâkim olan tarîkat, babadan oğula intikâl eden Kâdirî ve belli bir yerden îtibâren ilâveten Çeştî ve daha sonraları Nakşibendî idi. Takvâ, verâ, zühd, ilimle amel, doğruluk, ihlâs, muhabbet ve benzeri güzel haller ora halkının yemek, içmek gibi günlük hayâtının icâbı idi. Bu bakımdan orada zararlı değişiklikler, bid´atler, dînî bakımdan zayıflıklar olmazdı.
Seyyid Abdullah hazretlerinin, Seyyid Abdurrahîm ve Seyyid Abdur- rahmân adlarında iki oğlu vardı. Seyyid Abdurrahîm´den Doğu Bâyezîd Arvâsî Seyyidleri kolu, Seyyid Abdurrahmân´dan, Hakkâri, Müküs ve Hi- zan Arvâsî seyyidleri gelmektedir.
Konya´nın Seydişehir ilçesini kuran büyük velî Seyyid Hârun Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Horasan da doğdu. Zamânının âlimlerinin soh- betlerinde ilim öğrendi. Amcasının vefâtı üzerine Horasan bölgesinin emirliğine getirildi. Bu görev sırasında büyük babası hazret-i Hârûn-ı Kerâmet´in ve amcasının kabrini sık sık ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerin birinde gâibden bir ses; “Yâ Hârûn, Rûm´a çık! Karaman ilinde Küpe Dağının doğu eteklerinde bir şehir kur! O şehrin halkı sâlih ola… Şakî olanın âkıbeti hayır olmaya.” diyordu. Bu sesi daha sonra da duymaya başladı. Bunun üzerine Hârun Velî, ileri gelenleri topladı ve onlara; “Ey yârenlerim! Büyük dedem ile amcamın kabirlerini ziyâretim sırasında fevkalâde bir hâl oldu.” deyince, onlar ısrarla ne olduğunu anlatmasını istediler. Bunun üzerine duyduklarını anlatarak onlardan izin istedi. Dünyâ tâc ve tahtını terk edip, kendisni tamâmen Allah yoluna verdi.
Seyyid Hârun Velî´ye sevenleri ve talebeleri huzûrunda toplanıp; “Ey efendimiz! Siz şimyide kadar dünyâ sultânı iken, sizin hizmetinizdeydik, şimdi ise âhiret sultânı oldunuz. Ne olur bizi terk etmeyiniz.” diye yalvardılar. Onlara; “O halde siz de fâni dünyâda nefsinizin arzularını terkedin. Allahü teâlâya kalbden sıdk ile bağlanın. Dünyâ malını bırakın. Ondan sonra benim ile doğru yolda yürüyün. Bu yolda ancak sâdık kimseler gidebilir.” buyurdu. Onlardan bâzıları dünyâ ve dünyâlıklardan vazgeçerek, Hârun Velî´nin talebelerinden oldular.
Hârun Velî Karaman ilinin neresi olduğunu ve nasıl gideceğini düşünüyordu. Yine bir gün Allahü teâlâya ibâdet edip yalvardığı sırda kulağına; “Yâ Hârun! Bir bulut sana kılavuzluk edecektir. Onun indiği yer senin mekânın olacaktır.” nidâsı geldi. Bunun üzerine hazırlıklarını yapan Hârun Velî, kırk arkadaşı ile yola çıktı.
O bulut onları önce Bağdât´a götürdü. Bağdât´ta Şeyh Alâeddîn isimli büyük bir zât vardı. Hârun Velî´nin Bağdât´a gelmesine iki menzil kala, Allahü teâlânın izni ile Şeyh Alâeddîn´e, onun geldiği ilhâm oldu. Bunun üzerine talebelerine; “Memleketimize zamânın büyük âlimi geliyor. Onu karşılamaya çıkalım.” dedi. Şeyh Alâeddîn talebeleri ile berâber Hârun Velî´yi karşılamaya çıktı. Şeyh Alâeddîn büyük bir hürmet, edep ve tevâzu ile onu karşıladı ve evine dâvet etti. Şeyh Alâeddîn´in talebelerinden bâzıları edep ve terbiyeye aykırı olarak; “Sultânım, sen İmâm-ı Câfer-i Sâdık neslinden büyük bir velî iken, bu zâta çok fazla değer vermenize hayret ediyoruz.” dediklerinde, talebelerine; “Susunuz. Bu zâtın kim olduğunu biliyor musunuz Eğer siz onun kim olduğunu bilseydiniz, böyle konuşmazdınız. Seyyid Hârun büyük bir velîdir. Peygamber efendimizin soyundandır. Ana tarafından soyu Veysel Karânî hazretlerine ulaşır. Bu zât ilham-ı Rabbânî ile Horasan sultanlığını terk etti. Kutupluk makâmına yükseldi. Onun burayı teşrifi, bizim için büyük bir saâdettir.” buyurdu. Daha sonra Şeyh Alâeddîn ve Hârun Velî birlikte kırk gün halvette kaldılar. Bu süre içinde Alahü teâlâya tâat ve niyazda ve bilgi alış-verişinde bulundular.
