Mahdûmzâde Ebü´l-Kâsım Hindistan´da yetişen büyük velîlerdendir. Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma´sûm-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin üç cildlik Mektûbât kitabında bu torununa yazılmış mektuplar vardır. İkinci cild, 123´üncü mektup, bu mektuplardan biridir. Burada buyruluyor ki:
“Allahü teâlâya hamd olsun! O´nun sevdiği, seçtiği kullarına selâm olsun! Kıymetli mektubunuz geldi. Bizi çok sevindirdiniz. Huzur ve safâ hâsıl olduğunu yazıyorsunuz. Ne iyi bir haber! Fitne ateşi ne kadar söndürülür, bastırılırsa, o kadar iyidir. Dostlardan, sevdiklerinden insanlık îcâbı bir kusur, sevgiye uymayan, ters düşen bir şey meydana gelirse, bağışlamalı, iyiliklerini, iyi taraflarını görmelidir. Mısra´: “Mert isen, kötülük yapana, iyilik yap.”
Derler ki, bir kimse, bir kimsenin yanında, bir kimsenin bir kötülüğünden bahsetmiş. O da; “Biz, bize iyiliğine bakarız. İyiliği kötülüğünden fazla ise, iyiliklerini alır, kötülüklerini geçeriz. Nitekim efendi de kölesine böyledir. O hâlde kulun, kula karşı nasıl olması îcâbettiğini bundan kıyas etmelidir” demiştir.
Yazıyorsunuz ki, bâzı sâlihler, bâzı haberler getirdi. Hüsn-i zan gereği, sözlerine inandım. Bu yüzden kalbim ağırlandı. Deriz ki: İlim sâhibinin böyle söylemesi, hayret vericidir. Onların sözlerini, hüsn-i zanla kabûl etmişsiniz ve hüsn-i zan etmeğe lâyık olan diğer tarafa da hüsn-i zan etmemişsiniz. Dedikodu yapanın sözü kabûl edilmez, red edilir.
Kenz-ül Hafi kitabında diyor ki: Hâlid bin Sinân; “Dedikoduyu kabûl etmek, dedikodudan daha kötüdür. Çünkü dedikodu; günaha yol göstermek, onu kabûl, yâni onu dinlemek ise, izin vermek, onu tasdîk etmektir. Bir şeye delâlet eden ile, onu kabûllenip, hükmeden bir değildir. O hâlde dedikodu yapanın azâbı, sâdece dedikodusudur. Eğer doğru ise, ayıplamasında, bir kimsenin gizli bir şeyini ortaya dökmek, hürmetini gidermek, nâmusuyla oynamak vardır. Yalan ise, Allahü teâlâya karşı gelmek, yalan ve iftirâ söz ile şeytana uymaktır. Sana bir kimse gelip, filân kimse, senin hakkında şöyle şöyle dedi, senin için şöyle şöyle yaptı dese, bu durumda şu altı şeyi yapman senin üzerine vâcib olur:
1- Tasdik etmemelisin, yânî söz getiren kimsenin sözlerinin doğruluğuna inanmamalısın. Çünkü nemmâm, yâni dedikodu yapanın şâhidliği, İslâmda kabûl edilmez. Allahü teâlâ, Hucurât sûresi altıncı âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler, eğer size bir fâsık, bir haber getirse, onu araştırın, (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişmân olursunuz” buyuruyor.
2- Dedikodu yapanı men etmelisin. Çünkü dedikodu yapmak mün- kerdir. Kötü iştir. Münkerden nehy ise vâcibdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresi yüz onuncu âyetinde meâlen; “Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti! Siz beşeriyyet için meydâna çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorsunuz ve Allah´a îmânınızda devâm edersiniz!” buyuruyor.
3- Dedikodu edene, söz taşıyana, getirip götürene, Allah için kızmalısın. Çünkü o âsîdir, günahkârdır, fâsıktır. Günahkâra buğz ise, vâcibdir.
4- Yanında olmayan din kardeşine dedikodu yapanın sözü ile, sû-i zan etmemelisin. Çünkü müslümana sû-i zan haramdır. Haramdan sakınmak ise elbette lâzımdır.
