Ölümden payımız, ibret almaktır. Ondan ibret alıp mutteiz olan kimse; ölümü, onda gidilir bir yol olup hiçbir kimse ondan kurtulmayacağını anlar, ona teçhizat olarak velileri sevmeyi, Allah´ın emirlerine imtisal etmekle nehiylerinden korunmayı hazırlar. İşte bunu yapana ne mutlu. Zarar, ondan ibret almayanadır.
Yüce Allah´ın (c.c.) yapacağı işe razı olmanız gereklidir. Rivayet ediliyor ki: Fudayl Bin Ellyad ( k.s.) oğlu ölürken güldü. Ona, bu durum gülme zamanı değil denildiğinde, “gerçekten bu işte Allah´ın rızası olduğunu bilirim. Ben de, yüce Allah´a bu işte muvafakatimi isterim.” dedi. Müridin mürşidine olan muhabbeti, ancak üstatlık, rehberlik cihetinden faydalı olur. Yoksa onda hiç bir fayda yoktur. Nitekim Üstadı Azam (Radıyallahu anh) buyurdular ki: “Bil ki müridin üstadına olan muhabbeti, rehberliğinin hakkı içindir. Ebu Yezid El-Bistami (k.s.): “Beni gören cehenneme girmez.” dediklerinde, bu kelamının manâsını anlamayan kısır fikirli bazı kimseler: “Bu ne diyor? Kendi nefsini Muhammed´den (ona ve aline salât-u selamın efdali olsun) daha üstün görüyor. Çünkü Ebu Cehil onu gördüğü halde cehenneme girecektir.” dediler. Bistami (k.s.) bunu işitince: “O Muhammed´i Allah´ın Resulü olarak görmedi. Onu Ebu Talib´in kardeşinin oğlu bilerek gördü. ” diye buyurdular. Eğer dünya, ahiret için bir mezra olmasaydı, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezili ve Allah´tan uzaklaşmaya, insanı ahirette faydadan mahrum etmeye, akıl sahibi olanların nezdinde, kıymetli olmayan bir evde insanın utançtan baş eğmesine sebep olan olurdu. Nitekim Fahri Kâinat (onun ve ona tabi olanların üzerine salât ve selâm olsun) buyurdular ki: “Dünya ( ahirette) evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar” Yüce Allah (c.c.) katında dünyanın bir sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, ondan bir yudum su bile bir kâfire vermezdi. Onu yarattığı zamandan beri ona rahmet gözü ile bakmadı denilmiştir. Ne ona, ne de nimetine beka yoktur. Güneşin herkese apaçık zahir olduğu gibi, dünyanın kötülüğü de malumdur. Eğer dünyanın bir değeri olsaydı, insan ve cinlerin Resûlü, ( Ona, aline salât ve selâm olsun) ona iltifat eder, onun için bir şey hazırlardı. Tarikat salikinin maksadının, amel etmekten başka bir şey olmaması gerekir. Çünkü bu dünya evi, Allah´a taat ve ibadet evi olup, yapılan iyi amellere karşı verilecek mükafat evi olmadığı muhakkikler nezdinde sabit olmuştur. Öyle ise erkek isen, erkeklerin ibadete çalıştıkları gibi çalış! Dünyada yaptığın iyi şeylerin karşılığı ahirette çoktur. “Nefsini bilen, gerçekten Rabbini de bilmiştir.” denilmiştir. Yani kendi nefsini noksan, kötü ve sırf adem ( yok) olduğunu, kemalâttan onun için hiçbir payı olmadığını bilen kimse, şüphesiz Rabbini bilir demektir. Öyle ise, salikte ne kadar nefsin çirkinliği ve noksaniyet görüşü artsa, o nispette Allah´a manevi yaklaşması da artar. Hatta onda akıl ve tefekkür olsa, yüce Allah´ı talep etmesi için