Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Fıkıh öğrenmeyip tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan, bid´at sâhibi yâni sapık olur. Her ikisini edinen hakîkate varır.”
En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ders meclisi kurdu ve insanlara fıkıh ilmini, haram ve helâli öğretmeye başladı. Bu haber Ebû Hanîfe hazretlerine ulaştırıldı. İmâm-ı A´zam hazretleri huzûrunda bulunanlardan birine; “Şimdi Yâkub´un (Ebû Yûsuf´un) meclisine git ve ona; “Bir kimse elbisesini kısaltmak için bir terziye verse, sonra elbisesini istese, terzi de inkâr etse, sonra tekrar terziye gelse ve elbisesini istese terzi de elbisesini kısaltmış olarak ona verse ücret alabilir mi diye sor. Eğer alır derse hatâ ettin, dersin. Eğer ücret almaz derse yine hatâ ettin dersin.” dedi. Bu talebe Ebû Yûsuf´un ders okuttuğu meclisine geldi. Soruyu sordu. Ebû Yûsuf; “Terzi ücret alır.” dedi. O da; “Hatâ ettin. Öyle değildir.” dedi.
Ebû Yûsuf bir müddet düşündü ve; “Hayır ücret alamaz.” dedi. Soran yine; “Yanıldın. Öyle değildir.” dedi. Bunun üzerine Ebû Yûsuf hemen yerinden kalkıp Ebû Hanîfe hazretlerinin huzûruna gitti. Ebû Hanîfe hazretleri onun geldiğini görünce; “Seni buraya elbiseyi kısaltma meselesi mi gönderdi ” dedi. Ebû Yûsuf da; “Evet efendim.” diye cevap verdi. Ebû Hanîfe hazretleri tebessüm ederek; “İnsanlara fetvâ vermeye koyulan ve Allahü teâlânın dîninde söz söylemek için kendine meclis kuran, ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilemez.” buyurdu. Ebû Yûsuf; “Hocam bana bunun cevâbını söyleyiniz.” dedi. Ebû Hanîfe hazretleri; “Eğer o elbiseyi gasbettikten sonra kısalttı ise ücret verilmez. Çünkü kendisi için kısaltmış demektir. Eğer gasbetmeden önce kısalttıysa, ücret verilir. Çünkü onu sâhibi için kısaltmıştır.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Yûsuf hocasının ellerine sarılıp öptü.
İmâm Ebû Yûsuf hazrelerinin ilmi yanında zekâsı da insanları hayrete düşürürdü. Bâzı hâdiseler bunun açık delili oldu. Kâdılığı zamanında adamın biri; “Eğer Allahü teâlâ bana bir erkek evlat ihsân ederse, boynuzu dört karış bir koç kurban edeceğim.” diye bir adakta bulunmuştu. Sonra bu adamın bir oğlu oldu. Adağını yerine getirmek için boynuzu dört karış olan koç arattı, fakat bulamadı. Sağa sola, civar memleketlere adamlar gönderdiyse de istenen vasıfta koç bulmak mümkün değildi. Adam zamânın din âlimlerine mürâcaat ederek hâlini anlattı. Yine bir çâre bulamadılar. Adamı bir telaş aldı. Dostlarından birisi ona, Ebû Yûsuf hazretlerine gidip derdini anlatırsa bir çâre bulabileceğini söyledi. Adam gidip durumu Ebû Yûsuf hazretlerine anlattı ve bir çâre bulmasını istedi. Bu adam zengin fakat eli sıkı biri idi. İmam bunu bildiği için; “Bir çâre bulurum. Fakat şartım var!” dedi. Adam Ebû Yûsuf hazretlerinin ellerine sarılarak; “Şartını söyle” deyince; Ebû Yûsuf; “Sen zenginsin. Memleketin fakir çocukları için dört mektep, bunların masrafını karşılamak için yanına dört de dükkân yaptırırsan müşkülün hallolur.” dedi. Adam kabul etti. Fakat: “Bu inşâat bir hayli uzun sürer. Bunun bitmesini bekleyemeyeceğim. Sabrım tükendi, adağımı hemen yerine getirmek istiyorum.” dedi. Ebû Yûsuf hazretleri ona; “Peki o halde inşaat için ne kadar para sarfolunacaksa onu devlet hazînesine teslim edersin. Ben de fetvâyı veririm.” dedi. İnşâata gidecek parayı bilir kişiye keşfettirip devlet hazînesine yatırdı. Ebû Yûsuf hazretleri talebelerinden birine; “Bana uzun boynuzlu bir koç bulup getir!” buyurdu. Talebe uzun boynuzlu bir koç bulup, getirdi. Ebû Yûsuf küçük bir çocuk çağırdı. Çocuğa koçun boynuzlarını karışlattırdı. Dört karış geldi. Ebû Yûsuf hazretleri:
“İşte adadığın koç. Bunu keser, adağını yerine getirirsin. Zîrâ sen sâdece boynuzu dört karış bir koç adadın. Karışın büyük veya küçük olduğu husûsunda bir şey belirtmedin. Ben de bu husûsa dayanarak fetvâ verdim.” buyurdu. Herkes, hazret-i İmâmın üstün zekâsına hayran kaldı.
