Zekâtın Mahiyeti
Zekât lûgat deyiminde temizlik, bereket, çoğalma, güzel övgü manalarını taşır. Din deyiminde ise; “Bir malın belli bir miktarını, belli bir zaman sonra hak sahibi olan bir kısım müslümanlara Yüce Allah´ın rızası için tamamen temlik etmek (mülkiyetine geçirmek)tir.”
Zekât, kulların kulluk görevindeki sadakatlerine delâlet eder. Bu yöndendir ki, zekâta “sadaka”da denmiştir. Bununla beraber “sadaka” sözü, zekâttan daha kapsamlı mana taşır. Vacibleri de, nafileleri de içine alır.
Zekât vermeye, “Tezkiye”, zekât verene de “Müzekkî” denilir. Şahidler hakkinda yapilan övgüye de “Tezkiye” dendigi bilinmektedir.
Zekât vermek farzdır. Peygamberimizin hicretlerinin ikinci yılında, oruçtan önce farz kılınmıştır. İslâm´ın şartlarından birini teşkil etmektedir. Belli miktarda bulunan nakid paraların ve ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince, zekâtlarını geciktirmeden hemen vermek gerekir. Çünkü bu zekât mallarına yoksulların hakkı geçmiş oluyor. Artık bu hakkı özürsüz olarak geciktirmek caiz olmaz.
Diğer bir görüşe göre, zekâtın verilmesi geciktirmeli olarak farzdır. Sene sonunda hemen verilmesi gerekmez. Zekât borcu olan kimse, bunu hayatta bulunduğu sürece ödeyebilir. Ödeyemeden ölürse, o zaman günahkâr olur. Fakat doğru olan birinci görüştür.
Zekâtın aşikâre verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde verilmesi, başkalarına bir örnek olur ve teşvîk yerine geçer. Kendisi hakkında, zekât vermiyor diye, kötü bir zannı da kaldırmış olur. Zekât bir farz olduğu için, bunun yerine getirilmesinde gösteriş olmaz. Nafile olarak verilen sadakalarda ise, durum böyle değildir. Bunların gizli verilmesi ve gösteriş yapılmasına engel olunması daha faziletlidir.
Zekâtın Teşriî Hikmeti
Zekâtın meşru olmasındaki hikmet pek önemlidir, herkese göre açık ve meydandadır da denilebilir. Bir hadis-i şerifde söyle buyurulmuştur:
“Mallarınızı zekâtla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela dalgalarını da dua ve yalvarışla karşılayınız.”
İşte zekât sayesinde mallar korunmuş oluyor. Sadakalar da, maddî ve manevî hastalıklar için birer ilâç yerine geçiyor.
Doğrusu zekât ve sadaka verenlerin mallarında ve canlarında bir feyiz ve bereket, bir sağlık ve afiyet yüz gösterir. Bunun çok üstünde olarak da, kendileri Yüce Allah´ın rızasını kazanıp nice manevî mükâfatlara kavuşurlar, nice manevî tehlikelerden kurtulurlar.
Zekâtın her yönden birçok yararları vardır. Bilindiği gibi, kalblerde pek ziyade yer tutan mal ve mülk sevgisi, insanı yüksek duygulardan yoksun bırakır, insanı bazan fena işlere sürükler. Zekât sayesinde ise kalbin bu zararlı duygusuna ve meyline direnilmiş olur, nefis de cimrilikten kurtulmuş olur. Mal, başkasının hakkından arındırılarak insanda şefkat ve hayırseverlik duyguları gelişir. Başkalarını gözetme ve koruma gibi yüksek duygular meydana gelir.
