Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
BESMELE´YE HÜRMETİ
Bişr-i Hâfî adında, bir büyük velî vardı,
Gençlik senelerinde, günah işler yapardı.
Bir gün sarhoş bir halde, sallanarak giderken,
Yerde çamur içinde, bir kâğıt gördü birden.
Besmele-i şerîfe, olduğunu anladı,
Ve içi sızlayarak, eğilip onu aldı.
Öptü ve tâzim ile, giderdi çamurunu,
Güzel koku sürerek, yükseğe astı onu.
O gece rüyâ gördü, bir âlim, yattığında,
Ona şöyle denildi, Bişr-i Hâfî hakkında:
“Git, Bişr´e haber ver ki, dün yaptığı bir işten,
Dolayı memnun olup, râzı oldum Bişr´den.
İsmimi yerden alıp, nasıl temizlediyse,
Onu, günah işlerden, temizlerim ben ise.
Nasıl benim ismimi, büyük tuttuysa o kul,
Ben dahî o kulumu, tutarım öyle makbul.”
Uyandı sabahleyin, rüyâ gören o âlim,
Merak edip dedi ki; “Bu kişi acabâ kim ”
Hemen çıkıp aradı, onu o mahallede,
Nihâyet buldu onu, köhne bir meyhânede.
Çağırttırıp dedi ki; “Sana bir haberim var.”
Bişr dedi ki: “Acabâ, bana kim haber yollar ”
“Allahü teâlâdan, haberim var” deyince,
Ağlamaya başladı, o bunu öğrenince.
Dedi ki: “Yoksa bana, kızıyor mu Rabbimiz
Bana güceniyor mu, ne olur, söyleyiniz ”
O âlimin gördüğü, rüyâyı dinleyince,
Dönüp ahbaplarına, vedâ etti hemence,
Dedi: “Ey arkadaşlar, biz şu anda çağrıldık,
Beni bu meyhânede, göremezsiniz artık.”
O âlimin yanında, “tövbe etti” böylece,
Büyük bir velî olup, edindi çok derece.
O buyurur: Bağdat´ta, gördüm ben birisini,
Askerler kırbaç ile, döverdi kendisini.
Dikkat ettim, bin kırbaç, vurdular kendisine,
Ve lâkin o sesini, çıkarmadı hiç yine.
Baktım o zavallıyı, o kadar çok dövdüler,
Sonra onu bağlayıp, hapise götürdüler.
Bu hâli merak edip, gittim onun yanına,
Niçin dövdüklerini, gizlice sordum ona.
Dedi ki: “Ben bir kıza, âşık oldum iyice,
Onu sevdiğim için, dayak yedim bir nice.”
Dedim ki: “Bu kadar çok, dövdü de onlar seni,
Ne için bir kerrecik, çıkarmadın sesini ”
Dedi ki: “O an bana, bakıyordu sevdiğim,
O bakarken, sesimi, çıkarabilir miydim ”
Dedim ki: “Hak teâlâ seni hep görmektedir,
Hattâ senin kalbinden, geçeni bilmektedir.
Rabbinin seni her an, gördüğünü bilseydin,
Acep nice olurdu o zaman hâlin senin ”
O bunu öğrenince, sararıp yere düştü,
Baktım Hak teâlânın, korkusundan ölmüştü.
Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır,
Onlara kavuşanlar, tâlihli insanlardır.
