Kendilerine Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamberin ve onun eshabının yolunda bulunanlar ve Fırka-i Naciye (Selâmete kavuşanlar) adı verilen müslümanların inançları, şu yukarıdan beri yazdığımız gibidir.
Bilindiği üzere, peygamber efendimiz ile görüşüp ona iman edenlere “Ashab-ı Kiram ve Ashab-ı Güzin” denir. Ashabı görüp de onlardan feyiz alan müslümanlara “Tabiîn” adı verilmiştir.
Ashab-ı güzin ile Tabiîne Selef-i Salihin´ denir. Bunlar ehl-i sünnetin öncüleridir. Bunlar peygamberimizin yolunu gereği üzre izlemişler ve İslâmiyeti her tarafa yaymışlardır. İslâm birliğini ve topluluğunu kuvvetlendirmişlerdir. Din adına uydurmalardan uzak kalmışlardır.
Ehl-i Sünnet´in İtikat (inanç ve iman) ile ilgili konularda yetkili büyük alimleri ve imamları vardır. Bunlardan her biri, Selef-i Salihin dediğimiz Ashâb ve Tabiîn´in yolunda yürümüşlerdir. İslâm âleminde yüz gösteren değişik görüşlere, felsefî nazariyelere karşı gerçeği savunmaya çalışmışlardır. İslâm inancının ne kadar saf ve ne kadar doğru olduğunu genişlemesine incelemiş ve çeşitli delillerle isbatlamışlardır.
İşte bu büyük mücahid alimlerden biri İmam Matüridî, diğeri de İmam Eş´ari´dir.
İmam Ebû Mansur Muhammed Matüridî, hicretin (280) yılında doğmuş ve (333) yılında Semerkand´da vefat etmiştir. Memleketi olan Matürid Buhara ilçelerinden biridir. Kendisi Hanefi mezhebinde idi. Çok kıymetli tefsiri ve başka eserleri vardır. Bizim itikatta (inançta) imamımızdır. Hanefi mezhebinde bulunan müslümanların büyük çoğunluğu inanç ve itikatta bu Ebû Mansur Matüridî´ye bağlıdır.
İmam Ebû´l-Hasan Aliyyü´l- Eş´arî, hicretin (260) yılında Basra´da doğmuş, (324) yılında Bağdad´da vefat etmiştir. Büyük dedesi Ashab-ı Güzin´den Ebû Musa El-Eş´arî´dir.
Ebû´l-Hasan El-Eş´arî Şafiî mezhebine bağlı idi. Ehl-i Sünnet itikatına pek çok hizmet etmiştir. Çok değerli eserleri vardır. Malikîlerle Şafiîlerin hemen hepsi, Hanefilerin bir kısmı ile Hanbelî mezhebinde olan Müslümanların bazı ileri gelenleri itikat konularında Ebû´l-Hasan El-Eş´arî´ye uyarlar.
İmam Matüridî ile İmam Eş´arî arasında esas bakımından ayrılık yoktur. Her ikisi de Ashab ve Tabiîn´in yolunda gitmişlerdir. İkisi de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan bazı konularda ayrı görüşleri vardır. Fakat bunların başlıcaları da, görünüşteki ifade değişikliğinden başka birşey değildir.
Bugün müslümanların büyük çoğunluğu itikat bakımından ya İmam Matüridî´ye veya İmam Eş´arî´ye bağlı bulunmaktadır.
Yüce Allah hepsinden razı olsun, amîn…
“Akıbet takva sahibleri içindir.” (Kasas: 8)
Büyük Müçtehidlerimiz
Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslâm tarihinin ilk asırlarından zamanımıza kadar ibadet ve hukuk meseleleri hususunda dört büyük müçtehidden birine bağlanagelmişlerdir. Bu dört müçtehid şu zatlardır:
İmam-ı Azam Ebû Hanife
Adı Numan´dır. Babasının adı da Sabit´dir. Hicretin 80. yılında Kûfe´de doğmuş ve 150 tarihinde Bağdad´da vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun…
Sabit, İmam Hazret-i Ali´nin hizmetinde bulunmuş ve kendi nesli için onun duasını almıştır.
İmam-ı Azam´ın annesi, babası Sabit öldükten sonra, İmam Caferi Sâdık ile evlenmişti. İmam-ı Azam bu muhterem zatın yanında yetişmişti. Ashab-ı Kiram´dan birkaç zatı görmüş olmak şerefini kazanmıştır.
