Müzemmil, tefe´ul bâbından etken ism-i fail (ortaç) olup aslı “mütezemmil”dir. Tâ harfi zâ harfine çevrilmiştir. “Örtüsüne bürünüp örtünen” demektir ki kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük bir olay karşısında başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye mânâları da olabilir. Nitekim Râgıb, istiare yoluyla, işe pek önem vermeyen, kısa davranan mânâsına kinaye ve taşlama olduğunu söylemiştir.
Tezemmül mastarının üç harfli kökü olan “zeml” kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml ve zemelân; at, davar gibi hayvanların neşe ve cünbüşle bir tür yürüyüşü demektir. Yine zeml, atın terkisine birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına oturan, arkadaş; zümle de çok
yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan “tezemmül” kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba nakledilmiş olabilir. Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının, “elbiseye bürünüp örtünmek” olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen zeml´den türetilerek “yükü yüklenen” mânâsına olduğu söylenmiştir.
“Ey örtünen!” hitabı, ilk önce Hz. Peygamber (s.a.v)´i dikkatli ve uyanık olmaya davettir. Bazıları işin öneminden dolayı bunun “ne yatıyorsun Niye gizleniyorsun Niye zayıf davranıyorsun Kalk” gibi bir tür taşlama ve azarlama biçiminde bir şiddet hitabı olduğunu; bazıları da “gönül okşama” mânâsıyla bir teşvik ve gayrete getirme hitabı olduğunu söylemişler ve böyle olmasının peygamberlik makamına daha uygun olacağını düşünmüşlerdir.
Ebu Hayyân´ın yazdığına göre Süheylî şöyle demiştir: Müzzemmil ismi, Hz. Peygamber (s.a.v)´in öteden beri tanınageldiği isimlerden biri değildir. Müzzemmil ismi, ancak bu hitap sırasında bulunduğu bir durumdan kaynaklanmıştır. Arap, birisine sitem etmeksizin onun gönlünü okşamak istediği zaman bulunduğu durumu anlatan bir kelimeden türemiş isimle seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde uyumuş ve böğrüne toprak yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v) ona: “Kalk ey toprağın babası!” diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını anlatmıştır. İşte hitabında da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma vardır. Bu açıklamanın en sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında müzzemmil isminin daha önce bilinen bir isim olmayıp ancak bu hitap sırasındaki durumunu gösteren bir niteleme ve gönül okşama olduğunu bildirmesidir. Fakat gönül okşama tabirinin görünen anlamına göre, “kalk” emrinin böyle bir lâtifeden sonra söylenmiş olması, bu emrin vücub, yani gereklilik ifade etmesine uygun düşmez.
Bu işin güzel ve hoş görülen bir iş olarak düşünülmesini gerektirir. Bu görüşte olanlar bulunmakla beraber bu anlayış, peygamberlik görevinin başlamasının önemi, “Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.”(Müzzemmil, 73/5) sözünün ağırlığı karşısında hafif görünür. Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)´in zatını peygamberlik makamına yükseltmek üzere “kalk” emrini vermek için gelen bu sesi, başlangıçta şiddetli bir uyarı olarak anlamak, lâtife gibi anlamaktan daha çok yüksek bir edebi anlayışla peygamberliğin şan ve şerefine hürmeti ifade eder.
Peygamberin bu seslenişi duyduğu sırada bulunduğu örtünme hali ne idi Niçin idi Bunun birkaç şekilde yorumu yapılmıştır:
BİRİNCİSİ, Âlimlerin çoğu bunun yukarıda açıklandığı üzere “Beni örtün, beni örtün” diyerek örtünüp yatmış olması hali, bunun sebebinin de Hira mağarasında gördüğü meleğin ve aldığı vahyin şiddetinden duyduğu korku ve heyecan olduğu, bazı rivayette de Kureyş´in Darunnedve´deki sözlerinden duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir. Bu hal içinde Peygamber´in yalnızlığını gidermek ve gönlünü okşamanın tam zamanında yetişen ilâhî bir yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun biraz sonra yapılacak daha yüksek bir uyanışa davetten önce şiddetli bir destek olması her halde daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal içinde Peygamber´in örtündüğü ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani saçaklı bir Acem keçesi olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Hz. Hatice´nin “mırt” tabir edilen büyük bir yün elbisesi, ihramı veya battaniyesi demişlerdir ki, ikisi arasında bir fark olmasa gerektir.