Sonra zekât, sosyal hayatın huzur ve mutluluğuna, beraberliğine ve refahına sebebdir. Yoksulları ve acizleri, kendi varlığından faydalandıran bir zengin, cemiyetin en değerli ve sevimli uzvu (organı) sayılır. Fakirlerin ve muhtaçların acılarını azalttığından, onların övgülerini, sevgi ve dualarını, kazanır. Mal varlığı da hain ve hırslı gözlerin saldırısından güven içinde bulunur. Artık böyle birbiri için hayır düşünen, yardımsever olup duacı bulunan bir cemiyet içinde güzel bir yaşantı meydana gelmiş olmaz mı
Bir de zekât vermek, güzel bir inancın eseridir. Böyle bir inanca sahib olan kimse, bağlı bulunduğu cemiyet için zararlı olmaktan uzak, çok yararlı bir insan olur. Çünkü kendi malından bir kısmını sadece Allah rızası için ayırıp fakir din kardeşlerine veren ve, bundan dolayı onlardan hiç bir karşılık gözetmeyen bir insan, artık çevresine yararlı olmaz mı Böyle bir kimse hiç kendisine ait olmayan şeylere göz dikip de başkalarının zararına çalışır mı Başkalarının ellerindeki mallara saldırır mı
Bununla beraber zekât Allah´ın nimetlerine karşı bir şükran görevidir. Zekât veren müslüman şöyle düşünür. Elde ettiğim bu varlık, bana Yüce Allah´ın ihsanıdır. Nice insanlar vardır ki, daha güçlü ve daha bilgili oldukları halde bu mal varlığından yoksun bulunuyorlar. Bunun için ikram ve ihsanı sonsuz olan Yüce Allah´ın nimetlerine karşı şükretmek gerekir. İşte bu şükür, farz olan zekâtın ödenmesiyle yerine getirilmiş olur.
Şu da düşünülmelidir ki, insanın elde ettiği nimet üzerinde, onun bulunduğu çevrenin çok yönlü etkisi vardir. Eğer o zengin böyle bir çevrede yaşamamış olsaydı, bu mal varlığını kazanabilecek miydi İşte bu da bir nimettir. Bu nimete karşı da şükür, o çevredeki yoksul ve perişan insanlara karşı yardımda bulunmakla olur. Zekât ve sadakanın verilmesi de, böyle bir yardımı gerçekleştirir.
Zekâtın Farz Olmasının Şartları
Bir kimseye zekât´in farz olması için onda şu şartların bulunması gerekir:
1) Zekât verecek kimse, müslüman, hür, akla sahib ve büluğ çagına ermiş olmalıdır. Buna göre, müslüman olmayanlar, köle ve cariyeler, mecnunlar ve çocuklar zekât vermekle yükümlü değillerdir. Gayri müslimler zekât vermekle mükellef değillerdir. Öyle ki, (Allah korusun), bir müslüman bir müddet hak dinden çıkıp ondan sonra tevbe ederek Allah´dan mağfiret dilese, dinden çıkış (irtidat) zamanında zekât vermek ona farz olmayacağı, gibi, irtidatından daha önceki zamana ait zekât borçları da düşmüş olur. Çünkü zekâtın farziyetinde İslâm şart olduğu gibi, bekasında da şarttır.
Kölelerle cariyelere gelince, onlar aslen bir mala sahib olamayacakları için, zekât vermeye ehil değillerdir. Kendilerine ticaret için izin verilse de, yine hüküm aynıdır.
Mecnunlara gelince, bunlarda iki durum düşünülebilir. Birincisi, doğuştan beri mecnun (deli) bulunmaktır. Bunların bu durumu devam ettikçe, onlar zekâtla yükümlü olmazlar. Fakat bunlar büluğ çağına erdikten sonra iyileşip düzelseler, sağlığa kavuşmalarından itibaren zekât vermekle mükellef olurlar. İkincisi, büluğa erdikten sonra bir müddet mecnun olmaktır. Bu durumda bunların cinnetleri (delilikleri) bütün bir yıl devam ederse, bu yil için zekât vermeleri onlara farz olmaz. Çünkü bu durumda onlardan yükümlülük düşmüş olur. Fakat bu yıl içinde bir iki gün gibi kısa bir zaman iyileşecek olsalar, zekât vermeleri onlara farz olur.