İmam-ı Azam´a uyanlardan her birine Hanefî veya Hanefiyyü´l Mezheb denir. Biz Türkler ve diğer ırklara bağlı olan birçok müslümanlar bu büyük müçtehidin mezbehine uymuş bulunmaktayız. Onun için âmel bakımından imamımız, İmam-ı Azam´dır.
İmam Ebü Hanife Hazretleri bütün Ehl-i Sünnet tarafından saygı duyulan dört büyük müçtehidin birincisidir. İmam-ı Azam denilince yalnız bu hatıra gelir. İlmi, zekâsı, zühd ve takvası çok yüksekti. İctihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmellik bütün müslümanlar tarafından benimsenmiştir.
İmam-ı Azam´ın yetiştirdiği alimler arasında güçlü müçtehidler vardır; fakat hepsi de esas bakımından hocalarına uymuş, hepsi de Hanefi mezhebinin fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır. Bunların en ünlüleri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer´dir.
İmam Ebû Yusuf un adı, Yakub İbni İbrahim El-Ensarî´dir. Dedesi Sa´d ashab-ı Kiram´dandar. Hicretin 113 yılında Kûfe´de doğmuştur. 182 veya 192 tarihinde Bağdad´da vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun… Harunürreşid´in Kadılar Kadısı (Kadı´l-Kudat´ı) olarak görev yapmıştı.
İmam Muhammed, Hasan Şeybanî´nin oğludur. Babası Şamlıdır. Hicretin 135. yılında Vasıt´da doğmuş olup Kûfe´de yetişmiştir. 189 tarihinde Rey şehrinde vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun.. Din ilimleri üzerinde doksan dokuz kitab yazdığı rivayet ediliyor. El-Mebsut, El-Ziyadat, El-Camiu´s-Sağır, El-Siyeru´l-Kebir, El-Siyeru´l-Sağir adlı kitablar bunlardan bazılarıdır. Bu kitablardaki meselelere “Zahirü´r-Rivaye” denir. Kitablara da “Zahirü´r-Rivaye Kitabları” denir.
Hanefî mezhebinde en geçerli rivayetler de bunlardır. İmam Muhammed, İmam Malik´den ders okumuştur. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed´e İmameyn (İki imam) denir.
İmam Züfer, İsfahan´da ve Basra´da valilik etmiş olan Hüzeyl adında bir zatın oğludur. İmam-ı Azam´ın Züfer´e verdiği değer büyüktü. Hicretin 110 yılında doğmuş ve 158 tarihinde Basra´da vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun…
İlmihalimizin ibadetlere dair kapsadığı meseleler bütüniyle İmam-ı Azam´ın mezhebine göre yazılmıştır. Bununla beraber bazı önemli meselelerde diğer müçtehidlerin mezheblerine de işaret edilmiştir.
Hanefî Mezhebinin ihtilâflı meselelerinde önce İmam-ı Azam´ın sonra İmam Ebû Yusuf´un, sonra İmam Muhammed´in, sonra İmam Züfer´in görüşü ile işlem yapılır. Bu bir esastır. Bunlardan yalnız bazı meseleler ayrı tutulur ki, sırası gelince açıklanacaktır.
İmam Malik İbni Enes
Hicretin 93. yılında Medine-i Münevvere´de doğmuş ve 179 tarihinde Medine´de vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun. İmam Malik, müslümanların haklı olarak kendileriyle övündükleri dört büyük müçtehidin ikincisidir. Çok yüksek bir ilme, üstün bir zekâya, büyük bir zühd ve takvaya sahib idi. Mezhebi önceleri Endülüs´e, bütün Mağrib´e (Fas´a) yayılmıştı. Bugün de Fas, Sudan, Trablusgarb, Cezayir ve Yemen taraflarında benimsenmiş bulunmaktadır.
İmam Muhammed İbni İdris El-Şafî
Hicretin 150. yılında Askalan´da veya Şam beldelerinden Gazze´de doğmuş, 240 tarihinde Mısır´da vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun…
İmam Şafiî soyca Kureyş kabilesindendir. Büyük dedesi Şafiî gençliğinde Resul- i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize kavuşma şerefine ermişti. Onun babası Sabit de, Bedir Savaşı´nda İslâmiyeti kabul etmişti. Saygıdeğer bir sahabî idi.