İKİNCİSİ, Katâde demiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) namazı için elbisesine bürünmüştü. Ferrâ ve İbnü Cerir bunu tercih etmişlerdir. Bu durumda, “ey örtüsüne bürünen!” diye yapılan hitap sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi burada “kalk” emrinden önce namaz için bir emir bulunduğu bilinmektedir. Fakat İbnü Cerir, “Hz. Peygamber (s.a.v) geceleri namaz kılardı, işitenler de gelip ona katılmaya başlamışlar, bir cemaat oluşmuştu. Allah´ın Resulü (s.a.v) onların toplanmasını pek uygun görmeyip devam edememelerinden ve bu namazın farz kılınmasından sakınmıştı. “Ey insanlar! Yapabileceğiniz amellere girişin. Siz amelden usanmadıkça yüce Allah sevaptan usanmaz. Amellerin hayırlısı ise devamlı olanıdır” diye nasihat etmişti. Devam edenler devam ediyordu. âyeti indi, farz kılındı.” diye Hz. Aişe´den gelen bir rivayeti kitabına almıştır. Resulullah (s.a.v)´ın Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadet ettiği de sahih kitaplarda rivayet edilmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İkrime, “Müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen “ziml” kökünden türetilen ve “büyük yük, yüklenen” mânâsından mecaz olarak, “Ey Peygamberlik yükünü yüklenen!” demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir mânâdır.
2. Bu üç görüşe göre, bu âyetin inmesinden itibaren Peygamber (s.a.v)´e müzzemmil ismiyle hitapta şu mânâlardan birisinin düşünülmesi gerekir. Birinci mânâ, “Beni örtün, beni örtün” diyen; ikincisi, “ey namaz kılmak, ibadet etmek için giyinip hazırlanan”; üçüncüsü, “ey nebilik ve resullük yükünü yüklenen,” gece kıyam et kalk. Gece kıyam yani kalkış, maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder. Burada sözün devamında “Kur´ân´ı yavaş oku”, “rabbının ismini zikret” ve “Rabbine yönel” gibi sözlerin gelmesinden anlaşıldığına göre, maksat, ibadet için kalkmaktır. Tefsirciler bunun “namaza kalk” demek olduğunu açıklıyorlar ki bunun iki izah şekli vardır. Birisi, “namaza kalk” takdirinde olması; birisi de “kıyam” tabirinin doğrudan doğruya namaz mânâsına olmasıdır. Onun için “kıyam-ı leyl” sözü, “gece namazı”nı ifade etmekte şer´î örf olmuştur. Devamlı ibadet eden kimseye “gece kaim, gündüz saim”, yani “gece namaz kılar, gündüz oruç tutar” denilir. Gece kaim olmak, yatmazdan önce de, uyuyup sonra kalkmak suretiyle de olabilir. İkincisine teheccüd denilir. “Gece kalk” dediğimizde bizim dilimizde uykudan kalkmak anlaşılırsa da “gece kaim ol” sözü her iki mânâya da gelebilir. Burada açık olan budur.
İslâm´da beş vakit namaz farz kılınmazdan önce başlangıçta Peygamber´e bu emirle gece namazı farz kılınmış olup Peygamber (s.a.v) ve ashabının Ramazan´da olduğu gibi her gece uzun uzadıya namaz kıldıkları, sonra bu sûrenin sonunda gelecek olan “Rabbın biliyor ki sen kalkıyorsun..” âyetiyle miktarı değiştirilip hafifletildiği; bazılarının görüşüne göre bundan maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz farz kılındıktan sonra teheccüdün vacipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı, Peygamber (s.a.v) hakkında da “Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir nafile kılmak için uyan.”(İsra, 17/79) emrinin yürürlükte olduğu açıklanıyor.
Bazılarının görüşüne göre ise gece namazının vacip oluşu hiç kaldırılmamış, ancak hafifletilmiştir. Diğer bazıları ise bu ilk “gece kâim ol” emrinin farz için olmayıp mendub olmak suretiyle bir emir olduğu, “yarım” veya “daha az” veya “daha çok” diye miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının bunu gösterdiği ve dolayısıyle teheccüdün ne başta, ne sonda, ne Peygamber (s.a.v)´e, ne de ümmete farz kılınmadığı görüşünü benimsemişlerdir.
3. Birazı müstesna, birazı hariç, yani gecenin birazı dışında kalk. Ne kadar Gecenin yarısı yahut ondan biraz eksilt yarısından az kalk, ama bu eksiltme yarının yarısından, yani gecenin dörtte birinden fazla olmasın,
en aşağı dörtte biri kadar kalk. Çünkü dörtte birinden aşağı eksiltmek, yarısının yarısından az değil, çok olmuş olur.