kendisine izin verildiğine sevinir. Çünkü Allah yücelik vasfıyla, kul ise noksaniyetle muttasıf olduğundan, kendisiyle kulun arasında münasebet olmadığı halde Allah, onu muhabbetine davet etmiştir. Öyle ise, bundan daha büyük ne gibi bir şey vardır. Hangi nimet bundan daha üstündür? Üstadı Azam ( Radıyallahu anh): “Herhangi bir şey için bende kıskanma yoktur. Hatta falan kimse zamanın gavsı veya halkın kutbu oldu denilse, talepten başka her iki manevi makamı da kıskanmam. Lakin ‘falan adamın şiddetli bir talep ve iştiyakı vardır.´ denilse, ondan duyduğum kıskanmadan kalbim yanar.” diye buyurdu. İşte, Üstadı Azam, bu sözleriyle, Allah´ı talep etmeye hiçbir şeyin muadil olmadığına işaret eder. Hem de bizden istenilen şey de budur. Diğer makamlara ulaşma işi, Allah´a havale edilir. Hülasa, salikten arzu edilen şey, şiddetle Allah´ı talep etmesi ve hayatını onda sarf etmesidir. Hafız ElŞirazi (k.s.) demiş ki:”Matlubum hasıl oluncaya kadar talepten el çekmem. Ya ruhum sevgiliye ulaşır, ya da bu ruh bedenimden çıkacaktır.” Hatta sofiler tarafından:” Biz ölümden sonra talep halindeyiz.” denilmiştir. Nitekim Hafız (k.s.) buna: ” Ölümden sonra mezarımı aç, bak! Ki içimdeki aşk ateşinden kefenimden duman yükselir.” sözüyle işaret etmiştir. Talepten maksat, salik matlubu olan Allah´tan başka masivadan yüz çevirmeye cehd edip külliyetiyle Allah´ teveccüh etmesidir. Bu tâifeyi sevmek, ebedî hayat ve dâimî bir kurtuluş meyvesi verir. Şüphesiz denilmiş ki: Bu muhabbete hiçbir şey denk olamaz. Onları sevmek, Allah (Celle ve Alâ) ve Rasûlünü sevmeye sirâyet eder. Nitekim Peygamber (Sallâllahu aleyhi ve sellem): “Kişinin haşri, (dünyada) sevdiği kimse iledir.” buyurmuştur. Öyle ise insanın mümkün olduğu kadar yaratılan âzalarını yaratılış gayesi yolunda sarf etmesi ve Allah´ın buğz ettiği kötü dünyaya az iltifat etmek suretiyle şükür etmesi lâzımdır. Hattâ yüce zatlar, dünyaya iltifat edip ona önem veren kimseyi akılsızlardan, ondan yüz çevireni akıllılardan saymışlardır. Çünkü akıllıların en akıllısı olan, Peygamberimiz (Sallâllahu aleyhi ve sellem), ondan yüz çevirmiştir. Nitekim buyurdular ki: “Dünya, (ahirette) evi olmayanın evidir, malı olmayanın malıdır. Akılsız olan onu toplar.” Hâce ElAhrar (k.s.): “Vecd ve hâlet sahibi olan kimse, bir yolda yürürken, kolayca geçebilmek için orada yatan bir köpeği rahatsız ederek kaldırsa, sonra kendindeki vecd ve hâletin zâil olmadığını görse bile, bu durum onun için hayır değildir. Belki bu halin Hak Teâlâ Subhânehu dan ona bir azap olduğunu bilmelidir.” buyurdu. Ey kardeşim! Bu kâinatın yaratılmasındaki hikmet: Allah´ın (Celle ve Alâ) marifetine, ona yaklaşmaya, ona ibâdet etmeye çalışmaktır. Nitekim, buna Kur´ânı Kerîm´in: “Cin ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım.” Âyeti celâlesi ile “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi sevdim de mahlûkatı yarattım.” kudsî hadîsi buna işaret eder. Allah´ın (Celle ve Alâ) rızâsına sebep olan ve