5- Dedikodu yapanın sözüne bakıp, tecessüs etmemeli, araştırmamalısın. Çünkü Allahü teâlâ tecessüsü nehy ediyor ve Hucurât sûresi on ikinci âyetinde meâlen; “Ey müminler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü, zan etmenin bâzısı günah olur. Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyuruyor.
6- Bu dedikoducunun yaptığını, beğenmediğin şeyi sen yapmamalısın.
Âlimlerden biri buyurdu ki: “Bu zamanda günahtan kurtulmak ve din kardeşleri ile kardeşliğinin devâmını isteyen, kendini hâkim yapsın, hâkimler gibi hükmetsin. Bir kimse hakkında, tek bir kimsenin sözünü kabûl etmeyip, birden çok şâhid olmayınca ve şâhidler âdil olmayınca, bir kimsenin sözünü tasdîk etmesin.”
Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) devlet adamlarına gerekli nasîhatte bulunur, hatâlarını söylemekten çekinmezdi. Ancak hiçbir sûretle kimseyi devlete karşı ayaklanmaya teşvik etmezdi. Fitne ve fesâda aslâ râzı olmazdı. Her türlü isyândan ve ona teşvikten sakınmasına, fitnelerden uzak kalmasına rağmen Abbâsî halîfelerinden Ebû Câfer Mensûr zamânında tâkibâta uğradı. “Zorla yapılan talak, talak değildir.” hadîs-i şerîfini rivâyet etmesi fitne peşinde koşanlar tarafından yanlış anlaşılıp halîfeye şikâyet edildi. Halîfe, bu hadîs-i şerîfin halîfeye zorla bîat eden kimselerin bîatlarının geçerli sayılmayacağı şeklinde anlaşılıp, isyâna teşvik sayılabileceğini bildirerek bu hadîs-i şerîfi rivâyet etmemesini istedi. Mâlik bin Enes hazretleri de halîfenin emrine uyup bir kenara çekildi. Ancak fitne taraftarları boş durmayıp, yeni Medîne Vâlisi Câfer bin Süleymân´a durumu bildirdiler. Fitnecilerin tesirinde kalan Medîne vâlisi, halîfenin haberi olmadan Mâlik bin Enes´i hapsettirip kırbaçlattı. Kolu sakatlandı, omuzu çıktı. Mâlik bin Enes hazretleri yaraları iyileştikten sonra ilim öğretmeye ve hadîs-i şerîf rivâyetine devâm etti. Derslerinde fitne ve fesâdın karşısında olduğunu her vesîleyle anlattı. Mâlik bin Enes hazretlerine böyle yapılması Medîne halkı tarafından hoş karşılanmadı. Bu durumu haber alan halîfe Ebû Câfer Mensûr, büyük bir âlime yapılanların hatâ olduğunu anladı. Hac için Hicaz´a geldiğinde bir elçi göndererek İmâm-ı Mâlik´ten özür diledi ve onunla görüşmek istedi. Mâlik bin Enes halîfeyle görüşmeyi kabûl etti. Halîfe Ebû Câfer Mensûr, Mâlik bin Enes´in yanına varınca; “Olan o işi ne emrettim, ne de haberim var. Sen aralarında bulundukça Haremeyn halkı hayır içindedir. Sen onların ezâsının emânısın. Allah senin sâyende onlardan baskıyı kaldırdı. Sen olmasan onlar çabukça fitneye kapılırlar. İşkence yapanın Medîne´den Irak´a getirilmesini, dar bir yere hapsedilmesini emrettim. Sana yaptıklarının cezâsını bulacaktır.” dedi. Hoşgörü sâhibi Mâlik bin Enes hazretleri; “Allahü teâlâ müminlerin emîrine sıhhat ve âfiyet versin. Makâmını yüce kılsın. Peygamber efendimize ve size yakınlığı sebebiyle ben onu bağışladım.” buyurdu. Halîfe ise; “Allah sizi de af ve mağfiret buyursun.” dedi. Bu hâdise, Mâlik bin Enes hazretlerinin kendisine karşı olan kimselere nasıl davrandığını gösteren bir nümûnedir.
Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Halîfe Hârûn Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn´e çok güzel elbiseler hediye etmişti. Bunlar arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi. Pâdişâhlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektîn, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok sevdiği için bir mikdar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım´a gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Bir gün Ali bin Yektîn, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârûn Reşîd´e gidip; “Benim efendim Mûsâ Kâzım´ı imâm edinmiştir. Ona çok mal gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi.” dedi. Hârun Reşîd, kızıp, Ali bin Yektîn´i çağırttı; “Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın ” diye sordu. Ali bin Yektîn; “Bendedir ey müminlerin emîri!” dedi. Hârûn Reşîd, hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağırıp; “Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir” dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü. Hârun Reşîd´in öfkesi geçti. Ali bin Yektîn´e; “Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise yanında olmasaydı, seni cezâlandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı. Bundan sonra, bir şeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim” dedi. Başka hediyeler ve ihsânlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken cezâsı verildi.
Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahme- tullahi teâlâ aleyh) fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaş- maktan korkardı. Hazret-i Hasan ın fitneden kaçmasını selden boğulma- mak için kaçan bir insana benzetmiş, Fitne insana hidayet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nefsin arzularını terk etmesi için gelir demiştir.
Yezîd bin Abdullah a soruldu: Müslümanlar arasında fitne harp çıktığı zaman Mutarrif ne yapardı Şöyle cevap verdi. Evine kapanır ve hiç bir cemâate yaklaşmazdı. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmezdi.”
Erbilli Muhammed Es ad Efendinin talebesi Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hiç kimseye; “Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy.” gibi emirler vermezdi. Dikkat çekecek, fitne uyandıracak hareketlerden kaçınırdı. “Bi- zim kapımız, hak kapısıdır. Nasîbi olan gelir. Hiç kimseyi zorlamayınız.” derdi.
Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Fitne çıkaran âlimden ve câhil âbidden (çok ibâdet edenden) sakının. Bunların hâline meftûn olan (gönlünü kaptıran, aldanan) için ikisi de fitnedir. Hem de çok tehlikelidir.”
Büyük velîlerden ve fıkıh âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir talebesine şöyle nasîhat etti: İnsanların söz taşımala- rını dinleme. Zîrâ hadîs-i şerîfte; “Nemmâm (Koğucu, söz taşıyan) Cen- net´e giremez.” buyruldu. İnsanların ayıplarını görme. Hadîs-i şerîfte; “İnsanların ayıplarını araştırmayınız.” buyruldu.
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün birisi gelip, “Filan kimse seni çekiştirdi, gıybet etti.” deyince; “Sen o zâtın evine niçin gitmiştin ” diye sordu. O şahıs; “Misâfir olarak dâvet etmişti.” dedi. Sonra, ne ikrâm ettiğini sorunca; “Çeşitli yemekler ve meşrubat…” cevabını aldı ve buna karşı; “Bu kadar yemeği içinde sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin ” dedi.
Daha sonra kendisinin aleyhinde konuşan bu kimseye, bir tabak tâze hurma ile birlikte özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: “Duyduğuma göre sevaplarını, benim amel defterime geçirmişsin! İsterdim ki, karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim hediyemiz sizinki kadar çok olmadı.”
Evliyânın büyüklerinden Şeyh Sa´dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Düşmandan lâf getiren, insana düşmandan daha büyük düşmandır. Ey laf taşıyıcı! Düşmanım bile yüzüme karşı kötü şey söylemiyor. Sen ondan daha büyük düşman olmasan, onun arkamdan söylediğini, gelip de yüzüme karşı söyler misin Söz taşıyan, eski düşmanlıkları yeniler, kinleri tâzeler. En yumuşak insanları bile çileden çıkarır. Uyuyan fitneyi uyandıran kimseden en kısa zamanda kaç! Kavga iki kişi arasında yanan bir ateşe benzer. Söz taşıyıcı ise, o ateşin sönmemesi için odun taşıyan oduncu gibidir.”
Hanefî fıkıh âlimlerinin büyüklerinden şânı yüce bir velî olan Yahyâ bin Eksem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Koğucunun zararı, sihirbazın zararından daha çoktur. Koğucu az bir zaman içerisinde öyle zararlar yapar ki, sihirbaz onu bir ayda yapamaz.