Bu mesele İmam Muhammed´e göredir. İmam Ebû Yusuf´a göre, yılın çoğunda sağlık üzere bulunmadıkça, o yılın zekâtı gerekmez.”
Baygınlık hali ise, zekât verme mükellefiyetine engel değildir.
Çocuklara gelince, bunlar akılları başlarında olarak büluğa ermedikçe, zekât vermekle yükümlü olmazlar. Onun için bunların mallarından velileri zekât veremez. Bunların zekât vermeleri büluğ çağına ermekle başlar. Bir sene sonunda yerine getirilmesi gerekir.
(İmam Şafiî´ye göre çocukların ve delilerin mallarından zekât verilmesi gerekir. Bunu velileri mallarından öderler. Çünkü zekât mala gereken bir haktır. Küçüklük ve noksanlık bu hakkın varlığını gideremez. Özürde de durum böyledir.) Bize göre zekât malî bir ibadettir. Bunlar ise ibadetle mükellef değillerdir.
2) Zekât verecek kimse, temel ihtiyaçlarından ve borçlarından başka nisab miktarı veya daha fazla bir mala sahib bulunmalıdır. Bu miktar malı bulunmayana zekât farz olmaz.
“Nisab”, şeriatın bir şey için koymuş olduğu belli bir ölçü ve miktar demektir.
Şöyle ki: Zekât vermek için altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki yüz dirhemdir. Koyun ile keçinin nisabı kırk koyun veya keçidir. Sığır ile mandanın nisabı otuz ve deveninki de otuz beşdir.
Temel ihtiyaçlar: Bundan maksad, oturacak ev ile eve gerekli olan eşya, kışlık ve yazlık elbise, gerekli silâh ve aletler, kitablar, binek hayvanı, hizmetçi, köle veya cariye, bir aylık doğru kabul edilen başka bir görüşe göre, bir yıllık nafaka demektir. Borç karşılığı olarak elde bulunan para da böyledir.
3) Zekâtı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekât gerekmez. Nisab miktarından fazla olması hükmü değiştirmez.
Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için kullanılan herhangi bir eşya ve hayvan zekâta bağlı olduğu gibi, dölünü veya sütünü almak için, yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve “Saime” adını alan havyanlar da zekâta bağlıdır. İleride anlatılacaktır.
Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin veya vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün maddeleri ile ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların değiştirilmesinde vasıta olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve ticarete mahsustur. Onun için elde bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs eşyaları, kendileriyle ticarete niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına harcanmak üzere saklansa bile, nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olurlar.
4) Zekâtın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle beraber onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline geçirmedikçe, onun zekâtı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikâh bedeline) malik ise de, onu eline geçirmiş değildir.
Yine, elinde rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekât gerekmez. Çünkü rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda malikinin ele geçirip sahib olma hakkı yoktur.
Satın alınıp da henüz ele geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak zekâta bağlıdır. Bu nisaba girer ve ondan zekât vermek gerekir.
Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekâtını vermekle yükümlüdür. Her ne kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya gücü vardır.
5) Zekât gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna “Havl-i havelân” denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir, döllenme ve üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir.
Şöyle ki: En az nisab miktarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal üzerinden tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekât gerekmez. Nisab miktarı hem senenin başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın sene ortasında azalması, zekâtın verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde artan mal da, sene sonunda diğer mal ile beraber zekâta tâbi olur.
Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlarından fazla iki yüz dirhem gümüş miktarı artıcı bir malı olup mal, sene sonuna kadar devam etse, bundan beş dirhem zekât vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme indiği halde, sene sonunda yine iki yüz dirhem miktarına çıkmış bulunsa, yine beş dirhem zekât gerekir.