4. Yahut onu artır yarısından fazla kıl ki bu da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü kadar olabilir.
Burada yarım, eksik ve fazla, gecenin birazının dışında kalan kalkılacak kısmının veya istisna edilen kalkılmayacak olan az kısmının açıklaması olabilir. Gerek müstesna minh gerek müstesna hangi taraftan düşünülürse düşünülsün sonuç aynı olur. Çünkü bir taraf eksilince diğeri ona karşılık aynı oranda artar. Birisi arttıkça diğeri aynı oranda eksilir. Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma muhataba nisbet edilmiş yani ona “artır” ve “eksilt” denilmiş olduğundan “kalkmak” gibi bunların da onun fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak olan istisna edilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini açıklamak olduğunu hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud´un dediği gibi “onun yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş olduğu “müstesna minh olan gece”den bedel olarak kıyam süresinin açıklaması olduğu ortadadır. Veya eksilt ve veya artır fiilleri de kalk emrine bağlanmıştır. Bu suretle istisna edilen birinci de dolayısıyle buna karşılık beyan edilmiş olarak gecenin yarım, üçte bir veya çeyrek veya üçte iki veya üç çeyreğine kadar olan süresini kapsayabilir. Bunun hepsi, müstesna minh olan gecenin tamamından az olmakla beraber bazısında istisna edilen, geri kalandan az olsa da, bazısında eşit veya çok olmuş olur. İstisnalarda, istisna edilip çıkarılanın bütüne eşit olmamak üzere kalandan az veya çok olması caizdir.Fakat istisnanın doğal durumuna göre çıkanın kalandan az olacağı açık olup kurala uygun olan da budur. Bunun aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir. Burada önce genel kurala uygun olmak üzere, “azı hariç” denilerek geceden bir kısmı istisna edilmiştir. Bununla beraber o istisna edilen az´ın geri kalanlara eşit ve ondan çok olabileceği de anlatılmıştır. Bunda başlıca üç incelik vardır:
BİRİNCİSİ, her şeyden önce, istisna edilen şeyin az olması kuralına dikkat çekmek.
İKİNCİSİ, istisna edilen şeyin kural dışı olarak, geri kalana eşit veya ondan çok olması caiz ise de, gece kalkma süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi olacağına işaret.
ÜÇÜNCÜSÜ, uyku ve gaflet içinde geçen süre, nicelik itibarıyla yarısından çok olsa da, kıymet ve nitelik itibarıyla az; zikir ve ibadetle geçen süre, diğerinden az da olsa çok demek olacağına işaret.
İşte bu üç nükteyi göstermek için önce “gecenin azı hariç” denilerek gecenin azı istisna edilmiş, sonra da bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği, bununla beraber her ne olsa az demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu beyan üslubu ile gelmiştir. Bu üç miktardan birini seçme arasında serbest bırakma, durumun gereğine veya gecelerin uzun ve kısa olması takdirlerine göre en uygununu seçmek için demek olur. Bunlar içinde çeyreğe kadar azı kesin, dolayısıyla farz, fazlası nafilelik ifade eder. O suretle kalk “Ve Kur´ân´ı yavaş yavaş oku.”
TERTÎL, bir şeyi güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık, hakkını vererek açıklamaktır. Aralarında çok değil, biraz açıklık bulunmakla beraber gayet güzel bir düzgünlükte görülen ön dişlere derler. Sözü de öyle tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel sıralama ve ifadeyle söylemeye de “tertîl-i kelâm” derler. Kur´ân´ın tertili de böyle her harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura doyura vererek okunmasıdır. Burada emrinden sonra mastarıyla vurgu yapılması da bu tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir. Bir söz aslında ne kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca güzelliği kalmaz. Güzel okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat ederler. Sözün tertîl ile güzel söylenmesi ve okunması ise sade ses güzelliği ile gelişi güzel eze büze şarkı gibi okumak, saz teli gibi sade ses üzerinde yürümek kabilinden bir musıkî işi değildir. Kelimelerin dizilişinin mânâ ile uyum sağlaması ve dilin fesahat ve belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve manevî bir uygunlukla, yerine göre şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine göre uzun, yerine göre kısa okuma, yerine göre ğunne, yerine göre izhar, yerine göre ihfa, yerine göre iklâb, yerine göre vasıl, yerine göre sekit veya vakıf; kısacası bütün maksat, mânâyı duymak ve mümkün olduğu kadar duyurmak olmak üzere tecvid ile okuma işidir. Bunun için Kur´ân okurken tertîl ve tecvid gerekir. Tecvid de, kaf çatlatmak derdiyle, çatlatmaktaki mânâyı kaybetmek değildir.
Tecvid ve Kırâet ilmi kitaplarında Kur´ân kırâeti üç mertebe üzerine sınıflandırılmıştır: Bunlar tahkîk, tedvir ve hadr´dır.
Tahkik, munfasıl meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk ile okumaktır.
Tedvir, iki veya üç elif miktarı çekecek şekilde orta halde okumaktır.
Hadr de tabii med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır.
Bir elif iki fetha miktarı demek olduğuna göre, bir harekenin belli olacak şekilde okunuşundaki ilk ses, âhenk süresinin hızlılık ve ağırlığına göre, her kırâetin şifresini teşkil eder. Asım, Hamze, Nafi´den Verş kırâetleri tahkik; İbnü Amir, Kisâi kırâetleri tedvir; diğerleri hadr tarzındadır. Fakat bunların hiçbirinde bir harf veya harekenin hakkı çiğnenecek şekilde okunmak caiz olamayacağı için, asıl mânâsıyla tertil kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri böyle hadr ve tedvir şeklinde kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek olan “Kur´ân´dan size kolay geleni okuyun.” emridir.
