Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah´ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! (Al-i İmran Suresi 191.Ayet ) İslam dini ilk geldiği andan başlayarak öncelikli olarak ferdi yani insan ruhunu yüceltmeyi hedef almıştır.Onu aşkın bir hale getirmek ve Yüce Allah’a (c.c.) manen yakın kılmak asıl hedeftir.Bu ayeti kerimede bu yüce gayeden ve üstün ruh halinden bahsedilmektedir. Onlar öyle kullardır ki yaşamın her anında Allah’ı (c.c.) anmaktadırlar.Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür içindedirler.Derin düşüncelere dalmışlardır.Rablerinin yaratış hikmetini kavramışlardır.O’nu tesbih ederler,yüceltirler ve acziyetlerinin bilincinde olarak O’na sığınırlar.O’na hakkı ile kulluk yapamayacaklarını,O’nu hakkı ile övemeyeceklerini ve O’nu hakkı ile tesbih edemeyeceklerinin bilincindedirler.Amellerine güvenmezler.Bundan dolayı cehennem azabından ve Allah’ın (c.c.) gazabından,yine O’nun rahmetine sığınırlar. Mekke döneminde inen ayetlerin hemen hemen tamamına yakını insanın manevi eğitimi ile ilgili ayetlerdir.Bu dönem yeni bir medeniyeti inşa edecek yüce ruhlu insanların yetiştirildiği bir dönemdir.Burada nefis tezkiyesi,nefsin yüce manevi haller ile tasfiye edilmesi,yüce ahlaki değerlerin kazandırılması,ibadetlerde derinleşilmesi ve zikrin artırılması gibi hususlar önceliklidir. Medine döneminin dördüncü yılından sonra ağırlıklı olarak hukuki ayetler inmeye başlamıştır. Bundaki hikmet ise oluşturulan bu manevi yapının ve ruhani topluluğun korunması içindir.Hukuk ya da diğer adı ile şeri kaideler mevcut ruhaniyeti ve bu yüce topluluğu korumak amaçlıdır. Öncelikli olarak manevi derinlik kazandırılmış,yüce şahsiyetlerden oluşan bir topluluk inşa edilmiş ve sonra bu yapıyı korumak için hukuk vazedilmiştir. Bugün İslam dünyasında görülen öze dönüş hareketlerinde gözden kaçırılan en önemli noktalardan birisi de malesef budur.Öncelikli olarak hukuk kaidelerini ortaya çıkaran,insanlara karşı sert, acımasız,ruhi incelikten uzak, öncelikli olan manevi eğitimden habersiz İslami akımlar maalesef pek çok yanlışa da imza atmaktadırlar.İslam tasavvufu ve onun doğru yorumu ise, sapan bu kavramları yeniden asli yerine oturtacak ve İslam dinini tam manası ile anlaşılıp,yaşanmasını sağlayacak bir özelliktedir.Özellikle Haznevi mürşidleri olan Şeyh Ahmed,Şeyh Masum,Şeyh Alaadin, Şeyh İzzeddin,Şeyh Muhammed ve Şeyh Muhammed Muta Hazretleri (Allah c.c. makamlarını daha da yüceltsin) İslamı tam olarak anlamaları,çok üst seviyede yaşamaları ve örneklikleri ile dikkat çekmektedirler.Manevi bir hayatın oluşumunda ve yeniden olgun ümmetin inşa edilmesinde büyük bir rehberlik vazifesi görmektedirler. Yukarıdaki ayeti kerime tüm bu söylenenler etrafında yeniden incelendiğinde bize çok önemli uyarılarda bulunmakta olduğu görülecektir.Burada zikrin hayat için nasıl vazgeçilmez bir hakikat ve gereklilik olduğunu ortaya konulmaktadır.Nitekim Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) hadisi şeriflerinde bu hakikati gayet açık bir şekilde belirtmişlerdir: “Muaz bin Cebel, Allah´ın Rasulünden (s.a.v.) duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: ´Allah´a hangi amel daha hoş gelir?´ dedim “Dilin, Allah´ı zikirle ıslanmış olarak ölmen.” buyurdu.” (et-Tergîb 2/395, Taberânî´den) “Hz.Muaz bin Cebel (r.a.) anlatıyor:“Kul, kendini Allah’ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha etkili bir ameli işlememiştir.” (İmam Mâlik, Muvattâ,211; Tirmizî, Deavât 6,İbni Mace, Edeb 53) “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler.” (Buhârî, Deavât 67) “İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” (Buhârî,Deavât 66;Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, no: 779) “Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:”Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim bir yere oturur ve orada Allah´ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah´tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah´ı zikretmezse,ona Allah´tan bir noksanlık vardır.Kim bir müddet yürür ve bu esnada Allah´ı zikretmese, Allah´tan ona bir noksanlık vardır.” (Ebu Davud Edeb 31. (4856) 107,(5059); Tirmizi, Daavat 8 )” “Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah’ı zikretmez ve Peygamberlere salât okumazlarsa,üzerlerine bir ceza vardır.(Allah) Dilerse onlara azab eder; dilerse mağfiret eder.” (Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377) Bu konu ile ilgili tüm zamanların en büyük alim ve velilerinden olan İmam Rabbani Hazretleri şöyle buyurmaktadırlar : “Her vakit, Allahu Teala’yı zikir etmek lâzımdır.Kalpte başka hiçbir şeye yer vermemelidir.Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalıdır.” Haznevi tarikatı silsilesinde bulunan son dönem Osmanlı alimlerinden Abdurrahman-ı Taği Hazretleri aynı konuda şöyle buyurmuşlardır : Asrımızın en büyük alimlerinden,maneviyat sahiplerinin İmamı Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri kalbi huzurun sağlanması için zikrin önemini ve manevi yaşam için vazgeçilmezliğini şu veciz ifadelerle açıklamışlardır: “Mürid kalbiyle Allah Allah demeyi öğrendikten sonra artık kalbi onun bekçisidir. Daima Allah ile beraberdir. Bu beraberlik ile kişide Allah´a karşı huşu ve tevazu olur. Allah´ın gözetiminde olduğunun şuuruna varır. Bilir ki Allah onu görüyor. Böylece kişi günahlara yanaşmaz ve onun kalbi dünyaya dalmaz.” Evliyasultan Ahmed Cahidi Hazretleri kendilerine sorulan bir soru üzerine zikri aşağıda geçen dört madde halinde özetlemiştir: 1. Dilin zikri: Kalpten kötülüklerin izale edilmesini sağlayacak olan Cenâb-ı Hakk´ın anılması. 2. Kalbin zikri: Allahü Teala’yı kalpten tefekkür etmek, düşünmek ve O´nun kalbe nazar ettiğini bilmek. 3. Nefsin zikri: Harf ve ses yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Allah´ı anmak. 4. Rûhun zikri: Cenab-ı Hakk´ın kâinatta tecellî eden, güzel sıfatlarının netîcesine bakarak O´nu tefekkür etmek,düşünmektir. Bu zikir çeşitleri kişiyi kemâl mertebesine ulaştırmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta zikir çeşitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibârettir.” Hz.Davud (a.s.) ‘ın şöyle söylediği nakledilmiştir:”İlâhî! Benim seni zikredenlerin meclislerinden geçerek gaflete dalanların meclislerine doğru gittiğimi gördüğün zaman, daha o meclise varmadan önce ayağımı kır. Zira ayağımın bu şekilde kırılması benim için senden gelen bir nimet olur.” Elmalılı Tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şu açıklamalarda bulunmaktadır:”Bu da aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve Allah´ın birliğine iman ile kulluk ve bilgide merhale kat etmiş olgun akıl ve inanmış kalp sahiplerinin karı olabileceğinden, aralarındaki farka işaret buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken, yatarken, yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah´ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar”. Bu üç hal, insanın bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah´ı zikirden başka bir şey ile itminan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah´ı zikirden gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak (dalmış)tır. Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel olarak, mutlak zikirdir.” Fahreddin Razi(r.a.) Mefatihul Gayb isimli tefisrinde ayeti kerime ile ilgili şöyle demişlerdir: “Müfessirlerin bu âyetle ilgili iki görüşten vardır: 1- Bundan murad, insanın devamlı olarak Rabb´ini zikretmesidir. Çünkü insanın durumları bu üç şekilden ibarettir. Sonra Cenâb-ı Hak insanları bu üç durum ile tavsif edince,bu onların devamlı zikredip,kesinlikle ondan ayrılmamalarının gerektiğine bir delil olur. 2- Bu âyette bahsedilen zikirden murad, namazdır.Buna göre âyetin manası, “Onlar ayakta olarak, eğer buna güçleri yetmiyorsa oturarak, eğer buna da güçleri yetmiyorsa, yanları üstü yatarak namaz kılarlar.” şeklindedir. Bu da, onlar hangi halde olurlarsa olsunlar namazı terk edemezler manasına gelir. Âyete birinci görüşe göre mana vermek daha evladır. Çünkü pek çok âyet, Allah´ı zikretmenin, hatırlayıp anmanın faziletini ifâde etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): “Kim cennet bahçelerinde, serbestçe yiyip içmek isterse, Allah´ı çokça zikretsin.” buyurmuştur.Bu zikirden murad, dil ile yapılan zikir olabileceği gibi, kalp ile yapılan zikir de olabilir. En mükemmel olan mana, her ikisi ile birlikte yapılan zikrin murad edilmiş olmasıdır.” Konu edinilen bu ayeti kerimeye yakın mealde bir ayette Nisa Suresinde bulunmaktadır.Nisa Suresi 103. ayeti kerimesinde Yüce Rabbimiz korku namazını kıldıktan sonra kullarını Ali İmran Suresi 191. ayetinde bahsettiği müminlerin amellerini yapmaya çağırmaktadır.Ali İmran suresindeki ayet-i kerimede her anlarında Allah’ı zikredenlerden övgü ile bahsedilirken,Nisa suresindeki ayette ise savaşan ve savaşta korku namazı kılan kullar,bu namazdan sonra bu övünülen ameli yapmaya çağrılmaktadırlar.Bu iki ayet alt alta okunduğunda bu açıkça görülmektedir. