İlim elde etmek, her müslüman erkek ve kadın için bir görevdir. Şöyle ki: Her müslümanın yapmakla yükümlü bulunduğu din görevlerini yerine getirmek, hak ile batılı, helal ile haramı ayırmak için yeterince bilgi sahibi olması üzerine farzdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur.
“Her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek bir farzdır.”
Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için ilim öğrenmek de sünnettir, bir ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal ve bir şeref olmak üzere öğrenmek de mübahtır. Başkalarına karşı öğünmek, mücadele edip büyüklenmek için ilim elde etmek ise mekruhtur.
İlim öğrenmek aslında hem ferdler için, hem de cemiyet için gereklidir. Bu bir zarurettir. Böyle zaruret miktarı ilim öğrenmek, bir İslâm toplumunun bütün ferdlerine yönelen bir farzdır. Ancak ilimlerin bir kısmı, her kişi için gerekli olduğundan bu kısmın öğrenilmesi bir farz-ı ayndır. Herkesin öğrenip bilmesi ve onu yapması gerekir.
İlimlerin bir kısmı da, her ferd için değil, cemiyet hayatı için gerekli olduğundan bunun öğrenilmesi de bir farz-ı kifayedir. Tıb, hesab, harb ve teknik ilimleri gibi… Bu ilimleri herkes elde edemez. Bunlarla toplumun bazı kişileri meşgul olabilirler. Bunları bir kısım şahıslar öğrenirse, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat bu ilimlerle, İslâm toplumunu meydana getiren şahısların hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün ferdleri Allah yanında sorumlu olurlar.
İslâm dininde ilmin kıymeti pek büyüktür. İlim bir nurdur, bir hayattır, bir cemiyetin yaşamasına ve yükselmesine sebebdir. Cahillik ise, bir karanlıktır, bir ölüm, bir felâkettir.
Resul-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Lokman Hekîm´in oğluna şöyle bir öğüt vermiş olduğunu buyurmuştur:
“Yavrum! Alimlerin meclisine devam et, hekimlerin sözlerini dinle. Çünkü Yüce Allah yeryüzünü çisinti ile dirilttiği gibi, ölü bir kalbi de şübhesiz hikmet nuru ile diriltir.”
İslâmda her meslek sahibi için, o meslekle ilgili dinî meseleleri bilmek bir farzdır, önemli bir görevdir. Ticaretle uğraşacak kimselerin ticaretle ilgili helal ve haram gibi işleri önce öğrenmeleri gerekir. Böylece yapacakları işlemlerde dine aykırı bir şey bulunmamış olur.
İslâm kadınları, abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili bir kısım meseleleri ya kocaları ve mahremleri aracılığı ile öğrenir veya kocalarının izni ile ara sıra bir ilim meclisine giderek öğrenmeye çalışırlar. Fakat kocalarının rızası olmadıkça bir ilim meclisine çıkıp gidemezler. Ancak bir kadına dinle ilgili bir meseleyi öğretmek gereği yüz gösterirse, bakılır: Eğer kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine bildirirse maksad elde edilmiş olur. Fakat kocası bunu çözemez ve sorup öğrenmekten çekinirse, kadın o meseleyi gidip ehlinden öğrenmek yetkisine sahibdir. Yeter ki o kadın, islâm adabına uygun hareket etmiş olsun.
İlim alanında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasını ortaya çıkarmak için, ilim üzerinde bilgilerin artmasını sağlamak için yapılan karşılıklı görüşmeler ve münazaralar caizdir. Bunlar ibadetten sayılır. Fakat bir müslümanı aşağı düşürmek ve mahcub etmek için, bir mala veya bir rütbeye kavuşmak için yapılacak etkili ve fazla konuşmalar ve tenkidler haramdır, İslâm ahlâkına aykırıdır.
İlim alanında “Mira Mücadele” denilen söz söyleme şekli asla caiz değildir. “Mira” başkasının sözlerinde veya anlamında görülen bir noksandan dolayı hemen ona itiraz edivermektir. Bu itiraz, kendini büyük görmekten ve göstermekten ileri gelir. Onun için söylenilen bir sözü hemen düzeltmeye kalkışmamalıdır. Ancak din yönünden bir yarar varsa, o zaman yumuşaklıkla ve kibarca hareket etmelidir.
Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur.:
“Kul, haklı olduğu halde bile mirâyı (yersiz mücadeleyi) terk etmedikçe, imanın hakîkatını tamamlamış olmaz.”
Hak olan şeyde ısrarla direnmek ve büyüklük taslamak asla caiz değildir. Böyle bir durum, gösterişten, kinden, çekememezlikten ve hırsdan ileri gelir. Bu, insan için pek büyük bir noksanlıktır.