Görülüyor ki bu âyette geçen “Kur´ân´ı tertil üzere oku.” sözü, gece kalkmaktan ilk maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur´ân´ı namazda ve namaz dışında okumak, onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını kapsayabilirse de, ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.
Bir de bu âyet, bu sûre indiği sırada Kur´ân´dan daha önce bazı şeylerin inmiş bulunduğunu gösterir. Fakat henüz çok bir şey inmemiş olması nedeniyle, her gece bu kadar uzun süre kalkıp da Kur´ân´ı tertil üzere okumak, bunun sadece bellemek için değil, namaz kılıp ibadet ederek uygulamasını yapmak için okumaya vesile olduğunu gösterir.
5. Bununla beraber bu gece kalkışının ve Kur´ân´ı tertil üzere okumanın asıl maksat olmayıp hazırlık mahiyetinde bir giriş olduğu açıklanmak üzere buyruluyor ki, Çünkü biz sana ağır bir söz indireceğiz. Dayanılması, uygulama ve yerine getirilmesi çok zor olan büyük bir kelâmı üzerine indirip tatbikini ve uygulamasını sana emredeceğiz. Bu söz, ağır yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve savulması ve geri çevrilmesi mümkün olmayan Kur´ân ile Peygamberlik emri, indirilmesi de onun vahyidir. Hz. Peygamber (s.a.v)´e vahiy inerken o kadar ağır ve şidddetli gelirdi ki, derhal yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Aişe demiştir ki: Gayet soğuk bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından ter fışkırıyordu. Aynı şekilde Veda Haccı sırasında Arafat´da “Gadba” adlı devesinin üzerinde iken vahiy gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahy ve onun inişi böyle maddi olarak bile bir ağırlık ve baskı ile geldiği gibi mânâsındaki hükümlerin ve ahlâk kurallarının
icra ve uygulaması da nice zorlukları beraberinde getiren ağırlıkları kapsar. Kur´ân´ı okumak kolay olsa da onunla amel etmek zordur. Sonra, terazide ecri ve mükâfatı da ağırdır.
6. İşte önce gece kalkmak ve Kur´ân okumakla emir, bu cümleden olmak üzere gelecek olan ağır emirlerin uygulanabilmesine imkan ve yetenek kazanmak üzere nefisleri terbiye etmek ve nefsi yenme gayretlerini geliştirip kuvvetlendirmek için hazırlık mahiyetinde çalışmadır. Bunun gündüz yapılmayıp da geceden başlamasının sebep ve hikmeti büyüktür. Çünkü gece nâşiesi yani gece yetişen nefis, veya gece meydana gelen olay veya gece neşesi ve olayı, “Daha baskın, daha samimidir.”
VATI´, lügatte; basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun hale koymak ve uygunluk mânâlarında mastardır. Bir de tümseklikler arasında basık ve engin yere denir.
Ebu Amr ve İbnü Amir kırâetlerinde vav´ın kesri ve ta´nın fethasıyla ve uzatarak okunur. Bununla aynı baptan mastar olan “muvatae”, uygunluk, uyuşma demektir. Yani, gece yapılan amel daha baskın, daha samimi yahut kalp ve vicdana daha uygun demektir. Gece sessizlik ve her şeyden ayrılma zamanı olduğu için, uyanık olanların gözü gönlüne daha uygun ve gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler içinde duyulamıyacak olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten, başkalarının bakısından kurtulmuş olarak ihlaslı davranmaya daha uygun yahut daha keskin, daha dokunaklıdır.
Ve deyişce, söyleyiş ve anlayış açısından daha sağlamdır. Söz daha iyi söylenir ve duyulur, gürültüler kesilmiş bulunacağı için okuma ve düşünme, inceleme ve zikir, söylenen ve dinlenen söz daha sağlam olur.
7. Çünkü senin için gündüzün uzun bir yüzüş var. Burada sebh, yani yüzmek iki şekilde tefsir edilmiştir:
BİRİSİ, Gündüzün yer yüzünde hareket; insanı meşgul edecek, okumaya ve ibadete engel işler vardır. Bunların arasında, geceki huzur ve neşe bulunmaz demektir.
İKİNCİSİ de diğer ihtiyaçlarını ve önemli işlerini görecek uygun bir zaman vardır, demek olur.
ÜÇÜNCÜ bir mânâ da, kalkmakla emrolunduğun bu gecenin bir gündüzü gelecektir ki sen o zaman uzun bir paklığa ve temizliğe ereceksin mânâsında gelecek için bir müjde olur. “Ve açtığı sıra o sabaha andolsun.”(Müddessir, 74/34)
âyetinde olduğu gibi.