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah´ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru ! (Al-i İmran Suresi 191.Ayet ) Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allah´ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır. (Nisa: 103) Bu ayeti kerimeyi daha iyi anlamamıza yardımcı olacak bir kaç hadisi şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?” buyurdu. ´Evet´ dediler “Allah´ı zikir.” dedi (Tirmizî, Deavât 6) “Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilası da Allah´ı zikretmektir.İnsanı Allah´ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır.” ´Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?´ dediler. Rasulullah (s.a.v.) “Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi.” dedi. (Buhârî, Deavât 5) Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu ayet ile ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur :” Şimdi bu namazı eda ettiğiniz,yani korku namazı kıldığınız; kılıp bitirdiğiniz zaman, arkasından ayakta ve otururken ve yatarken bütün durumlarda Allah´ı zikredin,O’nu anın. Hatta savaşa giriştiğinizde bile ayakta kılıç çalarken,dizleyip ok atarken,yaralanıp yere düştüğünüzde Allah´ı kalbinizden çıkarmayınız, dilinizden bırakmayınız…” İmam Fahreddin Razi ise tefsirinde şu açıklamalarda bulunmuştur :” Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta, otururken veya yanlarınız üzerinde iken, Allah´ı anın…” buyurmuştur.Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki açıklama yapılmıştır: a) “Korku namazını ifa ettiğinizde, bütün hallerde Allah´ı zikretmeye devam ediniz… Çünkü, korku ve düşmana karşı tedbir almak gibi içinde bulunduğunuz böyle haller, Allah´ı zikre devam etmeye ve O´na yalvarıp yakarmaya uygun hallerdir.” b) Burada bahsedilen “zikir”den murad, namazdır.Yani, “At koşturup kılıç sallamakla meşgul iken ayakta olarak; ok atmakla meşgul iken oturarak; çokça yaralanıp, böylece de yere düştüğünüzde, yan üstü yatarak namazlarınızı kılınız. Siz, savaş sona erdiğinde, sükun ve emniyet içinde bulunduğunuzda ise, “namazlarınızı dosdoğru kılın ve koşar vaziyette kılmış olduğunuz namazları kaza ediniz…” demektir. Bu mana, namaz vakti girdiğinde, koşar vaziyette iken savaşan kimseye, namazın farz kılınmış olması; savaşan kimseler emniyet ve sükun haline ulaştıklarında da daha önce kılmış oldukları namazı kaza etmelerinin gerekli olduğu şeklindeki Şafiî´nin görüşüne delaleti açıktır. Ancak ne var ki, bu görüşün benimsenmesi halinde bir müşkil ortaya çıkar ki, bu da âyetin takdininin, “Namazı bitirdiğinizde, namaz kılın…” şeklinde olmasıdır. Halbuki böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Zira, “zikir” lafzını namaz manasına almak mecazi bir ifade olup, zaruret olmadıkça da mecaza başvurulmaz.” MÜMİNLERİN ALLAH’I ZİKRETME VAKTİ GELMEDİ Mİ ? İman edenlerin Allah´ı anma ve O´ndan inen Kur´an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.(Hadid Suresi 16.Ayet ) Bu mübarek ayeti kerimede Yüce Rabbimiz iman eden müminlere seslenmektedir.Onlar Allah’a (c.c.) ve O’nun Peygamberine (s.a.v.) iman etmiş,O’na kulluk yapmakta olan şahıslardır.Buna rağmen Allah (c.c.) bu kullarını zikre davet etmekte,Kuran-ı Kerim karşısında kalbi hallerini ve huşularını yeniden gözden geçirmeye onları çağırmaktadır. Kuran-ı Kerim karşısında inanmış kaplerin ürpermesi gerekmektedir.Zamanın geçmesi, yaşanan sosyal olaylar,kişilerin psikolojik durumlarını ve manevi hallerini etkilemektedir. İnsanlar kalbi safiyetlerini hayat içerisindeki mücadele sebebi ile kaybedebilmekte ya da manen zarar görebilmektedirler.Böylesi zamanlarda kalplerin uyandırılması için kulların yeniden ikaz edilmesi şarttır.İşte Kuran’daki bu davet bunun içindir.İman edenler Allah´ı anmaya ve O´ndan inen Kur´an sebebiyle kalplerini huşu ile doldurmaya çağırılmaktadır. Bu çağrı manen uyanmak ve huşu dolu,zikir dolu uyanık hali kazanmak içindir. Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) gerçek varisleri olan Rabbani alimlerin,Kuran-ı Kerim’in gerçek talebeleri olan maneviyat büyüklerinin,tüm Müslümanları kendi ders halkalarına davet etmeleri de aynen buna benzemektedir.Bu davet bu yüce ayeti kerimenin anlam çerçevesi içindedir.Onlar dini hayatı sıradanlaşmaktan ve ibadetleri adet haline gelmekten kurtarıp,İslam dinini her an canlı ve huşu içerisinde yaşanan bir hale getirmek amacındadırlar.Maneviyat önderleri kendilerini İslam dinine adamış şahsiyetlerdir.Tarikat; şeriatı yani İslam dinini kamil manası ile yaşayabilmek içindir.Amaç kalbi zikir ile canlı tutmak ve bu canlılık ile ibadetleri ihlaslı bir şekilde yapabilmeyi sağlamaktır.Allah’ı (c.c.) anmak ve Kuran karşısında kalplerin ürpermesi en yüce kalbi amellerdendir.Allah’ı (c.c.) şuurlu ve ihlaslı bir şekilde zikretmeyi meleke haline getirmiş İslam büyüklerinin,tasavvuf önderlerinin meclislerinde oturmak,onların tedrisinde yetişmek bu kalbi zikri ve ayeti kerimede belirtilen sürekli zikir halini elde etmek için bir zorunluluktur. Tarikata girenlere belirli sayılarda,her gün tekrarlanması istenilen virdlerin verilmesi zikir alışkanlığını kazandırmak içindir.İnsanın bir anda sürekli zikir halini yakalaması mümkün değildir. Bu aşama aşama, tedricen olacak bir şeydir.Nakşi-Haznevi tarikatına giren bir müslümana bu yolun önderleri tarafından ilk safhada 5000 adet günlük zikir telkininde bulunulur. Kişiden gün içinde bunu bitirmesi istenir.Bu eğitim amaçlı bir uygulama,kalbi her an ve her durumda Allah’ı (c.c.) zikreder bir hale getirmek için yaptırılan bir pratiktir.“Benî anmakta gevşeklik etmeyin.” Taha Suresi 42.Ayeti kerimeside bu hususa dikkat çekmektedir. Şeyh Muhammed Muta Hazretleri mübarek Tel İrfan Haznevi Medresesinde yaptığı bir konuşmalarında maneviyat yolunda olmanın kişide nasıl olumlu bir etki yaptığını ve onun uyanmasına sebep olduğunu şu şekilde beyan etmişlerdir:” Şeyh Hazretlerinin dergahını, buradaki takva ve zikir ehli olan insanları gören birisi kendi nefsine dönecek ve kendisinin manen ne kadar eksik olduğunu anlayacaktır.Şeytanın onu nasıl kandırdığını, nefsinin onu nasıl aldattığını görüp hissedecek ve kendine gelecektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mübarek hadisi şeriflerinde:Mümin,müminin aynasıdır.Mümin,müminden örnek alır, buyurmuşlardır.” Bir hadis-i kudsi de de Allah Sübhanehu ve Teala’nın kullarına şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Ey kullarım! Ben sizleri ne yalnızlıktan kurtulup sizinle dost olayım diye,ne azlıktan kurtulup sizlerle çoğalayım diye,ne yapmaktan aciz olduğum bir işte sizin yardımınızı alayım diye ve ne de bir menfaat elde edeyim ya da bir tehlikeden korunayım diye yarattım! Ben sizi sadece ve sadece bana uzun uzun ibadet edesiniz,beni çokça zikredesiniz ve sabah akşam ben tesbih edesiniz diye yarattım.” Elmalılı Tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şöyle buyurmaktadır : “Aslında âyette bir azarlama vardır. Fakat bu azarlama, âyetin inişine sebeb olan sahabiler için dinî neş´ede bir aşağılanma azarlaması değil, imanda kemâl izlerini göstermek suretiyle İslâm´ın faaliyete geçmesi için aşk ve heyecan yükselişini uyandırmak istikbalde de o neş´enin sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna işaret etmekle heyecan ifade eden bir teşvik azarlamasıdır. Onun için buyuruluyor ki, o iman edenlere vakti ve zamanı gelmedi mi Ki kalpleri Allah´ın zikrine ve inen hakka saygı duysun saygı ile boyun eğip itaat eylesin. Allah´ın zikrinden maksat, Allah´ın adının anılması, yahut Kur´ân´dır. İnen hak da, meydana gelen olaylara göre Kur´ân ile Allah tarafından indirilen hükümlerdir. İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder. Sonra da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni imana gelen kalplerde ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu yüzden muhabbet neşesi şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın gerektirdiği şeyin tatbikatı itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez, yaptığı işlerde ve gösterdiği tepkilerde usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına sahip olamaz Nitekim uzun zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş´esini kaybeder. Arzulara gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı ferdler gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik, rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak neşenin yenilenmesi yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat kazanarak varlığını devam ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini sağlayabilirler. Hakkın birliği ile İslâm, âleme bir Likâullah (Allah´a kavuşma) neş´esi getirmişti ki, onun sona ermesi düşünülemez ve hiçbir neş´e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez. İstikbalin imkan zemininde gizlenen hiçbir devlet, hiçbir nimet neşesi onun kavrayışı dışına çıkamaz. En büyük hoşnutluk, bütün neş´elerin ve mutlulukların gayesidir. Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm´a sarılıyorlardı. Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik göstermeyerek “ehad, “ehad” (birdir) diye Allah´ı zikretmek suretiyle imanın sevincini ilan eden Bilâl-i Habeşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram, hep o neş´enin şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe, feyz ve yükselmeye kabiliyetli olarak “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım…” (Mâide, 5/3) gününe doğru bir olgunlaşma takip ediyordu. Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk anından itibaren kalpleri Allah´a karşı saygı ile çarpan mahlukatın en üstünü idiler. Bununla beraber ferdlerin tekamül mertebelerindeki hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı dereceleri farklı olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya çıkışlarında henüz o, görünen neş´esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına gelememişti. İşte bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda ve amelî fazîletlerde Allah´ı zikir ve Hakk´ın hükümlerine tam bir saygı ve teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere “Asıl müminler o kimselerdir ki, Allah Teâlâ´nın ism-i celili zikredildiği zaman kalbleri çarpar ve âyetleri okundukça imanları artar.” (Enfâl, 8/2). Şu halde iman edenler işte böyle olsunlar.” İmam Taberi tefsirinde şöyle demektedir: “Allah ve peygamberini tasdik edenlerin, Allah’ı anmaya karşı ve inen hak kitap Kur´ana karşı kalplerinin huşu içinde olma zamanı hala gelmedi mi? Yine bunların, daha önce kendilerine kitap verilen ve kendileriyle Musa (a.s.) arasında uzun bir zaman geçtiği için kalpleri katılaşan İsrailoğulları gibi olmama zamanları hâlâ gelmedi mi? Hz.Muhammed´den önce kendilerine kitap gönderilen ümmetlerden çoğu, hak yoldan ayrılan fasıklardır. Abdullah b.´Mes´ud diyor ki: “Bizim müslüman oluşumuzla Allah Teala’nın bize bu âyetle sitem etmesi arasında sadece dört yıl geçmiştir. Âyet-i kerimede, müminlerin kalplerinin, Allah’ın anılmasına ve Kur´an-ı Kerim´e karşı huşu içimle olması isteniyor, müminlerin, peygamberleriyle aralarında uzun bir zaman geçtiği için kalpleri katılanın Yahudi ve Hristiyanlar gibi olmamaları emrediliyor.” Mefatihul Gayb tefsirinde ise şu açıklamalar dikkat çekmektedir: ”Alimler, Hak Teâlâ´nın bu ayetinin manası hususunda değişik izahlar yapmışlar; kimileri, “Bu, kalplerinde huşûya (saygıya) ters düşen nifak bulunduğu halde, iman ettiklerini söyleyen münafıklar hakkında nazil oldu.” demişlerdir.Bu görüşü ileri sürenler, belki de, müminin, ancak kalbinin, huşu duymasıyla gerçek mümin olabileceğini benimsemişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk´ın bunu, ancak mümin olmayan kimselere demiş olması caiz olur. Diğerleri ise, “Hayır, bu ifade ile, gerçekte mümin olanlar kastedilmiştir.Ama müminin bazan huşusu ve haşyeti bulunur,bazan da bulunmaz. Sonra, bu görüşe göre, ayet hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) Belki de, bir grup mümin içinde çok fazla huşu ve rikkat bulunuyordu da, böylece onlar, işte bu ayetle bu hususa teşvik edilmiş oldular. b) Belki de, bir kavmin içinde, ileri derecede huşu sahibi kimseler bulunuyordu.Daha sonra bu kimselerden,o mükemmel huşu zail olup silindi de, böylece onlar,bu ayetle o huşûlu yeniden elde etmeye teşvik edildiler.Çünkü Ameş, şöyle demektedir: “Sahabe, Medine´ye gelince, bolluk ve refaha kavuştular. Böylece de, daha önce üzerinde bulundukları dinî hal ve tavırlar konusunda bir gevşeklik gösterdiler.Bu sebeple de, bu ayetle kınandılar.” Hz. Ebû Bekir (r.a)´in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:”Bu ayet, Rasulullah´ın (s.a.v.) huzurunda okundu. O sırada da, onun yanında Yemâmeliler´den bir grup bulunuyordu. Bunun üzerine onlar, adamakıllı ağladılar. unun üzerine de Ebû Bekir, onlara baktı da, “Biz de böyleydik; ama kalplerimiz katılaştı artık.” dedi.” Kuran-ı Kerim de kalbin diriltilmesi için müminlerin zikre davet edilmeleri gerçekten de üzerinde dikkatle durulması gereken çok önemli bir husustur.Zikir edin emri ile kalbe ve onun ıslahına dikkat çekilmektedir.Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından,büyük velî İmâm Birgivî Hazretlerine ” Tasavvuf nedir?” diye sorulunca şöyle buyurdular: “Tasavvuf; kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylar ile doldurmak demektir.Kalbi ıslah etmek,her şeyden daha önemlidir.Çünkü kalp, bedende emrine itâat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücuddaki uzuvlar onun emri altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu (et parçası) kalptir.” Yâni bu yürek denilen, et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlaktan temizlenip iyi ahlak ile süslenmek demektir.” Asrın Büyük İmamı Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır: ”Tarikatın en önemli faydalarından biri, bu yolda seyr ü süluk eden bir müridi ihsan derecesine ve Allah Teala’yı görme mertebesine yükseltmesidir. Nitekim Cebrail “ihsan”ı sorduğu sırada Efendimiz Muhammed aleyhissalatü vesselam bunu bize haber vermiş ve buyurmuştur ki: “İhsan,Allah a, sanki Onu görüyormuşcasına ibadet etmendir!” (Beyhaki) EY İMAN EDENLER ALLAH’I (C.C.) ÇOKCA ZİKREDİN “Ey inananlar! Allah´ı çokça zikredin.Ve O´nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzab Suresi 41-42. Ayetler) “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra Suresi 44.Ayet) “Allah’ı çokça zikreden erkeklerle çokça zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah, bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”(Ahzab Suresi 35.Ayet) “Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah ´ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah´ı çok anın ki başarıya eresiniz.” (Cuma Suresi 10.Ayet) “Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah´ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı erkekler. (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.” (Nur Suresi 37.Ayet) “Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah´ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikûn Suresi 9.Ayet) İmam Rabbani Hazretleri zikir ile ilgili şöyle buyurmuşlardır: Alaattin Atar Hazretleri buyurdular ki : “Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek, 2. Allahu Teala’yı sessiz sessiz zikretmeyi,anmayı sağlamak, 3. Kalp hallerini gözetmek. Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allah-u Teala’yı sevmenin alâmeti zikri (her işte O´nun emrine uymayı) sevmektir.” “ Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerden olan Ali Râmitenî (r.a.) Hazretlerine, bir gün Mevlana Şeyh Bedreddîn Meydani hazretleri gelerek şöyle sordu: “Allah Teala Ahzab Suresi 41.ayetinde mealen;”Ey îman edenler!Allah´ı çokça zikrediniz.” buyurmaktadır.Bu zikirden murad mana dil zikri midir,kalp zikri midir? ” Ali Ramitenî Hazretleri bu soruyu şöyle cevapladı: “Tasavvuf yoluna ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar için de kalp zikridir. Bu yola ilk giren kimse yüce Allah´ı kendini zorlayarak da olsa zikretmeye çalışır.Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle değildir.Kalp zikirden etkilenince onun bu etkisi bütün bedene varır, hemen her organ zikir etmeye başlar.İşte o zaman çokça zikir başlar.Yine o zaman bir günlük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer. “ Haznevi Tarikatının piri,erenlerin baş tacı Şeyh Ahmed Haznevi Hazretleri (r.a.) şöyle buyurmuşlardır: “Kardeşim,Allah Sübhanehuyu zikr etmek süreksizdir.Hattâ kul her zaman onu yapmakla emrolunmuştur. Diğer ibadetler ise, her birisinin ayrı ayrı özel olarak bir vakti vardır. O vakitten başka bir zamanda yapılması câiz değildir. Hatta ibadetlerin en efdali namaz olduğu halde, şüphesiz bazı vakitlerde kılınması caiz olmaz. Fakat kalben yapılan zikir bütün durum ve hallerde kuldan istenilmektedir. Kalp ile (sessiz olarak) Allah´ı zikretmek müridlerin kılıcıdır.” Hz. Muaz İbnu Cebel (r.a.) anlatıyor: “Kul, kendini Allah´ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir.” (Muvatta, Kurân 24,Tirmizi,Daavât 6,İbni Mace, Edeb 53,) “Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş´ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş´ının) gölgesinde gölgelendirecektir (Bunlar Âdil imam (yönetici), Allah´a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O´nun için bir yere gelen; O´nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: ´Ben Allah´tan korkarım´ diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah´ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir” (Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031) İmam Taberi tefsirinde bu ayetle ilgili şöyle buyurmaktadır:” Ey iman edenler, Allah’ı(c.c.), kalplerinizle,dillerinizle ve bütün azalarınızla devamlı olarak ve çokça zikredin.Sabah ve ikindi namazlarını kılarak Allah’ı tesbih edin.