Seyyid Hârun Velî daha sonra izin isteyerek yoluna devâm etti. Hârun Velî, dâimâ tevekkül hâlinde idi. Hiç kimesye yol sormazdı. Sonra evliyâlar otağı, ilim ve irfân yatağı Konya´ya vardılar. Bir süre önce vefât eden bu beldenin büyük âlimi Hoca Ahmet Fakîh´e; “Sultânım! Senin dünyâya vedâ etme zamânın yaklaştı. Ne olur, yerine birisini bıraksan. Size halef olup, bizim rûhumuzu terbiye etse.” diye yalvarmaları üzerine; “Yakın zaman içinde Acem taraflarından bir velî gelir. Onun adı Hârun´dur. Alâmeti, sağ elinde beyaz bir ben vardır. Beni isteyen onda bula.” buyurdu. Seyyid Hârun Konya´ya vardığında uzun süre câmide Allahü teâlâya ibâdet etti. Bu duruma çok hayret eden Konyalılar, bu zâtı merak ettiler. Seyyid Hârun Velî olduğunu öğrenince, Mevlânâ Ahmed Fakih´in vefât etmeden önce kendilerine tavsiye ettiği zât olduğunu anladılar. Hemen Hârun Velî´nin yanına gidip; “Efendim! Bizim hocamız Ahmed Fakih vefât etmeden önce; “Benden sonra yakın bir zamanda Horasan´dan bir velî gelecek. Onun adı Hârun´dur. Sağ elinde beyaz bir beni vardır. Beni seven onu seve, beni isteyen onda bula.” buyurmuştu.” dediler ve hocalarının yerine oturmasını ısrar ettiler. Seyyid aldığı ilâhî emre uymak için yola devâm edeceğini bildirdi ve yanındakilere; “Ey dostlarım! Yola çıkalım, gideceğimiz yer yakınlaşmış gibi görünüyor.” dedi. Yola çıktılar. Hatunsaray köyünde kardeşi Seyyid Bedreddîn´in hastalığı şiddetlenerek vefât etti. Oraya defnettiler. Kabrinin bulunduğu yer, “Seyyid Kabri” ismiyle meşhurdur. Vefât eden kardeşi Seyyid Bedreddîn´in Mûsâ isminde bir oğlu vardı. Hârun Velî bu çocuğun üstüne titriyordu. Ona iyi bakılmasını isteyerek; “İnşâallah biz bu âlemden göçünce, Mûsâ bizim yerimizi alacaktır.” buyurdu.
Kâfile yoluna devâm ederek Çumra civârında bir yerde konakladı. Burada su yoktu. Kâfiledekiler kendi kendilerine; “Ah bir su olsaydı, ne olurdu ” diyordu. Seyyid Hârun Velî´ye bu durum Allahü teâlânın izni ile mâlum oldu ve onlara; “Size su mu gerek!” dedi. “Evet.” dediklerinde, asâsını yere sapladı. Allahü teâlânın izni ile bir su fışkırdı. Hârun Velî kaynağın yanına küçük bir mescid inşâ ettirdi. Bir süre sonra kâfile yoluna devâm etti. Bulut gittikçe yere yaklaştı. Hârun Velî; “Ey yârenlerim! İnşâallah menzilimiz yakın olsa gerek.” dedi. Bu arada bir tepeyi aştıklarında kendilerine rehberlik eden bulutun, ovanın batı kısımnda yer alan bir dağın eteğinde durduğunu gördüler. Hârun Velî´nin emri üzerine orası konak yeri oldu. Fakat Hârun Velî buranın Küpe Dağı olup olmadığında şüpheli idi. Burası bugün Karaviran nâhiyesi olarak bilinen yerdi. Hârun Velî burada içindeki şüphenin giderilmesi için kırk gün Allahü teâlâya yalvardı.
Bu arada bölge halkı onun, velî mi, yoksa velî kılığına girmiş biri mi olduğunu anlamak için imtihân etmek istediler. Diri birisini tabuta koyup; “Cenâzemiz var namazını kılıver.” diyerek Hârun Velî´yi dâvet ettiler. Hârun Velî toplanan halka; “Ölü niyetine mi, yoksa diri niyetine mi kılacağız ” diye sorunca; “Dirinin namazı kılınır mı, tabiî ki ölü niyetine kılacağız .” dediler. Hârun Velî; “Öyleyse, buyurun cenâze için Allahü teâlâya duâ edelim. Sonra da namazını kılalım.” dedi. Duâ ettikten sonra; “Haydin cenâzenizi yıkayın da namazını kılalım.” dedi. Halk alaylı bir şekilde cenâzeyi kilimden çıkardılar. Akıllarınca; “Sen ölüyü diriyi bilmiyorsun.” diyerek, Hârun Velî ile alay edeceklerdi. Fakat kilimi açtıklarında, diri sandıkları adamı, ölü bulunca, şaşırdılar. Böylece Hârun Velî´nin büyük bir zât olduğunu anlatılar.