Sene başında en az iki yüz dirhem miktarı iken, sene içinde ticaret, bağış ve miras gibi sebeblerle dört yüz dirhem miktarına çıkıp sene sonuna kadar devam etse, on dirhem miktarı zekât gerekir. Fakat böyle bir mal, sene başında yüz doksan dirhem miktar iken sene sonunda iki yüz veya üç yüz dirhem miktarına çıkmış bulunsa yahut sene başında iki-üç yüz dirhem miktarı iken, sene sonunda yüz doksan dokuz dirhem miktarına düşse, zekât gerekmez. Ancak iki yüz dirhem olduğu günden itibaren devam edecek olan bir yıl sonunda yine aynı miktara veya daha fazlasına erişecek olursa zekât gerekir.
İmam Züfer´e göre, nisab miktarı, senenin başından sonuna kadar bulunmalıdır.
(İmam Şafıî´ye göre, saime denilen hayvanlarda da hüküm böyledir. Fakat ticaret mallarında nisabın yalnız ticaret mallarinda sene sonunda tam bulunması lâzımdır. Sene başında ve ortasında nisabın noksan olması, zekâtın verilmesine engel olmaz.)
Zekâta bağlı bir mal üzerinden bir yıl geçtikten sonra bu mal artacak olsa, ana paraya bağlı olarak yıl sonunda zekâta girer.
Zekâtın Sıhhâtının Şartı
Verilen bir zekâtın sahih olabilmesi için, zekâtı verirken veya onu ayırırken niyetin bulunması şarttır. Bu esastan şu meseleler doğar:
1) Zekâtı fakire verirken veya zekât için bir mal ayırırken bunun zekât olduğunu kalb ile niyet etmek gerekir. Dil ile söylenmesi gerekmez. Öyle ki, bir malı fakire zekât niyeti ile verirken bunun bir bağış veya bir borç olarak verildiğini dil ile söylemek zekâta engel değildir.
2) Bir mal fakire niyetsiz olarak verilince bakılır: Eğer mal henüz fakirin elinde bulunuyorsa, zekâta niyet edilmesi yeterlidir. Fakat elinden çıkmış ise, niyet edilmesi yeterli değildir.
Yine, bir kimse, bir adamın malından onun adına zekâtını verdiği zaman, o kimse buna rıza gösterirse bakılır: Eğer o mal fakirin yanında mevcut bulunuyorsa, bu zekât sahih olur; değilse olmaz.
3) Zekât vermede vekilin niyeti değil, müvekkilin niyeti geçerlidir. Onun için bir kimse, zekâtını vermek için bir adamı vekil tayin etse, zekât olarak vereceği malı teslim ettiği zaman veya o malı vekil fakire vereceği zaman zekâta niyet etmesi gerekir. Vekilin niyeti yeterli olmaz. Bu vekil, müslüman olabileceği gibi, bir gayri müslim (Zimmî) de olabilir.
4) Zekât vermek niyetinde olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın zaman zaman fakirlere bir şeyler verdiği halde, zekâta niyet etmek hatırına gelmese, bu verdikleri zekâta sayılmaz. Fakat fakire böyle bir mal verirken: “Bunu niçin veriyorsun ” diye sorulacak soruya, düşünmeksizin hemen “zekât olarak veriyorum” diyebilecek bir durumda ise, bu niyet yerine geçer.
5) Bir kimse fakirlere bir gün sadaka verdikten sonra: “Şu süre içinde verdiğim sadakaların zekâtımdan olmasına niyet ettim,” demesi yeterli olmaz.
6) Bir kimse elinde bulunan bir malı zekâta niyet etmeksizin tamamen sadaka olarak verse, bunun zekâtı kendisinden düşmüş olur. İster nafile sadakaya niyet etmiş olsun, ister olmasın, hüküm aynıdır. Fakat verilen bu mal ile bir nezre veya başka bir vacibe niyet etmiş olursa, bu mal o niyete göre verilmiş olur. Verilen bu mala düşecek zekâtı ayrıca ödemek gerekir.
7) Bir kimse, üzerine zekât düşen malının bir kısmını bir fakire bağışlasa, buna isabet eden zekât kendisinden düşer.
