Namazın Önemi ve Fazileti
Bilindiği gibi, Yüce Allah´ı tevhid (bir kabul etmek), O´nun eşsiz varlığını bilip tasdik etmek, farz olan en büyük bir görevdir. Bundan sonra farzların en büyüğü ve en önemlisi namazdır. Namaz, imanın alâmetidir, kalbin nurudur, ruhun kuvvetidir; müminin miracıdır. Mümin bu namaz sayesinde Yüce Allah´ın manevî huzuruna yükselir, yüce Allah´a yalvararak manevî yakınlığa erer. Mümin için ne yüksek bir şeref!..
Bütün hak dinler, insanlara namaz kılmalarını emretmişlerdir. Bizim sevgili Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz) de, peygamber olarak gönderilişlerinden itibaren namaz kılmakla yükümlü olmuştur. Ancak o zaman, güneşin doğuşundan ve batışından sonra olmak üzere günde iki defa namaz kılınıyordu. Sonra Mirac gecesinde beş vakit namaz farz olmuştur. Hazret-i Peygamberin miracı ise, sahih kabul edilen rivayete göre, Medine´ye hicretlerinden on sekiz ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesinde olmuştur.
Kur´an-ı Kerim´de ve Hadis-i şeriflerde namaza dair birçok emirler ve öğütler vardır. Bütün bunlar, İslâm dininde namaza ne kadar büyük önem verildiğini gösterir. Bir âyet-i kerimenin anlamı şöyledir:
“Ey Resulüm! Sana vahy olunan Kur´an âyetlerini güzelce oku ve namazı gereği üzere kıl. Gerçekten namaz, edeb ve namusa uygun olmayan şeylerden, çirkin görülen işlerden alıkor. Her halde Yüce Allah´ı zikretmek, her ibadeten daha büyüktür. Yüce Allah bütün yaptıklarınızı bilir.”
Namaz ibadeti ise, en büyük zikirdir.
Diğer bir âyet-i kerimenin anlamı şöyledir:
“Namazı gereği üzere yerine getiriniz, zekâtı veriniz. Nefisleriniz için hayır olarak önceden ne gönderirseniz, onu Yüce Allah yanında (sevab olarak) bulursunuz; asla kaybolmaz. Muhakkak´ki, Allah yaptıklarınızı görür.”
Bir hadis-i şerif´de:
“Namaz dinin direğidir.”
buyurulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifin anlamı şöyle: “Namaz, kişinin kalbinde bir nurdur; artık sizden içini aydınlatmak dileyen, kalbindeki nurunu artırmaya çalışsın.”
İşte bütün bu mübarek âyetlerle hadis-i şerifler, namazın Yüce Allah yanında ne kadar büyük ve makbul bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir.
Gerçek şu ki, namaz çok mukaddes bir ibadettir. Namazın faziletlerine nihayet yoktur. Namaz, aklı yerinde olan ve büluğ çağına ermiş bulunan her müslüman için belli vakitlerde yapılması gereken şerefi yüksek farz bir görevdir. Bu önemli farzı yerine getirenler, Yüce Allah´ın pek büyük ikram ve ihsanlarına kavuşacaklardır. Bunu kasden terk edenler de, azabı çok şiddetli olan Allah´ın acıklı cezasını çekeceklerdir.
Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. Bu çocuklara ana babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, hafifçe el ile vurur.
İnsan bir düşünmeli, her an Yüce Allah´ın sayısız nimet ve ihsanlarına kavuşmaktadır. Öyle ikramı bol, merhameti geniş olan yaratıcımızın tükenmeyen lütuflarına karşı teşekkürde bulunmak gerekmez mi
İşte insan, namaz yolu ile şükür borcunu ödemeye, yaratıcısının lütuf ve nimetlerini tatlı bir dil ile anarak kulluk görevini yerine getirmeye çalışmış olur. Bu bakımdan: “Namaz, şükrün bütün çeşitlerini bir araya toplar.” denilmiştir.
Bununla beraber namaz ruhu temizleyen, kalbi aydınlatan, imanı yüksek duygulardan haberdar eden, insanı kötülüklerden alıkoyan, insanı hayırlara, düşünceye, tevazu ve intizama götüren en güzel bir ibadettir.
İnsan namaz sayesinde nice günahlardan kurtulur ve Yüce Allah´ın nice ihsan ve ikramlarına kavuşur.
Namaz, manevî hayattan başka maddî hayata da canlilik verir. İnsanın temizliğine, sağlığına ve intizamla hareket etmesine sebeb olur.
Sonuç
Namazın meşru kılınmasındaki hikmetler ve yararlar her türlü düşüncenin üstündedir. Fakat bir müslüman namazını yalnız Yüce Allah´ın rızası için kılar, yalnız yaratıcısına şükür ve saygı için kılar. Namazın insana yararı olmadığı düşünülse dahi, yine bunu bir kul görevi bilerek sadece Allah´ın emrine uymak için yerine getirmeye çalışır. Bu kutsal görevin yerini hiç bir şeyin tutamayacağını kesinlikle bilir. Namaza harcayacağı dakikaları, hayatının en mutlu ve neş´eli zamanı olarak kabul eder.
Doğrusu, geçici hayatın son bulmayacak birçok kazançları ancak namaz sayesinde elde edilir. Namaza ayrılan saatler, sonsuzluk aleminin tükenmez mutluluk günlerini hazırlamış olur.
Bu çok mübarek ve pek feyizli ibadete gereği üzere devam edenlere müjdeler olsun!…
Salât
Namaz demektir. Çoğulu “Salâvat” dır. Salât, sözlükte dua manasındadır. Din deyiminde, bildiğimiz ibadetten, erkân ve zikirlerden ibarettir. Namaz kılana, “Musalli” denir.
Bir de “Salat”, Peygamber efendimize şu şekilde yapılan dua manasına da gelir: “Allahümme salli ve sellim alâ seyyidina Muhammedin ve alâ ali seyyidina Muhammed. Allah´ım! Efendimiz Muhammed´e ve onun ailesine selâmet ve rahmet ihsan buyur.” Bu salât ve selâmdan maksad Peygamber efendimizin hem dünyada, hem de âhirette her türlü ikrama kavuşmasını istemekten ve bu vesile ile kendisine olan bağlılığımızı ve saygımızı göstermekten ibarettir.
Tekbir
“Allahü Ekber” demektir.
Kıyam
Ayakta durmaktır.
Kıraat
Kur´an-ı Kerim´den bir miktar okumak demektir.
Rüku
Sözlükte eğilmek demektir. Din deyiminde, namazdaki okuyuştan sonra eğilerek baş ve sırtı düz bir şekle getirmektir.
Kavme
Rüku halinden doğrulup da bir defa “Sübhane Rabbiyel´ azim” diyecek kadar ayakta durmaktır.
Secde
Namaz kılarken yere eğilerek yüzün bir kısmını, Yüce Allah´a saygı için yere koymaktır. Arka arkaya yapılan iki secdeye “Secdeteyn” denir. “Sücûd” sözü de, secde etmek ve secdeler manasına gelir.
Celse
İki secde arasında bir defa “Sübhane Rabbiyel azim” diyecek kadar oturmaktır.
Ka´de
Namazda teşehhüd için, “Ettahiyyatü lillâhi”yi okumak için oturmaktır. Bir namazda iki defa oturulursa, birinci oturuşa “Kade-i ulâ İlk oturuş”, ikincisine de: “Kade-i Ahire son oturuş” denir.
Rek´at
Namazın bölüklerinden her biri demektir. Şöyle ki: Bir namazda kıyam, rüku ve iki secdenin toplamı bir rekattır. Bir namazda iki kıyam, iki rüku ve dört secde bulunursa, o namaz iki rekatlı olur. Üç veya dört kıyam bulunursa, o namaz üç veya dört rekatlı olur.
Şef
Çift manasında olup namazların her iki rekatına denir. Dört rekatlı bir namazın önceki iki rekatına “birinci şef” son iki rekatına da “ikinci şef” denir. Üç rekatlı bir namazın üçüncü rekatı da; “ikinci şef” demektir.
Namazların Nevileri ve Rekatları
Namazlar, farz, vacib, sünnet ve müstahab nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Aklı yerinde olan ve büluğ çağına eren her müslümanın günde beş defa belli vakitlerde belli rekatlarla kılacağı namazlar, birer farz-ı ayndır. Cuma namazı da bu kısımdandır. Vitr ve bayram namazları birer vacibdir. Farz namazlardan önce veya sonra yahut hem önce, hem de sonra kılınan bir kısım namazlar birer sünnettir. Teravih namazı da böyledir. Diğer vakitlerde sadece Allah´ın rızası için kılınan ve nafıle (tatavvu) denilen bir kısım namazlar da, ya birer sünnet veya müstahabdır. Kuşluk namazı gibi.
Bütün bu namazların sahih olması için bir takım şartları ve rükünleri vardır. Bunların yerine getirilmesi de birer farzdır. Bunlar namazların farzlarını teşkil eder. Bunlardan başka, namazların birtakım vacibleri, sünnetleri ve edebleri de vardır.
Namazların birtakım mekruhları ve müfsidleri de vardır. Her namazın bunlardan beri olması lâzımdır. Bunun için her müslümanın bunları bilip ona göre din görevini yerine getirmesi gerekir.
Namazların rekatlarına gelince: Sabah namazının iki rekat sünneti ve iki rekat farzı vardır.
Öğle namazının dört rekat ilk sünneti, dört rekat farzı ve iki rekat son sünneti vardır.
İkindi namazının dört rekat önce kılınan sünneti ve dört rekat farzı vardır.
Akşam namazının üç rekat farzı ve sonra kılınan iki rekat sünneti vardır.
Yatsı namazının dört rekat ilk sünneti, dört rekat farzı ve iki rekat son sünneti vardır.
Cuma namazının dört rekat ilk sünneti, iki rekat farzı, dört rekat son sünneti, iki rekat da “vaktin sünneti” adıyla diğer bir sünneti vardır.
Vitir namazı ise, üç rekattan ibarettir. Bayram namazları ikişer rekattır.