Bir süre sonra Hârun Velî; “Yâ Hârun! O dağa, yaklaş.” diye bir ses işitti. Buna sevinen büyük velî, Küpe Dağına doğru yola çıktı. Kâfile, bulutun gösterdiği yere doğru yol alırken, Hârun Velî Haydar Baba ile iki talebesini önden gönderdi. Kâfilenin önünü kesmek için Bük denilen mevkide eşkiyâ pusu kurmuştu. Bunlar Haydar Baba´nın yanındaki iki talebeyi öldürdüler. Haydar Baba olanları büyük velîye anlatınca; “Öyle ise siz yavaş yavaş geliniz. Ben önden gidiyorum.” dedi. Hârun Velî yüzünden örtüyü hiç eksik etmezdi. Eşkiyânın pusu kurduğu yere yaklaşınca yüzünü açtı. Büyük velînin yüzünü gören eşkiyâ dağılıp kaçtı. İki talebeyi oraya defnettiler. Bir müddet gittikten sonra, Küpe Dağının eteğinde gökkuşağı şeklinde bir nûr parladığını gördüler. Hârun Velî sevenlerini toplayıp; “Ey dostlarım! Şu gördüğnüz nûr var ya, işte orası inşâallah bizim meskenimiz ve vatanımız olacak. Allahü teâlâ bizim, sizin ve bütün dostlarımızın îmânlarını, şeytanın ve kötü kimselerin şerrinden korusun. Âmîn!” dedikten sonra yollarına devâm ettiler. Nûrun kapladığı tepecikte konakladılar.
Hârun Velî, etrafın güzelliklerini seyrederken, keşif hâli tecellî etti. Şehri meydana getiren bütün mahallelerin yerlerini şöyle gördü: “Kıble tarafında ulu kapı vardı. İçinde bir mescid görünüyordu. Orada Peygamber efendimizin mübârek rûhâniyeti ve Eshâb-ı güzîn oturmuştu. kuzey tarafında kapı ve mescid vardı. Burada da bütün peygamberlerin rûhâ- niyetleri ve Hızır aleyhisselâm bulunuyordu. Batı tarafındaki kapıdaki mescidde ise, dedeleri ve evliyâ-ı kirâm bulunoyurdu. Bütün bunları gören Hârun Velî yakın dostlarını yanına çağırarark onlarla istişâre etti ve hemen şehrin kurulmasını istedi. Dostları; “Ey efendimiz! İnşâallah allahü teâlâ kolaylık verir. Fakat bunun için ustalar, işçiler, kireç, taş gerekli. Bunca hizmetler nasıl görülebilir ” dediler. O da; “Kalkınız gidip, yapacağım bu yer için lâzım olan taş ve ağaçların yerini görelim.” dedi. Hârun Velî´nin geldiğini duyan pekçok müslüman ve gayr-i müslim oraya gelmişlerdi. Onlar da beraber bu dağın eteğine gittiler. Bir su akıyordu. Suyun kenarında inşâatta kullanılabilecek ağaçlar, pınarın başında ise eski bir yerleşim merkezinin taşları bulunuyordu. Hârun Velî, Allahü teâlâya; “Yâ İlâhî! Senden bu taşların bir kısmının bizimle gelmesini umarım.” diye duâ etti. Daha sonra taşlara doğru dönerek; “Allahü teâlâın izni ile kalkın.” dedi. Taşlar kalkarak Hârun Velî´nin önünde koyun sürüsü gibi giderek, istenilen yere geldiler. Bu manzara karşısında birçok hıristiyan, müslüman oldu. Müslümanların ise, Allahü teâlâya teslimiyetleri fazlalaştı. Bu durumu duyan bölge halkı, akın akın ona gelmeye başladı. Hârun Velî gelen halka; “Ey cemâat! Biliyorsunuz ki, biz bir hayır işe başlayacağız. İnşâallah kurmakla vazîfelendirildiğimiz bu şehir, son zamanlarda çok faydalı olacak. Bilhassa sonradan gelenlere çok menfaatli olsa gerektir. Fakat şakî ve din bilgisinden mahrum olanların âkıbeti kötüdür.” buyurdu. Allahü teâlânın yardımıyla halka büyük bir zevk ve coşkunluk geldi. Ustalar, marangozlar, demirciler, arabacılar ve işçilerin hepsi hizmete hazır olup, Hârun Velî´nin emir ve işâretini bekliyordu. Hârun Velî önce Ulukapı, Pazar kapısı ve Evliyâ kapısının yapılmasını emretti. Ulu kapının yapımına Akça Baba, Pazar kapısının yapımına Nasipli Baba, Evliyâ kapısının yapımına da Haydar Baba nezâret ediyordu. Halk canla başla kırk gün çalıştıktan sonra, Hârun Velî bir müddet inşâatı paydos etmelerini istedi. İnşâata birkaç gün ara verildi. Hârun Velî yapılan kalenin etrâfını gezdi. Daha sonra inşâata tekrar başlanıldı. Kale burçları bir hayli yükseldiği sırada kaldırılamayan taşlar için Hârun Velî´den yardım istiyorlardı. O da; “Ey taş kalk!” deyince taş kalkıp istenilen yere konardı. Çalışanlardan herhangi birinin bir yeri taş ve kireçten yara olsa veya incindiğinde Hârun Velî orayı sıvazlayınca, Allahü teâlânın izni ile iyi olurdu.
