Miftâh-un-Necât´ta zikredilen bir hadîs-i şerifte; “Allahü teâlânın harâm kıldığı (yasak ettiği) şeylerden sakın ki, insanların en âbidi olasın.” buyrulmuştur. (E. Ans. c.1, s. 6) Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “âbid kimdir ” dediler.Farzları vakti girer girmez edâ edip yerine getirendir. buyurdu.Muvahhid kimdir , suâline i- se; İşlerinin hepsini Allah için yapandır. buyurdu.
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âbidde (Allahü teâlâya çok ibâdet e- dende) ve ârifde nefse düşmanlık vardır. Fakat ikisinin düşmanlıkları farklıdır. Âbid, nefsinin yaptıklarının kendisi için zararlı olduğunu bildiği için, nefsin yaptığı işlere düşmandır. Ârif ise, işleriyle birlikte, nefsin kendisine de düşmandır. Çünkü nefs, Allahü teâlâya düşmandır.”
Büyük velîlerden Ma´rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her kim günde üç kere “Allah´ım, Muhammed ümmetini ıslâh et” diye duâ ederse âbidlerden sayılır.”
Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kendisinde şu iki haslet bulunmayan kimse, diğer bütün hasletleri toplasa da, gerçek mânâda âbid (ibâdet eden) bir kul olamaz. Bu iki özellik, namaz ve oruçtur. Bunlar, o kulun et ve kanı mesâbesindedir.”
Allahü teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O´nu gönülle bilen ve O´nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız ârif denir. Künûz-ul-Hakâik´da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir.” Süleymân bin Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: “Susması; tefekkürü, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve Allahü teâlânın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir.” Bâyezîd-i Bistamî ise; “İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce Allah´a bağlıdır. O´ndan başka hiç bir derdi yoktur.” Yine o; “Ârif boş yere konuşmaz, devamlı Al- lahü teâlâyı düşünür.” demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; “Resûlullah efen- dimizin sünnetini terk edeni ve O´ndan gelen edebleri gözetmekte gev- şeklik göstereni ârif zannetme!” îkazını yapmaktadır. (Evliyâlar An.c.1, s. 6)
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı “Ârif; kalbini Allahü teâlâyı düşünmek, u- nutmamak, vücûdunu da, insanların rahmet-i ilâhiyyeye kavuşmaları için seferber eden kimsedir.”
Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ârif, gafletten uzak olup, hiçbir zaman kendini be- ğenmez, ucba kapılıp kibirlenmez.”
Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Ârifin alâmeti nedir ” diye sorulduğunda; “Allahü teâlâyı anmakta gevşeklik göstermemektir.” buyurdular.
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tul lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Allahü teâlâyı tanıyan âriflerin, dünyâya düşkün olanlardan kaçıp, onlardan uzaklaşmaları, onların üzerinde dünyâ cîfesinin pis kokusu duyulup, etrâfı rahatsız ettiği içindir.”
Yine buyurdular ki: “Âriflerden bir zâtın yanında ve sohbetinde bir an bulunmanın faydası, babanın terbiyesinden, öğretmenin zâhirî meseleleri öğretmesinden çok daha fazladır. Onun bir anlık terbiyesi, öbürlerinin yirmi yıllık terbiyesinden daha fazla ve daha tesirlidir. Çünkü onlar dış görünüşü terbiye etmeye uğraşırlar. Ârif zât ise, insanın bâtınını, rûh yapısını terbiye eder, yetiştirir.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Cürcânî rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ârif; tamamiyle gönlünü Allahü teâlâya, vücûdunu halka hizmete veren kişidir.”
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâ peşinde koşanların yanında, ilim ve mârifet- ten bahseden kimse ârif değildir.”
Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyudular ki: “Allahü teâlâ hakkında mârifet sâhibi olan ârif-i billah kimse, maîşetini günü gününe temin eder. Yâni sâdece günlük maîşetini düşünür. Dünyevî maîşetini asgarîye indirerek uhrevî maîşetini âzamiye çıkarır.”
Yine buyurdular ki: “Ârif, ikrâm olunan şeyin yok olmasından, eldeki nîmetin gitmesinden ve vâd edilen azâbın başa gelmesinden korkar. Ârif maîşetini günü gününe savar, gıdâsını günlük olarak alır.”
Büyük velîlerden Ebû Saîd bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Eğer ârife, devamlı dünyâda kalacaksın denilseydi, üzün- tüsünden ölürdü. Cennet ehli için de, sizler Cennet´ten çıkacaksınız de- nilseydi, onlar da üzüntülerinden ölürlerdi.”
Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Ebû Yâkûb Sûfî´ye, ârif, Allahü teâlâdan başka bir şey için esef ve hüzün duyar mı diye sordum. Dedi ki: “O´ndan başkasını görür mü ki esef etsin.” “Ârif mahlûkâta, eşyâya hangi gözle bakar ” dedim. “Yok olacak ve yok olmuş gözüyle bakar.” buyurdu.
Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ârif, her gün korku içindedir. Çünkü o, hesap vaktinin her saat yaklaştığını yakînen bilmektedir.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahme-tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Abdülmelik Evkâf şöyle anlatır: “Bir gün üstâdım olan Hallâc-ı Mansûr´a “Ey hocam! Ârif kimdir ” diye sordum. Buyurdu ki: “Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, H.306 senesinde Bağdât´ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar. “Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.”