Teravih namazı yirmi rekattır. Diğer nafıle namazlar da, en az ikişer rekattır. Bütün bunlar sırası ile açıklanacaktır.
Namazların Farzları, Şartları, Rükünleri
Namazların farzları on ikidir. Bunlardan altısı, daha namaza başlamadan önce yapılması gereken farzlardır ki, şunlardır:
1) Hadesten taharet,
2) Necasetten taharet,
3) Setr-i avret,
4) Kıbleye yönelmek,
5) Vakit,
6) Niyet.
Diğer altısı da, namazın başlangıcından itibaren bulunması gereken farzlardır ve şunlardır:
1) İftitah (namaza girme) tekbiri,
2) Kıyam,
3) Kıraat,
4) Rüku,
5) Sücud,
6) Kaide-i ahire (son oturuş).
Bunlara da “Namazın rükünleri” denir. Bunlar namazın aslını ve temelini teşkil ederler.
Yukarıda sayılan on iki farzdan başka, namazda “Tadil-i Erkân”a riayet edilmesi, İmam Ebû Yusuf ile üç İmama göre, farz olduğu gibi, namazlardan kendi iradesi ile çıkmak da İmam Azam´a göre bir farzdır. Buna “Huruç bisun´ihi” (Kendi isteği ile çıkmak) denir. Bunlarla namazın rükünleri sekiz olmuş olur. Bunlar da sırası ile açıklanacaktır.
Hadesten ve Necasetten Taharet
Namazdan önce hadesten ve necasetten taharet birer şarttır. Bunlar bulunmadıkça namaz sahih olmaz. Hükmî necaset denilen hadesten, abdesti veya guslü gerektiren hallerden temiz bulunmak gerektiği gibi, hakikî necaset denilip maddeten pis bulunan şeylerden temiz bulunmak da gerekir. Öyle ki, namaz kılacak kimsenin bedeni ile elbisesi ve namaz kılacağı yer temiz olacaktır.
Setr-i Avret
Namazda avret yerini örtmek bir şarttır. Şöyle ki: Namazda örtülmesi farz olan ve başkalarının bakmaları caiz bulunmayarı organlara “Avret yeri” denir. Erkeklerin avret sayılan yerleri, göbekleri altından dizleri altına kadar olan yerdir. Diz kapakları da bu avret sayılan yere girer.
Kadınlara gelince: Hür olan kadınların yüzleri ile ellerinden başka, bütün bedenleri avrettir. Yüzleri ile elleri, namazda ve namaz dışında, fitne korkusu olmadıkça avret değildir. Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre, kadınlarm ayakları da avret değildir. Çünkü bunlarla yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu bakımdan bunları örtmek, hele fakirler için, zordur.
Diğer bir görüşe göre, hür olan bir kadının namazı, ayağının dörtte biri açık bulunması ile bozulur. Diğer bir görüşe göre de, namazda kadının ayakları avret sayılmazsa, da, namaz dışında avret yeri sayılır. Bu ihtilâftan kurtulmak için ayaklarını örtmeleri iyi olur. Sahih olan görüşe göre, hür kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir.
Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.
Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebû Yusuf´a göre, avret sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz.
Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır Yalnız diz kapağının açık bulunması ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır.
Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir durum olsa namaz bozulur.
Bir kimse namaz kılarken, elinde olmayarak açılan bir avret yerini hemen kapayacak olsa, namazı bozulmuş olmaz. Fakat kıyam veya rüku gibi bir rüknü yerine getirecek kadar bir zaman örtmezse, sahih olan görüşe göre namaz bozulur. Namaz içinde elbiseye sıçrayan bir pisliği hemen atmak veya bekletmekte de aynen bu hüküm uygulanır. Fakat bu gibi namaza engel işler, insanın kendi iradesi ile yapılırsa, namaz hemen bozulur.
Muhtelif avret yerlerinin birer parçası açılıp da bunların toplamı, en küçük avret organının en az dörtte birine eşit olursa ve açıklık müddeti de bir rüknü yerine getirecek bir zaman devam ederse, namaz bozulur; değilse bozulmaz.
Bir kimsenin temiz elbisesi olup da, onu giymeye gücü bulunduğu halde onu giymeyerek gece karanlığında çıplak olarak namaz kılmış olsa, ittifakla namazı caiz olmaz.
Derinin rengini gösterecek şekilde ince olan bir elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bunun için böyle bir elbise ile namaz sahih olmaz. Elbisenin darlığından dolayı avret yerinin belli olması, kötü bir hal ise de, namazın sıhhatine engel olmaz.
Elbise bulacağını ümit eden çıplak bir kimse, vaktin çıkmasından korkmadıkça, bekler. Temiz yer bulacağını ümit eden kimse de, böyle yapar.
Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse, oturarak ve ayaklarını kıbleye doğru uzatarak imâ (işaret) ile namaz kılar. Onun için en iyi kılış şekli budur; çünkü bu vaziyette örtünme haline daha çok bürünmüş olur. Avret yerinin bir kısmını örtecek bir şey bulununca, onu kullanma vacib olur. Bu durumda önce avret-i galize denilen ön ve arka taraflar örtülür. Sonra erkeklerde butlar, daha sonra dizler örtülür. Kadınlarda butlardan sonra karınlar, sonra sırtlar ve dizler, daha sonra da geri kalan kısımlar örtülür.
Bütün bunlar, namazın her halde yerine getirilmesini ve dinde çok önemli bir farz olduğunu göstermektedir.
Kıbleye Yönelmek
Namazda Kâbe´ye doğru yönelmek de bir şarttır. Bilindiği gibi Kâbe, Mekke şehrindeki bir binadan ibaret değil, asıl olan bu binanın yeridir. Bu mübarek yerin göklere doğru üst tarafı ve derinliklere doğru alt tarafı hep kıble yönüdür. Bunun için Kâbe´nin yanında veya içinde bulunanlar, Kâbe´nin herhangi bir tarafına yönelerek namaz kılabilirler. Cemaatle namaz kıldıkları zaman da, imam ile cemaatin bir tarafta bulunması gerekmez. İmam Kâbe´nin bir yönüne, cemaat da diğer yönlerine yönelerek namaz kılabilirler. Yeter ki imamın bulunduğu tarafta duran cemaat, imamdan daha ileride bulunmuş olmasın. Diğer yönlerdeki cemaatin, imamdan Kâbe´ye daha yakın bulunmaları, imama uymalarına engel olmaz. İmam ile yüz yüze gelmemeleri kâfidir.
Kâbe dışında uzakta bulunanların tam kıbleye yönelik olarak namaz kılmaları farz değildir; Kâbe tarafına yönelmeleri yeterlidir. Bu kadarı farzdır.
Kâbe yönü, pusula aleti ile tayin edilir. Mescidlerin ve camilerin mihrabları Kâbe yönünü gösterir. Öncekilerden kalma eski bir mihrab varsa, Kâbe yönünü araştırmaya gerek kalmaz. Çünkü bu mihrablar usulüne uygun olarak yapılmıştır.
Doğu ülkelerinde bulunanların kıblesi, batı yönü olur.
Namaz için kıbleye yönelince, “döndüm kıbleye” denilmesi gerekmez. Yeter ki kıblenin Kâbe olduğu bilinsin. Zayıf bir görüşe göre de, döndüm kıbleye, denmesi gerekir.
Bir kimse namazda iken bir özür bulunmaksızın göğsünü kıbleden çevirse, namazı ittifakla bozulur. Sadece yüzünü çevirse, hemen kıbleye dönmesi gerekir; bununla namazı bozulmaz. Fakat harama yakın bir kerahet işlemiş olur.
Bir kimse hasta olup da kıble tarafına dönemediği ve kendisini kıble tarafına çevirecek kimse bulunmadığı zaman gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar. Yine hasta olmadığı halde, bir düşman veya bir yırtıcı hayvan korkusundan dolayı kıbleye yönelemeyen kimse, gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar; çünkü yükümlülük güce göre olur.
Yerin çamurundan dolayı hayvan üzerinde namaz kılan kimse, arkadaşlarından ayrılmak korkusu bulunmayınca, hayvanını durdurup kıbleye dönerek namazını kılar. Fakat yer çamurlu olmayıp da yalnız ıslanmış bulunsa, hayvan üzerinde farz namaz kılınamaz, yere inilmesi gerekir. Ancak arkadaşlarından uzak kalmak gibi bir tehlike bulunursa, hayvan üzerinde farz namazı kılabilir.
Bir kimse, bir özür sebebiyle farz olan bir namazı yere inmeden hayvan üzerinde kıldığı zaman, gücü yettiği tarafa yönelerek namaz kılabilir. Fakat kıbleye doğru yürümekte olan bir hayvan üzerindeki insanın namazı, o hayvanın kıble yönünden bir rükün yerine getirilecek kadar dönmesi ile bozulur.
Kıble yönünü bilmeyen ve yanında soracak bir adam bulamayan kimse, araştırma yapar. Bazı işaretlere, güneşe ve yıldızlara bakarak kıble yönünü araştırır da kanaat getirdiği tarafa doğru namazını kılar. Namazını tamamladıktan sonra kıble yönünü belirlemede hata ettiğini anlarsa, artık on namazı iade etmez. Fakat namaz içinde iken kıble yönünü bilecek olsa, o tarafa dönerek namazını tamamlar; yeniden kılması gerekmez. Kıble yönü üzerindeki şüphe, ister şehir içinde, ister kırda, ister karanlık gecede ve gündüz vaktinde olsun, durum aynıdır. Böyle bir kimsenin kapıları çalıp kıbleyi sorması gerekmez.
Bir kimse kıble yönünden şüphelense ve yanında kıbleyi bilen bir adam olduğu halde ondan sormayarak kendi araştırmasına göre bir tarafa yönelerek namaz kılsa, eğer gerçekten isabet etmişse namazı sahih olur; fakat isabet etmemişse namazı sahih olmaz. Gözleri görmeyenin durumu da böyledir. Kıble konusunda güvenilir bir kimsenin sözü, insanın kendi kanaatine uymasa bile, onu tutmak gerekir. Çünkü haber verme, araştırmadan daha kuvvetlidir.