Beyşehir bölgesinde Eşrefoğlu hüküm sürüyordu. Ona gidip; “Efendim! Velvelid şehri harâbelerinin güneyinde Horasan´dan gelmiş birisi şehir kuruyor. Taşlar koyun gibi o zâtın istediği yere yükselip konuyormuş.” dediklerinde, öfkelenen Eşrefoğlu hemen iki adam gönderip, onu buraya getirin diye emir verdi. O adamlar gelip bütün olanları görünce zevke gelip âşık oldular. Geri dönmeyi akıllarına bile getirmeden canla başla çalışmaya başladılar. Onların geri dönmemesine kızan Eşrefoğlu, bu sefer on kişi gönderdi. Onlar da Hârun Velî´nin yanına gelip durumu görünce, içten bir bağlılıkla bağlanıp geriye dönmediler. Eşrefoğlu yedi kere adamlar gönderip, bir netice alamayınca, asker toplanması için emir verdi ve; “Gidelim onun yaptığı işlerin hepsini yıkalım.” dedi. Bunun üzerine çok îtimâd ettiği vezîri; “Ey sultânım! Bu kişi ya Kutb-ül-aktâb mertebesinde bir velîdir, veya tam bir sihirbazdır. Bu ikisinden başka bir şey olamaz. Bunlardan hangisi olursa olsun sana zarârı dokunabilir. Benim kanâtim şudur ki: Bu zât her halde Kutb-ül-aktâbdır. Çünkü bu kadar kerâmetler görünen ve gittiği yerlerde câmi, mescid ve medrese yapan bir kişinin âdî bir sihirbaz olması imkânsızdır. Beni gönderin, inşâallah her şeyi öğrenir, gelirim.” dedi. Eşrefoğlu bunun üzerine izin verdi. Vezir yanına birkaç adam aldı. Birer tulum katran ve bise yükleyip yola çıktılar. Güyâ buları hediye olarak götürüyorlardı. Hârun Velî´nin bulunduğu yere gelince, önce Beyşehir´den gelen hemşerileri ile karşılaştılar. Getirdikleri hediyeyi onlara söyleyince; “Sakın bunları o zâta vermeyin. Böyle hediye mi olur O sizin zannettiğiniz gibi değildir. Büyük bir velîdir. Onun ne dünyâya ne de sultanlığa rağbeti vardır. Zâten sultanlığı terk edip gelmiştir. Hediye diye getirdiğiniz bu şeyleri dökün, onları götürmeyin.” dediler.
Vezir huzûruna çıkarıldığında Hârun Velî ona; “Hani getirdiğin hediyeler nerede Onları buraya getir.” dedi. Vezir bu duruma çok şaşırdı. Getirdiği hediyeden hemşerilerinden başka hiç kimseye bahsetmemişti. Hemen hediyeleri o büyük zâtın huzûruna getirdi. Hârun Velî, her birinin içine biraz su atınca, biri saf bal, diğeri de yağ oldu. Bu duruma hayret eden vezir, kendini toparlayıp; “Biz çok hatâlı bir yolda imişiz.” diyerek vezirlikten vazgeçip Hârun Velî´ye talebe oldu. Hârun Velî; “Ey vezir! beyine git benden selâm söyle, yerinde sağ olsun. Bizim için keder çekmesin. Onun düşündüğü işlerle ilgimiz yok. Biz bütün hizmetimizi Allah rızâsı için sarf ediyoruz. Geçici şeylere iltifât edecek vaktimiz yok.” dedi. Vezir özür beyân edip geri dönmeyeceğini arzetti. O büyük zât bu isteği kabûl edince, vezir adamlarını tulumlarla birlikte geri gönderdi. Adamların yanında veziri görmeyen Eşrefoğlu´nun canı sıkıldı. Hem de gönderdiği hediyeler geri gelmişti. Eşrefoğlu gelenlere olanlar hakkında suâller sordu. Onlar da; “Efendim! Veziriniz orada kalıp, hizmetkârlık yapmayı vezirliğe tercih etti. Seyyid Hârun bu tulumların içine su atıp bizimle geri gönderdi. Eşrefoğlu gazaba gelip; “Getirin şu tulumları bir görelim.” dedi. Tulumlar getirliip açılınca, herkes hayretler içinde kaldılar. Zîrâ birini bal, diğerini yağ olmuş gördüler. Yine de buna büyü dediler.