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu ki: Yalan söylemek, emni-yeti giderir.”
Büyük velî ve âlimlerden Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde büyüklerden bahseder, insanların istifade etmesi için nakiller yapardı. Şöyle nakletmiştir. Rebî bin Haysem: “Kişi bilmediği halde bu haramdır, bu men edilmiştir demekten sakınsın. O zaman Allahü teâlâ ona, yalan söyledin, buyurur.”
Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Şerefli ve asil kimse, sö- zünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mümin olan, gıybet etmez.”
Tâbiînin tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi kötü sözler söyledi. O da hiç cevap vermeyip, sükût ile karşıladı. Adam bu sefer, daha da ileri gitti. Daha kötü sözler söyledi. Bunun üzerine, Bekr bin Abdullah hazretlerine, niçin ona cevap vermiyorsun, suskun duruyorsun. Baksana sana neler söylüyor, denilince; “Ben onun hakkında, kötü bir şey bilmiyorum ki, ona karşılık ne cevap vereyim Hem, onun hakkında yalan yere, olmayan şeyleri söyleyip, atıp tutmam da bana helâl değildir.” dedi.
Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “Bir kimse kasdî olarak bana izâfeten yalan söylerse, Cehennem´deki yerine hazırlansın.”
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Osman anlatır: Hocam, Ebû Hafs-ı Haddâd´a; “İnsanlara nasîhat etmek, ilim öğretmek istiyorum.” dedim. Bana; “Sende bu hâl neden hâsıl oldu ” buyurdu. Ben de; “İnsanlara şefkat hissinden.” dedim. Bana; “İnsanlara şefkat hissi sende ne derecededir ” buyurdu. Ben de; “Öyle bir durumdadır ki, bütün günahkârların yerine Cehennem´de yanmaya hazırım.” dedim. İzin verip bana nasîhatle; “Önce kendine, sonra etrâfındakilere nasîhat et! Etrâfındaki halk topluluğu seni şımartmasın! Çünkü cemâat dışına, cenâb-ı Hak ise içine nazar eder, bakar.” buyurdular. Ben bir yerde sohbet ederken, hocam gizli bir köşeye saklanmışlar. Sohbet bitince, sadaka isteyen bir kimseye herkesten önce gömleğimi çıkarıp verdim. O anda Ebû Hafs-ı Haddâd; “Seni yalancı, in bakayım o kürsüden.” dedi. Hatâmı sorduğumda hocam bana; “Hem halka karşı beslediğin şefkat ve merhametten bahsediyorsun. Hem de sadakayı acele ile verip, hepsinden önce sevâba ben kavuşayım diyorsun! Şâyet önce söylediğin dâvâ üzere olsaydın, bu bencilliği yapmazdın. İn bakalım oradan. Orası senin yerin değildir ” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün bir kimse gelip; “Sende üç yüz dirhem alacağım vardır.” dedi. Habîb; “Ben hatırlayamadım. Nerede, ne zaman borcum ol- du ” buyurdu. O kimse; “Ben de bilmiyorum. Fakat benim sende üç yüz dirhem alacağım vardır.” dedi. Habîb, o kimseye; “Bugün gidin de yarın gelin.” buyurdu.
Gece olunca, abdest alıp iki rekat namaz kıldı ve namazdan sonra şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Eğer o kimse doğru söylüyorsa, borcumu ona ödememde bana yardım et. Şâyet yalan söylüyorsa sen bilirsin.” Sabah olunca o kimsenin, bir tarafının felç olduğunu gördüler. Habîb o kimseye; “Sana ne oldu ” diye sordu. O kimse, “Tövbe ettim, tövbe ettim. Ben sizden alacağım olmadığı halde üç yüz dirhem istedim. Bunun için bana bu hastalık geldi. Ben tövbe ettim.” dedi. Habîb; “Peki niçin böyle yaptın ” dedi. O kimse “Kendi kendime; “Habîb Allahü teâlâdan ve kullardan çok utanır. Ben bu parayı istersem bana verir.” dedim.