8. İşte bu iç ve dış sebeplerden dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertil ile Kur´ân oku ve Rabbının ismini an. Gece ve gündüz onu an. “Sübhanallah”,”Lâilahe illallah” “Allahû Ekber” demek, Allah´ı ululamak, namaz kılmak, Kur´ân okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi Resulullah (s.a.v)´ın gece ve gündüz bütün saatlerinde meşgul olduğu şeyler buna dahildir. “Tam anlamıyla ona yönel” Kendini her şeyden çekerek Rabbına çekil, samimi bir şekilde onun emir ve itaatı ile meşgul ol. İçinde yüzdüğün dünya meşgale ve maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.
TEBETTÜL, lügatte, kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip Allah´a ibadet ettiği için Hz. Meryem´e “betûl” denilmiştir. Erkeklere karşı istek ve arzu duymayan kadına da betûl denir.
TEBTÎL, iyice ve tamamen kesmek; tebettül ise çalışarak kesilip çekilmektir. Râzi şöyle der: veya buyurulmayıp buyurulması ince bir mânâyı ifade eder. Şöyle ki, asıl maksat, herşeyden kesilip Allah´a dönmektir. Tebtilde ise, Allah´a yönelmek için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir işle meşgul olan kendini tamamen Allah´a vermiş olamaz. Zira Allah´tan başkasıyla meşgul olan, Allah için herşeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat “tebettül”ün yani Allah´a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce “tebtîl” yani kendini her şeyden çekmek gerekir. Nitekim bir âyette, “Uğrumuzda cihat edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz.”(Ankebut, 29/69) buyurulmuştur. Onun için, yüce Allah önce asıl gaye olan “Allah´a yönelme”yi, sonra da onun şartı olan “bu iş için çalışma” yı zikretmiştir.(1)
“Rabbinin ismini zikret ve ona yönel” denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin Rab ismine bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi kesip yüce Allah´ın ilâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki idare şeklini ve tasarrufundaki sırları düşünmeye dalmak; ikinci olarak da işten o işi yapana, hükümden o hükmü verene nefsi teslim etmek mânâsına işarettir.
9. Bu nedenle açıklama yapılarak buyruluyor ki, o senin Rabb´ın bütün doğu ve batının Rabbidir Âlemlerin Rabbidir. Âlemde gerek parlayan gerek sönen her şeyin her hususta Rabbi, yöneticisi, terbiye edicisi, maliki odur. Parlatan o, söndüren de odur. Herkes gerek bilsin gerek bilmesin bütün âlem onun ilâhlığı altındadır. O´ndan başka ilâh yoktur. Tam bir sevgiyle sevilip, gönül verilecek ve ibadet edilecek, emrine boyun eğilecek ondan başka ilâh
yoktur. İbadet edilecek varlık ancak odur. Akılların kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere arzulara hakim olan ancak odur. Başkasından ummak boşunadır. Rablık da onun, ilâhlık da onundur. Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işlerini onun görmesini iste. Şuurlu dileklerin hepsinde onun emir ve hükmü doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne senin kendinin ne de başkalarının arzusuna göre yürüme. Onun her hususta irade ve gücü geçerlidir. Oysa onun hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir. O senin bütün işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek olanların hakkından gelmeye yeter.
İnsanların en önemli işleri asıl olarak sadece iki durumla sınırlandırılmıştır. Birisi Allah ile olan muamelelerin nasıl olacağı, birisi de yaratıklarla olan muamelelerin nasıl olacağıdır. Birinci kısım daha önemli olduğu için sûrenin başından buraya kadar onunla ilgili esaslar açıklandıktan sonra, ikinci kısım için de buyruluyor ki;
10. Onu vekil tut ve başkalarının diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i cemil ile terket, şimdilik hallerine bırak.
HECR-İ CEMİL, kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde onlara uymamakla beraber kötülüklerine karşılık vermeye kalkışmayıp hoşgörü, idare ve güzel ahlâk ile güzel bir muhalefet yapmaktır. Bunun benzeri, “Onun için sen kendilerine aldırma, onlara öğüt ver.”(Nisa, 4/63) “Ve cahillerden yüz çevir.”(A´râf, 7/199) “Onlardan yüz çevir.” (En´âm, 6/68) ve “Bizden yana her bakımdan selamette olunuz. Biz cahillik edenleri aramayız.” (Kasas, 28/55) âyetleridir. Râzi der ki: Bir kısım tefsirciler bu âyetin “savaş” emrinden önce inip sonra savaş emri ile hükmünün kaldırıldığı görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, bunun kabul edilmeye daha çok vesile olan şeyler hususunda Allah´ın iznine tutunmak olduğunu ve bu gibi hususların hükmünün kaldırılamıyacağını söylemişlerdir ki, en sahih olan da budur”
11. Ama onlar kötülüklerinde devam edip gitsinler mi diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek ve bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki, ve bana bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz. Keşşâf´ın açıkladığına göre “na´me”, Fatiha´da geçtiği gibi bolluk ve nimet
içinde yaşama; ni´me, nimet vermek; nu´me ise, sevinç ve neşe mânâsınadır. “Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler” demektir ki, Kureyş´in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi “sen onu bana bırak” demek, “ben onun tamamen hakkından gelirim” demektir. Yani, “sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve acele etme, onlara çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak haklarından gelmeye ve cezalarını vermeye yeterim.”