Gayrete gelen Eşrefoğlu, askerlerini hazırladı. Hârun Velî´nin yaptıklarını yıkmak için yola çıktı. Eşrefoğlu adamlarını toplayıp meşveret etti. Sonunda; “Önce eski veziri çağıralım o ne derse ona göre hareket edelim.” diye bir karâra vardılar. Velvelid iline geldiklerinde eski vezire adam göndererek; “Bugün biz Seyyid Hârun´u ziyârete geldik. Gel bizim rehberimiz ol.” dediler. Vezir bu isteklerine herhangi bir cevap vermeden Hârun Velî´ye; “Efendim! Eşrefoğlu Mehmed Bey sizi ziyârete gelmiş, bendenize adam göndermiş, gelsin ziyâretimize kılavuz olsun demiş, ne buyurursunuz.” diye sordu. Hârun Velî de izin verdi. Vezir, Eşrefoğlu´nun muazzam bir kalabalık ile geldiğini görünce; “Ey sultan! Bu nasıl harekettir Bir Hak dostuna bu kadar askerle niçin geldin Yoksa niyetin başka mıdır ” diye sordu. Eşrefoğlu; “Evet bizim yola çıkışımızda ilk niyetimiz öyle idi. Fakat yolda bir fikir bize mâni oldu. Şimdi niyetimiz dostluk ziyâretinden başka bir şey değildir. Ne yol gösterirsen ona göre gidelim, hattâ askerimin atlarını bile vermek niyetindeyim.” dedi. Vezir; “Ey Sultan! Bu velîye gâibden bir ses gelip; “Yâ Hârun! rum´a git, Küpe Dağının doğu tarafına bir şehir kur. O şehir halkı sâlih ola. Şakî olanların sonu hayr olmaya.” demiş. Bu ilâhi ilham ile buraya gelmiş. Ne olur sultânım. Allah dostuna alçak gönüllülük lâzımdır.” dedi. Eşrefoğlu; “Ne şekil bir alçak gönüllülük yapalım.” diye sorunca vezir; “Efendim kendiniz arkanıza bir büyük taş alın. Cümle asker de size uyarak, her birisi arkalarına birer taş alsınlar. O velînin yaptığı kalenin etrafına koysunlar. Sen de o zâta; “Mübârek olsun kolay gelsin.” diyesin.” dedi. Eşrefoğlu bunu makul karşılayıp, askerlerine; “Hepiniz arkanıza birer taş alın.” diyerek kendisi de büyük bir taş alıp Hârun Velî´nin inşâ ettiği kalenin etrâfına geldiler. Bunu görenler hemen gidip Hârun Velî´ye; “Beyşehir beyi Eşrefoğlu, bütün maiyeti ile arkalarında taş getirmişler, ne buyurursunuz ” dediler. Hârun Velî; “O taşları koyun, lâkin bu hiç iyi bir şey olmadı. Zîrâ, zorla güç ile getirdiler. Bu kale tez harâb olsa gerek. Gerçi dünyâ fânîdir. Harab olmak revâdır.” dedi. Eşrefoğlu, Hârun Velî´nin huzûruna gelip büyük bir edeble elini öptü ve sohbetini dinledi. Eşref- oğlu´nun yanında değerli âlimler de vardı. Hârun Velî cemâate gözlerinizi yumun dedi. Hepsi gözlerini yumdular ve Allahü teâlânın izni ile Cennet´i gördüler. Bu esnâda Hârun Velî; “Ey müslümanlar! Görün ibret alın. Böyle ebedî ve sonsuz Cennet nîmetlerini, fâni dünyânın geçici nîmetle- rine değişmeyin. Evliyâ, âhiret nîmetlerine de rağbet etmez. Onların dünyâda ve âhirette arzuladıkları tek şey, Allahü teâlânın rızâsıdır. O zât-ı sübhâniyyenin mübârek cemâlidir. Sizi de bu yola teşvik ediyorum. Size, dünyâdan el etek çekip miskin miskin durun demiyorum. Ben, âhiret sevgisinin yerini kaplayan, dünyâ sevgisini kalpten çıkarın diyorum. Ey Eşrefoğlu! Biz bu dünyânın beyliğini, ebedî âlemde onun lütfuna mazhar olmak için terkettik. Bu şehrin kurulmasına kasdımız, kendimizden değildir. Belki Hakk´ın emridir.” dedi. Eşrefoğlu bu sözleri dinledikten sonra ağlayarak; “Sultânım! Ben sizin hizmetçiniz