“ Elmalılı Hamdi Yazır aynı ayetleri şu şekilde açıklamaktadır : “Çok zikir, zamanlara üstün gelen, ve takdis (ululama) temcid (Ululama), tehlil (la ilahe illallah sözü) tahmid (Hamd etme, elhamdülillah deme) gibi Allah´a layık zikrin çeşitlerini içine alır. Bununla birlikte zikir çeşitleri içinde tesbihin (sübhanellah kelimesini söyleyerek Allah´ı ululama) vakitleri içinde sabah ile akşamın özellikle önemi ve faziletine işaret için de ve sabah-akşam O´nu tesbih edin buyurmuştur. Çünkü “tesbih” zikirlerin temeli, sabah ile akşam da meşhur zamanlardır. Bununla birlikte sabah akşam ifadeleri Türkçe´de olduğu gibi Arapça´da da bütün vakitleri içine almakla, devam anlamına kinaye de olur. Öte yandan zikir ve “tesbih” namazı dahi kapsar.” Fahreddin Razi Mefatihul Gayb tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şöyle açıklamalarda bulunmuştur : “”Ey iman edenler, Allah´ı çok zikredin.” (Ahzab 41) Allah Teâlâ, mümin Kullarına da,nebî ve resullerine emrettiği şeyleri emretmiş, Peygamberini eğittiği gibi,onları da irşâd etmiş ve işe yeniden müminleri ilgilendiren hususla başlamış, peygamberine, “Ey peygamber, Allah´dan kork” dediği gibi,müminlere de, “Ey iman edenler, Allah´ı çok zikredin.” demiştir. Ayrıca burada şöyle bir incelik vardır:Mümin bazan,Allah´ı zikretmeyi unutabilir. Dolayısıyla, zikrine devam etme emri verilmiştir. Peygambere gelince, o mukarreblerden olduğu için,unutmaz. Ancak ne var ki, hükümdara yakın olan kimse ona yaklaştığı için bazan aldanır da, böylece korkusu azalır.İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, “Ey Nebi, Allah´dan ittikâ et” buyurmuştur.Çünkü ihlaslı kimse, büyük bir tehlike üzerinde bulunur. Zira, evliya için “hasene” sayılan, Peygambere göre “ seyyie” olabilir. Allah Teala “Çok zikir…” buyurmuştur.Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk´ın pek çok yerde “zikr”den bahsettiğinde, onu çoklukla tavsif ettiğini açıklamıştık. Çünkü daha önce de izah ettiğimiz gibi, kişinin her zaman (isterse) zikirde bulunmasına mâni yoktur. “Onu sabah akşam tesbih ve tenzih edin” (Ahzâb 42) Yani, “O´nu zikrettiğinizde,sizin O´nu zikretmenizin bir tazîm ve onu noksanlardan tenzih etmek tarzında olması gerekir.” demek olup,bu ayetteki “tesbih” kelimesiyle kastedilen de budur. Buradaki, “tesbih” sözüyle namazın kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine, “Namaz için, o kimsenin sabah akşam yapacağı tesbihi, bunu devamlı yapmasına bir işarettir.” denilmiştir. Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah´ın zikriyle sükûnete erenlerdir.Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah´ı anmakla huzur bulur. (Ra’d Suresi 28.Ayet) İmam Taberi tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şu açıklamaları yapmıştır : “Allah Teala bu âyet-i Kerimede,gerçekten kendisine yönelenleri beyan ederek bunların iki önemli sıfatlarını zikretmekte ve bu sıfatların, önce iman etmek sonra da Allah’ı anarak kalbini huzura kavuşturmak olduğunu bildirmektedir.Ayrıca bundan sonra gelen âyette de, imanla birlikte salih amel işlemenin de Allah’a yönelmeyi gösteren bir sıfat olduğunu açıklamaktadır.” Mefatihul Gayb tefsirinde İmam Fahreddin Razi şöyle buyurmuştur : “Bil ki,”Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.” ayeti ile ilgili, son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahislerimiz vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir: 1) Varlıklar üç kısımdır: Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve her şeyde müessir olup, hiçbir tesir altında olmayan varlık.Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ´dır. Müessir olmayıp, müteessir olan varlıklar ise, cisimlerdir.Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak, kabul etme hususiyeti vardır. Bazan müessir, bazan müteessir olan varlıklara gelince, bunlar rûhânî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar, Hz. Allah´a yöneldikleri zaman, O´nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve İcadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise, onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten, ruhlar âlemidir. Bunu iyice anladığın zaman, bil ki, kalp, ne zaman cisimler âlemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip, onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir temayül meydana getir.Ama kalp, Hz. Allah´ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise, kalpte samedanî nurlar ve ilahî ışıklar hasıl olur. İşte kalp o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak Teâlâ ;”Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah (Allah´ı anma) ile mutmain olur.” buyurmuştur. 2) Kalp ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hale geçmeyi arzular. Çünkü cisimler aleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıbta edilen, bir başka mertebe vardır. Ama kalb ve akıl, marifetullah ve samedanî nurlar ile, mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece de oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından, bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur. İşte bu manadan ötürü Altah Teâlâ “Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.” buyurmuştur. 3) Hayat iksirinden, bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın haline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hasıl olan erimeye dayanarak bakî kalır. İşte bunun gibi, Allah Teâlâ´nın celal ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bakî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürmesi haydi haydi evladır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, “Haberiniz olsun ki kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur” buyurmuştur.” Elmalılı tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şöyle açıklamalarda bulunmuştur: “Evet, bilin ki, başkasıyla değil, ancak Allah´ın zikri ile veya Allah´ı anmak ve hatırlamakla kalpler mutmain olur.Gönüller huzura erer,içsel acılar,sancılar şifa bulur,sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah´a bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah´dan başlar ve yine dönüp dolaşır O´nda son bulur.Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Allah´da kesilir.Allah,daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir (kebiru´l-müteal) olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O´ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalp hareketine imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular,bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur.Gönüller O´nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez,heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister.Fakat kalp ilâhî marifetten,Allah´ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah´a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O´ndan yüksek bir makam ve merciye, O´nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz.Bundan dolayıdır ki,marifetullaha yükselemeyen ve Allah´ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru veya “cemiyyet-i dil” denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır da çıpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Allah´ı zikretse, Allah Teâlâ´nın tezkiriyle olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder: Birincisi, doğrudan doğruya zikir işini kalplerde yaratmasıdır ki, bu fiilî bir hidayettir. İkincisi de Allah´ı hatırlatacak âyetlerle delilleri yaratması veya göndermesidir. Bu âyet ve deliller de iki kısımdır: Birincisi asayı ejderha yapmak, ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltme, gökten sofra indirmek, ayı ikiye bölmek gibi duyularla idrak olunabilecek âyetlerdir ki bunların etki gücü, olayın meydana geldiği ana ve orada bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından, geçici ve sınırlıdır. Binaenaleyh bunlar bütün insanların kalplerinin yatışmasına sebep bakımından değil, akılların Allah´ı zikretmeye sebep olması bakımından faydalı olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için düşündürücü olan aklî âyetler ve itikadî delillerdir ki, işte Kur´ân böyle bir Allah zikridir. Kur´ân´ın düşünceye yaptığı telkinlerle Allah´ı zikretmeyen ve bununla tatmin bulamayan kalplerin, hiçbir âyet ve delille tatmin bulmasına imkan yoktur. Bunlar ebediyete kadar doyum ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp duracak: “Ah ne olurdu bir âyet, bir mucize indirilseydi!” deyip gideceklerdir.Allah Teâlâ bunların kalplerinde zikir ve itminanını yaratmaz. Artık bunların kalbi, selim kalp değildir; kalp olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan olma özelliğini yitirmiştir,çürümüş ve bozulmuştur. Onun için Kurân´ın düşündürücü