rahmetini celp eden şeye çalışmanız gerekir ki, başkaları da size uymuş olsun! Reisler, bu iki hâlden kurtulamazlar. Kavimlerini, ya Cennete veya Cehenneme sürükler götürürler. İnsanın ömrü aziz bir şeydir. Öyle ise, onunla aşağı olan dünyayı değil, belki en aziz matlûb olan ahireti talep etmek lâzımdır. Zira dünya, insanı Allah´tan uzaklaştıran şeyden ibarettir. Ondan uzaklaştırmayı icap etmeyen şey, yerilir dünyadan değildir. Çünkü o, onu kendine ahiret mezrasını eden kimse için güzeldir. Nitekim denilmiş ki: “Dünya aslanlara benzer. Allah´ın yolunda cesaret ve gayretli olanlara iyidir. Erkekler için acaib bir mülktür. Onu hayır işler için inşa ederlerse, acaib bir mezra ve akardır.” Hâl ve zevkler; ancak parlak şeriat, aydın İslam akidesi üzere bulunduktan sonra muteberdirler. Bu iki şeyden hangisine bir kıl kadar zarar gelse, mezkur hal ve zevkler adem ve mahrumiyet çerçevesindedirler. Salik ve mürşidlere arız olan bütün haletler, şeriat kanunlarıyla karşılaştırılması vacibdir. Ona mutabık olursa makbul, değillerse şeytandan olup, onlardan yüz çevirmek, onlardan ictinap etmek vacibdir. İmamı Rabbani (k.s.): “Tarikat, ancak şeriat ve akidesinin iki kanatları tahsil olunduktan sonra, muteber ve hasıl olur. Peygamberimizin, onun al ve ashabının üzerine salavatların en kamili, senaların en tamamı olsun! Şeriatına mutabaat hasıl olmadan Allah´ın visal yolu nasıl bulunur? Allah´a muhabbeti olduğu davasında bulunan kimse, Nakşibendi tarikatına intisap eden kimsenin hali gibi, Peygamber´in (s.a.v.) mutabaatından ayrılmaması gerekir. Allahu Tealâ Kuranı Kerim´de: “Rasûlüm de ki: Eğer siz Allah´ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” buyurmuştur. Bu ayeti şeriften anlaşıldığına göre manevi aşkın seyri, yine Peygamber´in ( sallâllahu aleyhi ve sellem) mutabaatına terettüp eder. Allah onun, al ve ashabının üzerine salât ve selâm eylesin! “Her canlı ölümü tadacaktır.” ve “Ölüm için doğmuşlardır ( sonları ölümdür)” sözleri malumdur. Allah´a yaklaşmaya ehil olup, hayatında ölümden sonraki duruma çalışana ne mutlu. Gerçekten dünyada Allah´a aşık olanların, onunla teselli ettikleri şey ölümdür. Ölüm, dostun dostuna kavuşması için bir vesile edinilmiştir. Kuranı Kerim´de: ” Kim Allah´a kavuşmayı arzu ederse, şüphesiz ki Allah´ın tayin ettiği vakit gelecektir.” buyurulmuştur. Nakşibendi tarikatından maksat, (Allah sadatının yüce ruhlarını kutlasın.) Allah´ın muhabbetini tahsil etmektir. Muhabbetten murad, sırf Allah´ın zatını sevmek ve müride bir dünya menfaati sağlamak veya ondan bir zararın def edilmesi gibi bir ivaz veya gaye olmamak demektir.” Eğer ( yaptığım taatte ) sekiz cenneti ( kendime gaye edip) gözümün önünde bulundursam veya cehennem korkusundan ( Allah´a) hizmet etsem, kendi şahsına selâmet talep eden bir mü´min olurum.