olup, sizi hâlis bir sevgi ile seviyorum. Kurduğunuz bu şehirde benim ne hakkım var.” deyince, Hârun Velî; “Şehir beylere layıktır. Bize gerekmez.” buyurdu. Orada bulunan âlimler; “Ey Eşrefoğlu! Bir kimse harap bir yeri ihyâ etse, orası onun mülkü olur. Bu kâideye göre burası Seyyid Hârun Velî´nin olur. Fakat kendisi kabûl etmediğine göre, sen al. Sonra burasını Hârun Velî´ye vakfet.” dediler. Bunun üzerine Eşrefoğlu; “Peki aldım ve yine Hârun Velî´ye vakfettim. Benim şehrim olan Beyşehir´de kendime âit bir köşk ile has ve güzel bir bahçem var. Onları da vakf-ı sahîh ile vakfediyorum. Siz şâhid olun.” dedi. Sonra hürmetle Hârun Velî´nin elini öpüp, edeple oradan ayrıldı. Askerleri ile Beyşehir´e geri döndü. Oradan, mükemmel bir vakfiye yazıp Seyyid Hârun´a gönderdi.
İnşâat büyük hızla devâm ediyordu. Mescidin kapıları, İran´dan Hârun Velî´yi sevenler tarafından getirilmişti. Bu sırada Hârun Velî husûsî ibâdethânesinde Allahü teâlâya münâcaat ediyordu. Zaman zaman inşâatı gezer, gerekli emirleri verirdi. Bu arada mescidin önünde bir medrese yapılmasını istedi. Zamanla oraya yerleşmek için gelenlerin sayısı gitgide arttı.
Bu sırada Ilgın´da ikâmet eden Dediği Sultan isimli Horasan´dan gelmiş velî bir zât vardı. Talebeleri ona; “Efendimiz! Velvelid iline büyük bir velî gelmiş. Çok kerâmetleri görülmüş, onun fazîlet ve şerefi halk arasında dillere destan olmuş. Herkes ondan bahsediyor.” dediler. Dediği Sultan da; “Öyle ise o mübârek zâtı ziyâret etmek bize borç oldu. Hemen onun ziyâretine gitmeli.” buyurarak yanına iki talebesini alıp yola çıktı. Çiğil Dağına geldiklerinde, önlerine bir ayı çıktı. Kendisine itâate geldiğini anlayan Dediği Sultan, hemen ayıya bindi. Çivril Dağlarına geldiklerinde, Allahü teâlânın izni ile bu ziyâret Hârun Velî´ye mâlûm oldu ve talebelerine; “Dediği Sultan bir ayıya binmiş bize ziyârete geliyor. Gelin biz de o mübârek zâtı karşılayalım.” dedi. Hârun Velî´nin talebeleri; “Efendimiz! O zâtın bir ayıya binerek gelmesi bir kerâmetidir. Bu kerâmeti sâyesinde, içimizdeki îmânsızların îmâna gelmelerini kuvvetle ihtimâl etmekteyiz. Bunun üzerine Hârun Velî işâretle bir taşı gösterdikten sonra; “Yâ Allah!” deyip taşın üstüne bindi. Taş, Allahü teâlânın izni ile yürümeye başladı. Bu halde giderlerken, Ilıca köyünün doğu tarafından Dediği Sultan´ın ayı üzerinde geldiğini gördüler. İki velî karşılaştıkları zaman, birisi ayıdan, biri de taştan indi. Bu durumu gören kâfirlerin çoğu müslüman oldu. Bu karşılaşma tam öğle vaktinde idi. Hârun Velî; “Cemâatle öğle namazını kılalım. Herkes abdestini alsın.” dedi. Fakat abdest almak için orada su bulamadılar. Hârun Velî asâsını toprağa batırdı. Allahü teâlânın izni ile bir pınar çıktı. Herkes, günümüzde dediği Sultan Pınarı ismiyle bilinen o pınardan abdest aldı. Hârun Velî, Dediği Sultan´a imâm olmasını söyledi. Dediği Sultan; “Siz varken ben imâm olamam. Ricâ etsek de siz kıldırıverseniz.” dedi. Öğle namazını Hârun Velî´nin arkasında edâ ettikten sonra, yürüyerek şehre girdiler. Şehri dolaştıktan sonra Hârun Velî´nin husûsî ibâdethânesinde üç gün sohbet ettiler. Dediği Sultan bir müddet kaldıktan sonra Ilgın´a döndü.