12. Çünkü bizim yanımızda. Sende olmayan ve başkalarının yanında bulunmayan nice tomruklar görülmedik ağır ağır bukağılar ve son derece salgın bir ateş var.
13. Ve boğaza takılan bir yiyecek, zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza girdi mi ne yutulur, ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz bir azap vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)´in bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.
Hasan Basri bir gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirilmiştir. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, “yemeği kaldırın” dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırana geldi, yine “kaldırın” dedi. Üçüncü akşam yine öyle. Sâbit-i Benânî´ye, Yezid-i Dabbî´ye ve Yahya el-Bekkâ´ya haber verildi, onlar geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.
Razî şöyle der: Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür: Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına bağlanıp kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha evvel elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine geçmesini engelleyen engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara aşırı meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir kimse aradığı şeyi bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç yanmasını gerektirir ki, işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan “cehim” dir. Sonra da o yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu da “taâmen zâ gussa”dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar sebebiyle ilâhî nurun tecellisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan “azaben elima”dır. Razi bunları söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle der: Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat, yalnız bu ruhani
mânâlardır, demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani, hem de ruhanî dört mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine de yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismani mertebelere göre hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya işaret ve delalet sahih olur.
Buna ipucu (karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız maddiliğe mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh ile ilgili bir iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken azap çekmesi tasavvur olunamaz.
14. Bunların ne zaman olacağına gelince, yerin ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip duran dağların erimiş kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada eriyen dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret vardır. (Hâkka Sûresi´ne bkz.)
15. Buraya kadar hitap Peygamber (s.a.v)´e idi. Peygamber´i bu şekilde hazırladıktan sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dahil olmak üzere inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed (s.a.v)´in Peygamber olarak gönderildiğini duyurmak için buyuruluyor ki: Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik. Allah´ın emirlerini size ulaştıracak; üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza şahit olarak inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık edecek. Aynı şekilde biz Firavun´a da bir elçi göndermiştik. O Musa idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.
BİRİSİ, Bakara ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat´ta Hz. Musa´ya hitaben son Peygamber hakkında “Senin gibi bir elçi” diye haber verilmiş olan elçinin bu elçi olduğunu açıklamaktır.
İKİNCİSİ, o vakit Mekke Cumhuriyeti´ni idare eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve zorba olduklarına işarettir.
16. ÜÇÜNCÜSÜ de netice olan şu korkutmayı anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti de biz o Firavun´u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.
17. Firavun´un durumu böyle olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz Yeni
doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız Bu o kadar korkunç, o kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü “gam ve keder saç ağartır” diye bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine, yeni neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.
18. O gün sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek, çocuklar kocalmakla kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, ilâhî emir gelip yeni bir âlem kurulacak. Böyle şey olur mu denilmesin. Allah´ın vaadi yapılagelmiştir.
19. İşte (bu hatırlatmaları, bu uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. O günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için iman, itaat ve güzel amelle Allah´a yaklaşmaya çalışır.
Meâl-i Şerifi
20. Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur´ân´dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah´ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur´ân´dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah´a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah´tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
20. “Senin Rabbin biliyor ki.” Yukarda geçtiği gibi, bu âyetin sonradan inip sûrenin başındaki “gece kalk” emrini hafifletmiş ve değiştirmiş olduğunda ittifak vardır. Ancak yine Mekke´de mi, yoksa sonradan Medine´de mi indiğinde ve hafifletme ve hükmünü kaldırmanın nasıl olduğunu belirlemede ihtilaf edilmiştir.
Hz. Aişe´den bu âyetin “Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk” âyetinden sekiz ay sonra inip baştan fariza gibi yazılmış olan gece kalkışı (namazı)nı farza çevirerek fazlasını kaldırmış ve nafile olarak bırakmış olduğuna dair de bir rivayet vardır. Lakin İbnü Cerir´in yazdığı bu rivayetin dış görünüşüne bakılırsa, bütün sûrenin Medine´de inmiş olması gerekiyor. Oysa sûrenin baş kısmının Mekke´de inmiş olduğunda bir ihtilaf görülmüyor.