Evliyânın büyüklerinden Ya kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: E ûzü okumak, E ûzü billâhi mineşşeytânirracîm demektir. Besmele okumak, Bismillâhirrahmânirrahîm demektir. Abdullah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah buyurdu ki: Kur ân-ı kerîme saygı göstermek, E ûzü okuyarak başlamakla olur. ve Kur ân-ı kerîmin anahtarı, Besmeledir. Bu ikisini okuyan kimse sözünü, okumasını bu iki zînet ile süslemiş ve bu iki hazînede, dostlar için toplanmış olan faydalara kavuşmuş olur. Allahü teâlâya yaklaşmak isteyenler, E ûzü ye yapışmakta, O´ndan korkanlar da, E ûzü ye sarılmaktadır. Günâhı çok olanlar E ûzü ye sığınmıştır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin doksan yedinci âyetinde meâlen, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem); Kur ân-ı kerîm okuyacağın zamân E ûzü… söyle. buyurmuştur. Bu emir, Allah ın rahmetinden uzak olan ve gazabına uğrayarak dünyâda ve âhirette helâk olan şeytândan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim de! demektir.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehennem´e girmemesi için sened yazdırır. Abdullah ibni Mes ûd diyor ki: Cehennem´de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, on dokuz harfdir. Levh-i mahfûzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdem e (aleyhisse- lâm) ilk gelen, Besmeledir. Müminler, Besmele yardımı ile, Sırâttan geçer. Cennet dâvetiyesinin imzâsı Besmeledir.
Besmelenin mânâsı; Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile, başlıyorum. Ârifler, O´nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O´nun merhâmeti ile rızık buldu. Günâh işleyenler, O´nun rahmeti ile Cehennem´den kurtuldu demekdir. Allahü teâlâ, Kur ân-ı kerîme bu üç isim ile yâni Allah, Rahman ve Rahîm isimleri ile başladı. Çünkü, insanın üç hâli vardır. Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır, âhirette günâhlarını affeder.
Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir hizmetçisi vardı. Ebû Müslim Havlânî´yi sevmez, düşmanlık beslerdi. Bu sebeple onu zehirlemek için içeceklerine zehir katmıştı. Ancak gözü önünde içtiği halde hiç tesir etmedi. Tekrâr tekrâr içtiği halde zehirlenmediğini görerek bir gün; “Uzun zamandan beri seni zehirlemek istedim. Zehir tesir etmedi.” De- di. “Niçin bunu yapmak istedin.” deyince; “Çünkü sen ihtiyarladın.” dedi. Hizmetçiye; “Ben her ne zaman bir şey yemeye veya içmeye başlasam, Bismillâhirrahmânirrahîm derim.” dedi ve sonra o hizmetçiyi serbest bıraktı.
Mevlânâ Hüsâmeddîn Pârisâ Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Yemeğe ve her hayırlı işe başlarken Besmele okumak lâzımdır. Terk olunmamalıdır. Her hayırlı işe Besmele ile başlamak, gafleti giderip, Allahü teâlâyı hatırlamaya vesîledir.”
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeler; “Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki ölülerin azabda veya nîmet içinde oldukları bilinebilir mi Duâ ederek azabda olanın azâbı kaldırılır mı ” diye sordular. İbrâhim Gülşenî de: “Allahü teâlânın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azab içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde, azâbın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Deniyordu ki: “Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmeleyi öğrenince, Besmelenin hürmetine babasının azâbı kaldırıldı.”
Yine bunun gibi şâhid olduğum bir hâdise de şöyledir: Kâdı Îsâ´nın hocası Fahreddîn vefât etmişti. Kâdı Îsâ, teveccüh edince, hocasının azabda olduğunu anladı ve gelip bana durumu söyledi. Kâdı Îsâ´ya dedim ki: “Hocanın sende hakkı var. Hocan için sadaka ver, Kur´ân-ı kerîm okut ve rûhuna hediye eyle.” Kâdı Îsâ denilenleri yaptı. Fukarâya yemek yedirdi. Sevâbını hocasının rûhuna hediye etti. O gece Kâdı Îsâ rüyâsında hocasını gördü. Azap melekleri tekrar azab için gelmişlerdi. Tam o anda onu bir nûr kapladı. Bunu gören melekler, hemen oradan ayrıldılar. Ertesi günü rüyâsını bize tâbir ettirmek için geldi. Biz de; “Okuduğun Kur´ân-ı kerîm ve yaptığın hayır hasenât ona nûr oldu ve azabdan kurtuldu. Çünkü Kur´ân-ı kerîm nûrdur.” dedik.