âyetlerinden istifade edemezler de cebir ve azab âyetlerini gözetirler.Baskı, şiddet ve zorbalıktan anlarlar.Allah zikri ile tatmin olmayan bu kâfirler “Yürekleri bomboş” (İbrahim 14/43) âyeti gereğince gönülleri boş heva ve heveslere kapılmış kalmış, kalpsiz ve vicdansızdırlar.” ZİKİRDEN GAFİL OLANLAR VE ŞEYTANLAR “Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar,kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf Suresi 36-37. Ayetler) İmam Taberi bu ayeti kerimeyi şu şekilde açıklamıştır :“Kim Allah’ı anmaktan yüz çevirir ve onun gazap ve azabından korkmayacak olursa, biz ona şeytanı musallat kılarız da şeytan ona devamlı vesvese veren bir arkadaş olur. Şüphesiz ki şeytanlar, Allah’ı anmaktan yüz çevirenleri hak yoldan alıkoyarlar. Allah’a iman etmeyi ve salih ameller işlemeyi onlara çirkin, sapıklığı ise süslü gösterirler. Allah’ın zikrinden uzak duranlar ise, kendilerini şeytanın kandırmasıyla doğru yolda olduklarını zannederler. Kıyamet günü, rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çeviren, huzurumuza çıkınca da,dünyada iken kendisine devamlı arkadaş olan şeytana “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü bir arkadaşmışsın.” der.” Bağdad´da yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdülkerîm Cîlî (r.a.) talebelerini, bilhassa nefsin ve şeytanın aldatmalarına karşı çok uyarır, dikkatli olmalarını öğütler ve hocalarının sözünden hiç çıkmamalarını sıkı sıkıya tenbih ederdi. İblisin şöyle dediğini bildirirdi: “Vallahi, bana göre bin âlimi aldatmak,îmânı kavi bir ümmiyi aldatmaktan daha kolaydır.” O insanlar üzerinde şeytanın hîle ve aldatmalarını şu şekilde özetler ve müslümanların uyanık bulunmalarını isterdi: ”Şeytan avam tabakasına yâni ilmi olmayan müslümanlara önce şehvete dâir işlerin sevgisini aşılamaya çalışır. Böylece kalp duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek dünyâlık kazanmaya sevkeder. Böylece bu insanların bütün gâyeleri dünyâ talebi olur. Çünkü cehâletle dünyâ sevgisi bir araya gelmiştir. Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel gösterir. Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler. Sonunda hiç bir âlimin öğüt ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der: “Başkaları sizin ibâdetinizin binde birisini yapsa kurtulur”. Bu telkinlere kananlar amellerini azaltırlar. İstirâhat yolunu tutarlar. Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri onları peşpeşe günâha sürükler. Şeytân âlimi aldatmak için ise onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu anlatır. Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur. Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir. “ Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (r.a.) vefât ederken eliyle işâret edip; “Hayır olmaz!” dedi. Oğlu; “Babacığım bu ne hâldir? ” diye sorunca; “Şu an tehlike zamânıdır, duâ ediniz.Şeytan felâket toprağını başıma saçmak istiyor.Ey Ahmed! Benim elimde can ver, diyor. Ben de; “Hayır olmaz! Hayır olmaz!” diyorum. Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur.” buyurdu. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (r.a.) Hazretlerini bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kazâ edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses işitti. “Ey Bâyezîd, bu günâhını affeyledim.Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı ihsân eyledim.” diyordu. Aradan birkaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Bâyezîd´i Bistâmî´nin mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve; “Kalk namazın geçmek üzeredir.” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî, Şeytan´a; “Ey mel´ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazâya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın? ” buyurunca, Şeytan şu cevâbı verdi: “Birkaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmiş bin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek, sâdece vaktin namazının sevâbına kavuşasın da, yetmiş bin namaz sevâbına kavuşmayasın diye seni uyandırdım.” dedi. Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (r.a.) buyurdular ki: “Büyüklerden birinden duydum; Şeytanın bir mümini yoldan çıkarma taktiği şudur: O, bir mümine ilk önce; “Kâfir ol!” diye vesvese verecek kadar budala değildir. İlk önce onu mübahlara karşı hırslandırır. Mümin kimse, nefsinin helâl isteklerine esir düşünce de, işini daha da kolaylaştırmak için günah işlemeye teşvik eder ve sonunda “Kâfir ol!” teklifini vesvese yoluyla yapar.” Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (r.a.) buyurdular ki: Bir gün Yahyâ aleyhisselâm şeytanı gördü. Ona; Bana, insanlara nasıl musallat olduğunu anlat! buyurdu. Şeytan şöyle anlattı: Bize göre insanların hepsi üç kısımdır. Birinci kısmı siz peygamberlersiniz. Biz, size, hiç güç yetiremeyiz. İkinci kısımda olanlarla çok uğraşırız, nihâyet onu aldatırız. Ama o hemen tövbe eder ve bizim uğraşmamız boşa gider. Lakin biz peşini bırakmayız. Yine çok uğraşırız. Nihâyet aldatırız. Fakat onlar gene tövbe eder, bizim uğraşmamız gene boşa gitmiş olur. Yâni bu kısım insanlardan ne memnun oluruz ne de ümid keseriz. Üçüncü kısımdaki insanlara gelince, onlar bizim emrimizdedir ve onlara istediğimizi yaptırırız. Son devir velîlerinden Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (r.a.) buyurdular ki: “Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikir edenler, seherlerde kalkıp istiğfâr edenler ve Allahu Teala’nın korkusundan ağlayanlardır.” “Muttakilere şeytandan bir vesvese gelirse Allah´ı zikrederler de derhal basiret sahibi olurlar, şeytanın tahrikini defederler.” (Araf Suresi 201.Ayet ) Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde ayeti kerime ile ilgili şu açıklamalar bulunmaktadır: “Muhakkak ki, muttaki olanlar kendilerine şeytandan bir tayf çok az bir hayal eseri bir şey dokunduğu vakit bile hemen durup düşünürler, Allah´a sığınmak gerektiğini hatırlarlar ve hemen gözlerini dört açarlar, kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Bu âyet Rasulullah´a olan bu hitabın, bütün müminlere genel anlamda bir hitap olduğuna işaret eden bir tenbih niteliğini taşır. “ BENİ ZİKREDİN Kİ BEN DE SİZİ ZİKREDEYİM “Öyleyse siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.Bana şükredin,sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara Suresi 152.Ayet) Taberi tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şu açıklamalarda bulunulmuştur : “Öyleyse bana itaat ederek beni anınki ben de rahmetim ve bağışlamamla sizi anayım. Ey müminler, sizi İslam ile nimetlendirdiğim, hak din ile doğru yola erdirdiğim için bana şükredin. Size olan iyiliklerime karşı nankörlük etmeyin. Yoksa nimetimi sizden geri alırım. Allah Teala,kullarına şah damarlarından daha yakın ve anne ve babalarından daha merhametlidir. Kul rabbini tanıyıp ona yaklaştığı sürece rabbi de ona lütfü ve rahmetiyle yaklaşır. Bu hususta bir Hadis-i Kudside şöyle buyurulmaktadır: “Ben kulumun, beni zannettiği gibiyim. O, beni andığı sürece ben onunla beraberim. O beni yalnız başına anarsa ben de onu öylece anarım. Eğer beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu o topluluktan daha hayırlı olan bir toplulukta anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşacak olursa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. “ Hz. Ebu Hureyre´nin rivâyetinde şöyle gelmiştir: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah Teala hazretleri diyor ki: “Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse ben öyleyimdir. O, beni zikredince ben onunla beraberim. O beni içinden geçirirse, ben de onu içimden geçiririm. O, beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Daavat 142) Büyük âlim ve velî Abdülkâdir-i Geylânî (r.a.) Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allahu Teala’dan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk´a ibâdet eder ve şeytana uymaz.” Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (r.a.) Hazretleri şöyle buyurdular: “Tasavvuf kalp huzûru, murâkabe ve gönül uyanıklığı ile Allahu Teala’yı zikretmek, sünnete uygun amel etmektir.” Şeyh Muhammed Haznevi Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nakşibendi-Haznevi tarikatının adapları hastahane gibidir.Bizler de bu hastahanenin hastalarıyız. Bizim hastalıklarımız manevi ve batını hastalıklardır. Bu hastalıklar, zahiri hastalıklardan daha önemlidir. Kişi tedaviye başlayınca doktorun sözünü dinlemeye mecburdur. Doktorun verdiği ilaçları kullanmalıdır. Manevi hastalıkların ilaçları: bu adaplar, Allah´ın zikri ve murakabesidir.” Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde şu açıklamalarda bulunmuştur : “Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalple veya bedenle olur. Dil ile zikir, Allah Teala´yı en güzel isimleriyle anmak,hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, Kitab´ını okumak ve dua etmektir. Kalp ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir: 1- Allah´ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah´ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir. 2- Allah´ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi,yani Allah´ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah´ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir. 3- Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz.” buyurmuştur. Bedenle zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır. Şükür de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür olması için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimetin ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir muhabbetin, bir olgun aşkın eseridir. Şu halde şükrün, zikre atıf yoluyla bağlanması, esasen “atfü´l-hâs ale´l-âm” özel bir şeyi daha genel olana atfedip bağlama demektir. Fakat her ikisi de nimet kaydından sonra söylenmiş bulunduğundan burada tefsire ait bir atıf cinsinden olur. Böyle olmaması için şükrün, örfî şükür mânâsına yorumlanması daha uygundur ki, o da ulaşan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine uygun olarak harcamaktır. Buna göre her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Sonsuz yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler. Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak: 1- Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim. 2- Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani “Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim.” (Ğâfir, 40/60). 3- Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim. 4- Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim. 5- Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim. 6- Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim. 7- Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim. 8- Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim. 9- Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim. 10- Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim. Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. “Onların dualarının sonu âlemlerin Rabbi olan Allah´a hamd olsun.” (Yunus, 10/10) demektir. İşte Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak başlangıcı ve sonucu içine alan bu iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel bir şekilde yerine getirildikçe o nimet de uluşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat zikir, marifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile uyum içinde olacaktır. Halbuki Allah´ın mahiyetini hakkıyle bilmek, O´nu kendisi gibi bilmek demek olacağından bu, fani âlemde kullar için mümkün değildir. “Seni gerçek mahiyetinle bilip tanıyamadık.” Bunun gibi Allah´ın nimetleri sonsuzdur. Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet vardır. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vaciptir. Bu durumda şükrü hakkıyle eda etmek de mümkün değildir. “Sana layık olduğun şekilde kulluk yapamadık.” Demek ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının kudretine teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve İslâm´ın başı bu anlayıştır. En güzel zikir de “Allah´tan başka hiçbir ilâh yoktur.” kelime-i tevhididir. Bu tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kendini, Allah´ın emirlerinin tek yürütme vasıtası bilerek, yöneltilen vazifeyi en güzel bir şekilde ve azami derecede yerine getirmek için yalnız Allah´tan yardım dileyip en iyi şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir. Yani yüklenen sorumluluk imkan ve kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o kabiliyet, Allah´ın bir yardımı olduğu için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu yoktur. Bundan dolayı kul, Allah´ını zikirle O´ndan yardım diler ve kendine verilen kabiliyeti sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı işle beraber Allah´ın dilediği kadar gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz kudret ve kabiliyete intikaldir. Şu halde her mümin: “Beni zikrediniz!” emri karşısında acizliğini hissederek önce “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fâtiha, 1/4) şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak ve buna şükretmek için Allah´tan yardım dileyecektir. “ Mefatihul Gayb adlı tefsirinde İmam Fahreddin Razi şöyle buyurmaktadır : “Bil ki Cenâb-ı Allah, bu ayette biz kullarını iki şeyle mükellef tutmuştur:Birisi zikir,diğeri şükür.Zikir, bazan dil ile,bazen kalp ile, bazan da azalarla olur.İnsanların Allah´ı dilleriyle zikretmeleri (anmaları), hamd,tesbih, medh ve Kuran´ı okumakla olur.Allah´ı kalp ile zikir ise üç türlüdür: a) O´nun zatına ve sıfatlarına delâlet eder deliller üzerinde ve bu delilleri cerh eden şüphelere cevap üzerinde tefekkür etmek. b) Hak Teala´nın insanlara verdiği mükellefiyetlerinin,ahkâm, emir ve yasaklarının,vaad ve vaidinin nasıl olduğunu gösteren deliller üzerinde düşünmek.İnsanlar mükellefiyetlerin nasıl olduğunu bilip, onların yerine getirilmesi halinde olan vaad-i İlahî ile yerine getirilmemesi halinde olan vaîd-i İlâhiyi (tehdidi) bildiklerinde, o mükellefiyetleri yerine getirmek onlar için kolaylaşır. c) Allah´ın mahlûkatının sırları üzerinde düşünmek. Bu düşünce ile, mahlukatın her zerresi kutsî âlemin karşısında bulunan cilalı bir ayna gibi olur. Kul, o aynaya baktığı zaman, kulun bakışının ışıkları o aynadan celâl âlemine yansır. İşte bu makam, sonsuz mertebeleri olan bir makamdır. İnsanların, Allah´ı uzuvları ile zikretmelerine gelince, bu, onların uzuvlarının emir olundukları işlerle iyice meşgul olması ve nehiy olundukları amellerden tamamen uzak kalmalarıdır. İşte bu manada olmak üzere Allah Teâlâ,”Allah´ın zikrine koşun.” (Cuma,9) ifâdesi ile, namazı “zikir” diye adlandırmıştır. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah´ın “Beni anın.” ifâdesindeki, emr-i İlâhî bütün taat türlerini içine almaktadır. Bu sebepten dolayı, Said b. Cübeyr´in şöyle dediği nakledilir: “Bu ayet “Beni, taatımı yerine getirerek anın.” manasındadır.Allah Teâlâ, bütün taatlar bunun içine girsin diye, böyle mücmel bırakmıştır.”Allah Teâlâ´nın,”Ben de sizi zikredeyim.” buyruğunu mutlaka mevzuya en uygun bir manaya hamletmek gerekir. Bu uygun mana ise, Allah´ın mükâfaat vermesi, medh-u sena etmesi, rızasını bildirmesi, lûtufta bulunması ve bir makam vermesidir. Bütün bunlar Hak Teâlâ´nın, sözünün manasına dahildirler.Alimler bu ayeti çeşitli ifâdelerle açmışlardır: a) Bana itaat ederek beni zikredin ki, ben de rahmetimle sizi zikredeyim, (yani size rahmet edeyim). b) Davetime icabet etmek ve muhsin olmak suretiyle beni zikredin.Bu, tıpkı Allah´ın, “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” (Mümin, 60) ayeti gibidir. Bu, Ebu Müslim´in görüşüdür. O şöyle demiştir: “Alah Teâlâ, mahlûkatına, kendisini arzulayarak ve kendisinden korkarak, rahmetini umarak ve azabından çekinerek zikretmelerini; zikirlerini başkası değil sırf Allah için yapmalarını emretmiştir. Onlar, Allah´a ibâdet etmede ve onu Rab tanımada ihlaslı olarak zikrettikleri zaman, Allah Teâlâ da hem dünya hem ahirette onları ihsanı, rahmeti ve nimeti ile zikreder (yani bunları verir)”. c) Beni, medh-ü sena edip itaat ederek zikredin ki, ben de sizi medh-ü sena edip nimet vererek zikredeyim. d) Siz beni dünyada anın (hatırlayın) ki, ben de ahirette sizi anayım. e) Siz beni, hiç kimsenin bulunmadığı yerlerde zikredin ki, ben de sizi kimsenin bulunmadığı (ıssız çöllerde) zikredeyim, yalnız bırakmayayım. f) Siz beni bolluk içinde iken zikredin ki, ben de sizi başınız belâda iken anayım (yardım edeyim). g) Bana itaat etmek suretiyle beni zikredin ki ben de yardımım ile sizi zikredeyim. h) Siz benim uğrumda cihad ederek anın ki, ben de size hidayet ederek (yol göstererek), sizi anayım. i) Beni sıdk ve ihlâsınızla anın ki, ben de sizi kurtararak ve kendime daha fazla yaklaştırarak zikredeyim. k) Siz önce, benim Rab olduğumu hatırlayın ki, ben de sonunda, sızı rahmetim ve kulluğuma kabul etme ile hatırlayayım (mükâfaatlandırayım).” KENDİ KENDİNE YALVARARAK ZİKRETMEK “Kendi kendine,yalvararak ve ürpererek yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini zikret,gafillerden olma.” (Araf Suresi 205.Ayet) Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu ayeti kerime ile ilgili şöyle açıklamada bulunmuştur : İnsan varlığında ruh ile bedenin çok tuhaf bir ilişkisi vardır ki, düşünce ile duygu, vicdan ile akıl insanın ruhsal varlığında bir bütünlük teşkil eder. Bu ilişkide şahsiyet bütünlüğü meydana gelir.Bu birlik Allah´ın birliğini tanımaya doğru açılan bir pencere durumundadır. Bu ilişki sebebiyledir ki, ruhta meydana gelen bir etki bedene de etki eder ve bedende meydana gelen bir etkinin ruhta da bir takım sonuçları görülür. Çok sıradan bir misal olmak üzere ekşi bir şey hayal ettiğimiz zaman bile ağız sulanır, bir faciayı anlatırken bile baş ağrısı, heyecan veya baygınlık meydana gelebilir ki, bunlar ruhtan bedene gelen etkinin göstergeleridir. Aynı şekilde bedende meydana gelen bir takım yara ve hastalıkların acısı ruhta duyulur veya bedende tekrarlanan bir takım işlerin etkisiyle ruhta kuvvetli bir meleke meydana gelir ki, bunlar da bedenden ruha gelen etkinin izleridir. Böylece insanda güzel tefekküre engel olmayacak şekilde ve kendi kendisinin duyacağı kadar diliyle zikir alışkanlığı yerleştiği zaman bu zikirden hayal âleminde bir eser meydana gelir. Ve bundan ruha bir nur yükselir, sonra bu nurlar ruhtan tekrar dile, dilden hayale yansıyarak akıp gider. Karşılıklı aynalar gibi sürekli olarak birbirini takviye eder ve destekler. Bunun sayısal artışına da sınır yoktur ve bu sonsuz denizin yüce ve kutsal makam ve mertebeleri nihayetsizdir. Marifet yolculuğu işte bu sınırsız denizde Hakk´ın rızasına doğru yürümek ve yol almaktır. Bu yolculuğun yegane gemisi nefis,yegane dümeni de Allah´ı zikirdir. Tam gaflet mutlak tehlikedir ve her bir gaflet anı bile bir tehlike ihtimalini içerir.” Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (r.a.) bir sohbeti sırasında buyurdular ki:” Allahu Teala’nın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmakla huzur bulmak, Cennet´tir. Bu halden yüz çevirmek ateştir.Allahu Teala’ya yakınlık, lezzettir. O´ndan ayrılmak, O´na karşı yabancılık,ölümdür.” Ebü´l-Hasan-ı Harkânî (r.a.) buyurdular ki: “Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah Cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak mühimdir.” İmam Taberi bu ayetle ilgili şöyle buyurmaktadır : “Ey Muhammed, sabah akşam yalvararak, korkarak, yüksek olmayan bir sesle rabbini içinden zikret. Gafillerden olma. Ey, namazda veya hutbede okunduğu zaman Kur´anı dinleyen kişi, sen onu dinlediğin zaman onun âyetlerinden Öğüt al. Nihayet bir gün Allah´a döneceğini unutma. Sen Allah´a boyun eğerek huşu içinde kusurundan dolayı seni cezalandıracağından korkarak, dilinle gizlice yalvararak onu an. Onu özellikle sabahleyin ve geceleyin an. Kur´an okunduğunda onun üstün öğretilerinden ibret almayan galilerden olma. Âyet-i kerimede kulun, gizlice sabah akşam Rabbini içinden anması ve okunan Kuran’dan öğüt ve ibret alması emredilmektedir. “ Hindistan evliyâsının büyüklerinden Ahî Sirâc (r.a.) Hazretlerine, bir gece dervişlerden bir zât misâfir olmuştu.Yatsı namazından sonra Ahî Sirâcüddîn Osman yatağına uzandı. Misafir olan derviş ise, namaz kılmaya başladı.Bir taraftan da, böyle büyük bir zâtın gece uyumasına hayret ediyordu.Sabah olduğunda, Ahî Sirâc hazretleri kalkıp, abdest almadan, birlikte sabah namazını kıldılar.Misâfir derviş, Ahî Sirâc´ın bütün gece zikrle meşgûl olup uyumadığını, ilk zamanda anlayamadığından bu hâle çok hayret ederek; “Allah, Allah! Ne garip iştir! Bütün gece yattınız. Sabahleyin ise abdest almadan namaz kıldınız!” dedi. Ahî Sirâc tevâzu edip;”Siz tâat ile meşgûl oluyorsunuz.Bizim ise,kıymetli bir malımız (rûhumuz) vardır. Büyük ve azılı bir düşman da (nefsimiz) onun peşinde olup, onu öldürmek için gayret etmektedir. Biz o kıymetli malımızı korumak, düşmana teslim etmemek için uyumuyor,bekçilik ediyorduk.” Bu sözleri hayretle dinleyen misafir derviş, o zâtın büyüklüğünü böylece daha iyi anlamış oldu ve; “Eğer âşık mescidde görünmezse de, onun kalbi dâimâ namaz iledir.” meâlinde bir beyit söyledi. SABAH AKŞAM DUA EDEN VE ZİKREDENLER “Ve öyle Rablerinin cemalini isteyerek ,sabah ve akşam ona dua edenleri ve zikredenleri yanından kovayım deme.Sana onların hesabından bir şey yok.Senin hesabından da onlara bir şey yok ki,biçareleri kovup da zalimlerden olacaksın.”(En´am Suresi 52.Ayet) Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri (r.a.) Yüce Allah’ı (c.c.) çokça zikretmenin yanında her zaman şöyle dua ederdi: “Allah´ım sana dâimâ ve büyüklüğüne lâyık bir hamdle hamd olsun. Rasûlullah Efendimize, Ehl-i beytine, Eshâbına, O´nun yardımcılarına hayır duâlar olsun. Yâ Rabbî! Yerde ve gökte sana itâat edenlere merhamet eyle. Ey kerîm olan Allah´ım! Lütuf ve keremin hürmetine bütün günahlarımızı, hatâ ve kusurlarımızı affeyle. Yaptığımız zulüm ve haksızlıklar sebebiyle olan kul borçlarından bizi kurtar. Kereminle eğriliklerimizi düzelt. Kötülüklerimizi iyiliğe tebdîl eyle.Ey dilediğini yok ve var eden Allah´ım! Kalan ömrümüzde bizi kötülüklerden koru. Râzı olmadığın, beğenmediğin şeyleri bize çirkin göster, beğendiklerini sevdir. Bizlere râzı olduğun işleri yapmayı nasîb eyle. Vefâtımıza kadar bu hâlimizi dâim eyle. İrâdelerimi- zi bu hususta kuvvetlendir, niyetlerimizi sağlamlaştır. Bunlar için kalbimizi ıslâh eyle. Uzuvlarımızı bu işlere sevkeyle. Bizi muvaffak kıl ve işlerimizde yardım eyle. Yâ Rabbî! Bize senden utanmayı, beğendiğin her söze koşmayı ihsân eyle. Seçtiklerine, sevdiklerine nasîb ettiğin, beğendiğin işleri yapma ve seni devamlı anma hâlini, sırf senin için yapılan amellerin en güzelini yapmayı ömrümüzün sonuna kadar devâm etmeyi nasîb eyle. Ölümümüzü iyi eyle.Ölümü bize ikram, ihsân, sana yakınlık ve sevinç eyle; pişmanlık ve üzüntü eyleme. Kabirlerimize neşe ve sevinç ile girmek nasîb eyle. Kabirlerimizi Cennet bahçeleri ve rahmetinin indiği yerler eyle. Orada bizi korkudan emin eyle. Dirilteceğin güne kadar bizi emin ve kalpleri huzurlu olanlardan eyle. Ey mahlûkâtı, geleceğinden şüphe olmayan günde toplayacak olan Allah´ım! Bizim o günden aslâ şüphemiz yoktur. O günün korkularından emin kıl ve sıkıntılarından kurtar. O günün büyük sıkıntısını bizden kaldır.Bizi Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunanların arasına kat. Allah´ım! Hesâbımızı kolay eyle. Lütfunla kereminle muâmele eyle. Bize amel defterimizi sağ tarafımızdan ver.Sıratı çabuk geçen ve gıbta edilenlerden eyle.Tartı gününde sevâbımızı ağır kıl. Cehennem´in sesini bize işittirme.Cehennem´den ve Cehennem´e yaklaştıracak işlerden ve sözlerden kurtar. Lütuf ve kereminle bizi Cennet´te kendilerine ihsânda bulunduğun peygamber, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler ile berâber eyle. Onlarla arkadaş olmak ne güzel. Yâ Rabbî! Orada bizi, babalarımız, annelerimiz, yakınlarımız ve çoluk çocuğumuzla en güzel bir hâlde berâber bulundur. Dünyâda iken bizimle ülfetleri, yakınlıkları olanları da bize kat. Onları umduklarına kavuştur. Dilediklerinden fazlasını ver. Dünyâdan îmânla ayrılan bütün mümin erkek ve kadınlara rahmetinle muâmele eyle. Onlardan hayatta o lanların günahlarını affeyle, tövbelerini kabûl eyle. Zulüm ve haksızlığa uğrayanlara yardım et. Hastalarına şifâ ver. Bize ve onlara nasûh tövbe etmek nasîb et. Çünkü sen, çok ihsân sâhibisin ve her şeye kâdirsin. Yâ Rabbî! Senin yolunda cihâd edenlere yardım eyle. Hem idâreciyi hem de idâre edileni ıslâh eyle. Müslümanların işlerini üzerine alanlara, müslümanlara karşı şefkat ve merhamet nasîb et. Yâ Rabbî! Sözlerimi birleştir. Bizden fitneyi gider. Belâlardan kurtar. Bize müslümanlar arasında ihtilaf gösterme. Bizleri sana yaklaştıran şeylerde birleştir. Yâ Rabbî! Bizi aziz kıl, zelîl kılma. Bizi, senin rızâna götüren dünyâ ve âhiret işlerinde birleştir. Bu ancak senin yardımınla olur. Yâ Rabbî! Bize, senden korkmayı, sana tâzim ve hürmeti, sevdiklerine lütfettiğin mârifet ve nîmetlerini bize ihsân ve bunları devamlı eyle. Yâ Rabbî! Bedenlerimize, bütün kardeşlerimize, bizden sonra gelecek çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza, sıhhat ve âfiyet ihsân eyle. Bu âfiyeti diğer bütün mümin erkek ve kadınlara da ver.” Mevlânâ Hazretleri (r.a.) zikir ehlinin piriydi ve gece-gündüz Cenâb-ı Hakk´a niyâz eder ve şöyle yalvarırdı: “Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle. Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme. Yâ Rabbî! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma. Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim! Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin. Ey mahlûkâtın, yaratıkların, canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir. Yâ Rabbî! Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle. Ey ihsânı çok olan Rabbim! Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et. Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle. Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidâyete çıkar. Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin. Ey âlemin yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin. Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti). Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.” ALLAH’I ANMAK EN BÜYÜK İBADETTİR Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz kötü ve iğrenç şeylerden men eder. Elbette Allah´ı anmak, en büyük(ibâdet)tir. Allah,ne yaptığınızı bilir. (Ankebût Suresi 45.Ayet) Allah’ı (c.c.) anmak en büyük ibadettir.Allah (c.c.) kullarının ne yaptıklarını bilendir. Onların kendisini anmaları karşısında onları hayırla karşılayandır. Fahreddin Razi ayet ile ilgili şunları buyurmuştur:”Daha sonra Cenâb-ı Hak “Şüphesiz Allah´ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir.” buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kitabı okuma ve namazı kılma gibi bu iki şeyden bahsedince, bu işleri en büyük bir saygı ile yerine getirmeyi gerektiren hususu bahsederek, “Şüphesiz Allah´ın zikri en büyüktür…” yani, “Sizler, babalarınızı, atalarınızı ecdadınızı, (kahramanlarınızı), güzel şöhretleri anıp zikredince, onları yad etmiş ve ağızlarınızın-kalplerinizin dolusu ile zikretmiş ) olursunuz. Ama Allah´ın zikri (yâdı, adı), en büyüktür. Binâenaleyh bunun güzel ve en üstün bir saygı ile yapılması gerekir.” demiştir. Namaz işte böyledir. Allah “Yaptıklarınızı bilir”. Namaz, yaptıklarınızın en güzelidir. Binâenaleyh tazim tarzında olması gerekir. “ İmam Taberi şu açıklamada bulunmuştur:”Ayet-i kerimede: “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir.” buyurulmaktadır. Âyet-i kerimenin bu bölümü, sahabi ve tabiin tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir. Selman-i Farisi, Ümmü Derda ve Katade´den nakledilen görüşe göre âyet-i kerimenin manası, mealde verildiği gibidir. Ümmü Derda demiştir ki: “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Çünkü namaz kılman Allah’ı anmaktır. Oruç tutman Allah’ı anmaktır. Yaptığın her hayırlı iş Allah’ı anmaktır. Kötülükten her kaçınman Allah’ı anmaktır. Allah’ı anmanın en efdali ise onu layık olmadığı sıfatlardan arındırmaktır. Selman-ı Fârisi, “Amellerin en üstünü hangisidir? ” diye sorana: “Kur´anı okumuyor musun! Elbetteki Allah’ı zikretmek en üstün ibadettir. Onu zikretmekten daha üstün bir ibadet yoktur.” demiştir. Abdullah b. Abbas, İkrime, Atiyye, Mücahid ve diğer bazı müfessirlere göre ise bu âyetin manası şöyledir: “Allah’ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyüktür.” Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Abdullah b. Rabia diyor ki: “Birgün Abdullah b. Abbas bana dedi ki: “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir.” ifadesini anlıyor musun? ” Dedim ki;”Evet anlıyorum.” “O halde ne demektir? ” dedi. Dedim ki: “Namazın içinde Allah’ı tesbih etmek, ona hamd etmek, onu yüceltmek ve ayrıca Kur´an okumak ve benzeri şeyler yapmaktır.” Dedi ki: “Sen acayip şeyler söyledin.” Bunun manası o değildir.Bunun manası şudur: “Allah bir şeyi emredip veya yasaklar da sizler o emir ve yasağın icabını yaparken Allah’ı düşünürseniz, Allah sizi, sizin onu düşünmenizden daha çok düşünür.” Ebu Mâlik ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: “Namazın içinde Allah’ın kulunu anması namazdan daha büyüktür.” İbn-i Avn ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: “Kulun kıldığı namaz ve o namazın içinde Allah’ı anması, namazın o kulu, fuhuş ve kötü şeylerden alıkoymasından daha büyüktür.” ZİKİR MECLİSLERİ – ZİKİR HALKALARI VE ASR-I SAADET Ebü Müslim el-Eğar (r.a.) diyor ki: “Ben şehadet ederim ki Ebü Hüreyre ve Ebü Said (r.anhüma) Rasulullah (s.a.v.)´in şöyle söylediğine şehadet ettiler: “Bir cemaat oturup Allah´ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını sarar, Allah´ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunanlara (büyük meleklere) anar.” Müslim, Zikr 39, (2700); Tirmizi, Daavât 7, (3375). “Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada otlayınız.” ´Cennet bahçeleri nedir?´ diye soruldu “Zikir halkalarıdır.” buyurdu (Tirmizî, Deavât 83; Ahmed bin Hanbel, 3/150) Peygamber Efendimizden (s.a.v.) nakledilen bu mübarek hadis-i şerifler müminler için çok güzel müjdeleri içinde barındırmakta ve Yüce Allah’ı (c.c.) zikir etmeye teşvik edici bir işlev görmektedir. Bu hadislerde Efendimiz (s.a.v.) ashabına hitap etmekte ve onları bir cemaattan ve onların yaptığı amelden haberdar etmektedir.Burada bahsedilenler Allah’ı (c.c.) zikretmek için toplanan kişilerdir.Onlar dünya meşgalelerini bırakmış,bir araya gelmiş,bir halka oluşturmuş ve sadece Rablerini zikretmek amacı ile toplanmış bir toplulukturlar.Onların bulunduğu bu mekan cennet bahçesine benzetilmiştir.Melekler onların etrafını sarmış ve üstüne üstlük Allah’ın (c.c.) rahmeti de onları kuşatmıştır.Üzerlerine sekine inmektedir.Kapleri huzur bulmakta, içleri sükun ile dolmaktadır.Onlar kendi meclislerinde Allah’ı (c.c.) zikredip anmalarına mukabil,Yüce Allah’da (c.c.) meleklerin yüce meclisinde onları övgü ile anmaktadır.Bunun sebeplerinden birisi, Allah’ın (c.c.) meleklere inanmış müminlerin üstünlüğünü göstermek istemesi olabilir.Çünkü müminler nefis sahibi olmalarına rağmen bu zikri yapmaktadırlar. Bilindiği gibi melekler nefis sahibi değillerdir ve gece gündüz Rablerini zikretmekten usanmazlar.Fakat asıl zor ve üstün olan nefis sahibi olup da Allah’ı zikredebilmektir. Hadisi Şeriflerden anlaşıldığına göre bu Allah’ı zikredenler topluluğu için iki şey söylenebilir. Bunlar ya sahabe içerisinde bu amel ile iştigal eden özel bir grupturlar ya da daha sonraki zamanlarda gelecek ve bu amel ile iştigal edecek müminlerden sahabelere haber verilmekte onların amelleri övülmektedir.Bu hadislerin hem asr-ı saadette zikir halkalarında toplanan sahabeleri ve hem de sonraki nesillerde gelecek olan zakirleri kapsamış olması da mümkündür ki en doğru gözüken yorumda bu sonuncusu olsa gerektir.Zikir halkaları ve onların ehli asr-ı saadetten bu zamana gelen ve Rasulullah’ın (s.a.v.) dili ile övülen ve amelleri tasdik edilen bir cemaattir.Aşağıdaki hadis-i şerif bu manaya tasdik edici bir içeriktedir. Hz. Ebü Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah´ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allahu Teala’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini “Aradığınıza gelin!” diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: Görüldüğü gibi görevleri Allah’ı (c.c.) zikreden cemaatleri araştırıp bulmak olan bir takım melekler vardır.Bunlar böyle toplulukları bulduklarında birbirlerine haber vermekte ve o cemaatin üzerini kanatları ile örtmekte ve dünya semasına kadar tüm aralığı kendileri kaplamaktadırlar.Meleklerin bu cemaata ve onların yaptıkları amele bu derece önem vermeleri çok dikkat çekici bir hadisedir. Hadisin devamı ve Yüce Allah’ın yaptığı açıklamalar Allah’ı(c.c.) zikredenlerin ve zikir meclislerinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha bizlere göstermektedir. Allah(c.c.) bu hadisi şerifte de kendisini zikreden kullarını meleklere övmekte ve insanoğlunun üstünlüğünü onlara açıklamaktadır.Bilindiği gibi melekler Hz.Adem’in (a.s.) yaratılışındaki hikmeti anlayamamış ve şaşkın bir vaziyette Yüce Allah’a (c.c.) bu olayın hikmetini sormuşlardı.İşte böylesi cemaatler ile Allah (c.c.) inanmış müminlerin sahip oldukları üstün vasıfları onlara göstermektedir. Bu cemaatın Allah (c.c.) katında makbuliyetine bir diğer delil de onlardan olmadığı halde,onların meclisine katılan günahkar birisinin onlar sayesinde affedilmesidir.Onlar öyle bir cemaattırlar ki onlarla oturanlar bedbaht olmazlar.Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu yüceliği şu hadislerinde de açıklamışlardır. “Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzâd etmemden daha sevimli gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batışına kadar oturmam dört kişi âzâd etmemden daha sevimli gelir” (Ebû Dâvud, İlm 13, hadis no: 3667) Başka bir hadisi şeriflerinde ise şöyle buyurmuşlardır : “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; ancak Allah Teâlâ’yı zikir ve zikrullah’a yardımcı olanlarla, âlimler ve ilim öğrenenler hâriç” (Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112) Tüm bu hadisi şeriflerde zikir,zikrullah,zikir halkaları,zikir için bir araya gelmek,cennet bahçesi gibi genel ifadeler kullanılmıştır.Zikrin içeriği ve nasıl olacağı açıklanmamıştır. Buradan anlaşılan bunun müminlere bırakılmış olduğudur.Belirleyici vasıf Allah’ı (c.c.) zikir amacı ile bir araya gelmektir.Bu Kuran-ı kerim’i hatmetmek,kimi ayet veya sureleri okumak için toplanmak,yada Allah’ın (c.c.) isimlerini zikretmek amacı ile bir araya gelmek şeklinde olabilir.Meleklerinde iştirak ettiği ve Allah’ın (c.c.) övdüğü bu topluluklarda bulunan kişiler kalplerini diriltmektedirler.Kişi manevi makamına, samimiyetine ve edebine göre bu halkadan farklı şekillerde istifade etmektedir. Hz. Ebu Musa (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misâli, diri ile ölünün misali gibidir.” Hz.Muâz b. Cebel (r.a) vefat anında şöyle demiştir: “Allah’ım! Şu zamana kadar senden korkuyor, çekiniyordum; şimdi ise senin rahmetini ümit ediyorum. Allah’ım! Sen de biliyorsun ki, ben dünyayı, orada uzun bir müddet kalmak, nehirler akıtmak, ağaçlar dikmek için sevmedim; bilakis sıcakta susuzluktan kavrulanların susuzluğunu gidermek ve zikir halkalarında âlimlerle birlikte olmak için sevdim.” |
Son Yazılar