İbnü Abbas´tan da şöyle rivayet edilmiştir: “Müzzemmil sûresinin başındaki “azı hariç gece kalkıp ibadet et” emri müminlere çok zor geliyordu. Ramazan ayında olduğu gibi geceyi ibadetle geçiriyorlardı. Sonra bu hafifletildi. Yüce Allah merhamet buyurdu da bundan sonra, “Allah sizin içinizde hastalar, yeryüzünde gezip Allah´ın lütfunu arayan başka kimseler… olacağını bilmiştir.. ondan kolayınıza geleni okuyun.” âyetini indirdi. Allah´a hamd olsun, genişletti de daraltmadı. Bu sûrenin baş tarafının inişi ile sonunun inişi arasında bir sene oldu.”
Katâde´den rivayet edildiğine göre, âyeti indi. İnsanlar bir sene veya iki sene gece ibadeti yaptılar. O derece ki ayakları ve baldırları şişerdi. Nihayet “Kur´ân´dan kolay geleni okuyun.” âyeti indi de insanlar istirahat etti.>
Hasen´den de şöyle rivayet edilmiştir: âyeti inince müslümanlar bir sene gece ibadet ettiler. Kiminin gücü yetti, kiminin yetmedi. Sonra bunun serbest bırakıldığını gösteren âyet indi. Allah´a hamd olsun, farzdan sonra nafile oldu.
Abd b. Humeyd´in Yakub, Ca´fer kanalıyla, Saiyd´den yaptığı rivayette ise yüce Allah Peygamberine âyetini indirdiğinde Peygamber (s.a.v) bu hal üzere on sene kaldı. Gece Allah´ın emrettiği şekilde kalkardı, ashabından bir grup da onunla beraber gece ibadet ederlerdi. Yüce Allah on seneden sonra, “Muhakkak Rabb´ın biliyor” diye başlayan bu âyeti “Ve namazı kılın” bölümüne kadar indirdi. On seneden sonra, bu emri hafifletti.
Bazıları da bu âyetinin Medine´de inmiş olduğu görüşündedirler. Ebu Hayyan buna çoğunluğun görüşü demiş ise de öyle görünmüyor. Deniliyor ki bu âyetin Medine´de indiğini söyleyenler, bu âyette “zekâtı verin” emrinin bulunmasını göz önüne almışlar. “Zekât Medine´de farz kılınmış olduğu için bu âyetin de Medine´de inmiş olması gerekir.” demişlerdir. Buna cevap olarak da, “Medine´de farz kılınan asıl zekât olmayıp, Berae sûresi âyeti gereğince harcanacak yerlerin ve hisselerin belirlenmesi” olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke´de inen sûrelerde de asıl olarak zekâtla ilgili âyetler bulunduğu inkâr edilemez. Bizim kanaatımıza göre bu âyetin Medine´de inmiş olduğunu andıran bir ipucu daha vardır. Bu da, “Diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar.” bölümüdür. Zira bunda Allah yolunda savaşa izin mânâsı vardır. Oysa savaş izninin Medine´de verildiğinde ittifak vardır. Gerçi burada “savaş edin” veya “savaşa izinlisiniz” denilmiyor. “Savaşacaklar” veya “savaş edenler olacak” diye haber veriliyor. Geleceğe ait olsa da, derhal neshedilmenin sebeplerinden sayılması ve açıkça söz konusu edilmesi, savaşa hazırlanmayı sağlama mânâsında bir izne delalet etmiyor da değil. Halbuki bunun dışında Mekke´de inen herhangi bir âyette savaştan açıkça söz edilmemiş olması göz önüne alınırsa, bu âyetin Medine´de inmiş olması, bize bu âyette “zekât verin” bölümünün bulunmasından daha açık görünüyor. Tefsirciler ise bundan söz etmemiş,
yalnız zekât emri dolayısıyle ihtilafı nakletmişlerdir. Bütün bunları düşünüp inceledikten sonra şu kanaat meydana geliyor ki, bu âyetin hepsi değilse bile, en azından bir iki cümlesi Medine´de inmiş olmalıdır. Bununla beraber, hangisi olursa olsun, bu âyet, sûrenin başındaki “gece kalk” emrinin şiddetini, miktarını hafifletmiştir. Beş vakit namaz farz kılındıktan sonra akşam ve yatsı, gece ibadetinin bir parçası olarak kalmış ve teheccüd namazının vacipliği nafileye dönüşmüştür.
Buyuruluyor ki: Gerçekte Rabb´in biliyor ki kuşkusuz sen, gecenin üçte ikisine yakın bir kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun. Demek ki, gece ibadetin en uzun süresi, “veya yarıyı biraz artır” âyetinden anlaşıldığı gibi üçte ikiden biraz eksik; ortası, gecenin yarısı; en azı da “veya yarıdan biraz eksilt” âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir oluyordu. Bu kırâette lâfızları mansub olarak kelimesine bağlanmıştır.