Yemen´in büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hatm-i tehlîlin fazîletiyle ilgili olarak buyurdular ki: “Âlimler, tasavvuf büyükleri bu hatm-i tehlîl okunmasına çok ehemmiyet verirlerdi. Bu güzel ve mühim âdeti devâm ettirmeleri ve ihmâl etmemeleri için de dostlarına, tanıdıklarına tavsiyelerde bulunurlardı. Âlimlerimiz, bir mevtânın rûhuna hatm-i tehlîl sevâbı hediye edilince, o mevtâ îmân ile vefât etmiş ise, Allahü teâlânın o mevtânın günahlarını affedip, Cehennem´den âzâd edeceğini bildirmişlerdir. Bu hususta İmâm-ı Râfi´î´nin bildirdiği bir hâdise şöyledir: “Keşf sâhibi bir genç vardı. Bir gün bu gencin annesi vefât etti. O genç ağlayıp sızlamaya, büyük üzüntü ile gözyaşları dökmeye başladı. Bu hâlin sebebini soranlara da; “Annemi Cehennem´e götürdüler. Elemim bunun içindir.” dedi. Gencin orada bulunan dostlarından birisi ellerini açarak dedi ki: “Yâ Rabbî! Ben yetmiş bin kelime-i tevhîd okumuştum. Sen şâhid ol ki, o hatm-i tehlîlin sevâbını (bu gencin annesi olan o mevtâya hediye ettim.” Genç keşf yoluyla annesinin durumunu murâkabe edip anladı ve sevinçle; “Bu hediye hürmetine annemi Cehennem´den çıkardılar ve Cennet´e koydular.” dedi. Bâzı büyük âlimler, bu hâdisenin ve gencin keşfinin doğru olduğunu haber vermişlerdir.”
Ebû Bekr eş-Şelî´nin bu teşvik ve nasihatlarını dinleyen Terîm ahâlisi, fecr ve tan yerinin ağarması ile güneşin doğması arasında, hatm-i tehlîl yâni yetmiş bin kelime-i tevhîd okuyup, sevâbını ölmüş kimselerin ruhlarına hediye ederlerdi. Terîm ahâlisi bu kadar tesbih ve hatm-i tehlîli bu kadar kısa zamanda nasıl okuduklarına hayret ederlerdi. Bunu, Ebû Bekr eş-Şelî hazretlerinin kerâmeti bilirlerdi.
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Allahü teâlâyı Rab olarak tanı. O´nu bir olarak ikrâr et ve O´na hiç bir şeyi ortak koşma. Tevhîdin esâsı bu üç şeydir.”
İran´da yetişen evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri vâzlarının birinde Lâ ilâhe illallah lafzının faziletini şöyle anlattı: Allahü teâlâ hadîs-i kutsî´de; “La ilâhe illallah benim kal´amdır. Kim benim kal´ama girerse, azâbımdan emîn olur.” buyuruyor. Lâ ilâhe illallah Allahü teâlâyı bildiren yüce bir sözdür. Kim onu kendine kal´a edinirse ebedî saâdeti ve nîmetleri elde eder. Kim bu mübârek, kelimeyi kendisine kal´a edinmezse, ebedî azâba uğrar. Fakat insanlar Lâ ilâhe illallah kelimesinden uzaklaştılar. Onlarda sadece dilin kelime-i tevhîdi söylemesi kaldı. Böylece insanlar sâdece kal´ayı söylemiş oldular. Nasıl ki ateşin ismini söylemek insanı yakmadığı, suyun ismi insanı boğmadığı, kılıcın ismi insanı kesmediği gibi, kal´anın ismi de insanı düşmandan korumaz. Bunlar gibi Kelime-i tevhîdin sâdece lafzını söyleyip, mânâsından haberdâr olmamak da insanı âhiret azâbından korumaz.