Örnek: Bir zengin, bir fakirde olan yüz bin lira alacağını o fakire bağışlasa, yalnız bir yüz bin liranın zekâtını vermiş olur. Burada zekâta niyet edip etmemek eşittir. Bu yüz bin lirayi diğer mallarının zekâtına sayamaz.
Yine, fakir olmayan bir borçluya bir mal bağışlansa, bununla ne o malın ve ne de başka mallarının zekâtı verilmiş olmaz. Sahih olan görüşe göre, bu bağışlanan mala düşen zekâtın da ayrıca verilmesi gerekir.
Zekata Bağlı Olan Mallar
Mallar, “Emval-ı batine – Emval-i zahire (kapalı ve açık mallar)” adı ile iki kısımdır. Nakid paralarla evlerde ve mağazalarda bulunan ticaret malları “emval-ı batine (kapalı mallar)”dır. Saime denilen (yılın çoğunu kırlarda otlayarak beslenen) hayvanlar ile bir kısım arazi gelirleri ve madenler, yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret malları “emval-ı zahire (açık mallar)”dendir. Bunların hepsi de belli bir ölçüde zekâta bağlıdır.
Batınî malların zekâtını vermek, sahiblerinin din anlayışına bırakılmıştır. Bu zenginler, bu tür mallarının zekâtını diledikleri fakirlere ve muhtaçlara verebilirler.
Zahirî (açıkta olan) malların zekâtlarını (vergilerini) belli ölçüler içinde devlet, özel memurlar aracılığı ile toplayarak belli yerlere harcar. Bu memurlara “Amil, Saî, Aşir” gibi adlar verilmiştir.
Önceleri, tüccarları yol kesicilerden ve saldırılardan korumak karşılığında bir kısım zekâtlarını almak için uygun görülen yerlerde “Aşir” adı altında bir takım memurlar görevlendirilmiş bulunuyordu. Bu memurlar, nisab miktarına ulaşan ve üzerlerinden bir yıl geçmiş bulunan ticaret mallarından ve paralardan kırkta birini müslümanlardan toplarlardı. Ancak bu malların sahibleri, daha yola çıkmadan önce o malların zekâtlarını bulundukları yerde ödediklerini veya bu mallar karşılığında borçlu bulunduklarını veya mallarının ticaret malı olmadığını veya zekâtlarının başka bir “Aşir” tarafından alınmış olduğunu söylerler ve bu ifadelerinin de aksi meydana çıkmazsa onlardan zekât alınmazdı.
Bu memurlar, tüccarların yanında bulunur ve çabuk bozulacak sebze, yaş hurma, yaş üzüm gibi şeylerden zekât almazlardı; isterse kıymetleri nisab miktarından fazla olsun…
İslâm ülkelerinde tacirler, ticaret malları için İslâm gümrüklerinde verdikleri vergileri bu malların zekâtına sayabilirler.
Zekâta Bağlı Olmayan Mallar
Bir kimse, hem kendi ihtiyacını ve hem de geçimleri kendi üzerine olan kimselerin ihtiyaçlarını karşılayan ve temel ihtiyaçlar adını alan şeylerden zekât vermez. Oturulan evler, evlerin lüzumlu eşyaları, giyinip kuşanmaya ait elbiseler, silâhlar, binek hayvanları, hizmet için kullanılan köle ve cariyeler bir aylık veya bir yıllık yiyecek ve içecek şeyler, ilim sahiblerinin birer cildden veya takımdan ibaret kitabları, sanatçıların birer takım aletleri temel ihtiyaçlardan sayılır. İşte bunlar nisab ölçüsüne girmezler.