Çünkü bu ikisi de bedenimin menfaat payıdırlar. Bir aşık, Allah aşkıyla gıdalanırsa, onun nezdinde Adn ( cenneti) tek bir yaş tute değmez. İşte ey kardeşim! Düşün ki, Nakşi tarikat sadatının nazarları yalnız Allah´ın zatını talep etmekte hasr olunmuştur. Nazarları ahiret nimetine bile tecavüz etmediği halde, muzahraf ( yaldızlı ve karışık), üstü bal ve şekerle kaplanmış öldürücü zehir kabilinden olan dünya lezzetlerine nasıl tecavüz eder? Hatta onlarca, mahbubdan gelen şey, sevimli, zevk ve elemler ise bir olur. İmamı Rabbani ( radıyallahu anh): “Muhabbeti zatiye denilen bu sevgi hasıl olunca, sevgilinin nimet ve elemi, sevenin yanında eşit olur.” buyurmuştur. Tarikatta salikin önüne gelen her şey, onun için hayırdır. Ey gönül! Doğru yol üzerinde bulunan kimse, yolu kaybetmemiştir. Bununla beraber; filhakika dünyevi çileler, eziyetler, Allah´a yaklaşmanın sebebidirler. Hülâsa, dünya ve dünya nimetleri, cennet ve nimetine muhaliftirler. Öyle ise akıllı kimse, bâki olanı ( ahiret nimetleri) fani olanın üzerine tercih eder. Aziz ve yüce Allah´ın Kur´anı Kerim´de: ” Doğru insanlarla bulunun.” kavliyle emir eylediği ve bu tarikatın reisi de onun hakkında: “Tarikimiz sohbettir.” dediği sohbetin terkinden de kalbinin acısı şiddetleniyor. Bil ki: Böyle sohbetsiz geçen zaman zarardır. Ömrün boşa zayi olmasıdır. Şu ömür ki onun hakkı, ilkin onu tedrici olarak şerefli sohbetin tahsili yolunda sarf edip, mümkün olduğu kadar sohbeti terk etmemek ve sonra tarikatta, sonu olmayan adabı tahsil etmeye kullanmaktır. Çünkü sohbet bütün kemalât ve marifetlerin mukaddimesidir. Geçen zaman iade edilemez, kaza da edilemez. Bil ki bazı rivayetlere göre, Sahabe-i kiramın (r.a) Fahri Kâinat Efendimize (sallâllahu aleyhi ve sellem) gidip, “Şüphesiz, kalbimize bazı şeyler vâki olur ki onunla telâffuz edersek kâfir oluruz.” diye durumlarından şikayet ettiklerinde, Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem): “Bu gibi şeylerin hatıra gelişleri, imanın kemâlindendir.” diye cevap buyurdular. Âriflerin bâzısı da şeytan hırsız gibidir. Hırsız, bir karanlık eve girince eline geçen herhangi bir şeyi alıp onunla yetinir. Daha iyisini talep etmez. Ev aydınlık ise, eşyanın en iyisini çalıp gitmek için acele eder. Şeytan da böyledir. İnsan kalbi, günahlar karanlığı ile karanlık olduğu müddetçe, vesveseli şeylerden herhangi birisini o kalbe düşürmesi ile râzı olur. Kalb taat ve riyazetlerle aydınlanınca, ondan îmânı sıyırıcı vesveseleri içine atmaya çalışır. Allah, bizi ondan korusun. Hâce Alâaddin buyurmuş ki: ” Sâlik için daima kendini kusurlu müşahede etmesinden başka kendisinde ümit edilecek manevî bir makam yoktur.” Her an kusur kapısından girip, Allahu Teâlâ´nın kerem ve lûtuflarını, kendisinde istidat ve kabiliyet olmayıp ondan uzak ve onu terk ettiğini mülâhaza etmesi, lûtuf ve inâyetine sığınması gerekir. Sâlik kendisinde bu kusuru görmesi, Allah´a karşı olan muhabbetinin eksik ve yok olmasına sebep olmaz. Hattâ muhabbetin artmasına sebep olur. Çünkü muhabbet, Allah´a itâat etmek demektir. Nitekim: Sâlik nefsinin kusurunu görmek, onu kötülükle itham etmek ve ona güvenmemek, bu