Kıble yönünden şüphe eden kimse, araştırma yapmaksızın bir tarafa doğru namaz kılmaya başladıktan sonra namaz içinde kıbleye isabet ettiğini anlarsa, namazını iade eder. Tam bir inançla kılacağı geri kalmış rekatları, şüphe ile kılmaya başladığı rekatlar üzerine bina edemez; çünkü kuvvetli, zayıf üzerine bina edilmez. Fakat namazını bitirdikten sonra isab-tini anlarsa, namazı iade gerekmez; çünkü rekatların hepsi aynı bir halde kılınmış olur.
İmam Ebû Yusuf´a göre, her iki halde de iade gerekmez.
Kıble yönünden şüpheye düşen kimse, araştırma yaptığı halde “kanaâtına aykırı” bir tarafa yönelerek namazını kılsa sahih olmaz. Bu durumda kıbleye isabet etmiş bile olsa, namazını iade etmesi gerekir.
İmam Ebû Yusuf´a göre, kıbleye isabet etmişse, namazı iade etmek gerekmez.
Kıble yönü üzerinde ihtilafa düşen kimseler, yalnız başına olarak namazlarını kılarlar. İmama uydukları takdirde, imamın kanaatına aykırı bulunanların namazı sahih olmaz.
Bir gemi içinde namaz kılan kimse gücü yetiyorsa kıbleye doğru kılar; istediği tarafa doğru kılamaz. Gemi her döndükçe, onun da kıbleye doğru dönmesi gerekir.
Bir kimse abdestsiz olduğunu sanarak kılmakta olduğu namazdan ayrıldıktan sonra, mescid´den çıkmamış olsa bile, abdestli olduğunu hatırlamış olsa, namazı bozulmuş olur. Fakat bir kimse mescitte namaz kılarken kendisinde abdestsizlik hali olduğunu sanarak kıbleden ayrılsa da, mescidden çıkmadan önce kendisinde abdestsizlik hali olmadığını anlasa, İmam Azam´a göre namazı bozulmuş olmaz; mescidden çıktıktan sonra anlarsa, ittifakla namazı bozulur. Çünkü bir özür bulunmaksızın yerin değişmesi namazı hükümsüz kılar.
Nafile namazlara gelince: Bir kimse, nafile bir namazı şehir dışında, bir özür olmaksızın hayvan üzerinde istediği yöne doğru kılabilir. İmam Ebû Yusuf´a göre, şehir içinde de bu şekilde nafile namaz kerahetsiz kılınabilir. İmam Muhammed´e göre ise, şehir dahilinde böyle nafile namaz kılmak kerahetle caizdir.
Şehir dışından maksad, sefer hükmünün başlamasıyla namazın iki rekat olarak kılınabileceği yer demektir. (Misafir bölümüne bakınız.)
Bir kimse, kıbleden başka bir tarafa yönelik olarak, bir rekat namaz kılmiş olan bir körü, kıble yönüne çevirip de ona uyacak olsa, bakılır: Eğer kör, kıbleyi soracak bir kimse bulunduğu halde sormadan namaza başlamış ise, ikisinin de namazı sahih olmaz. Eğer soracak adam yoktu ise, körün namazı sahih olur, ona uyan adamınki sahih olmaz.
Müslümanların, namazlarını kılarlarken en eski ve en mukaddes mabed olan Kâbe´ye yönelmeleri, aralarındaki birliği canlandırmak, düzeni sağlamak ve gönüllerini müşterek bir ibadet duygusu ile ferahlandırmak, ibadet nuru ile aydınlatmak gibi hikmetlere dayanmaktadır.
Namaz Vakitleri
Farz namazlarla bunların sünnetleri için, vitir namazı, teravih namazı, cuma ve bayram namazları için vakit de bir şarttır. Şöyle ki: Farz namazlar, sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle vakti içinde yerine getirilir. Bu namazların vakitlerini bilmek farz olan bir görevdir. Vakti henüz girmeden kılınan bir namaz geçerli değildir, vakti içinde yeniden kılınmasi gerekir. Vakti çıktıktan sonra kılınacak bir farz namaz ise, eda değil, kaza edilmiş olur. Kaza ise, her yönü ile edanın yerini tutmaz. Bir namazın özür olmaksizin kazaya birakılması, Yüce Allah yanında büyük sorumluluk gerektirir. Sünnet namazlarla, cuma ve bayram namazları, vakitleri çıkınca kaza edilmezler.
Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan namazdır. İkinci fecir, sabaha karşı doğu tarafin ufkundan yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti gerçek olarak girmiş olur. Bunun için buna “Fecr-i Sâdık” denir. Bunun karşılığı, birinci fecirdir ki, gökte iki tarafı karanlık dörtgen bir çizgi şeklinde beliren bir beyazlıktır. Bu az sonra kaybolur. Arkasından bir karanlık gelir. Bundan sonra ikinci fecir meydana gelir. Bu birinci fecre; sabahın gerçekten girdiğini göstermediğinden ve yalancı bir aydınlık olduğundan, Fecr-i Kâzib (yalanci fecir) adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Onun için bu vakitle ne yatsı vakti çıkmış, ne de sabah vakti girmiş olur. Öyle ki, bu vakit içinde yiyip içmek de, oruç tutan kimseye haram olmaz.
Sabah namazını ortalık açılıp ağardığı zaman kılmak müstahabdır ve daha faziletlidir. Buna “İsfar” denir. Şöyle ki: İkinci fecrin aydınlığı tam meydana çıkıp da gecenin karanlığının açılacağı zamandır ki, atılan bir okun nereye düştüğünü atıcının görebileceği bir vakte kadar sabah namazı geciktirilmelidir. Aynı zamanda, kılınan bir sabah namazının fesadı halinde, o namazı güneş doğmadan önce sünneti ile kılabilecek bir zaman da kalmalıdır. Yalnız kurban bayramının ilk gününde Müzdelife´de bulunacak hacılar için, o günün sabah namazını hemen fecrin arkasından daha ortalık karanlık iken kılmak daha faziletlidir. Buna “Tağlis” denilmektedir. Üç imama göre, her zaman tağlis daha faziletlidir.
Öğle namazının vakti, güneşin tam tepe noktasına geldikten sonra batıya doğru meyletmesi ile başlar. Güneşin tam tepeden batıya meyletmesi anına “Fey-i Zeval” denir. Bu halde bulunan gölgeden başka, her şeyin gölgesinin iki misline çıktığı zamana kadar öğle vakti devam eder. Öğlenin bu son vaktine “asr-ı sani”derler. Bu, İmam Azam´a göredir. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç imama göre, Fey-i zevalden başka her şeyin gölgesi, kendisinin bir misline ulaşınca öğle namazının vakti çıkmış ve ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana da “Asr-ı evvel” denir. Bu ihlilâftan kurtulmak için, daha önce tarif edilen asr-ı saniye kadar geciktirmenıelidir. İkindi namazını da asr-ı sanide kılmalıdır.
Cuma namazının vakti, aynen öğle namazının vaktidir.
[Bu vakitlerin güzelce anlaşılabilmesi için bazı deyimleri bilmek gerekir. Şöyle ki: Gündüz vaktine Arabça “Nehar” denir. Nehar iki kısımdır. Biri Nehar-ı Şerî (Şer´î Gündüz) dir ki, fecr-i sadıktan güneşin batışına kadar devam eder. Diğeri de, Nehar-i Örfı (Örfı Gündüz) dir. Bu da güneşin doğuşundan batışına kadar olan zamandır ve nehar-i şer´îden kısadır.
Öğle vakti, güneşin zevalinin hemen arkasından başlar. Zeval ise, örfı gündüzün tam ortasına rastlar. Bir örfi gündüz on saat kabul edilse, tam beşte zeval vakti olmuş olur ve görünüşe göre güneş yolun yarısını almış sayılır. Artık her şeyin gölgesi doğudan batıya doğru düşmekte iken, bundan sonra batıdan doğuya doğru düşmeye başlar. İşte güneş´in tam bu yarı yola geldiği anda, her şeyin yere düşen gölgesine de, “Fey-i Zeval” denir. Fey, aslında dönme manasınadır. Gölge, batıdan doğuya dönmeye başladığı için bu adı almıştır. Şimdi tam bu zeval anında güneşe karşı dikilmiş olan bir metre uzunluğundaki bir şeyin gölgesini yarım metre kabul ediniz. Bu bir fey´i zevaldir. Bundan sonra o şeyin gölgesini iki metre daha uzayıp ararsa, yani gölgesi iki buçuk metre olursa, asr-i sani olmuştur. İmam Azam´a göre, öğle vakti çıkmış ve ikindi vakti girmiştir. Fey-i zeval, bulunulan zaman ve yere göre uzayabilir ve kısalabilir, belirsiz de olabilir.
Şunu da ilave edelim ki, tam bu zeval anına rastlayan bir namaz caiz değildir. Bu bir kerahet vaktidir. Fakat namazın caiz olmadığı bu kerahet zamanı, pek az bir vakte mi mahsustur; yoksa bundan biraz öncesinden mi başlar Burada iki görüş vardır: Bir görüşe göre, burada örfi gündüz esastır. Bu bakımdan tam zeval vaktine “İstiva vakti” denir ki, güneş gündüz yarısı dairesi üstünde herkesin tam başı üstünde bulunur veya o hizaya gelmiş gibi görülür. İşte kerahet vakti de bu andan ibaret olmuş olur.
Fakat diğer bir görüşe göre, bu kerahet vaktinin belirlenmesinde esas olan şer´î gündüzdür. Şer´î gündüzde istiva vakti, zeval vaktinden biraz önce meydana gelir. Buna göre kerahet zamanı da, bu istiva vaktinden zeval vaktine kadar uzayan müddet olur. Örnek: Ocak ayının birinci günü, fecr-i sadıkın doğuşu ezanî saatle 12:50 de olsa, güneşin batışı da 12 de olacağına göre, şer´î gündüz süresi 11 saat 10 dakika olur. Bu günde güneşin doğuşu 2:35 de olacağından örfı gündüzün süresi 9 saat 25 dakika olur. Bu durumda şer´î gündüzün yarısı, yani istiva zamanı fecirden 5 saat 35 dakika sonra olup güneşin doğuşundan 3 saat 50 dakika sonraya rastlar. Bu bakımdan şer´î gündüzün yarısı, zeval vaktinden 52 dakika önce olmuş olur. İşte bu 52 dakikalık süre bir kerahet zamanıdır. Harzem fıkıh alimlerinin görüşü böyledir. Mekruh vakitler bölümüne bakabilirsiniz.]