İmam Şafiî, dört büyük müçtehidin üçüncüsüdür. Büyük bir alimdir. Çok büyük bir tefsir ve hadis alimidir. Tıb ilminde şiir ve edebiyatta da ehliyeti vardı. Mezhebi doğu ve batı yönlerine yayılmıştır.
İmam Ahmet İbni Muhammed İbni Hanbelî
Şeyban kabilesindendir. Aslen Mervez´lidir. Hicretin 164 yılında Bağdad´da doğmuş ve 241 tarihinde yine Bağdad´da vefat etmiştir. Allah´ın rahmeti üzerine olsun.
İmam Ahmed de pek büyük bir alimdir ve dört büyük müçtehidin dördüncüsüdür. Hadîs ilminde üstün bir yetkiye sahibdi. Ezberinde bir milyon hadis-i şerif bulunduğu rivayet edilir. “Müsned” adındaki kitabında otuz bin hadis vardır. Büyük alim Kuhistanî´nin sözüne göre, hadislerin sayısı ellibin yedi yüzdür. Zühd ve takvası, yüksek ahlâkı her türlü övgünün üstünde idi. Mezhebi, Necd ülkesine ve İslâm âleminin diğer bazı yerlerine yayılmıştır.
Bu yetkili dört büyük imamın mezhebleri, kitab, sünnet, ümmetin icmaı ve fukahanın kıyası üzerine kurulmuştur.
Kitab´dan maksad Kur´an-ı Kerim´dir. Sünnet´den maksad, Peygamberimizin mübarek sözleri, yaptığı veya yapıldığını görüp de yasaklamadığı işlerdir. Peygamber Efendimizin evvelce yasaklamadığı bir şeyi görüp de ona karşı susmaları, o şeyin meşru olduğunu gösterir.
Ümmet´in icmaından maksad, bir asırda bulunan bütün müçtehidlerin bir olayın şer´î hükmü hakkında birleşmeleridir. Peygamber efendimiz: “Ümmetim (sapıklık) üzerinde toplanmaz,” buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte de: “Müslümanların güzel gördüğü bir şey, Allah yanında da güzeldir,” buyurulmuştur. Onun için müslümanların din varlıklarını temsil eden bütün müçtehidlerin bir mesele üzerinde aynı görüş ve fikirde bulunmaları, o meselede şer´an geçerli bir delil, bir hüccettir.
Kıyas-ı Fukahaya gelince: Bundan maksad da, bir olayın kitab, sünnet veya icma-i ümmet ile sabit olan hükmünü, aynı illet ve sebebe, aynı hikmete bağlayarak o olayın tam benzerinde de göstermekten ibarettir. Bu ikinci olay üzerinde varılan hüküm de güzel düşünülünce, anlaşılır ki, yine hüküm, kitab, sünnet ve icma-i ümmet ile sabit olmuştur. Müçtehid yaptığı kıyas ile bu hükmü yeniden meydana çıkarmış oluyor.
Kıyas-ı Fuhaka, bir içtihad meselesidir. Bunun meşru ve makbul olması şeriatça sabittir.
“Ey akıl ve düşünce sahibleri! İbret alınız” (Haşr: 2) meâlindeki Kur´an emri buna delildir. Resul-i Ekrem Efendimiz ümmetinin fıkıh alimleri için böyle bir içtihadı caiz görmüş ve övmüşlerdir.
Bir örnek gösterebiliriz: Peygamberimiz ashab-ı Kiramdan Muaz ibni Cebel´i (radıyallahu anh) kadı tayin etmişti. Peygamberimiz ona: “Ey Muaz, ne ile hükmedeceksin ” diye sorunca:
– Kitab ile hükmedeceğim, onda bulamazsam sünnet ile hükmedeceğim, onda bulamazsam içtihadımla hükmedeceğim cevabını vermişti.
Peygamber Efendimiz de bu cevap üzerine: “Yüce Allah´a hamd olsun ki, peygamberinin görevlendirdiği elçisini, peygamberinin razı olduğu şeye kavuşturmuştur” buyurarak memnuniyetini açıklamıştı.
Bu bakımdan yetkili âlimlerin kıyas yolu ile içtihad yapmaları da şeriatça pek güzel bulunmaktadır.