tarîkatta en önemli şeylerden olup, tâlip olan kimse, bu hususta çalışmalı, hâletlerin zuhuruna itimat etmemeli ve zâhir olup olmamasını, Allah´a (Celle ve Alâ) havale etmelidir. O hususta Allah´ın (c.c.) kuluna seçtiği şey, kulun kendine seçtiği şeyden evlâdır. Kulu için neyi seçerse, onda hayır vardır. İşte bu nedenle: “Tâlip ihtiyarsız olması gerekir.” denilmiştir. Şükür, insanın bütün emir olunduğu şeyleri yapmak, nehiy olunduğu şeylerden sakınmak, bedenindeki bütün uzuvları yaratılış gayelerine göre vazifelerde sarf etmektedir. Yani işitme duyusunu sohbeti ve Kur´ânı Kerîm´i dinlemeye, görme duyusunu Kur´ânı Kerîm´e ve sâlih zatların yüzlerine bakmaya sarf edecek, ayaklarını camilere gitmeye vesile edecek. El ile ise Ehlullah´a hizmet edecektir. Azalarını Allah´ın (Celle ve Alâ) yapmasına râzı olmadığı ve nehiy eylediği şeyde sarf etmeyecektir. Ey sâdık kimse! Üstadı Azamın (radıyallahu anh) mutabatını ve ona mensup olduğunu düşünüp, o nispeti Allah´a yaklaşmaya sebep etmen lâzımdır ki, böyle yapılırsa dolayısıyla dünya rütbesi de hâsıl olur. Onu, dünya menfaatinin husulüne vesile etme ki âhiretin faydalarından mahrum kalmayasın. Zira bir kimse, âhireti veya sırf Allah´ın (Celle ve alâ) zâtı için ona yönelse, nitekim lâyık da budur, dünyasının işleri de, bununla hâsıl olur. Nitekim hadîsi Nebevî, (sahibine, âline salâvatların en kâmili selâmlardan en tamamı olsun) da bu mânaya delâlet eder. Hâce Muhammed El-Ruci: “Mürid, tâatta çalışıp keramet ve manevî haletlerin kendisine hasıl olmasına bakmaması gerekir. Çünkü tasavvuf ehlinin bütün tahkikçileri, bu dünya evini amel etmek yeri olarak görmüşlerdir. Mükâfat evi ise, âhiret olup, şayet îmânı kuvvetlenmesi için, bir kimseye bu dünyada mükâfat olarak bir şey verilse, kendisi onu vaktinden önce acele ederek talebinde bulunduğu, ona verilen o nimet yerinde olmayıp belki yeri âhiret günü olduğu kanaatindedirler.” Öyle ise cesaretli bir adam isen, tâat ve ibadete çalış. Âhirette mükâfatı çoktur. Bununla beraber, Nakşibendîlerin tâattan maksadları, yalnız zâtı Bârî´nin rızasının talebine hasredilmiş. Allah´ın (Celle ve Alâ) zatından başka bir şeyi düşünmezler. Ey kardeşler! Eskiden beri dünyanın âdeti böyledir. Ayrılık yeni peyda olan şeylerden değildir. Onda; ilim, irfan, taâtler ve Allah´a (Celle ve alâ) yakın olmak, onun için sevmek, onun için kızmakla, yani halkı Allah için sevmek ve onun için halktan kızmakla meşgul olan kimse, şüphesiz rahat olup dünyada büyük bir saâdet payı alır. Bu mezkûr şeylerin zıddıyla meşgul olan kimse, dünyada esenliği kayıp eder. Çünkü dünya meşakkat ve gurur evidir. Zira müşahede edildiği üzere; onda kardeşler, babalar, anneler, çocuklar, birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Öyle ise akıllı kimseye, âhiret işlerine ve Allah´ın (Celle ve Alâ) muhabbetine çalışması lâzımdır ki, dünyevî meşakkat ve bağlarından kurtulup rahat olsun. “Allah muhabbetinin esiri ol ki, esaretten (dünyanın keder