İkindi namazının vakti, yukarıda açıklanan iki görüşe göre, öğle namazının vaktinin çıkışından güneşin batışına kadar olan zamandır. Yazın öğle namazını biraz serinlik çıkıncaya kadar geciktirmek, kışın da ilk vaktinde kılmak müstahabdır. İkindi namazını da güneşin renginin henüz değişmeyeceği bir vakte kadar geciktirmek daima müstahabdır. Güneşin bu değişmesinden maksad, güneşin gözleri kamaştırmayacak bir duruma gelmesidir.
Akşam namazının vakti, güneşin batmasından başlayıp şafağın kaybolmasına kadar devam eden zamandır.
Şafak, İmam Azam´a göre, akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ve diğer üç imama göre ve İmam Azam´dan diğer bir rivayete göre şafak, ufukta meydana gelen kızartıdır. Bu kızartı gidince akşam namazının vakti çıkmış olur.
Akşam namazını ilk vaktinde kılmak müstahabdır. Akşam namazının vakti dar olduğundan onu geciktirmek uygun olmaz. Bu namazı kızartının kaybolmasına kadar geciktirmemelidir.
Yatsı namazının vakti, yukarıda açıklanan iki görüşe göre, şafağın kaybolmasından başlayıp ikinci fecrin doğuşuna kadar devam eder. Fecir doğunca yatsı vakti bitmiş olur.
Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstahabdır. Gecenin yarısına kadar geciktirilmesi ise mübahtır. İkinci fecrin biraz öncesine kadar geciktirmek, bir özür olmadıkça, mekruhtur. Çünkü bu durumda yatsı namazının kaçırılmasından korkulur. İhtilâftan kurtulmak için de, ufuktaki beyazlık kaybolmadıkça yatsı namazını kılmamalıdır. Bulutlu günlerde, sabah, öğle, akşam namazlarını biraz geciktirmeli, ikindi ve yatsı namazlarını da biraz erken kılmalıdır ki, bu müstahabdır.
Vitir namazının vakti, yatsı namazının vaktidir. Ancak vitir konusu ile ilgili bir emirden dolayı vitir namazı yatsı namazından sonra kılınır. Vitir vaktinin bu şekilde oluşu İmam Azam´a göredir. İki imama göre, vitrin vakti, yatsı namazı kılındıktan sonra başlar. Bu ayrılık üzerine şöyle bir mesele ortaya çıkar: Bir kimse yatsı namazını kıldıktan sonra elbisesini değiştirip başka bir elbise ile vitir namazını kılsa ve önceki elbisesinin temiz olmadığı anlaşılsa, İmam Azam´a göre yalnız yatsı namazını yeniden kılması gerekir. İki İmama göre ise, her iki namazı tekrar kılması gerekir; çünkü vitir namazı vaktinden evvel kılınmış olur.
Bir insan uykudan uyanacağına güveni yoksa, uyumadan önce vitir namazını kılmalıdır. Eğer uyanacağından emin ise, vitir namazını gecenin sonuna kadar geciktirmesi daha faziletlidir.
Teravih namazının vakti, sahih kabul edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Hem vitirden önce, hem de vitirden sonra kılınabilir. Fakat yatsı namazı kılınmadan teravih namazı kılınmaz; kılınacak olsa tekrarlanması gerekir.
Bayram namazlarının vakti, sabahleyin güneş yükselip de kerahet vakti çıktıktan itibaren başlar ve güneşin istiva (tam ortada bulunma) zamanına kadar sürer. Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci günün istiva zamanına kadar kılınamazsa, ikinci günün istiva zamanına kadar kılınır. Özür devam etse bile, artık üçüncü gün kılınamaz.
Kurban bayramı namazı ise, bir özürden dolayı birinci gün kılınamazsa, ikinci gün kılınır. İkinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istiva zamanına kadar kılınır. Bir özür olmaksızın bu bayram namazlarını ikinci ve üçüncü güne bırakmak kötü bir iş olur. Bu bayram namazlarını istiva anında ve istivadan sonra kılmak hiçbir surette caiz değildir, kaza da edilmezler.
Vaktin müsait olduğunu sanarak bir sünnet namaza başlamış olan kimse, iki rekat kıldıktan sonra farzın kaçırılacağından korkarsa, başlamış olduğu namazı bırakmaz, iki rekattan sonra teşehhüde oturup sonra selâm verir. Üçüncü rekatta ise, dördüncü rekatı da kılar, sonra selâm verir. Çünkü böyle başlanmış olan bir namazın yerine getirilmesi gerekir.
Vakit, namazın şartı olduğu gibi, vücubunun da sebebidir. Bu bakımdan, bir yerde namaz vakitlerinden biri veya ikisi bulunmasa, o vakitlere ait olan namazlar, o yer halkına farz olmaz. Bazı bölgelerde yılın bir mevsiminde daha şafak kaybolmadan fecir doğarak sabah vakti girmektedir. Bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur; çünkü yatsının vakti bulunmamıştır. Abdest organlarından birini veya ikisini kaybeden kimse için bu organlarını yıkamak zorunluğunun kalkması da bunun gibidir. Bu şekilde fetva verilmiştir. Bununla beraber bazı fıkıh alimlerine göre, bu gibi yerlerde bulunan müslümanlar da, beş vakit namaz kılmakla yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti meydana gelmemiş olsa, o namazı kaza şeklinde kılarlar veya beş vaktin bulunduğu kendilerine en yakın bir bölgenin vakitlerine göre, o namaz için vakit belirleyerek namazı yerine getirmeye alışırlar. Gerçek şu ki, vakit namazın şartıdır, bir sebebi ve bir alâmetidir. Fakat namazın asıl sebebi, Allah´ın bir emri oluşudur ve İlâhî nizamın arka arkaya devam edip gitmesidir. Bu bakımdan bütün müslümanlar, bu beş vakti kılmakla yükümlüdürler. Onun için bunları kılmaları gerekir. İmam Şafiî´nin içtihadı da bu şekildedir. İhtiyata uygun olanı da budur. Uzun zaman güneşin batmadığı veya doğmadığı bölgelerde namaz vakitlerinin böyle takdir edilip edilemeyeceği fikrinde fıkıh alimlerinin ihtilâfı vardır. Bu gibi bölgelerde bulundukları kabul edilen müslümanların oruçları ve zekâtları hususunda yine böyle bir ölçü koymak uygun görülmektedir.
Her gün beş vakit namaz kılmanın pek çok hikmetleri vardır. Biz burada yalnız şu kadarını arzedelim: İnsan sabahleyin sanki yeni bir hayata kavuşmuş, karanlıktan aydınlığa çıkmış olur. Yeni bir çalışma gayreti içine girmiş olur. İnsana bu hayat ve çalışma gücünü veren ve insana başarı sağlayacak olan ancak Yüce Allah´dır. Bundan dolayı insan, bu hayat nimetine şükretmek ve bunu bir hayırla sona erdirmek için mübarek sabah namazını kılmakla yükümlü tutulmuştur.
İnsan sabahdan akşama kadar hayatın nimetlerinden yararlanıyor. Bu zaman içinde devamlı olarak maddî bir çalışma gayreti gösteriyor. Bu bir başarı eseridir. İşte bu başarıya şükretmek ve bu başarının ruhları duygusuzluk ve katılık içinde bırakmasına engel olmak için de öğle ile ikindi namazları farz kılınmışlardır. Akşamın yaklaşması ile, sona ermeye yüz tutan bir günlük yaşayışın ve çalışmanın, ruha zevk veren bir ibadetle sona ermesi, bir mutluluk ve şükür nişanı ve bir kulluk görevi olacağından akşam namazı kılınmaktadır.
İnsan daha sonra uyku âlemine can atacaktır. Ölümün bir çeşidi olan bir bakımdan da huzur ve istirahat devresi sayılan bu âleme varmadan önce bir günlük hayata kutsal bir ibadetle son vermek, bir de, o ölüme benzer âleme İlâhî bir zevk ve uyanıklıkla geçmek, yaratıcımızın mağfiretine sığınmak iyi bir sonuç olacağından da yatsı namazı kılınmaktadır.
Sonuç
Gerek insanın ve gerek çevresindeki bütün varlıkların hayatlarında, doğmak, büyümek, duraklamak, yaşlanmak ve sonra da ölüp gitmek gibi değişik beş safha meydana gelmektedir. Artık büyük bir nimet olan bu safhalara bir karşılık olmak ve insanın maddî çalışmaları ile manevî çalışmaları arasında bir denge kurabilmek için, beş vakitte kılınan namazlardan daha yüksek ve daha faziletli bir çare bulunamaz. Bizleri bu kutsal ibadetle yükümlü olmak şerefıne ulaştıran ikramı çok bol mabudumuza ne kadar şükretsek yine azdır.
Mekruh Vakitler
Beş vakit vardır ki, onlara Mekrûh Vakitler denir.
Birincisi: Güneşin doğmasından bir mızrak boyu (beş derece) ki, memleketimize göre kırk ile elli dakika arasında bir zamanla yükselişine kadar olan zamandır.
İkincisi: Güneşin yükselip de tam tepeye geldiği zeval anının bulunduğu vakittir.
Üçüncüsü: Güneşin sararmasından ve gözleri kamaştırmaz bir hale gelmesinden itibaren batışı zamanına kadar olan vakittir.
Dördüncüsü: Fecr-i Sadık´ın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan vakittir.
Beşincisi: İkindi namazı kılındıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakittir.
Evvelki üç kerahet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacib olan namazlar, ne de önceden hazırlanmış bir cenaze namazı kılınabilir, ne de evvelce okunmuş bir secde âyeti için tilâvet secdesi yapılabilir. Bunlar yapılırsa, iadeleri gerekir.