Görülmüyor mu, insanlar Lâ ilâhe illallah diyor, fakat nefsinin arzu ve isteklerine, paraya ve dünyâya tapıyor. Yarın kıyâmet gününde Allahü teâlâ; “Ey kulum! Olmayan şeyi niçin söylüyorsun ” buyurup, “Yalan söyledin.” deyince ne cevap vereceksin. Halbuki sen, dünyâ malına ve paraya kulluk ediyorsun. Ey insanoğlu! Niçin lezzeti ilâhî yerlerde aramıyorsun Halbuki bütün her şey Allahü teâlânın elindedir. O, bütün bu mülklerin sâhibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Âlemde, ancak O´nun dilediği ve O´nun irâde ettiği şey olur. Onun için, O´ndan başkasıyla lezzet alma. Rahmetinden ümit kesme. Çünkü O´nun rahmetinden, ancak kâfirler ümit keserler.
Lâ ilâhe illallah öyle bir kelimedir ki, Allahü teâlânın vahdâniyetini tanımayı sağlar. Onun meyvesi, Allahü teâlânın bir olduğunu ikrârdır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ seni, tevhîdini, birliğini bilmen için yarattı. Âlemdeki her şeyi de, senin için yarattı. Ve bunlar arasındaki hayvanları, bitkileri sana hizmetçi kıldı. Yer senin ikâmet etmeni sağlar. Melekler seni muhâfaza eder. Güneş sana ışık verir. Hepsi senin için yaratılmıştır. Sen, sâdece Allahü teâlâyı bir bilip, O´na kulluk için yaratıldın. Öyleyse bütün mahlûkât, Allahü teâlânın vahdâniyetini ve bir olduğunu kabûl edip, bunu ikrâr için yaratılmıştır.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâ bütün eşyâyı senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Sen ise, Allahü teâlânın senin için yarattığı şey ile meşgûl oldun, nîmetin sâhibini unuttun. Sana gelen bağış ve lütuflarından faydalandın. Vereni hatırlamadın. Böylece nîmetin şükrünü edâ etmedin. Sana verdiği ihsân ve lütuflarının hürmetine riâyet etmedin. Nîmet sâhibine şükür, O´nun verdiği nîmete şükür etmektir. Bu da, kendisine verdiği nîmetten dolayı O´na senâda bulunmakla olur.
Ey insanoğlu! Sâdece Allahü teâlâ verir. Öyleyse, sâdece O´nunla meşgûl ol ve O´na yönel, Bu hâsıl olursa, senin için bütün nîmetler hâsıl olur.
Ey insanoğlu! Allahü teâlâdan başkasına yöneldiğin, onlara iltifât ettiğin müddetçe de Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemeye devâm et. Çün- kü o, sendeki iyi olmayan şeyleri yok eder. Sana övülen iyi hasletleri getirir.”
Hindistan evlîyasından Abdülhay hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tarafından kendisine gönderilen bir mektup şöyledir:
Rabbimizin celle sultânüh gazabını, intikâmını söndürmek için “Lâ ilâhe illallah” güzel kelimesini söylemekten daha faydalı birşey yoktur. Bu güzel kelime, Cehennem´e götüren gazabı söndürünce, daha küçük olan başka gazablarını elbette söndürür. Niçin söndürmesin ki, bir kul, bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söyleyince, O´ndan başkasını yok bilmekte, her şeyden yüz çevirip, hak olan bir mâbûda dönmektedir. Gazabının sebebi, kullarının, O´ndan başkasına dönmesi, bağlanmasıdır. Mecâz âlemi olan bu dünyâda da, bu hâli görüyoruz. Zengin bir kimse, hizmetçisine kırılır, ona kızar. Hizmetçi de, kalbi iyi olduğu için, herkesten yüz çevirip bütün varlığı ile, efendisinin emirlerine sarılırsa, efendisi, ister istemez yumuşar. Merhamete gelir. Gazabı söner. İşte bu güzel kelime de, kıyâmet için ayrılmış olan doksan dokuz rahmet hazînesinin anahtarıdır. Küfür karanlıklarını, şirk pisliklerini temizlemek için, bu güzel kelimeden daha kuvvetli, hiçbir yardımcı yoktur. Bir kimse, bu kelimeye inanınca îmânın zerresi hâsıl olur.
Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâati sâyesinde Cehennem´den çıkarılır. Azapta sonsuz kalmaktan kurtulur. Bunun gibi, bu ümmetin büyük günahlarına şefâat edip, azaptan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed Resûlullah´tır. Bu ümmetin büyük günahları dedik. Çünkü önceki ümmetlerde büyük günah işleyen pek az olurdu. Hattâ îmânını küfür âdetleri ile ve şirk pislikleri ile karış- tıran da azdı. Şefâate en çok ihtiyacı olan bu ümmettir. Önceki ümmetlerde, bâzıları küfürde inâd etti. Bâzısı da hâlis olarak îmâna gelip emirlere yapıştı.
Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günahları kendilerini helak ederdi. Bu ümmetin günahları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve magfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve magfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günahkâr ümmet için ayırmıştır. İkrâm ve ihsân, kabahatliler ve günahlılar içindir. Allahü teâlâ, af ve magfiret etmeği sever. Kusûr ve kabahati çok olan bu ümmet kadar af ve magfirete uğrayacak hiçbir ümmet yoktur. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefâat edicisi bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların şefâatçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü ol- du. Furkân sûresi, yetmişinci âyetinde, meâlen; “Allahü teâlânın, günahlarını iyiliklerle değiştireceği kimseler onlardır. Allahü teâlânın mag- fireti, merhameti sonsuzdur.” buyruldu.
Kerîmler ile yapılacak her iş kolay olur.
On iki imâmın sekizincisi İmâm-ı Ali Rızâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nişâbur´a gelince, yirmi binden fazla âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri; “Ben, babam Mûsâ Kâzım´dan, o da babası Câfer-i Sâdık´tan, o da babası Muhammed Bâkır´dan, o, babası Ali Zeynel Âbidîn´den, o, babası hazret-i Hüseyin´den, o, babası hazret-i Ali´den, o, Peygamber efendimizden, o, Cebrâil aleyhisselâmdan, o da Allahü teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi okudu. “Lâ ilâhe illallah kal´amdır. Bunu okuyan, kal´ama girmiş olur. Kal´ama giren de azâbımdan kurtulur.” İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri, bu hadîs-i kudsînin râvileri ile berâber okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini bildirmiştir.
Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kelime-i tevhîdin fazîletine dâir şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir:
Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Bir kimse inanarak “La ilâhe illallah” derse, muhakkak Cennet´e girer.”
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i kudsî´de: “Lâ ilâhe il- lallah kal´amdır. Bunu okuyan, kal´aya girmiş olur. Kal´ama giren de, azâ- bımdan kurtulur.” buyruldu.
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevhid hakkında buyurdu ki: Tevhîdin ilk basamağını çıkamayanın öbürlerini geçmesi mümkün değildir. Böyle kimseler ilâhî hazrete erişemez. Tevhîdin ilk basamağı, bütün eşyâyı kalpten silmektir ve kalbi tamâmen zât-ı ilâhîye verip, teslim olmaktır.
“İlim seni amele götürür, yakîn ise seni taşır.”
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir sene, hacca gitmeye niyet ederek yola çıktım. Ne zaman Kâbe-i şerîf tarafına gitmek istedimse, gayri ihtiyârî ters istikâmete doğru gidiyordum. Allahü teâlânın irâdesi beni bu tarafa çekiyordu. En sonunda İstanbul tarafına gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapısı önünde, bir kısım insanlar toplanmıştı. Yaklaşarak: “Ni- çin toplandınız ” diye sordum. Onlar da, “Rum Kayserinin kızı delirmiş, çâre bulmak için doktorlarını topladı.” dediler.