İnşâatın büyük bir kısmı tamamlandıktan sonra, Hârun Velî mescidin köşelerine çilehâneler yapılmasını istedi. Çilehâneler bitirilince, Hârun Velî, Cumâ Câmiinin içindeki bir çilehâneye girdi ve kalan ömrünü orada geçirdi. Vefât edeceğine yakın çilehâneden çıkarak eski ibâdethânesine geldi. Burada mescide açılan küçük bir penceresi vardı, imâma buradan uyardı. Bir gün bütün âile halkını yanına çağırdı ve; “Gelsinler göreyim. Dünyâ fâni, âhiret bâkidir. Oraya nakil kılmak bize yakın oldu. İnşâallahü teâlâ onlara bâzı nasihatlarda bulunalım.” dedi. Bunun üzerine kızı; “Ey babacığım! Bizi bu ellerde bırakıp da nereye gideceksiniz Biz garip mi olacağız ” deyince, Hârun Velî; “Evlâdım! Allahü teâlânın murâdı ne ise o olur. Seni Hakk´a ısmarladım. Cümlenin elinden tutan O´dur. Başka kimse yoktur. Sana vasiyetim şudur ki: “Kardeşimin oğlu Mûsâ´ya güzel bakasın. Hoşça tutasın. Fakirlerin hizmetini cânu gönülden yapasın.” buyurdu. Hanımına da; “Sana da aynı vasiyeti ediyorum. Sen de hizmet kuşağını sıkı bağlanasın. Fakirlere yardım edesin. Mûsâ´yı da yetim bilesin.” dedikten sonra odalarına gönderdi.
Hârun Velî sonra talebelerini çağırdı. Onun çok zayıflamış olduğunu gören talebeleri; “Efendimiz! Hâliniz nasıldır!” diye sorunca, “Çok şükür iyiyim. Allahü teâlâya hamdolsun. Yalnız bir zayıflığım var. Sizin ile âhir ömrümde son bir defâ istişâre etmek üzere çağırdım. Benim hâlimi biliyorsunuz. Bu âlemde fazla kalmayıp, yüce Mevlâya kavuşsam gerek. Sizin her birinizi bir memlekete göndereceğim. Gittiğiniz yerlerdeki kâfirler, Allahü teâlânın izni ile îmâna gelsin.” dedi. Bunları konuşurken talebeleri arasında Seyyid Mahmûd´u aradı. Göremeyince; “Seyyid Mahmûd nerededir ” diye sordu. Seyyid Mahmûd ise sonradan geldiğinden; “Buyur efendim!” diye cevap verince, Hârun Velî; “Oğlum! Sen Alâiyye´ye (Alanya) git. Meskenin orası olsun.” buyurdu. Seyyid Mahmûd; “Sultânım! Siz bu durumda iken ben sizi nasıl bırakıp gidebilirim ” dedi. Hârun Velî; “İşte asâmı atıyorum. Bu asâ nerede karar kılar ise, sen de orada mesken tutasın.” diye emredince, Seyyid Mahmûd hemen yola çıktı.
Hârun Velî daha sonra; “Oğlum Zekeriyyâ! Seni de Manavgat´a gönderiyorum. Hemen oraya git.” emrini verdi. Zekeriyyâ Baba da hocasından ayrılmasının üzüntüsü içinde hemen yola çıktı. Ali Baba, Gök Seyyid Kilimpuş ve Siyah Derviş´e dönerek; “Evlatlarım! Siz de Antalya´ya gideceksiniz. Sâhil olup, güzel yerdir.” dedi. Onlar da üzüntü içinde yola çıktılar. Akça Baba´yı Germiyan iline, Nasipli Baba´yı Aydın iline uğurladı.
Seyyid Hârun Velî´nin hastalığı günden güne ziyâdeleşince, talebelerine; “Ey yârenlerim! Artık biz âhirete gidiyoruz. Öldüğümüz zaman beni ibâdet yerim olan buraya defnediniz. Üzerime bir türbe yapınız. Hepiniz haklarınızı helâl ediniz.” deyince, herkes gözyaşı dökmeye başladı. Hârun Velî onları îkâz etmek için; “Siz bana niçin ağlıyorsunuz. Ben hayâtım boyunca, sevdiğim ve rızâsını almaya uğraştığım mukaddes dostuma gidiyorum. Sizleri de O´na emânet ediyorum.” dedikten sonra Kelime-i şehâdet getirerek H.720 senesinde rûhunu teslim etti.