ve bağından) kurtulasın. Aşkın derdini göğsün üzerine bırak ki, sevinesin.” Yoksa bu musîbetin benzerleri, sene be sene, ay be ay gelir. Onlardan kurtuluş yoktur. Nitekim, Allah (Celle ve Alâ) Kurânı Kerîm´de: “Ey müminler! And olsun, (itaat edeni âsi olanlardan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Ey Rasûlüm! Sabr edenleri (ihsanlarım) ile müjdele.” diye buyurmuştur. Hattâ bu musîbetten daha üstün, daha şiddetli hâdiseler vâki olmuş ki bu ona nispeten bir hardal tanesinin dünya dağlarının en yükseği olan dağın nispetine benzer. Yani Peygamber´in (sallâllahu aleyhi ve sellem) vefatı. Şüphesiz, Peygamber´den (sallâllahu aleyhi ve sellem) : “Benim ümmetim için, (ölüm hususunda) benim vefatımın musibeti gibi hiçbir musîbet başlarına gelmez.” rivâyet edilmiştir. Yine Peygamberimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “İnsanlardan veya müminlerden birsinin başına bir musîbet gelse, vefatımın musîbetiyle, başına gelen diğer musîbetlerin üzüntüsünden teselli edip sabr etsin! Çünkü ümmetimden birisinin başına bundan daha şiddetli bir musîbet gelmez.” Mümin kişinin hakkı böyle olması gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) : “Herhangi biriniz beni malından, evlâdından, nefsinden daha çok sevmedikçe, hakkıyla iman etmiş olamaz.” buyurmuştur . Madem ki, Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) sevgililerin en sevgilisi ve en üstünüdür, musîbeti de daha şiddetlidir. Ondan sonra da hesapsız sayılmayacak kadar musîbetler vâki olmuştur. İşte onlardan da ibret alıp teselli ediniz! Şu da düşünülmelidir ki: Eğer, başına musîbet gelen kimsenin, ölüsüne karşı olan sevgisi dünya için olsa, gerçekten dünya muhabbeti zâil olup gitmiştir. Allah (Celle ve alâ) için olsa, Allah bâkîdir, ölmez. Rivâyet edilmiş ki Sıddîkı Ekber Ebubekir (radıyallahu anh), Hazreti Peygamber´in vefatında sahabîlere hitaben buyurdular ki: “Ayılın! Şayet Muhammed´e ibâdet eden varsa, şüphesiz Muhammed (sallâllahu aleyhi ve sellem) öldü. Allah´a (Cele ve Alâ) ibâdet eden varsa, şüphesiz Allah diridir, ölmez.” Ey dostlar! Sabr etmek şartıyla başa gelen musibetin ecrine hiçbir şey denk gelmez. Allah ( Celle ve alâ) Kur´anı Kerim´de: ” Onlar, o kimselerdir ki kendilerine bir bela geldiği zaman, teslimiyet göstererek ‘Biz Allah´ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine ona döneceğiz.´ derler. O teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır. Onlar, hidayete erişmiş olanlardır.” Allahu Tealâ bu ayetlerde belaya karşı sabır edenlere üç şey ispat etmiştir. Ey kardeşim! Tarikattan maksat, kalbi manevi kötülükten tasfiye ve teskiye etmektir. Bu iki vasfın hülâsası, kul, kendi nefsine ait olan menfaat için hiçbir şey yapmayacaktır. Ne kaldı ki dünya için yapsın. O zaman hali nice olacaktır? Nefsin arzusu için bir şey yaptığı zaman velev ki ahirete ait olsun, yani cennete girmek için veya cehennemden kurtulmak gayesiyle amel eden kimse gibi yapsa bu tarikatın ehlinden