Bu üç vakitte nafile namaz da kılınmaz. Ancak kılınacak olsa, kerahetle caiz olur ve iadesi gerekmez. Çünkü bu kerahet, nafile namazların sağlıklı olmasına engel değildir. Bununla beraber bu vakitlerden birine rastlayan bir nafile namazı bozup kerahet vaktinden sonra onu kaza etmek daha faziletlidir.
Bu üç vakit, ateşe tapanların ibadet zamanlarıdır. Onlara benzemekten kaçınmak, hak dine saygının gereğidir.
Diğer iki kerahet vaktinde ise, yalnız nafile namaz kılmak mekruhtur. Farz ve vacib namaz mekruh değildir. Cenaze namazı, tilâvet secdesi de mekruh değildir. Bu iki vakitten birinde başlanmış olan bir nafile namazı, kerahetten kurtulması için bozulmuş olursa, sonradan onu kaza etmek gerekir.
Güneşin batışı halinde, yalnız o günün ikindi namazı kılınabilir. Fakat diğer bir günün kazaya kalmış olan ikindi namazı kılınamaz. Çünkü kâmil bir vakitte vacib olan bir ibadet, nakıs olan (kerahet bulunan) bir vakitte kaza edilemez. Kerahet vakti ise, ibadetlerin noksanlığına sebebdir.
Güneşin doğuşuna rastlayan herhangi bir namaz ise bozulmuş olur. Bunun için bir kimse, daha ikindi namazını kılmakta iken güneş batsa, namazı bozulmaz. Fakat sabah namazını kılmakta iken güneş dolsa, namazı bozulur. Çünkü birinci halde, yeni bir namaz vakti girmiş olur. İkinci halde ise, namaz vakti çıkmış; fakat yeni bir namaz vakti girmemiş olur.
Tam zeval anına rastlayan bir namaz farz veya vacib ise, bozulur. Eğer nafile ise, mekruh olmuş olur. Yalnız İmam Ebû Yusuf´dan bir rivayete göre, cuma günü zeval vaktinde nafile namaz kılınması caizdir ve kerehati yoktur. Zeval vakti son bulup da güneş batıya doğru yönelmeye başlayınca, artık ittifakla kerahet vakti çıkmış olur. Zeval vakti için namaz vakitleri bölümüne bakabilirsiniz.
Kerahet vaktinde okunan bir secde âyetinden dolayı, o vakitte secde yapılabilir. Fakat bu secdeyi kerahet vaktinden sonraya bırakmak daha faziletlidir. Yine kerahet vakitlerinden birinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı o vakitte kılınabilir. Öyle ki, faziletli olan, bu namazı geciktirmeyip hemen kılmaktır. Çünkü cenazelerde acele etmek mendubdur.
Güneşin batışından sonra daha akşam namazını kılmadan nafile namazı kılmak mekruhtur. Çünkü akşam namazı geciktirilmiş olur. Oysa ki, akşam namazında acele etmekte fazilet vardır.
Cuma günü imam hutbeye çıktıktan sonra veya ikamet getirildikten sonra nafile bir namaza başlamak mekruhtur.
İki bayram namazından önce ve bayram hutbeleri arasında ve bu hutbelerden sonra bayram namazı kılınan yerde nafile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, güneş tutulması, yağmur duası ve hac hutbeleri arasında da mekruhtur. Bu hutbeleri dinlemek lâzımdır.
Mekruh olmayan bir vakitte başlanmış olan nâfile bir namaz bozulmuş olsa, (bunu kaza etmek vacib olduğundan) ikindi namazından sonra güneşin batışına kadar ve fecrin doğuşundan sonra güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar kaza edilemez, mekruhtur. Bununla beraber kaza edilse sahih olur. Diğer kerahet vakitleri de böyledir. Ancak başta sıralanan ilk üç kerahet vakti böyle değildir. Onların birinde kaza edilmesi sahih olmaz. Yeniden kazası gerekir.
Güneş doğduktan sonra görünüşüne göre bir veya iki mızrak boyu yükselmesi ile kerahet vakti çıkmış olur. Artık istenilen nafile ve kaza namazları kılınabilir. Bu zamanı belirlemek için başka kolay bir usul de vardır. Şöyle ki: Çeneyi göğse dayayarak güneşe bakmalı; eğer güneş ufuktan yükselmiş olmasından dolayı görülemezse, kerahet vakti çıkmış demektir.
Namazlara Ait Niyetler
Namazlarda niyet de şarttır. Şöyle ki: Niyet aslen bir azimden ve kesin bir iradeden ibarettir. Kalbin bir şeye karar vermesi ve bir işin ne için yapıldığını düşünmeksizin bilmesi demektir.
Namazla ilgili niyet, Yüce Allah´ın rızası için ihlâsla namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Yapılan işlerin önemleri ve sevabları niyetlere göredir. İnsanın niyeti halis (sırf Allah rızası için) olmalıdır. İnsan yapacağı bir ibadeti şuurlu bir halde yapmalıdır. Yapacağı işle, Allah rızası gibi, yüksek bir gaye gözetmeli ve gaflet içinde bulunmamalıdır.
Niyet kalbe aittir. Bununla beraber kalb ile niyet yapıldıktan sonra dil ile de söylenmesi daha iyidir. Bir insan başlayacağı bir namaza, kalb ile niyet edip de dili ile bir şey söylemese, o namazı caiz olur. Fakat kalb ile niyet etmekle beraber “şu vaktin farzını veya sünnetini kılmaya niyet ettim” demesi, daha iyidir. Bu şekilde, hem kalb, hem de dil ile niyet edilmesi, sahih olan görüşe göre müstahabdır. Kalbden niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet sahih değildir.
Farz namazlarla bayram ve vitir namazlarında bunları yerine getirirken hangi vakitler olduğunu belirlemek gerekir: “Bugünkü sabah namazına” veya “Bugünkü cuma namazına, bugünkü vitir namazına, bugünkü bayram namazına” diye niyet edilir. Yalnız farz namaza niyet etmek yeterli değildir. Böyle bir niyetle farz namazları tayin edilmiş olmaz. Fakat hangi namaz olduğu belirlenmeksizin vakit içinde: “Bu vaktin farzını kılmaya” diye niyet edilmesi kâfi gelir. Rekatların sayısını anmaya gerek yoktur. Yalnız cuma namazı böyle değildir; onu vaktin farzı niyeti ile kılmak olmaz; çünkü asıl vakit öğlenindir, cumanın değildir.
Nafile namazlara gelince: Bunlarda sadece namaza niyet etmek kâfidir. Fakat şu vaktin ilk sünnetine veya son sünnetine niyet ettim, diye de kılınırlar. Bu namazların müekked veya gayr-i müekked olduklarını belirlemeye de gerek yoktur. Ancak teravih namazı için: “Teravih namazını veya vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim,” demelidir. İhtiyat olan budur.
Cemaata yetişip de, imamın farzı mı, yoksa teravihi mi kıldığını bilmeyen kimse, farza niyet ederek imama uyar. Eğer imam farzı kılıyordu ise, uyanın da farzı sahih olur. Eğer imam teravih namazını kılıyordu ise, ona uyan o kimsenin namazı nafile yerine geçer. Yatsı namazından önce teravih kılınamayacağı için, teravih yerine geçmez.
Niyetin Tekbir alma zamanına yakın olması daha faziletlidir. Daha önce de niyet edilebilir; yeter ki, niyet ile tekbir arasında namaza aykırı bir hal bulunmuş olmasın.
Örnek: Bir kimse abdest alırken herhangi bir namazı kılmaya niyet etse, sonra namaza aykırı düşen yiyip içmek ve konuşmak gibi bir işte bulunmadan namaz yerine varıp namaza başlasa sahih olur. Bu arada hatırına o niyet gelmese dahi yine namazı sahih olur. Fakat tekbirden sonra yapılacak bir niyet ile namaz sahih olmaz. Tercih edilen görüş budur. Diğer bir görüşe göre, tekbir aldıktan sonra, Sübhaneke ve Eûzü´den önce yapılacak niyetle de namaz caiz olur.
(İmam Şafiî´ye göre, niyetin tekbire yakın yapılması şarttır.)
Farz namaz yerine getirilirken kazayı niyet etmek, kaza namazı kılınırken farza niyet etmek suretiyle namaz caiz olur. Örnek: Bir kimse öğle namazının vakti çıkmamıştır inancı ile öğlenin farzını yerine getirmeye niyet etse ve namazı tamamladıktan sonra öğle vaktinin çıkmış bulunduğunu anlasa, farza niyet ederek kılmış olduğu namaz kaza yerine geçer.
Bir kimse öğle gibi vakit içinde hem öğle, hem de ikindi namazına niyet etse, bu niyet vakti girmiş olan namaz için geçerli olur. Vakti girmemiş olan namaz buna engel olmaz.
Bir kimse, bir vaktin farzına niyet ederek namaza başlayıp da sonra nafile kılıyormuş gibi bir zanla namazı tamamlasa, bu namazı o farzdan sayılır. Çünkü namazın sonuna kadar niyetin hatırlanması şart değildir.
Bir kimse farza niyet ederek tekbir aldıktan sonra farza niyet ederek tekrar tekbir alsa, farz namaza başlamış olur. Aksi de böyledir.
Yine bir kimse öğle namazının farzına niyet ederek bir rekat kıldıktan sonra, ikindi namazının farzına veya bir nafile namaza niyet ederek tekrar tekbir alsa, öğle namazını bozmuş olur ve ikinci niyete göre namaza başlamış sayılır.
Cemaat halinde imama uyulduğu zaman da niyet edilmesi lâzımdır: “Bugünkü öğle namazının farzını kılmaya niyet ettim; uydum bu imama,” denir. Bu şekilde bir niyet yapılmazsa, imama uymak sahih olmaz.
Bir kimse namaza tek başına başlamışken imama uymaya niyet ederek diliyle tekrar tekbir alsa önceki namazını bozmuş ve imama uymuş olur.