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Âriflerin Allahü teâlâdan dileği, O´na hakîkî kulluk yapabilmek ve Allahü teâlânın emirlerini yerine getirebilmektir.”
Anadolu´da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sohbetinde talebelerine şöyle buyurdular: “Ey Müminler! İnsan kendi vücûduna dikkatle ba-sa, yaratıcısının zâtını öğrenir. Ârif-i billah (Allah´ı bilen) olur. Çünkü bir insan düşünüp, vücûdundan eser yokken, bedenine ve yaradılışına dik- katle baksa, evvelinde iki damla mâyi idi. Ne kemiği, ne eti, ne damarları, ne de kanı vardı. Ne rûhu, ne aklı ve ne iz´ânı vardı. Fakat sonradan, içi ve dışı hârikalarla dolu, nice akıl şaşırtıcı organlar ve gönül sevici güzel ahlâk ile bezenmiş olan bu vücûd ve rûhun bir yaratıcısı olduğunu idrâk eder. Bu yaratıcı, kâinâtın bütün zerrelerine hâkim olur, onlara dilediği gibi tesir eder. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Her vücûd, her ogan ve her cüz, hep, onun kudret, hikmet ve rahmetine gömülür. İnsan, bedeninin mükemmeliyetine ve organlarının yapı inceliğine, işleyişine ve faydalarına dikkatle bakınca yaratıcısının kudretini, büyüklüğünü daha iyi anlar ve O´na, o derece sevgiyle bağlanır ve bilir ki; bütün bu ince yapılı makina, duyu organları ve kuvvetleriyle, ilim ve tekniğiyle cenâb-ı Hakkın lütuf, inâyet ve rahmetinin eseridir.”
Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların en ârifi, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirme husûsunda gayret sarf eden ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tâbi olanlardır.”
Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) “Ârifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor. İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: “Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O´nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yok sa, gitmesini hiç istemez. O´ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostla- rına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmek- tedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice faydaları vardır, bu an- latılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır.” buyurdular.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) ölüme hazırlıklı olmayı tavsiye eder, ölümle ilgili olarak şöyle buyururdu: “Ârif, ölümü dost, rahatlığı da düşman görür. Allahü te- âlâyı devamlı hatırlamayı en büyük saâdet bilir. Başının üstünde dola- şan ölümü düşünerek son yolculuğu için hazırlığını tam yapar.”
Kendisi güler yüzlü olup; “Ârifin bir özelliği insanlara karşı devamlı güler yüzlü olmasıdır.” buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: “Hakk´ı seven kişi dâimâ Hakk´ı söyler, sonunda â- riflerden olup, Hakk´ın lütuf ve ihsânına kavuşur.”
Şam´ın büyük velîlerinden Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; “Ârif kime denir ” dediler. buyurdular ki: “Ârif, öyle bir kimsedir ki, Allahüteâlâ onun kalbine bütün varlıkların sırlarını bir sayfa hâlinde yerleştirmiştir. Değişik şekillerine rağmen, Allahü teâ- lânın ihsânı ile onların hepsini idrâk eder, anlar. Yapılan her işin sırrını çözer. Dünyâ ve melekût âleminde, ister zâhir, açık, ister bâtın ve gizli olsun, bütün hareket ve işlere Allahü teâlâ onu muttalî kılar. Gözünden perdeyi kaldırır. Artık o, her işi ve her hareketi, ilim ve keşif yoluyla müşâhede eder, görür. Melekût âlemine yükselir. Orada bir güneş gibi parlar. Gü- neşe bakılmadığı gibi, ona da bakılamaz. Ârifin, Rabbini tanıyan irfân sâ- hibinin sıfat ve alâmetleri ise şunlardır:
1) Amellerinin ilme, dîne uygun olması. 2) Hallerinde gizliliğe uyması, gizlemesidir.
Konya´nın büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin hocası Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´ye, “Ârif kim- dir ” diye sordular. O da; “Daha bir şey sormadan, onun sonundan ha- ber verendir. O da bizim Selâhaddîn´e mahsustur.” buyurdular. Tekrar sordular ki: “Selâhaddîn önceleri, hocamızın nûrunu şöyle şöyle gördüm diye anlatırdı. Şimdi bu gibi hâllerini hiç anlatmıyor. Acaba kalb gözlerine bir perde mi çekildi de söylemiyor ” Mevlânâ da; “Selâhaddîn, şimdi nûr deryâsına batmıştır. Nûrun içinde olduğu için, dışardaki nûr ona görün- mez. Hattâ kendisi nûr olmuştur.” buyurarak, Selâhaddîn Zerkûb hazretlerinin ne kadar kıymetli, mübârek bir zât olduğunu talebelerine îzâh etti. Selâhaddîn Zerkûb hazretlerinin vâlidesi vefât ettiğinde, kabre koyduktan sonra herkes ayrılıp giderken, Mevlânâ hazretleri de; “Ey Selâ- haddîn! Bize düşen vazifeyi yaptık. Artık gidebiliriz.” buyurunca, o da; “Efendim! Benim burada bir mikdâr daha kalmama müsâade eder misi- niz Zîrâ Münker ve Nekir melekleri geldiler. Vâlideme yardım edeyim.” dedi ve mezarın başında kaldı. Bir müddet sonra tebessüm ederek hocasına yetişti.