sayılmaz. İşte ey kardeşim! Nefsini düşün. Allah´tan başka bir şeyi düşünmekten onu temizle. Onu töhmet altında bulundur. İbadetten her ne zaman zevk aldığını anlarsan, ondan ve onun hilesinden kork. Nitekim: “Nefis salih amelde çalışsa da, ona dikkat et! Şayet o nafile ibadetlerden lezzet alsa da yine onu serbest bırakma.” denilmiştir. Nefsinin hoşuna giden ibadetin zevkini korku ile bulandır! Hile etmesinden dolayı, ona itimat etmemek, ondan uzaklaşıp, her şeyde hatta yiyecek ve içeceklerde dahi ona muhalefet etmek lazımdır! Yiyen kimse, nefsin iştihası bir miktar kalacak kadar yemelidir. İçmekte böyle olmalıdır. Hatta insan kendi şahsını ortadan kaldırıp varlığı olmadığını bilmesi ve hatta içinde bulunduğu bütün manevi nimetler ariyet olan şeyler kabilinden olup, kendisi müflis çırılçıplak olarak, üzerinde elbise bile olmadığını bilmesi lazım olduğu ve bu düşünce, daima gözü önünde bulunması lazımdır. İnsan nefsini ıslah etmeyi, başkalarının ıslahına tercih edip bu tarikatın reisi Şahı Nakşibend (kuddise sırruh) lakabıyla bilinen zatın nehy eylediği gibi ” Mürşid olan kimse, mumun gibi kendisini yakarak başkalarını aydınlattığı gibi olmamalıdır.” Başkası ile kalkıp oturması, kendi nefsinin ıslahı için olsun! Şayet, başkasıyla yaptığı arkadaşlıktan nefsine bir ucub hasıl olmayıp da Allah´a kurbiyetini bilse devam eder. Yoksa o kimsenin arkadaşlığını terk etsin! Ancak, bu iki durumun arasındaki fark, ince olup havaslardan başka kimse bilmez. Öyle ise, salik için emr olunduğu amelde çalışıp onunla meşgul olması evladır. Ki tahsil eylediği makam zayi olmasın. Ey kardeş! Bu tarik, tariklerin en yücesidir, alâsıdır. Allah´a giden yolların en yakınıdır. Nitekim Hace ElAhrar (kuddise sırruh) bu tarikat ehli hakkında buyurdular ki: ” Bu tarikatın ehli; nispeti, bir hile ve riyakarlık için kendilerine kabul etmezler.” Mevlana Cami de (kuddise sırruh): “Nakşibendi büyükleri, öyle acayib kafile reisleridirler ki, yolcu kafilelerini gizlice hareme ( Allah´a giden yola ) kavuştururlar.” buyurmuştur. İmamı Rabbani, (kuddise sirruh) El-Mebde ve El-Mead risalesinde sofuların tarikatından, hatta İslam dininden büyük fayda, ancak kendisinde taklit ile aşk, muhabbet ahlakı daha ziyade mevcut olan kimse içindir. Çünkü, bu tarikatın medarı taklittir. Tasavvuf vatanındaki manevi hüküm, mutabata bağlıdır. Peygamberleri (s.a.v) taklit etmek taatte onlara uymak, insanı yüksek derecelere ulaştırır. Asfiya (iç ve dışları kötülükten safi olanların) mutabatı, büyük makamlara çıkmasına sebep olur. İşte bu fıtri vasıf Ebu Bekir Es-Sıddık´ta (radıyallahu anh) daha ziyade oluşundan dolayı, tevakkuf etmeksizin hemen ( Peygamberin) nübüvvetini tasdik etmeye acele etmiş ve sıddıkların reisi olmuştur. Ebu Cehil´de ise, taklit ve tebeiyyet kabiliyeti çok az olduğu için, o saadete kabiliyeti olmayıp, melunların muktedası olmuştur. Dünya ve ahiret nimeti Allah´a ( Celle ve Alâ) yönelen kimse içindir. Nitekim Kur´anı Kerim´de: “And