İmama uyan kimsenin kılacağı namazı belirtmeksizin yalnız: “İmama uydum,” veya “iktida ettim” diye niyet etmesi, üstün tutulan görüşe göre yeterli değildir. “İmamla beraber namaz kılmaya niyet ettim” denilmesi de böyledir.
Bir kimse imama uymaya niyet edip namaza başladigi halde imam henüz namaza başlamamış bulunsa bu uyuş, sahih olmamış olur. Hatta “Allah” veya “Ekber” kelimesini imam daha bitirmeden kendisi bitirse yine imama uymuş olmaz. Fakat ikinci kere olarak tekbir alsa bununla imama uymuş olur.
Cemaatin imama uymaya niyeti, imam “Allahü Ekber” deyip namaza başlamasından sonra olmalıdır ki, bir namaz kılana uyulmuş olsun ve imamdan önce tekbir alınmış olmak ihtimali kalmasın. Bu, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed´in görüşüdür. İmam Azam´a göre, cemaatın tekbirleri imamın tekbirine yakın olmalıdır; çünkü bunda ibadete acele etme fazileti vardır. O halde niyetin önce olması gerekir. Bununla beraber imam, daha Fatiha sûresini bitirmeden tekbir alıp imama uyan kimse, iftitah (başlangıç) tekbirinin sevabına kavuşmuş olur.
Kendisine uyulan imamın kim olduğunu bilmek gerekmez. Hasan olduğu sanılan imamın, Bekir olduğu anlaşılsa, yapılan imama uyma niyetine bir engel teşkil etmez. Ancak Hasan´a uydum diye tayinde bulunarak niyet edildiği halde, imamın başkası olduğu anlaşılsa, iktida (imama uyma) sahih olmamış olur; çünkü bu kayda bağlanmış bir niyettir.
İmam olan şahsın, imamete niyet etmesi gerekmez. Ancak kadınların da kendisine uymalarının sahih olabilmesi için imamete niyet etmesi gerekir. Bunun için bir imam: “Ene imamun limen tebianî Ben bana uyanlara imamım” diye niyet etse, kendisine kadınlar da uyabilirler. İmamet bahsine bakılsın.
İftitah Tekbiri
Namaza: “Allahü Ekber” diyerek başlanır. Bu bir iftitah (başlangıç) tekbiridir. Buna “Tahrime”de denir. İftitah tekbiri, ancak Yüce Allah´ın şanını yüceltecek olan O´na mahsus bir ifade ile yapılır. Bununla namaza girilmiş ve dünya işleri ile ilgi kesilmiş olur.
Tahrime, Hanefilere göre namazın aslen bir rüknü değil, bir şartıdır, namazdan öncedir. Böyle olmakla beraber, namazın rükünlerine çok bitişik olduğu için bu da bir rükün sayılmıştır.
Üç İmama göre, tahrime de aslen namazın bir rüknüdür. Bu ayrı görüşlerden birtakım meseleler doğar.
Namaza başlarken “Allahü Ekber” yerine “Allahü´l-Kebîr” veya “Allahü Kebîr” yahut yalnız “Allah” denilmesi de farz için yeterlidir. Bunlarda Yüce Allah´ın şanını yükselten mana vardır. Fakat şu ifadelerle namaza başlanmaz: “Allahümmağfir lî, Estağfirullah, Eûzü Billah, Bismillah.” Çünkü bunlar birer dua sözleridir, yalnız tazimi ifade etmezler.
Bir elif ziyade ederek
“Allahü Ekbâr” denilmekle namaza başlanmiş olmaz. Namaz içinde böyle denmesi, sahih olan görüşe göre namazı bozar; çünkü mana degişmiş olur.
“Allah” ismi celilinin elifine med (uzatma) ilâvesiyle
“Allah” denilmesi de, şübheyi ifade edecegi için namazı bozar. Alimlerden Muhammed ibni Mukatil´e göre, eğer namaz kilan kimse, med ile medsizligi (bir harfi çekip çekmeme halini) ayiramayacak bir durumda ise, namazı bozulmaz. Fakat önceki söz esastir. Çünkü bu cehalet özür kabul edilmez.
“Allahü Ekber” yerinde Farsça´da kullanılan kâf harfi ile “Allahü Egber” denilse, bununla namaza başlanmış olur.
İmama uymak üzere ayakta alınan iftitah tekbirinin tamamı kıyam halinde alınması şarttır. Bunun için rüku halinde bulunan bir imama uyan kimse, kıyam halinde “Allahü Ekber” derken, “Ekber” sözünü rükua vardıktan sonra diyecek olsa, imama uyması sahih olmaz.
Namazlarda Kıyam
Kıyam, farz ve vacib namazlarda bir rükündür ve bir esastır. Bundan dolayı kıyama gücü yeten kimsenin oturarak kılacağı farz veya vacib namaz caiz olmaz. Rükünler farz olduğundan onlara riayet etmek gerekir.
Bir hasta gerçek olarak veya hükmen ayakta durmaktan aciz kalsa, namazını oturarak kılar. Bu şöyle olabilir: Ya hastalık gibi bir özürden dolayı gerçekten ayakta duramıyor veya sıhhatli olduğu halde şiddetli ağrılar duyacağından veya bulunduğu halden daha kötü bir hale düşeceğinden korktuğu için ayakta durmuyor. Her iki halde de oturarak kılabilir. Gücü yetiyorsa rüku ve secdeleri yapar; çünkü zorluklar kolaylığı kazandırır. Zaruretler de, kendi miktarlarınca bir ölçüye bağlanır.
Bir hasta, bir yere dayanmak suretiyle ayakta namaz kılmaya gücü yettiği sürece oturarak farz namazları kılamaz. Yine bir süre ayakta durmaya gücü yetiyorsa, o sürece ayakta durur ve sonra oturarak namazı bitirir. Öyle ki, yalnız iftitah tekbirini ayakta almaya gücü yeten kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar; başka türlü yapamaz.
Bir hasta ayakta durmaya gücü yettiği halde rüku ve secdeye veya yalnız secde etmeye gücü yetmezse, namazını ayakta kılması gerekmez. Oturup imâ (işaret) ile namaz kılar, faziletli olan budur. Fakat İmam Züfer ile üç imama göre, namazını ayakta imâ ile kılması gerekir. İmâ´dan maksad, namazda başı aşağıya doğru eğerek rüku ve secde için yapılan işarettir. Ancak secde için yapılan eğilme hareketi, rüku için yapılandan daha aşağı olması gerekir.
Ayakta namaz kıldığı takdirde Kur´an okumaktan aciz kalacak olan bir kimse, namazını oturup kıraetle kılar. Ayakta bir miktar okumaya gücü yeten kimse, gücü yettiği kadar ayakta okur, geri kalan kısmı oturarak okur.
Rüku ve secde ile namaz kıldığı takdirde yarasından kan akacak kimse namazını ayakta veya oturarak imâ ile kılar. Ayakta namaz kıldığı takdirde idrarını tutamayacak olan kimse de, namazını oturarak rüku ve secde ile kılar.
Tek başına namaz kılınca kıyama gücü yettiği halde, cemaatla kıldığı zaman buna gücü yetmeyen kimse, ayakta namaza başlar, sonra oturur. Gücü varsa rüku için yine ayağa kalkar ve rüku eder; fakat namazı tekrar kılması gerekmez.
Oturduğu halde de, rüku ve secde etmeye gücü yetmeyen kimse, başı ile imâ ederek rüku ve secdesini yapar. Secde için, rükudan ziyade başını eğer. Üzerine secde etmek için yastık gibi bir şey temin etmesi uygun değildir. Bununla beraber böyle bir şey üzerine başını koyarak secde etmesi de caizdir. Bu durumda secde yerinin sertliğini duyarsa, namazını rüku ve secde ile kılmış sayılır, duymazsa ima ile kılmış olur.
Oturarak da namazını kılamayan kimse, arkası üzerine yatar ve ayaklarını kıble yönüne doğru uzatır. Sonra rüku ve secde için ima ederek namazını kılar. Başı ile ima edebilmesi için, omuzlarının altına uygun bir şey konur. Böyle bir hasta, yüzü kıbleye yönelmiş olarak sağ yanı üzerine yatıp imâ ile rüku ve secde yapsa, namazı yine caiz olur. Fakat gücü varsa, arkası üzerine yatması daha faziletlidir.
Oturarak namaz kılabilecek bir hasta, gücü varsa teşehhüdde oturulduğu gibi oturur ve böylece namazını tamamlar. Buna gücü yoksa, kolayına geldiği şekilde oturur.
Bir hasta başı ile imâ etmeye gücü yetmese, namazını sonraya bırakır; kalbi ile, kaş ve gözleri ile imâ etmez. Bu hüküm İmam Azam´a göredir. İmam Ebû Yusuf´a göre, bu durumda kalbi ile imada bulunmazsa da, göz ve kaşları ile imâ eder. İmam Züfer ile İmam Şafiî´ye göre, kalbi ile de imada bulunur.
Diğer bir rivayete göre, böyle bir hastanın acziyet hali bir gün ve bir geceden fazla devam ederse, bu zamanla ilgili namazları büsbütün kendisinden düşer. Aklı başında olsa da hüküm budur.
Bir kimsenin baygınlığı bir gün ile bir geceden az devam ederse, bu arada geçen namazlarını kaza eder. Fakat bundan çok devam ederse, namazları üzerinden düşer. Bu azlık ve çokluk İmam Azam´a göre saat itibariyledir. İmam Muhammed´e göre ise, geçen namazların vakitleri itibariyledir. Bunun için İmam Muhammed´e göre, geçmiş olan namazlar beşten fazla ise düşerler; değilse düşmezler. Bu görüş daha sahih görülmektedir.
Sonuç
Namaz, tam bir özür bulunmadıkça asla terk edilemez ve geciktirilemez. Aksi halde Yüce Allah´ın azabı çok şiddetlidir, pek korkunçtur. O´nun büyük varlığına sığınırız.
Bir özre dayanmaksızın farz namazlar hayvan üzerinde kılınmaz. Bu hükümde vitir namazı ile cenaze namazı ve yerde okunmuş olan secde âyetinden dolayı yapılacak tilâvet secdesi ve kazası gereken herhangi bir namaz da aynıdır.