Ebû Yûsuf hazretleri, kâdılığı zamânında halîfe ve devlet adamlarına nasihatlar ederek adâletten ayrılmamalarını ve halka iyi muâmelede bulunmalarını tavsiye etti.
Bir defâsında Halîfe Hârûn Reşîd, hanımına bir münakaşa sonucunda; “Bu geceyi benim hüküm sürdüğüm topraklarda geçirirsen seni boşadım.” demişti. Fakat sonradan öfke hâli geçince pişmân oldu. Çok sevdiği hanımından ayrılmak istemiyordu. Meselenin çâresini zamânın âlimlerine sorup, bir çâre bulunmasını istedi. Fakat işin içinden çıkamadılar. Başka bir devletin sınırları içinde geceyi geçirmesi de mümkün değildi. Ona; “Senin meseleni ancak Ebû Yûsuf halleder.” dediler.
Hârûn Reşîd hemen Ebû Yûsuf hazretlerini dâvet etti. Hâdiseyi anlatınca, Ebû Yûsuf hazretleri; “Hanımınız bu geceyi mescidde geçirsin. Çünkü, mescidde kimsenin sâhipliği ve mâlikliği yoktur. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Mescidler Allah içindir.” (Tevbe sûresi:18) buyuruyor.” dedi.
Bunun üzerine, Halîfe Hârun Reşîd, hazret-i İmâm´ın zekâ ve ilmine hayran kaldı.
İmâm-ı Ebû Yûsuf hazreleri bir dâvâda halîfe Hârûn Reşîd´in kumandanlarından birinin şâhidliğini kabûl etmemişti. Bunun üzerine kumandan, Ebû Yûsuf´u halîfeye şikâyet etti. Halîfe sebebini sorduğunda; “Onun, ben halîfenin kölesiyim.” dediğini duydum. Eğer söylediği doğru ise köle şâhidlik yapamaz. Yalan ise yalancının şâhidliği kabûl edilmez.” buyurdu. Halîfe bunları dinledikten sonra; “Peki ben bir kimse hakkında şâhidlik yaparsam kabûl eder misin ” deyince; “Hayır.” buyurdu. Halîfe hayretle sebebini sordu. O zaman; “Çünkü sen halka karşı kibirleniyorsun. Müminlerle berâber namaz kılmak için cemâate gelmiyorsun.” buyurdu. Halîfe sonunda bu nasihatlara göre hareket etti.
Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İbâdet maksadı dışında fıkıh öğrenenlere, şüphelilerle, haramları helâl göstermeye uğraşanlara yazıklar olsun.”