Habîb-i Acemî merhametinin çokluğundan o kimseye acıdı ve; “Yâ Rabbî! Doğru söylüyorsa ona şifâ ihsân eyle.” diye duâ etti. Allahü teâlâ o kimseye şifâ verdi ve hiç felç olmamış gibi ayağa kalktı.
Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu- yurdular ki: “Dört şey olmadan, dört şeyi iddiâ eden yalancıdır. 1) Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddiâ eden, 2) Fakirleri yoksulları aşağı görerek, Resûlullah efendimizi sevdiğini iddiâ eden, 3) Elinden geldiği halde fakirlere sadaka vermeye- rek, Cennet´i sevdiğini iddiâ eden, 4) Günahlardan sakınmadığı halde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddiâ eden yalan söylemiştir.”
Mısır´ın meşhûr velîlerinden Hıfnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Allâme Şeyh Hasan Şemmet Mısrî anlatır: “Hocam Muhammed Hıfnî gönülden geçen şeyleri bilirdi. Bir gün kalbimden bir şey geçirdim. Sonra da huzûruna vardım. Hocam bana içimden geçenleri söyleyiverdi. Yaptığım fakat kimsenin bilmediği işlerden de haber verirdi. Bir gün beni eve gönderdi ve; “Benden önce eve git.” buyurdu. Giderken yolda arkadaşlarımla karşılaştım. Onlar bana; “Hazret-i Hüseyin´in kabrini ziyârete gidelim.” dediler. Ben de hocamın sözünü söyledim. O zaman; “Hocan biraz gecikir. O eve gelmeden önce ziyâretimizi yapar döneriz.” dediler. Onlara uyup Hüseynî Mescidine gittik. Orada ziyâretimizi yaptık. Sonra Hocamızın evine döndük. Onun henüz eve dönmediğini öğrenince sevindim. Bu sebepten de Allahü teâlâya hamd ettim. Daha sonra hocam eve geldi. Kapıyı açtım. Hocam neşeyle bana nazar ederek; “Nerede idin ” buyurdu. Ben de; “Burada idim efendim.” dedim. O tekrar; “Doğruluk en güzelidir, nerede idin ” buyurdu. O zaman başımdan geçenleri anlattım. Bana; “Hocana karşı yalan söylemekten çok sakın!” buyurdu. O zamandan beri yalandan çok korkarım.
Muhammed Hıfnî, bir gün âlim bir zâtla yolda giderken, karşılarına kendisinin velî olduğunu iddiâ eden biri çıktı ve; “Siz ikiniz önümüzdeki Cumâ gününde vefât edersiniz.” dedi. O zaman Hıfnî; “Yemin ederim ki sen yalancısın.” buyurdu. Yanındaki âlim, o adamın sözleri tesirinde ka- lıp ölümden korktu ve; “Efendim ona yalancı demeyiniz, doğru olabilir.” dedi. Hıfnî o zaman; “Bu Cumâ geçtiği gibi sonraki Cumâlar da geçecek. Hâlâ bu adamın söylediğine inanıyor musun ” dedi. Hakikaten Cumâlar gelip geçti. O zaman Hıfnî bu âlime; “Bu adam yalancının biridir. Sözü- müze hâlâ inanmadın mı ” buyurdu. O âlim; “Şimdi inandım.” dedi. Hıfnî; “O kendisinin velî olduğunu iddiâ eden, fakat aslında işleri eşkıyâlık olan biridir. Allahü teâlânın farz kıldıklarını yerine getirmez. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Sözleri dinden çıkmış bir zavallı olduğunu gösteriyor.” buyurdu.
Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bâzı hâllerde, yalan ko- nuşmak doğruyu söylemekten daha hayırlıdır. Meselâ elinde silâh olan bir kimse Öldürmek için falan kimseyi arıyorum. Gördün mü diye sana sorsa, sen o kimseyi gördüğün halde, birinin canını, diğerinin cinâyetten kurtulmasını isteyerek, o kimseyi görmediğini, yakında buralara uğrama- dığını söylemez misin İşte bu niyyetle, böyle hâllerde yalan söylemek câiz ve lâzımdır.