İmam Azam´dan bir rivayete göre, sabah namazının sünneti de bir özür bulunmadıkça hayvan üzerinde kılınamaz.
Yürümekte olan bir araba, yürür halde olan hayvan hükmündedir. Onun için bir zaruret bulunmadıkça yürür halde olan araba üzerinde farz ve vacib namazlar kılınamaz. Yerde duran araba ise, yer üzerindeki bir sedir ve bir taht gibidir, üzerinde herhangi bir namaz kılınabilir.
Yüzüp gitmekte olan bir gemi içinde, bir özür olmaksızın bütün namazlar oturularak kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Bu, İmam Azam´a göredir. İki imama göre, baş dönmesi gibi bir özür bulunmadıkça, yürüyen gemi içinde farz namazlar oturularak kılınamaz. Çünkü kıyam (ayakta durmak), bir rükündür, bir özür bulunmadıkça terk edilemez. İmam Azam´a göre ise, gemide baş dönmesi galiptir; galip ise muhakkak hükmündedir.
Deniz kenarında veya ortasında bağlı bulunan bir gemi, eğer çalkalanmamakta ise yer hükmündedir; içinde ayakta olarak namaz kılınabilir. Fakat çalkalanıp durmakta ise, hayvan hükmünde olur; mümkünse içinden çıkıp dışarda namaz kılmak gerekir.
Hareket halinde bulunan bir uçak da yürümekte olan bir gemi gibidir; bunun da yürümesi ve durması yolcunun elinde değildir.
Yürümekte olan deve gibi bir hayvanın üzerindeki Mahmil´in iki gözü, hayvanın sırtı hükmündedir. Fakat durmakta olan bir hayvanın üzerindeki Mahmil´in (içinde insan oturan eğerin) iki gözü altına yere dayanmak için bir ağaç dikildiği takdirde, yer üzerindeki sedir, tahta ve minderlik hükmünde olur.
Hayvan üzerinde namaz kılan kimse, rüku ve secdeyi ima ile yapar; secde için rükudan biraz daha fazla eğilir. Hayvan üzerindeki eğer gibi herhangi bir eşya üzerine başını koyarak secde edilmesi mekruhtur.
Sünnet ve müstahab namazlar, bir özür bulunmaksızın oturularak da kılınabilir. Fakat fazilet ayakta kılınmalarındadır. Bunda alimlerin ittifakı vardır. İmam Azam´a göre, yalnız sabah namazının sünneti bundan müstesnadır; özürsüz oturularak kılınmaz. Yukarıda buna işaret edilmişti. Teravih namazını da özürsüz oturarak kılmak caiz ise de, keraheti vardır.
Bir kimsenin ayakta olarak başladığı nafile bir namazı, yorulacak olsa, bir yere dayanarak veya oturarak kılması caizdir. Böyle bir özür bulunmadıkça, bir yere dayanılmasında veya oturulmasında kerahet vardır.
Bir kimse oturarak kılmaya başladığı nafile bir namazı, kalkıp ayakta tamamlayabilir. Bunda ittifak vardır.
Namazlarda Kıraet
Namazda kıraet: Namaz kılanın kendisi işitebilecek derecede dili ile harfleri belirterek Kur´an-ı Kerim âyetlerinden bir miktar okuması, namazın bir rüknü olarak farzdır. Kendisi duyamayacak kadar bir sesle okuyuş kıraet değildir. Ancak imama uyan kimse bu kıraetten müstesnadır, bu kimse Kur´an okumaz. İleride açıklanacaktır.
Vitir ve nafile namazların bütün rekatlarında, iki rekatlı farzların her iki rekatında kıraet farzdır. Fakat dört rekatlı farz namazlarla üç rekatlı farz namazda, tayin yapılmaksızın yalnız iki rekatlarında kıraet farzdır. Ancak kıraetin ilk iki rekatta yapılması vacib görülmüştür. Bunun için ilk iki rekatta kıraatın kasden terk edilmesi mekruhtur. Yanılarak terk edilmeside sehiv (yanılma) secdesi yapılmasını gerektirir. Farzların diğer rekatlarında Fatiha okunması, sahih kabul edilen görüşe göre vacibdir. Yanılarak fatiha´nın terk edilmesi de sehiv secdesini gerektirir.
Fakat diğer rivayetlere göre, farzların son üçüncü ve dördüncü rekatlarında kıraet caiz olduğu gibi tesbihde bulunmak veya üç tesbih miktarı susmak da caizdir. Ancak Kur´an okumak daha faziletlidir, Fatiha okumakda sünnettir.
Namazda kıraetin farz olan miktarına gelince: İmam Azam´a göre bu farz olan miktar, kıraat farz olan her rekatta, âyet kısa dahi olsa, en az bir âyettir. Bu miktar Kur´an okundu mu, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat iki İmama ve İmam Azam´dan diğer bir rivayete göre, bu miktar üç kısa âyet veya en az üç kısa âyet miktarı olacak kadar uzun bir âyettir. İhtiyata uygun olan da budur.
Bir harften, veya bir kelimeden ibaret olan “Nun” ve “Müdhammetân” âyetlerinin okunması, sahih olan görüşe göre, ittifakla yeterli olmaz. Çünkü bu miktar kıraet sayılmaz.
Bir âyet-i kerimeden başkasını okumaya gücü yetmeyen kimse, o âyet-i kerimeyi İmam Azam´a göre bir rekatta bir defa okur, üç kez okumaz. İki imama göre, üç kez tekrarlar: Fakat üç âyet okumaya gücü yeten kimsenin bir âyeti üç kez tekrarlaması iki İmama göre de caiz değildir.
“Ayetü´l-Kürsi”gibi uzun bir âyetin bir kısmını bir rekatta, diğer kısmını da diğer rekatta okumak, sahih olan görüşe göre, yeterli olur; çünkü bunlar üçer kısa âyete denk olmuş bulunur.
Yanlış okuyuşların hükümleri için “Zelletü´l-Kari” bahsine bakılsın.
Namazlarda Rüku
Namazlarda rüku da bir rükün olduğundan farzdır. Kıraetten sonra eğilerek rükua varılır. Baş ile sırt düz bir doğrultuda bulunur. Eller dizlere kadar uzatılıp dizler kavranır. Ayakta namaz kılan kimsenin rüku için yalnız başını eğmesi kâfi gelmez. Arkasını da eğerek doğru bir çizgi gibi düz bir durum almış bulunur. Bu, tam bir rükudur. Rükua giden kimse böyle bir vaziyet almaz da kıyama daha yakın bir şekilde eğilirse, onun rükuu sahih olmaz. Fakat rüku vaziyetine daha yakın eğilmiş ise, rükuu sahih olur.
Otururken namaz kılan kimse, rükua vardığı zaman alnı dizlerine paralel olacak derecede arkasını eğmelidir.
Rükuda bulunuyor gibi kanbur olan kimsenin rükuu başını biraz eğmekle olur. Kanburluğu rüku sayılmaz.
İmama rüku halinde yetişen kimse, ayakta tekbir alıp ondan sonra rükua gider. Bu tekbiri rükua yakın vaziyette alırsa namazı bozulur, imama uymuş olmaz.
İmam henüz rükuda iken yetişip de ona uyarak rükua varan kimse, o rekatı imamla kılmış sayılır. Fakat bir insan, imam rükuda iken tekbir alıp da, imam rükudan kalktıktan sonra rükua gitse, o rekata yetişmiş sayılmaz, bir rekatı kaçırmış olur. Kaçırdığı rekatı namaz sonunda imam selâm verdikten sonra tek başına kılar.
İmama uyun kimse, imamdan önce rükua varıp daha imam rükua gitmeden başını kaldırırsa, bu rüku yeterli olmaz. Bunu imamın rükuu ile iade etmezse namazı bozulmuş olur.
İmamdan önce rüku veya secdeden başını kaldıran kimse, imama aykırı davranışını, gidermek için hemen rüku veya secdeye döner.
İmama rükuda yetişen kimse iki tekbire muhtaç değildir. Ayakta “Allahü Ekber” deyip hemen rükua gider. Bu bir tekbir ile hem iftitah, hem de rüku tekbirini almış olur. (İmamet bahsine bakılsın.)
Namazlarda Secde
Secde de namazın bir rüknü olduğundan farzdır. Namaz kılan kimse, rükudan sonra secdeye varır. Rükudan doğrulduktan sonra yere kapanarak iki dizi üzerinde ellerine dayanarak alnını ve burnunu (yüzünü) iki eli arasında yere veya yere bitişik bir şey üzerine koyar. Yüce Allah´a tazimde bulunur. Bu şekilde secde, her rekatta ikişer defa arka arkaya yapılır.
Namazda secde için alın yere koyulduğu halde burun yere konmasa, secde yine caiz olur; fakat böyle bir secde özür bulunmayınca mekruhtur. Aksine olarak burun yere konur da alın konmazsa, özür olmadığı takdirde İmam Azam´a göre kerahetle caiz olur. İki imama göre özürsüz böyle bir secde caiz olmaz.
Bir özre dayanarak da olsa, yanak ve çene ile secde yapılmaz. Alın ve burunda secde etmeye engel bir özür bulunursa, imâ ile secde yapılır.
Secdede elleri ve dizleri yere koymak her halde farz değildir, sünnettir. Fakat İmam Züfer, İmam Şafiî ve İmam Ahmed´e göre, farzdır.
İki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konmadıkça secde caiz değildir. Tercih edilen görüş budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere koymak kâfi gelmez.
Secde edilecek yer, ayakların konduğu yerden eğer yarım arşın (on iki parmak) miktarı yükseklikte olursa, secde caiz olur, daha fazla yüksek olursa caiz olmaz.
Kalabalıktan veya başka bir özürden dolayı dizler üzerine secde caizdir. Yine kalabalıktan dolayı aynı namazı kılanların birbiri arkasına secde etmeleri de caizdir.