“Kabul edilmeğe en lâyık olan hakdır.”
İslâmda Va´zın ve Öğüt Vermenin Önemi
İslâm dininde va´z etmek ve öğüt vermek pek önemli bir görevdir, bir farz-ı kifayedir. Kürsülerde ve minberlerde insanlara öğüt kasdı ile söylenen sözler (hutbeler) sünnettir. Peygamberimizin yoludur. Din hükümlerine uygun olarak ihtiyaca göre tatlı ifadelerle yapılan konuşmalardan, verilen öğütlerden herkes faydalanır. Bunlar birer uyarmadır. Bu uyarmalar müminler için çok yararlıdır.
Nasihat (öğüt), aslında hayır istemektir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:
“Şübhe yok ki din, Allah için, Allah´ın kitabi ve Peygamberi için, müslümanlarin imamlari için ve hepsi için hayir istemekten, (ögüt vermekten) ibarettir.”
Dogrusu Allah´ın dinine hizmet için çalişmak, başkalarinin hidayete ermelerine, mutluluga kavuşmalarina ve selâmetlerine hizmet için ugraşmak ne büyük bir hayir severliktir, ne yüksek bir harekettir!…
Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
“Yüce Allah´ın bir kimseyi, senin aracılığınla hidayete erdirmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden daha hayırlıdır.”
Nasihat, gerçekten bir hayır işidir, çok sevimli bir hizmettir. Yalnız baş olmak sevgisi ile veya mala ve insanların takdirine kavuşmak maksadıyla yapılan öğütler ve konuşmalar, sahibleri için birer günahtır. İyi niyet bulunmadığı için de, Yüce Allah katında makbul değildir.
Allah rızası için bir hayır olarak yapılan öğütü kabul etmemek, ilmi üstün olan kimsenin hakka bağlı emir ve tavsiyelerine boyun eğmekten kaçınmak ise Temerrüd (İnatçılık) denen kötü bir huydur. Bu da, kıskanmaktan, kendini beğenmekten ve nefsin arzusuna uymaktan ileri gelir.
İslâmda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur´an-ı Kerimde de övülmüşlerdir.
Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı da bir din görevi, bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.
Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoyma görevinin zararsız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbestir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.
Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır:
1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz.
2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse:
“Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz ” azarına muhatab olur.
3) Bütün sözlerinde Yüce Allah´ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.
4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.
5) Sabırlı ve iyi huylu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.
Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.
Mukaddesata Hürmet ve Saygı
Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pâk ve temiz bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler) denir.
Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de “Kuddüs” dür.
Yine, Yüce Allah´ın kitabları, Peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmışlardır. İslâm ibadetleri birer mukaddes görevdir. İslâm mabetleri de mukaddes ve mübarek yerlerdir.
Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.
Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce Allah´ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyrulmuştur:
“Herhangi hayırlı bir işe Bismillâh sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsizdir, güdüktür.”
Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken “Tealâ Celle Celâlühu” gibi bir ifade kullanırız. Allah Tealâ, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya “Rabbimiz Celle Celâlühü Hazretleri” deriz. Bunları söylemek, birer İslâm terbiyesi gereğidir.
Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri anılınca salât ve selâm okuruz. “Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem” deriz. Mübarek isimlerinden birini yazdığımız zaman da “aleyhissalâtü vesselâm, sallallahu aleyhi ve sellem” diye yazar veya okuruz.
Diğer Peygamberlerin mübarek adlarını da “Selâm” ile anarız. “Adem Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm” deriz. İki peygamber anılırsa: “aleyhimesselâm”, ikiden çok olurlarsa, “aleyhimüsselâm” denilir.
Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına oldukları zaman salât ve selâm ile anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle beraber anılınca, salât ve selâm´a katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalâtü vesselâm veya Aleyhisselâm, demeyiz. Yine Allah Tealâ Ashab-ı kirama salât ve selâm buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: “Allah Tealâ, Hazret-i Muhammed´e, onun âl ve ashabına salât ve selâm buyursun.”
Peygamberlerle onlara uyan ashab-ı kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki farka işaret etmek için böyle yapmak, İslâm adabından olarak bütün alimler arasında kabul edilmiştir.
İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında, “radıyallahü anh” deriz. Bunlardan iki kişi için, “radıyallahü anhüma” ve ikiden çok kimseler için de, “radıyallahü anhüm” deriz.
Diğer alimler için, “rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahmetullahi aleyhim” denilir.
Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: “Kaddesallahü Esrarehü, esrarehüma, esrarehüm” denilebilir. Bütün bunlar, İslâm adâbı gereğidir.
Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı sözler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz ve asla caiz olmaz.
Kur´an-ı Kerimi okumaya “Eûzü çekerek ve Besmele okuyarak” başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.
Bir Kur´an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur´an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.
Kur´an- Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile, açıkca okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkca okunması mekruhtur.
Dışarda bulunup okunan Kur´an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikâre Kur´an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur´an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.
Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur´an-ı Kerim´in yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur´an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.
Kur´an-ı Kerim´i, Hacer-i Esved´i, Kâbe´nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna “Diyanet öpmesi” denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de “Tahiyye öpmesi” denir.
(İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mübah veya hasen olan bir bid´attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mübah görülebilir.)
Kur´an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında (yüzüğün taşında) Kur´andan bir şey yazılı yüzüğü elinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helâya (tuvalete) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helâya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.
Bir Kur´an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur´anı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur´an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.
Kur´andan başka diğer din kitabları eskiyince hemen gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitabların kâğıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olamaz.
Yine, içlerinde Yüce Allah´ın veya Resul-ü Ekrem´in isimleri yazılı kağıt parçalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur.
Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir. Bir cami veya mescide hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.
(Mescidlere ait hükümler bölümüne bakılsın!..)
Kur´an-ı Kerim´e, din ve imana, Peygamberlerden herhangi birine Peygamberin bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslâm mabedine -Allah Korusun- sövmek, hakarette bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip hiçe saymak küfürdür dilemek ve böylece imanı ve nikâhı tazelemek icab eder.
Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir; aklın gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından tevbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.
İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edeceği ölçüde) tazir cezasını ve tevbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur´an yeridir. Onun ağzına sövülen, Kur´ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikâhını tazelemesi gerekir.
Kur´an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek temiz olmayan bir yere atmak, Kur´an-ı Kerim âyetlerini ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfrü gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak gerekir.
Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din alimlerince (müçtehidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müçtehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin cevazına inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
“Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini yaparlar” diye bir inanca sahib olmak da küfrü gerektirir.
Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılıktan ibaret midir Üç İmama göre, sihrin gerçek bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah´ın dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmam Azam´dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikatı vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşiti sadece bir sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.
Sihir yapanların tevbeleri, bazı müçtehidlere göre kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lâzımdır. Çünkü bu bir zındıklıktır.
Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler çıkarmak, “Remil” atmak da haramdır. İslâm dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşünen insanlara asla yakışmaz.
Din ve Muamelâtta Sözleri Kabul Edilecek ve Edilmeyecekler
Sadece dinle ilgili Allah´la kul arasındaki bir ibadet işinde adaletli olan kimselerin sözleri kabul edilir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri kabul edilmez. Bir suyun temiz olmadığını adalet sahibi bir müslüman haber verir de, başka su bulunmazsa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fasık veya ne olduğu bilinmeyen veya gayr-i müslim bir kimse haber verirse, araştırma yapmak gerekir. O suyun gerçekten temiz olup olmadığı araştırılır. Sonunda kuvvetli görüşe göre işlem yapılır. Şöyle ki: Eğer bu haber veren kimsenin doğru söylediğine kuvvetli bir zan hasıl olmuşsa, yalnız teyemmüm yapılır. Yalan söylediği hakkında kuvvetli zan varsa, o su ile abdest alınır ve ihtiyat olarak da teyemmüm edilir.
Bir suyun temiz olduğunu bir adil müslüman ve temiz olmadığını, diğer adil bir müslüman haber verse, bu suyun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bulunan bir hayvanın boğazlanmış olduğunu bir adil ve boğazlanmamış olduğunu da diğer bir adil şahıs haber verse, burada en kuvvetli olan kanaata göre işlem yapılır.
Bir gayr-i müslimin ihtida ettiğini (İslâmı kabul ettiğini) bir müslüman haber verse, onun üzerine cenaze namazı kılınması caiz olur.
Alım-satım ve benzeri muamelelere gelince, bunlarda adalet şart değildir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri de bu işlerde kabul edilir. Hatta bunların bu muameleler içinde saklı helal ve harama ait sözleri de geçerlidir.
Misal: Bir gayr-i müslim, yanında bulunan bir et hakkında: “Ben bunu bir müslümandan veya bir kitab ehlinden aldım” dese, o eti bir müslümanın yemesi helal olur. Aksine olarak “bir Mecûsiden aldım” dese, helal olmaz.
Muamelât denilen işler, çok geniş ve çok kapsamlıdır. Onun için bu işlerde gayr-i müslimlerin de sözlerini kabul etmek sosyal bir zarurettir.