Kitab, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha´ya Edille-i Erbaa, Usul-i Erbaa (Dört delil, dört esas) denir. Bütün müçtehidler tüm olarak bu dört delili kabul etmişler ve bütün şer´î hükümleri bu dört delilden birine veya birkaçına dayamışlardır. Artık bu delillerin hepsini kabul etmek de bir vecibedir. Bu deliller, insanların hak ve vazifelerini bildiren İslâm hukukunun gelişmesini sağlayan birer yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dinî hayatı, bu feyizli hikmet ve ihtiyaç kaynağından asla uzak kalamaz.
Yukarıda adlarını yazdığımız dört büyük İmam, müslümanlar için Allah´ın bir rahmetidir. Bunlar dört delilden dinî hükümleri çıkarmışlar ve müslümanlara izleyecekleri yolu göstermişlerdir. Artık bunlardan herhangi birinin mezhebine uyan kimse, hak bir mezhebe bağlanmış, peygamberimizin yolunda bulunmuş demektir.
Bu saygıdeğer büyük müçtehidlerin hepsi de dinî meselelerin esasında birleşmişlerdir. Bu bakımdan aralarında ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım meseleler üzerinde ayrılık göstermişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların çoğu görünüşte olan bir ayrılıktan başka birşey değildir. Çünkü bu meselelerin birçoğunda bu büyük zatlardan biri “Azimet-Takva” yolunu, diğeri de bir “Ruhsat-Müsaade” yolunu seçmiştir. Böylece müminlerin önüne geniş bir rahmet sahası açılmıştır. İşte: “Ümmetim arasında bulunan görüş ayrılıkları bir rahmettir”, hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur.
Düşünelim: Müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara ait ne kadar çok mesele vardır. Bunların hükümlerini Kur´an´dan, Sünnetten ve Ümmetin icmaından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay bir şey değildir. Bu çok büyük bir ilim ve dirayet işidir. İşte bu büyük müçtehidler, yalnız Allah rızası için, müslümanlara gerekli olan bütün meseleleri açıkça bildirmişlerdir. Her asırda milyonlarca müslümana ışık tutmuşlardır. Artık bu büyük zatların müslümanlık âlemine ne büyük hizmetlerde bulunduklarından, ne kadar teşekküre hak kazandıklarından kim şübhe edebilir
Bu kıymetli âlimler, büyük bir ihlâs ve ciddiyetle ve çok güzel bir niyetle içtihad alanında çalıştıkları içindir ki, doğruyu buldukları mes´elelerden dolayı ikişer kat, hata ettikleri meselelerden dolayı da birer kat sevab kazanmışlardır.
Şunu da ekleyelim ki, bu dört müçtehide ait dört mezhebden her birinin bağlıları, kendi mezheblerinin daha doğru, daha isabetli, sünnet ve maslahata daha uygun ve daha elverişli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi seçmelerinin bir manası kalmaz. Bununla beraber diğer mezheblerin kıymetini azaltmak da akıllarından geçmez. Bu dört mezhebin dördüne de saygı duyarlar. Bu saygı Ehl-i Sünnet´in bir alâmetidir.
Bilindiği gibi, İslâm hukukuna ait ilme “Fıkıh” denir. Fıkıh, lûgat anlamında bir şeyi olduğu şekilde tam olarak bilmek ve anlamak demektir. İbadetlere; muamelelere ve cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme de “Fıkıh İlmi” adı verilmiştir. Yazdığımız “İlmihal” bu fıkıh ilminin bir bölümüdür.
Dinî hükümleri ayrıntılı delillerden, yukarıda yazdığımız dört delilden anlayıp çıkarmaya yetkisi olan İslâm alimlerinden her birine “Fakih”, çoğuluna da “Fukaha” denir. Müçtehidler ise, fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.
Dinî hükümleri göstermek ve açıklamak yetkisi, bu ehliyetli Fukaha´ya aittir. Ezberlerinde binlerce Hadîs-i Şerif, binlerce ilmî mesele bulunan nice insaflı âlimler, dinî hükümleri belirlemek hususunda sözü Fukaha´ya bırakmış, bu çok ince ve zor görevi yerine getirmek için kendilerinde yetki görmemişlerdir.
Gerçek şu: Mübarek isimleri ile sayfalanmızı süslediğimiz dört büyük imamdan ve muhterem müçtehidden her birine uyan zatlar arasında öyle derin ve geniş muhtelif ilimlere sahib kudretli âlimler vardır ki, her biri üstün ilim ve irfana sahib iken, içtihad yapmaya cesaret göstermemiş, bu imamdan birine uymayı şeref kabul etmiştir.