Bir kimse, başındaki sarığın büklümü üzerine veya elbisesinin fazla kısmı üzerine secde ettiği takdirde, eğer bunlar temiz bir şey üzerine konulmuş olur ve sarığın büklümü de alna bitişik bulunursa secde caiz olur, değilse olmaz. Her halde yerin sertliğini duymak da gerekir. Bu sertliğin duyulmasına engel olacak pamuk ve benzeri bir şey üzerine secde edilemez.
Atılmış yün ve pamuk, saman ve kar gibi bir şey üzerine secde edildiği takdirde, eğer bunların boşlukları kaybolur da sertleşirlerse, üzerlerine secde caiz olur. Fakat bunların içinde yüz kaybolup sertlikleri duyulmazsa ve yüz yere inip kararlaşmazsa secde caiz olmaz.
Çuval içinde bulunan buğday, arpa, pirinç ve darı gibi ürünler üzerine secde yapılabilir. Fakat çuval içinde bulunmayan buğday ve arpa üzerine secde yapılabilirse de, darı gibi kaypak şeyler üzerine secde yapılamaz.
Ufak bir taş üzerine secde edilemez. Fakat alnın çoğu bu taş ile beraber yere değecek olursa caiz olur.
Bir özür olmasa dahi, yere serilmiş olan herhangi temiz bir şey üzerine secde edilebilir. Yerin pis olması zarar vermez, o yerin pis kokusu veya pisliğin rengi gibi bir eseri bulunmamak şartı ile… O kadar var ki, böyle bir şeyin yere serilmesi, ya sıcaktan, ya soğuktan korunmak veya elbiseyi toz topraktan korumak için olmalıdır. Yoksa yalnız alnı topraktan korumak için olursa, kerahet işlenmiş olur.
(İmam Malik´e göre, kilim, keçe, posteki gibi, yer cinsinden olmayan bir şey üzerine secde edilmesi mekruhtur.)
Sıcaktan veya soğuktan korunmak gibi bir özürden dolayı, temizler üzerine konulacak iki el üzerine secde edilebilir.
Üzerinde namaz kılınacak bir sergi, eğer temiz bir elbise ise, yukarı tarafını aşağıya getirip etekleri üzerine secde etmelidir. Çünkü böyle yapmak, tevazua daha yakındır.
Farz olan rüku ve secde rükünlerinin yerine getirilmiş olması için, rüku ve secde denilebilecek kadar o vaziyetlerde durmak yeterlidir; muhakkak üçer kez tesbih okunacak miktar beklemek farz değildir. Fakat rüku ve secdede sünnet miktarı en az üçer kere tesbih okumaktır. Orta derecesi beş tesbih ve yüksek derecesi de yedişer tesbih okumaktır. Yalniz başina namaz kilan daha çok tesbih yapabilir. Fakat imam olan kimse, cemaatin rızası bulunmadıkça üçten fazla tesbihde bulunmamalıdır; çünkü cemaati usandırmak ve kaçırmak uygun değildir.
Rüku´da tesbih: “Sübhane Rabbiye´l-Azîm”dir. [“Pek büyük olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan beridir, münezzehdir.”]
Secdedeki tesbih de: “Sübhane Rabbiye´l-A´lâ”dır. [“Yüce kudret ve azamet sahibi olan rabbimi bütün noksanlardan tenzih ederim.”]
Her rekatta iki secde yapılır. Bunlardan biri kasden terk edilse namaz bozulur. Yanılarak terk edilirse, namazdan sonra hatıra gelse bile, namaza aykırı bir iş yapılmamışsa hatırlandığı anda secdeye varılır ve ondan sonra son oturuş iade edilir ve sehiv secdesi yapılır. Sehiv secdesi bahsine bakabilirsiniz!
Secde, namazın en büyük bir rüknüdür. Secde, yüce Allah´a gösterilen tevazu ve tazimatın en mükümmel alâmetidir. Bir hadis-i şerifde: “Kulun, Rabbına en yakın olduğu hal, secdeye varmış olduğu haldir. Artık secdede duayi çokça yapınız,” buyurulmuştur. Çünkü secde hali, en ziyade küçülme ve teslimiyet hali olduğundan orada duanın kabulü umulur.
Secdesiz bir namaz, namaz değildir. Mabudumuzun manevî huzurunda yerlere kapanarak saygısını arzetmek istemeyen bir insan, kulluk görevini terk etmiş, Yüce Allah´ın rahmetine kavuşma şerefinden yoksun kalmış olur.
Namazlarda Son Oturuş
Namazların sonunda teşehhüd miktarı oturmak da, namazin bir farzı ve bir rüknüdür. Buna Ka´de-i Ahire (son oturuş) denir. İki rekatli namazlarda olan tek oturuşa da ka´de-i ahire denir. Sabah namazında olduğu gibi. Teşehhüd miktarından maksad, “Tahiyyat´i” okuyacak kadar zamandır.
Anlamı: “Bütün dualar ve övgüler (veya bütün mülkler), bedenî ve malî ibadetler Yüce Allah´a mahsustur, bunlara başkaları hak kazanamaz. Selâm da, Yüce Allah´ın rahmet ve bereketleri de, ey, şanlı peygamher, sana aittir. Selâm hem bizlere, hem de Yüce Allah´ın salih kullarına olsun. Şehadet ederim ki, (kesinlikle bilirim ki) Yüce Allah´dan başka gerçek mabud yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hazret-i Muhammed, Yüce Allah´ın kuludur ve peygamberidir.
Bir kimse sabah namazının iki rekatını kıldıktan sonra ikinci rekat sonunda oturmaksızın ayağa kalkıp üçüncü rekatın secdesini yapmiş olsa, bu namaz farziyetini yitirir ve nafileye döner. Bu durumda bir rekat daha kılar ve sonunda oturarak selâm verir.
Yine, dört rekatlı bir farz namazın dördüncü rekatında ve akşam namazının üçüncü rekatında oturmayıp da bir rekat daha kılınarak secdeye varılsa, bu namaz da nafileye dönmüş olur. Bu halde kılınan namaz sabah namazı ise, dört rekattan sonra hemen selâm verilir. İkindi gibi dört rekatlı namaz ise, beşinci rekata bir rekat daha ilâve edilip ondan sonra selâm verilir. Sahih olan görüşe göre, bu durumda sehiv secdesi gerekmez.
Bu mesele, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf´a göredir. İmam Muhammed´e göre ise, bu namaz esesan namaz olmaktan çıktığı için nafile de olmaz.
Bir kimse namazın sonunda teşehhüd miktarı oturduktan sonra namazdaki tilâvet secdesini hatırlayarak secdeye varsa, namazı bozulur. Çünkü bu halde son oturuş bulunmamış sayılır. Fakat tilâvet secdesinden sonra tekrar teşehhüd miktarı oturursa, o zaman son oturuş yapılmış demektir
Son oturuşun tamamını uyku içinde geçiren kimse, uyandıktan sonra tekrar bir teşehhüd mikdan oturmazsa namazı bozulur. Çünkü uyku içinde yapılan bir iş, iradeye bağlı olmadığı için geçerli değildir. Bu işin bulunması ile bulunmaması eşittir. Namazda uyku içinde yapılan kıyam, kıraat ve rüku gibi işler de böyledir, geçerli değildir.
Tadil-i Erkâna Riayet
Namazlarda tadil-i erkâna riayet, İmam Ebû Yusuf´a göre, bir rükün olduğundan farzdır. Bundan maksad, namazın kıyam, rüku ve secde gibi her rüknünü sükûnetle yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken her uzuv yatışıp hareket halinden beri bulunmaktır. Örnek: Rükudan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hale gelmeli ve sükûnet bulmalı, en az bir kere: “Sübhanellahi´l-Azîm” diyecek kadar ayakta durup ondan sonra secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böylece bir tesbih miktarı durmalıdır.
Tadil-i Erkân, İmam Azam ile İmam Muhammed´e göre, vacibdir. Bu iki ayrı görüşten birincisine göre, tadil-i erkân yapılmaksızın kılınan bir namazı yeniden kılmak gerekir. İkinci görüşe göre ise, tadil-i erkânı terkden dolayı yalnız sehiv secdesi gerekir. Fakat böyle bir namazı yeniden kılmak daha iyidir. Böylece insan ihtilâftan kurtulmuş olur. Ayrıca kerahetle kılınan namazları da yeniden kılmak vacib görülmüştür.
Namazdan manevî haz duyanlar, namazda tadil-i erkâna riâyet ederler, acele etmekten sakınırlar. Acele etmeyi saygıya ve edebe aykırı görürler.
Hayatın en yararlı ve en kıvmetli saatleri ibadetle geçen zamanlardır. Boş yere veya kısa bir yarar uğrunda zamanlarını harcayan insanların namaz gibi yüksek bir ibadetten, devamlı bir mutluluk yolundan ve İlâhî huzurun zevkinden mahrum olmamak için çalışmamaları pek garip ve acınacak bir hal değil midir
Namazdan Kendi İhtiyarı ile Çıkmak
Namaz kılanın, kendi ihtiyarına bağlı olan bir işle namazdan çıkması da, İmam Azam´a göre bir rükün olduğundan farzdır. Buna Huruç bisun´ihi (Kendi ihtiyarı ile, çıkmak) denir. Fakat iki İmama (İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed´e) göre bu farz değildir. Bu ayrılıktan aşağıdaki iki mesele doğmaktadır:
Bir kimse namazın sonunda teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden namaza aykırı bir iş yapsa, gülse, konuşsa, yiyip içse ittifakla namazı tamam olur. Fakat namaz kılanın ihtiyarına bağlı olmayarak bir abdestsizlik işi meydana gelse, bu durumda iki İmama göre yine namaz tamam olmuş olur. İmam Azam´a göre ise, namaz tamam olmuş sayılmaz; hemen abdest alıp kendi ihtiyarı ile namazdan çıkması gerekir; değilse namazı batıl olur.
Bir kimse son oturuşta teşehhüd miktarı oturduktan sonra, henüz ihtiyarı ile namazdan çıkmadan önce namaz vakti çıksa veya başka bir namaz vakti girse, iki İmama göre onun namazı tamamdır. İmam Azam´a göre bozulmuş olur; Çünkü bu namaza kendi iradesi ile son vermiş değildir. –