Konya´da yetişen velîlerden Fahri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebesi Veyiszâde Hacı Mustafa Efendi ile bir yere gidiyordu. O sırada Hacı Mustafa Efendiyi tanıyan bir kadın gelip; “Hocam bahçemizdeki kuyuya tavuk düşmüş, ölmüş. Fakat şişmeden çıkardık. Kuyuyu temizlemek için ne yapalım ” diye sorunca, Hacı Mustafa Efendi; “Kırk kova su çekmek lazımdır. Elli yâhut altmış kova çıkarılırsa daha iyi olur.” dedi. Kadın tekrar; “Hocam suyu kendi kovası ile mi yoksa başka kovayla mı çıkaralım ” diye sorunca; “Kovayla.” cevâbını verdi. Hanımın içi rahat etmediğinden bâzı suâller sormak için hazırlanırken Fahri Efendi söze karışarak; “Hanım! Kırk kova çek, rahatına bak. Kuyu temiz olur. Hatta bir bardak su getir ben de içeyim.” dedi. Kadın gittikten sonra talebesine dönerek; “Mustafa, Mustafa! Halkı zora sokmak, gönlünde ukde bırakmamak işleri zorlaştırmamak lâzımdır.” diye tenbihte bulundu.
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir gece, vefât etmek üzere olan hasta bir dostunu ziyâ- rete gitti. Yanında bulunurken hasta vefât etti. Hamdûn-ı Kassâr hemen orada yanan mumu söndürdü ve; “Dostumuzun vefât etmesiyle mum vârislerin oldu. Onların ise, mumu kullanmamıza izin verip vermeyecek- lerini bilemiyoruz.” buyurdular.
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: “Ebü´l-Abbâs bin Süreyc´in huzûrunda fıkıh dersi öğreniyorduk: “Al- lah sevgisi farz mıdır, yoksa farz değil midir ” diye sordu. “Farzdır.” diye cevap verdik. İbn-i Süreyc; “Delîliniz nedir ” diye sorunca; “Tevbe sûresi 24. âyetinde Allahü teâlânın meâlen: “Ey Resûlüm, o hicreti terk edenle- re de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, akrabâları- nız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O´nun yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allah´ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” buyurduğu delîlimizdir. Allahü teâlâ burada, kendi sevgisini ve Habîbinin sevgisini diğer sevgi- lere üstün kıldı. Kendi sevgisine ve Resûlünün sevgisine ortak bir sevgi- ye karşı azap vâd etti. Allahü teâlânın azâbı, ancak farzı terk etmek üze- rinedir.” diye cevap verdik. Ayrıca; “Resûlullah´ın sevgisi de farzdır. Bunun delîli de, Resûlullah efendimizin şu hadîs-i şerîfidir: “Sizden birisi beni kendi nefsinden, âilesinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil îmân etmiş olmaz.” buyruldu.” dedik.
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir mahâret sâhibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bâzı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih yâni fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvâlara, dâimâ uymaktı. Bâzı fıkıh âlimlerinin câiz dediği, bâzılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. “Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.” buyururdu.
Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Harama düşmemek, zarûrî ihtiyaçlarını temin etmek için, elinde dünyâlık bulunmasının zararı yoktur.”
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Mısır´ın ileri gelenlerinden birinin hanımı, bir münâkaşada kocasına “Ey Cehennemlik!” dedi. Bu cevap karşısında bu şahıs, hanımına; “Ben Cehennemliksem, seni boşadım.” dedi, fakat hanımını da çok seviyordu. Âlimleri toplayıp bu meseleyi sordu. Kimse cevap veremedi. “Senin Cehennemlik olup olmadığını Allah bilir.” dediler. Âlimler arasından henüz daha genç yaşta olan İmâm-ı Şâfiî kalkıp; “Ben senin meseleni çözerim.” dedi. Oradakiler şaşırdılar. Bu kadar âlimin cevap veremediğine, nasıl cevap verecek diye merak ettiler.
İmâm-ı Şâfiî dedi ki: “Önce sen benim sorularıma cevap ver!” Ve devâm etti: “Bir günah işleyeceğin vakit, Allah korkusundan bu günahı terk ettiğin oldu mu ” dedi. “Allahü teâlâya yemîn ederim ki çok oldu.” “Bu hâlinle Cennetlik olduğun anlaşılmaktadır.” buyurdu.
Orada bulunan âlimler, hangi delîl ile bu hükmü verdiğini sordular: “Kur´ân-ı kerîmde; “Bir kimse Allah korkusundan nefsini günahlardan men ederse, onun yeri elbette Cennet´tir.” buyurulmaktadır. Hükmümü bu âyet-i kerîmeye göre verdim.” buyurdu. Oradakiler susup kaldılar.