Hârun Velî´nin vefâtını kimse fark edemedi. Görenler ölmemiş zannediyordu. Yüzünde hiç vefât nişânesi yoktu. Sanki tatlı bir tebessümle etrâfını seyir ve temâşâ ediyordu. Kimse ne olduğunu anlayamadı. Sonra Haydar Baba ile Gök Tîmûr Baba gelip, Hârun Velî´nin mübârek nâşı yanında gece sabaha kadar beklediler. Öldüğüne kanâat getirdiler. Sabah gasil işleri tamamlandı ve kalabalık bir cemâat tarafından kılınan namazdan sonra husûsî ibâdethânesine defnedildi. Üzerine kısa zamanda bir türbe yaptırıldı. Yerine kızı Halîfe Sultan geçti. Halîfe Sultan´ın vefâtından sonra ise, Hârun Velî´nin yetişmesine ve terbiyesine çok önem verdiği kardeşinin oğlu Şeyh Mûsâ geçti.
Büyük velîlerden Mevlânâ hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin babası olup, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk´in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî´dir. H.545 de doğdu. 625 veya 628 de Konya´da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Ha- rezmşah´ın kızı Emetullah Hâtundur. Muhammed Behâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Behâeddîn´in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî´den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; “Evlâdım, Behâeddîn´im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!” derdi. Bu sözler Behâeddîn´e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Behâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ´dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Behâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Behâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn´in kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.
Muhammed Behâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında “Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı” lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Behâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Behâeddîn Veled´i göstererek; “Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Behâeddîn´e “Sultân-ül-ulemâ” denilecek ve imzasına “Sultân-ül-ulemâ” yazılacaktır.” buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; “Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi ” diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; “Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ´sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın.” dediler. Muhammed Behâeddîn´e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ´ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâd- larına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh´e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Behâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve akrabâları kendisine; “Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız” dedilerse de, onlara; “Peygamber efendimiz; “Ben fakirlikle iftihâr ederim” buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır.” buyurdu.
Behâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Behâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere mârifetul- lahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek insanları aydınlatırdı. Na- sîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını î- zâh ederdi. İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehen- nem´de yanmamaları için çok gayret sarfederdi.
Bid´at fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Behâ- eddîn Veled´i, sultâna şikâyet ettiler. Sonra; “Sultânımız! Muhammed Be- hâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz ka- rasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, ge- risini siz bilirsiniz.” dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sul- tân-ül-ulemâ´ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin söyedik- leri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ´ya göndererek; “Bütün beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altın- dadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz” gibi sitemli ve uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ´ya söylediklerinde, buyurdu ki: “Hasedcilerin zulümlerin- den hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de se- fer eder, başka ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başı- na felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar (Hülâgü´nün ordusu) istilâ e- derler.” buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamala- rını söyledikten sonra, sultânın adamlarına dönerek; “Sultâna gidip biz- den selâm söyleyiniz. Ona; “Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki sal- tanatına devâm etsin.” deyiniz.” buyurdu.
Haber etrâfa çabucak yayıldı. Behâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Be- hâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar verdi. Bütün olup bitenleri ya- kından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ´ya şefâatçılar gön- dererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Behâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr´a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr´da bir rüyâ gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir etti: “Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir.” Orada bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.” diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ´ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr´dan ayrılıp Bağdât´a doğru yola çıktılar. Bağdât´a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat´a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; “Sizler kimlersiniz Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz ” diye suâl edince, Behâeddîn Veled; “Allah´dan geliyoruz, Allah´a gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah.” cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; “Böyle bir zât, Behâeddîn Veled´den başkası olamaz.” buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip, Behâeddîn Veled´in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Behâeddîn Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât´tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meş- gûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasre- tiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce göz- yaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereket- leriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mâ- nevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan sonra, Şam´a geldi. Oradaki âlimler Şam´da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya´nın bugünkü Karaman ilçesinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya´da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ´yı Lârende´ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ule- mâ´ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Behâed- dîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´yi, Seyyid Şerâfeddîn Semer- kandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla evlendirdi. Vefât eden ha- nımı Mü´mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn´i Lârende´ye defnetti.
Emîr Mûsâ´yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd´a; “Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ´yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu.” gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ´ya mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; “Sultan Alâeddîn´e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz.” buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya´da Alâeddîn Keykûbâd´ın huzuruna çıktı. Sultânın; “Ey Mûsâ! İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ´nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu ” diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerinin üs- tünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; “Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin Onu Konya´ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya´yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz” emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende´ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; “Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır.” emri gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı. Konya´ya doğru yola çıktı. Sultan Alâed- dîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Behâeddîn Veled´i karşılamaya çıktılar. Behâeddîn Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Behâeddîn Veled´den af dilediler. Hep birlikte Konya´ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; “Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor.” buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ´ya o bahçeyi hediye etti. Behâeddîn Veled, Konya´da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek, insanla- rın kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.