Ticaret için olmayan fazla miktardaki ev eşyasından kitablardan, sanat aletlerinden ve yine ihtiyaçtan fazla olan elbiselerden yenilenecek ve içilecek şeylerden, altın ve gümüşten başka süs eşyalarından, yakut, zümrüt, inci ve elmas gibi ziynet eşyalarından da zekât vermek gerekmez. Çünkü bunlar (hakikaten veya hükmen) artıcı değillerdir. Ancak bunlar temel ihtiyaçlar dışında olup kıymetleri en az nisab miktarına ulaşınca, sahibleri zengin sayılır. Her ne kadar zekât vermekle yükümlü olmazlarsa da, kendileri zekât ve sadaka alamazlar ve bunlar üzerine fıtır sadakası ile kurban kesmek vacib olur:
Bir kimsenin kendi malı olduğu halde elinden çıkıp da faydalanamadığı ve eline bir daha geçmesi de düşünülemediği mallardan zekât verilmez. Bu mallara “Mal-ı zimar” denir. Bu durumdaki mallar “nami = çoğalıcı” sayılamayacaklarından zekâta bağlı olmazlar. İsbatı mümkün olmayıp inkâr edilen alacak paralar, zorla alınan, çalınan, el konulan ve geri alınması umulmayan mallar, denize düşüp çıkarılması mümkün görülmeyen mallar, kırda gömülüp yerleri unutulmuş geçer paralar ve kaybolmuş diğer mallar bu kısımdandır. Bunlar elden çıktığı için ve bunlardan yararlanılamadığı için, ele geçmedikleri müddetçe zekâta bağlı olmazlar. Fakat bunlar tekrar ele geçince bakılır: Nisab miktarına ulaşır da zekâta bağlı mallardan olursa, ele geçtikleri tarihten itibaren bir yıl son bulunca, zekâtlarını vermek gerekir.
Örnek: Yıllarca inkâr edilip bir delil ile isbatı mümkün almayan yüz bin liradan ibaret bir alacaktan dolayı bu geçmiş yıllar için zekât gerekmez. Fakat daha sonra borçlunun ikrarı veya şahid ve sened gibi bir delille alacak isbat edilip tahsil edilse, bu alacağın isbatı anından itibaren zekâta bağlı olur. Aradan bir yıl geçince de zekâtını ödemek gerekir. Ancak para sahibinin zekâta tabi başka malı da bulunursa, o zaman bunların zekâtı ile beraber, o ele geçirilen malların da zekâtını vermek gerekir, bunlar üzerinden bir sene geçmesi beklenilmez.
(İmam Züfer ile İmam Şafiî´ye göre, bu tür malların geçmiş yılları için de zekât gerekir. Çünkü mülkiyet vardır.)
İnsanlara borçlanıp da, onlar tarafından ödenmesi istenen bir borcun karşılığında aynı miktarda borçlunun elinde geçer para veya ticaret malı veya saime hayvan bulunursa, bu zekâta tabî olmaz. Ödünç alınmış paralar, yok olmuş eşya bedeli, zevcelere ödenecek mehir paraları, geçmiş yıllara ait zekât borçları, hep bu borç kısmındandır. Bunun için bir kimsenin temel ihtiyaçlarından başka elinde nisab miktarı geçer parası veya ticaret eşyası bulunduğu halde, bu miktara denk borcu bulunsa, kendisine zekât farz olmaz.
Bir kimsenin nisabdan fazla malı olduğu halde, bir miktar da borcu bulunsa bakılır: Eğer bu mevcut malından borcu çıktıktan sonra nisabdan noksan olmamak üzere bir malı kalırsa, yalnız bu malın zekâtı gerekir. Fakat nisab miktarından (iki yüz dirhem gümüş kıymetinden) az bir şey kalırsa, bundan zekât gerekmez.
Bir kimsenin yüz bin lira fazla parası olduğu halde, geçmiş yıllardan üzerinde kalmış zekâttan yüz bin lira borcu bulunsa, kendisine bu yüz bin lira için zekât gerekmez; çünkü bunun karşılığı kadar borç vardır. Fakat zekâttan kırk bin lira borcu olursa, geri kalan altmış bin liranın zekâtını vermek gerekir.