olsun ki Tevrat´tan sonra Zebur´da da yeryüzünde ancak iyi kullarımın mirasçı olduğu yazmıştık.” ayeti celilesi buna kati bir delildir. Gerçekten dünya, ahirete tabi olur, ahiret ise, dünyaya tabi olamaz denilmiştir. Yani ahireti talep edip de tahsili için, onun esbap ve ibadette çalışan kimse, dünyası dahi ona hasıl olması mümkündür. Nitekim bu durum büyük zatlardan müşahade edilmektedir. Dünya ve ahiretin Efendisinden ( Hazreti Peygamber´den) -Allah ona, âl ve sahabisine salât ve selâm eylesin- rivayet edilmiş ki: “Dünyada sanki bir garip veya yolcu gibi ol!” Yani bir yabancı ve yolcu kimse gurbet yerinde ve geçtiği yolda o yerin imar sebepleriyle meşgul olmadığı gibi, akıllı kimsenin de aşağı olan dünyanın yaldızlı şeyleriyle meşgul olmaması gerekir. Zira dünyanın bu iş ve eşyaları yerinde kalıp, onlarla meşgul olan kimse, ölüp gideceği müşahede edilmektedir. Ne mutlu sana, ne mutlu dünyadan yüz çevirene. Ey aziz kardeş! Bu dünyada insanların yaratılmalarının hikmeti, Allah´ın marifetini kesb etmektir. Nitekim Kurân-ı Kerîm´in: “Cin ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” âyeti ile, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi sevdim de mahlûkatı yarattım.” hadîsi kutsîsi de bu manaya işaret ederler. Öyle ise Allah´ın marifetini tahsil etmekten başka işe çalışan kimse, onun için yaratıldığı vazifelerini gerçekten zayi etmiş olur. Bâhusus Nakşibendî Sâdâtına (kaddesallahu esrârehum) mensup olanların üzerine, o durumda dünya ve âhiretleri de yıkılır. Ey dostlarım! Muhakkak ki dünya ve âhiretin selâmeti, dünya ile âhiretin Efendisine (sallâllahu aleyhi ve sellem) mutabattadır. Allah, onun, âlinin ve sahâbîsinin üzerine salât ve selâm (rahmet) nâzil eylesin. İnsanlar için yüz karası, aşağılık ve çirkinlik ise, ona mutabaat etmemektedir. Öyle ise akıllı olan kimsenin, kendisi için onda yücelik ve şeref olan şeyde çalışması ve çirkin, dünyevî, yaldızlı şeylerle mağmur olmaması gerekir. Çünkü o çirkin şeyler görünüşte güzel görünürlerse de, lâkin hakikatte üstü şekerle kaplı öldürücü zehir kabilinden olup, sahiplerini öldürerek, onu Allah´ın (Celle ve alâ) lâneti üzerine nâzil olan bir mekân ederler. “Allah´ın zikri ve o zikre şâmil olan şeylerden başka, dünya melûndur. İçindeki şeyler de melûndurlar.” denilmiştir. Evet, onda ilâhi marifetlerin tahsiline çalışıp taat ve Allah´ın râzı olduğu şeylere yönelen kimse için, dünya güzeldir. Ey kardeş! Kulun, Rabbinin (Celle ve Alâ) onun hakkında yapacağına râzı olması lâyıktır. Ona seçtiği şey, kendisi bizzat nefsine seçtiği şeyden daha sevap, daha yüce, daha kâmil olduğunu bilmelidir. Bâhusus Yüce Nakşibendî tarikatına, (Allah, ehillerinin sırlarını kutlasın!) mensup olduğunu iddia edenler, sevgilileri olan Allah´ın yaptığına râzı olmaları lâzımdır. Çünkü onlar, sevgilinin yaptığı her şeyi sevgilidir derler. Bu düşünce vasıtasıyla, bir musîbete giriftâr olan kişinin ızdırabı kolaylaşır. İşte bu tefekkürden ayrılma. |
Son Yazılar