Artık dar bilgili kimselerin kendilerinde böyle bir yetki görmeye nasıl hakları olabilir
Kabûl etmeliyiz ki, dinî meselelerle ilgili olayların hükümlerini öteden beri herkes tararafından kabul edilen bu büyük müçtehidlerden öğrenmek zorundayız. İctihad gücünde olmayan kimselerin dinî konular üzerinde, müçtehidlerin mezhebine aykırı olarak, kendi anlayışlarına göre hüküm vermeleri, kendi düşüncelerine göre cevab vermeleri, Allah katında çok büyük bir sorumluluğa sebeb olur. Bu şekilde bir kimse vereceği cevabda doğru olsa bile, bilmeksizin cevab vermiş olacağından yine sorumluluktan kurtulamaz. Bu konuda bir hadis-i şerifin meali şöyle: “Sizin ateşe atılmaya en cesaretliniz, fetvaya (dinî meselelere) cevab vermeye en çok cesaret göstereninizdir.”
Bir düşünelim: Bir kimse tababet, metametik veya astronomi ilmine dair bilgisi olmadığı halde; bunlar üzerinde söz söylemeye ve yazı yazmaya cesaret edemez. Cesaret edecek olursa, büyük hatalara düşmüş ve kendini çok düşük düşürmüş olur. Artık bu ilimlerden çok daha önemli ve geniş olan, üstelik sorumluluğu büyük olan dinî ilimler üzerinde yeterince bilgisi olmayanların söz söylemeye ve cevab vermeye cesaret göstermeleri nasıl doğru olabilir Böyle bir cesaret, büyük sorumlulukları gerektirmez mi Bunun benzeri, insanların yapmış oldukları kanun maddelerini bilmeyen kimselerin bu maddeler konusunda gelişi güzel söz söylemeleri, bunların nelerden ibaret olduğunu ve nasıl uygulanacağını açıklamaya kalkışmaları asla doğru görülmez. O halde Allah kanunu olan yüce dinin yüksek hükümleri hakkında yeterli bilgi sahibi olmayanların söz söyleyip cevab vermeye kalkışmaları nasıl doğru olabilir İnsan bunun manevî sorumluluğunu düşünüp titremelidir. Maddî çıkarlar, hiç bir zaman manevî sorumlulukları karşılayamaz.
Eğer din konusunda herkes, müslümanlar tarafından kabul edilen muhterem bir müçtehide uymaz da kendi düşüncesine göre söz söyleyecek olursa, hak dinin yüce aslını kaybetmiş ve büyük bir sapıklık içine düşmüş olur. Nitekim böyle karanlık bir durum, geçmiş ümmetlerden bir çoğunun başına gelmiştir. Bu sebebden dolayı, müslümanlar böyle bir sapıklığa düşmemek için, öteden beri bu dört büyük müçtehidden birine uymuşlar ve onu yol gösterici kabul etmişlerdir. Bu sayede de manevî sorumluluktan kurtulmak çaresini elde etmişlerdir.
Sonuç
Bu dört müçtehidin büyüklüğü üzerinde ve onların mezheblerinin hak olduğunda müslümanlar çoğunluğunun birliği vardır. Bu dört mezhebden başkasına uyulmaması konusunda da yine bütün müslümanların sanki bir birlik anlaşmaları olmuştur. Çünkü bu dört mezhebi kuran dört müçtehidden her biri, Hazret-i Peygamberimizin devrine çok yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim ve güzel amellerle vasıflanmışlardı. Üstün bir zekâya sahib olan, eserleri zamanımıza kadar ulaşan ve bütün müslümanların takdirini kazanan kimseler olmuşlardır. Böylece müslümanlar arasında fazla ayrılık kapısı kapanmış, tam yetki sahibi olmayanların içtihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır.
Ara sıra meydana çıkacak bazı mesele ve olayların hükümlerini belirlemek için bu dört müçtehidden birinin uygulamış olduğu esasa ve benimsemiş olduğu usule başvurmak yeterlidir. Bunlara uyarak din ilimlerinde yetki ve faziletleri kabullenilmiş olan kimseler tarafından, bu gibi mesele ve olayların hükümleri çözümlenip belirlenebilir.
Bu saygıdeğer dört müçtehide, Eimme-i Erbaa (Dört İmam) denir. İmam-ı Azam´dan başka üçüne de, Eimme-i Selâse (Üç İmam) denir. Yüce Allah hepsinden razı olsun. Amîn…