Zekât, Allah´ın hakkı olmakla beraber, verilmediği takdirde, en büyük idareci tarafından istenilip verilmesi gereken yerlere harcanabilir. Bu bakımdan da zekât, insanlar tarafından istenecek borçlardan sayılır. Adaktan, keffaretten, fıtır sadakasından ve hac farzından dolayı olan borçlar ise böyle değildir. Bunların ödenmesi insanlar tarafından istenemez. Bunun için, bu gibi borçların bulunması, eldeki mevcut malların zekâta bağlı olmasına engel olamaz.
(İmam Şafiî´ye göre, nisab miktarı artıcı (nâmi) bir mala sahib olan, bunun karşlığında borcu olsa da, yine zekâtla yükümlü olur. Çünkü zekâtın vacib olması, nisab miktarı olan artıcı (nâmi) mal sebebiyledir. Bu borçlu ise, buna sahiptir. Hür bir insanın borcu, onun kişiliği üzerine yüklenir. Hemen onun elindeki mala yüklenmez. Bunun içindir ki, bu malını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Borç ile zekât ayrı ayrı haklardır. Birinin bulunması, diğerinin gerekli olmasına engel değildir.)
Bizce, borçlu fakirdir. Nisab miktarı fazla malı yoksa, kendisine zekât verilmesi bile caizdir. Zekât vermek ise, zengin olana farzdır.
İnsanlar tarafından istenen bir borcun zekâta engel olması, bu borcun geçer paradan olması veya başka eşyadan bulunması itibariyle eşittir. Aynı zamanda borç müddetinin girmiş olup olmaması da eşittir, hükmü değiştirmez. Ancak bu borç, zekât vacib olmadan önce, insanın üzerine geçmiş bulunmalıdır. Yoksa bir malın zekâtını vermek vacib olduktan sonra, gelecek olan bir borç, geçmiş zekât borcunu düşürmez.
İmam Ebû Yusuf´a göre, insan üzerine yüklenen bir borç, zekâtın vücubuna (gerekli olmasına) engel olmazsa da, İmam Muhammed´e göre engel olur.
Bir borca kefil olan kimsenin, kefil olduğu borca denk malından zekât vermesi gerekmez. Bu kefalet, borçlunun emriyle olsun veya olmasın eşittir. Çünkü kefil de borçlu demektir.
Bir borç herhangi bir şekilde düşünce, ona denk olan malın zekâtı için sene başı bu düşüş tarihinden başlar. Örnek: Bir kimsenin temel ihtiyaçlarından başka nisab miktarı nâmi (artıcı) bir mali bulunduğu gibi, o kadar da borcu bulunsa, kendisine zekât gerekmez. Fakat bu borç kendisine, bağışlansa, bu bağışlama tarihinden itibaren bir sene geçince, bu nisab miktarının zekâtını vermek gerekir.
Bu mesele, İmam Azam´a göredir. İmam Muhammed´e göre, bu halde o malın üzerinden bir sene geçmiş olunca zekâtı gerekir. Borç düştükten sonra bir yıl geçmesine lüzum yoktur.
Geçer para (nakit), ticaret eşyası, saime denilen hayvanlardan ayrı ayrı nisablara sahib olan bir kimsenin bir miktar borcu olsa, bu borcuna temel ihtiyaçlarından (ev gibi) biri karşılık tutulamaz. Zekâta bağlı olan mallarından dilediğini karşılık tutar ve diğerlerinin zekâtini verir. Ancak bu mallardan bazısının zekâtı devlet tarafindan tahsil edilmiş olursa, o zaman önce borcuna karşı geçer paraları karşılık tutulur. Geçer paralar yetişmezse, ticaret eşyası karşı tutulur. Bu da yetmezse, zekâtı az olan hayvanları karşılık tutmak gerekir. Nisab miktarı veya daha fazla bir şey kalırsa onun zekâtı verilir.