Bunda bir hikmet olsa gerektir deyip içeri girdim. Odada Kayser´in kızını gördüm. Bana bakarak “Ey İbrâhim-i Havvâs! Hoş geldiniz.” dedi. Ben, hayret ederek, “Beni nereden tanıyorsunuz ” diye sorunca bana; “Cânımı cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. Üzülme, yarın İbrâhim-i Havvâs dostum sana gönderilir buyruldu.” dedi. Bunun üzerine İbrâhim-i Havvâs hazretleri, “Peki hastalığınız nedir ” diye sorduğumda kız; “Bir gece dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzüne baktım. Allahü teâlâ hazretleri, beni benden aldı. Kendimden geçtim. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resû- lullah” kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden dü- şürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik, bana da deli, dediler.” diye cevap verdi. O zaman ben; “Bizim diyâra gelmek ister misin ” deyince, o da; “Sizin diyârda ne vardır ” dedi. “Mekke, Medîne, Beytülmukaddes oradadır.” diye cevap verince, “Sağ tarafına bak.” dedi. Baktım, bir düzlükte Mekke, Medîne ve Beytülmukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra bana: “Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük günah işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. Yâni hâtırına başka hiçbirşey getirmeyip yalnız onu düşündü. “Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl, yetmiş bin Kelime-i tevhîd sevâbı bağışlayacağım. Îmânı varsa affolur.” buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; “Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe, tesîrini gösterip azâbdan kurtuldu” buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse, kendisi için veya başkası için yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa, günahları affolur.” buyruldu.
Hindistan velîlerinden Meyân Mîr Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatır: Bir gün hocam Şeyh Muhammed en yakınlarından olan Hâce Gelân ile kabristana gitti. Bu esnâda Hâce Gelân a kabirdekilerden birinin halleri göründü. Hocam Meyân Mîr Muhammed ise, o kabir sâhibinin konuşmalarını dinliyordu. Hâce ye; Bu kabir sâhibi ne diyor dedi. O; Ben henüz genç iken dünyâdan bu kabre geldim. Kötü amellerim, işlerim sebebiyle azab içerisindeyim. diyor dedi. Şeyh Muhammed, Hâce Gelân a; Ona bu azâbın kendisinden nasıl, ne ile kalkacağını sor. dedi. O da ona sordu. Yetmiş bin Kelime-i tehlîl (Lâ ilâhe illallah) okuyarak sevâbını bana bağışlayınız, o zaman içinde bulunduğum azab benden kalkar. diyor, dedi. Bunun üzerine Şeyh Muhammed talebelerine yetmiş bin Kelime-i tehlîl okumasını emretti. Kendisi de okudu. Kelime-i tehlîlin okunması bitince, o zât, kabir sâhibinin Kelime-i tehlîl ve sizin duâlarınız bereketiyle azab benden kalktı. dediğini nakletti.
Anadolu velîlerinden Ömer Füâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kelime-i tevhîdin fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
Sâliklerin yoldaşı Lâ ilâhe illallâh
Âşıkların haldaşı Lâ ilâhe illallah
Müminlere veren îmân, îmânda sâbit kılan
Günahlarını yuyan Lâ ilâhe illallah
Belâları def eden, mâsivâyı kat eden
Hicapları ref eden Lâ ilâhe illallah
Cehennemden kurtaran, Cennet safâsı veren
Dost Cemâlini gösteren Lâ ilâhe illallah
Ey Füâdî fikreyle, bu nîmete şükreyle
Dâim Hakk ı zikreyle Lâ ilâhe illallah
Evliyânın meşhurlarından Saidüddîn Fergânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Yetmiş bin kerre “Lâ ilâhe illallah” söyleyerek ölmüşlerin ruhlarına hediye etmek sadakanın en güzeli ve en iyisidir. Bunu hâlis niyyetle ve bağışlanan kimsenin Cehennem ateşinden kurtulması için söylemelidir. Bir kişi de söylese olur bir cemâat aralarında payla- şarak söylese de olur. Şeyh Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri buyurdu ki: “Eğer bir kimse kendisi için veya başka birisi için hâlis niyyetle ve azabdan kurtulmak niyyeti ile bunu yetmiş bin defa söylese, elbette kimin için söylenmişse o kimse Cehennem azabından kurtulur. Bu hususta nakil vardır. Bana Ebû´l-Abbas Kastalânî şöyle anlattı. Şeyh Ebü´-Rebi´ bu kelime-i tevhîdi yetmiş bin defâ söylemişti. Fakat bir kimse adına veya bir kimseye bağışlamaya niyyet etmemişti. Bir gün bir cemâatle birlikte bir sofrada yemek yiyordu. Aralarında kalb gözü açık bir çocuk da vardı. Çocuk yemeğe elini uzatıp yiyeceği sırada âniden feryad etmeye başladı. Yemekten elini çekti. Ona niçin ağlıyorsun dediler. Çocuk dedi ki: “Şu anda Cehennem´i ve annemin de Cehennem´de azâbda olduğunu görüyorum! Bu sebebden ağlıyorum! dedi. Şeyh Ebü´r-Rebi´ dedi ki: Bu sözleri duyunca içimden; “Yâ Rabbî sen biliyorsun ki ben yetmiş bin defa “Lâ ilâhe illallah” demiştim. O yetmiş bin kelime-i tevhîdin sevâbını bu çocuğun annesinin Cehennem azâbından kurtulması için ona bağış- ladım diye niyyet ettim. Ben içimden böyle niyet edince çocuk tebessüm etti ve yüzü güldü. “Annemi görüyorum. Cehennem ateşinden kurtuldu. Elhamdülillah!” dedi. Sonra yemek yemeğe başladı.