En büyük velîlerden ve on iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin sohbetinde bulunan biri anlattı. İ- mâm-ı Bâkır´ın bir sohbetinde elli kişi kadar vardık. Kûfe´den bir şahıs Muhammed Bâkır´ın huzûruna gelip; “Kûfe´de falan şahıs, senin yanında bir melek olduğunu, o meleğin sana mümini, kâfiri, dostunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor.” dedi. İmâm-ı Bâkır; “Sen ne iş yaparsın ” diye sordu. O şahıs; “Buğday satarım.” deyince, hazret-i İmâm; “Yalan söylüyorsun.” buyurdu. O da; “Ara sıra arpa da satarım.” dedi. Hazret-i İmâm; “Yine yalan söylüyorsun. Senin işin hurma satmaktır.” buyurunca, o şahıs hurma satmakla uğraştığını îtirâf edip; “Bunu sana kim haber verdi ” diye sordu. Hazret-i İmâm da; “Dostumu, düşmanımı haber veren melek bildirdi.” buyurdu. Ayrıca ona, sen falan hastalıktan öleceksin dedi. Bu hâdiseyi nakleden kimse şöyle anlattı: Bir ara Kûfe´ye gitmiştim. O şahsı sordum. Üç gün önce Muhammed Bâkır hazretlerinin söylediği hastalıktan öldü dediler.
Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kerâmet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır.
Hindistan ın büyük velîlerinden Seyyid Şemseddîn Pâni-pütî (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir gün, şehrin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir meclisde oturuyordu. Kendisinin seyyid olduğunu iddiâ eden bir kimse de orada idi. Bu kimse Şems-ül-evliyâ ya; Sizin seyyid olduğunuz nere- den belli Bunu nasıl isbât edersiniz dedi. Bu münâsebetsiz suâle ü- zülen Şems-ül-evliyâ; Babamdan ve dedelerimden duyduğum gibi, bunu isbât eden şecere de yanımda saklıdır. dedi. O kimse daha da ileri gide- rek; Bu tam bir isbât değil. Daha katî bir şey göstermeniz lâzım. dedi. Şemseddîn hazretleri buna daha çok üzüldü. Celâllendi, Hâşimî damarı harekete geldi ve; Gerçi bu isbât şekli şimdiye kadar tatbik edilmiş değil ama, şimdi bundan daha katî bir yol kalmadı. Mecbûren, Seyyidlerin kılı ateşte yanmaz. kâidesini göstereceğiz. Hemen büyük bir tandır hazırla- sınlar. Mâdem sen de seyyid olduğunu söylüyorsun, birlikte o tandıra gi- reriz. buyurdu. O kimse daha önce cüretkâr sözler söylediği için, şimdi bu sözlere îtirâz edemedi yakınında bulunan büyük bir tandır yakılıp, kızdırıldı. Şems-ül-evliyâ, hiç çekinmeden o kızgın tandıra girdi. Fakat, o girer girmez, Allahü teâlânın izni ile tandırın sıcaklığı geçti. Elbisesinden bir iplik bile yanmadı. Tandırın içinde gaybdan bir pınar peydâ oldu. Şemseddîn, o pınardan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra dışarıda bekleyen o kimseye seslenip; Ey Seyyid (!) kardeşim. Niçin tandıra gir- miyorsun. Beklemen çok uzadı. dedi. O kimse, mahcûbiyetinden biraz daha ilerledi, ateşi gördü. Pek yakıcı ve korkunç idi. Kalbine dokundu, yüzünün rengi değişti. Buna rağmen iki adım daha atıp, tandırın başına geldi. Yükselen alev, pardesüsünün eteğini tutuşturunca, feryâd etmeye başladı. Sonra, Şems-ül-evliyâ hazretleri tandırdan çıkıp, o kimsenin tu- tuşan pardesüsünü söndürdü. Bu hâdiseyi başından beri tâkib edenler, hayretler içerisinde kaldılar. O zâtın seyyid olmadığı, yalancı birisi oldu- ğu anlaşılmış oldu. Orada bulunanların, Şems-ül-evliyâ hazretlerine olan muhabbetleri, böylece daha çok arttı.