Ticaret için değil de, yalnız kiralarını almak üzere insanın mülkiyetinde bulunan evlerden, dükkanlardan, gelir getiren tesislerden, kaplardan, aletlerden, makinelerden ve nakil vasıtalarından zekât gerekmez. Ancak bunların kira ve gelirlerinden toplanan paralar nisab miktarı olur da karşılığında borç bulunmazsa, toplanan para üzerinden tam bir yıl geçince veya zekâtı verilecek diğer para ve eşyalara ilâve edilmekle zekâta tâbi olurlar.
Ticaret için olmayan atlar, iki İmama göre (İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf), saime olsun veya olmasın, dişilerle erkekleri karışık olsun olmasın zekâta tâbi değildirler. Fetva da buna göredir. İmam Azam ile İmam Züfer´e göre, bu atlar saime olur da; dişileri ile erkekleri karışık bulunursa, bunlar zekâta tâbidir. Bunlarda nisab aranmaz. Bunların sahibi, kıymetlerinin kırkta birini zekât olarak verir. Bir görüşe göre de, her at başına bir dinar (altın) veya on dirhem gümüş verir. Önceleri bir dinar altın, on dirhem gümüşe denk bulunuyordu. Bu zekâtı devlet tahsil etmez. Yükümlü olan kimse, bu zekâtı dilediği fakire verebilir.
Ticaret için olmayan sırf erkek atlar, saime olsun olmasın, İmam Azam´a göre de zekâta tâbi değillerdir. Fakat saime bulunan sade kısraklar için İmam Azam´a göre zekât gerekir. Çünkü bunlara kaçak erkek atların karışması ihtimali vardır. Bununla beraber İmam Azam´dan başka bir görüş de rivayet edilmiştir.
Merkeb, katır, av için öğretilmiş köpek ve pars, ticaret için olmayınca, zekâta tâbi olmazlar, isterse saime olsunlar… Çünkü bunların saime olmaları pek azdır. Çok az olan şeye ise değer verilmez.
Yük hayvanları ile çifte koşulan hayvanlar, kesilip etleri yenmek veya damızlık için ahırlarda ve kırlarda beslenen hayvanlar ve ayrıca en az altı ay ahırlarda yemle beslenen “alûfa” adındaki hayvanlar zekâta tabi değildir.
İmam Malik´e göre, bunlar da zekâta bağlıdırlar. Çünkü zekât, mülk ve maliyet itibariyledir. Zekât buna şükür olarak verilir. İşte bu hayvanlarda da mülk ve maliyet vardır.)
Haram mal için zekât verilemez. Böyle haram bir mala sahib olan kimse, o malı asıl sahibine geri vermesi gerekir. Yoksa fakirlere sadaka olarak verilmesi gerekmez. Fakat haram bir mal, helal bir mala karışmış olur da, aralarını ayırmak mümkün değilse, hepsinin zekâtını vermek gerekir.
Zekât zimmete değil, malın aynına bağlı kalır. Onun için bir mal, zekâtı verilmek icab ettikten sonra helâk olsa, zekâtı düşer. Fakat o mal başkasına bağışlanmak veya onunla bir ev alınmak suretiyle harcansa, zekâtı düşmez, onun zekâtını ödemek gerekir.
Zekât için ayrılmış olan bir mal, ziyana uğrasa zekât düşmez. Fakat zekât için ayrılan bir mal fakirlere verilmeden para sahibi ölse, bu para varislerine miras kalır.
Zekâttan borcu olan kimse ölünce, bu borcu vasiyet etmemiş olursa; onun terekesinden bu para alınamaz. Onun malı varislerine geçmiş olur. Varislerden ehil olanlar, isterlerse, ölünün bu borcunu kendi hisselerinden bağış yoluyla verebilirler.
Çok kimselerin zekâtlarını vermeye vekil olan kimse, bunlardan aldığı zekât mallarını birbirine karıştırmaksızın fakirlere vermesi gerekir. Onları birbirine karıştırdıktan sonra verirse, kendi adına sadaka vermiş olur ve o zekât mallarını ayrıca ödemesi gerekir.