Şeyh Ebü´r-Rebi´ sofrada bulunanlara dedi ki: “Bu çocuğun keşfi doğrudur. Bu hususda haber-i nebevî vardır. Eğer yetmiş bin defa “Lâ ilâhe illallah” söylenip bir ölünün veya kişinin kendisinin Cehennem ateşinden kurtulması için bağışlansa bunun fâidesi tam hâsıl olur.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, “Allah Allah!” deyip duruyordu. O sırada bir genç; “Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun ” diye sordu. Bunun üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek, “(Lâ ilâhe) der de (illallah) diyemeden vefât ederim diye korkuyorum.” dedi. Bu sözler gence çok dokundu ve orada bir âh çekerek vefât etti. Bunun üzerine gencin yakınları ve vârisleri Ebû Bekr-i Şiblî´yi Halîfeye şikâyet ettiler. Halîfe; “Yâ Şiblî! Bunların dediklerine ne dersin ” deyince, Şiblî hazretleri; “Yâ Emîr-el-müminîn! O gencin rûhu, mukaddes olan Allahü teâlânın cemâline kavuşmayı beklerken, aşk ateşinin bir kıvılcımıyla yanmış, her şeyden alâkasını kesmiş, tâkâtı son dereceye varmış, bu sözün neticesindeki güzellikte sıçrayan bir şimşek, onun canını çarpmış ve sonunda onun rûhu bir kuş gibi kafesinden uçup gitmiştir. Şiblî´nin bunda ne günahı var ” dedi. Bunun üzerine Halîfe; “Derhal bu zâtı evine gönderin. Kendimi öyle bir hâl kapladı ki, sanki divandan düşecekmiş gibi oluyorum.” dedi.
Tâbiînin büyüklerinden, ilim ve hikmet sâhibi bir velî Yûnus bin U- beyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: Bir tek tes- bihi veya tehlili, yâni, Allahü teâlânın bütün ayıb ve kusurlardan uzak ol- duğunu, kendisinden başka ibâdet olunmaya lâyık ilâh bulunmadığını bildiren Sübhânallah ve Lâ ilâhe illallah ulvî kelimelerini bilerek ve inanarak okumayı, dünyâdan ve dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlı ve bereketli bilmeyen kimse, dünyâyı âhirete tercih edenlerdendir.
İstanbul da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kelime-i tevhîdle Lâ ilâhe illallâh Muhamme- dün Resûlullah diyerek kudret miktarınca meşgûl olmak lâzımdır.”
Evliyâ sultan Ahmed Câhidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebelerine; “Lâ ilâhe illallah, diyerek kalbinizin pasını siliniz.” dedikten sonra, şu şiiri söylerdi:
Her kelâmın âlâsı, Lâ ilâhe illallah
Cümle varın mevlâsı, Lâ ilahe illallah
Cümle derdin dermânı, koma dilinden anı
Müminlerin îmânı, Lâ ilâhe illallah
Tâliblerin şükrüdür, kalplerinin fikridir
Dillerinin zikridir, Lâ ilâhe illallah.