EDNÂ, yakın veya en az demektir. Nâfi, Ebu Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer ve Yakub kırâetlerinde ise, kelimeleri kelimesine bağlanarak şeklinde mecrur okunur. Buna göre mânâ, “sen gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte birinden az kalkıyorsun” demek olur. Bu durumda gece yapılan ibadetin en uzun süresi üçte ikiden az, yarım veya biraz fazla; ortası yarımdan az üçte bir; en azı da üçte birden az, dörtte bir kadardır. Şu halde oniki saatlik bir geceden en az üç veya dört saat; ortası dört veya beş saat; en fazlası da altı veya yedi saat kalkılıyormuş demek olur. Sen de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan bir grup da. Yani ashabından bir cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil, demek ki hepsine farz değildi veya hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü de Allah takdir eder. İkisinin de gerçek miktarını ancak o biçer ve o bilir. O, bütün zamanı bilir.
Başlangıcı olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz onu, o gecenin takdirini sayamazsınız. Bunda iki mânâ vardır. Birisi, her gecenin saatlerini bütün parçalarıyla eşit ve tamamen sayacak şekilde takdir edemezsiniz. Çünkü gece ve gündüz değişir. Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya çıkan kesirleri takdir etmek insanın gücü dışında olup sonsuza kadar gider. Uyku halinde ise ayırma gücü bulunmaz. Bu nedenle bu emri tam olarak yerine getirmek hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla beraber, sen ve bazı ashabın gibi, bunu yapacak olanlarınız da bir tedbir olsun diye fazlasını tutarak zahmet ve sıkıntılar çekersiniz.
“Onu sayamazsınız” fiilinin sonundaki zamirin “takdir” kelimesinin yerini tuttuğu kabul edilerek verilen ve Keşsâf´ın ve birçoklarının tercih ettiği bu mânâ aslında doğru olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait değil bu emir verilirken de böyle olduğu için, buna göre başta verilen emrin pek yerinde olmamış olması gibi yanlış bir düşünce akla getirebilir. Bunun için kelimesinin sonundaki zamiri, Taberi´nin rivayet ettiği gibi “gece ibadet etmek” isminin yerini tutan bir zamir kabul ederek takdir ve saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve pürüzsüzdür: Daha ilerde hepiniz bu gece ibadetini başaramazsınız, baş edemezsiniz. Geceyi, gündüzü, zamanların şu anda ve gelecekte uğrayacağı bütün değişiklikleri takdir eden ve bilen Allah, sizin bu gece ibadetini ileriye doğru hepinizin tamamıyla yerine getirmeye güç yetiremiyeceğinizi, başaramıyacağınızı ezelden bilmiş ve bu şekilde “gece ibadet et” emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici bir süre için olmak üzere ilk olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi, ilerisi için bir hazırlık mahiyetinde vermiş, şimdiye kadar o hazırlık yapılmış, bundan sonra ise işin genişlemesi ve genelleştirilmesi kastedilmiş ve hepinizin bu zor ibadeti hakkıyla yapamıyacağı da Allah katında bilinmiş olduğundan onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi zamanı gelmiştir.> Onun için Allah sizlere ilim ve lütfu ile yeniden baktı. Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisine baş vuranlara, tevbelerini kabul etmek suretiyle tekrar bakıp merhamet buyurduğu gibi, sizlere de yeniden lütuf ve merhametiyle baktı. O zor ibadetin ağırlığını kaldırıp kolaylaştırarak yeniden şu emri verdi: Bundan böyle Kur´ân´dan kolay geleni okuyun. Gece ibadetinden, kırâetten büsbütün vaz geçin değil, asıl “gece kalk” emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine kalkın. Fakat gecenin yarısı veya daha azı veya daha çoğu miktarlarıyla ve uzun uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, “Kur´ân” ve “kırâet” denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun, o kadar gece ibadeti yapın.
Burada zikredilmesi gereken üç mesele vardır:
BİRİNCİSİ, Kırâet. Bunda iki görüş vardır. Tefsircilerden birçoğu demişlerdir ki, “gece kalk” emrine tam olarak uygun düşebilmesi için burada kırâetten maksat namazdır. Kırâet namazın rükünlerinden olduğu için, namazın bir bölümü zikredilip tamamı kastedilmiştir. Nitekim kıyam, rüku ve
sücuddan herbiriyle de böyle namazın tamamı anlatılmış olur. Buna göre mânâ, “gece namazından kolayınıza geldiği kadar kılın” demektir. Namaz mânâsı kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki zor olan gece kıyamı kaldırılmış, onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna akşam ve yatsı namazları diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü kaldırılarak nafile yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler olmuştur. Gerçekte bu kırâette namaz veya kıyam kaydı gözetilmediği surette “gecenin birazı hariç olmak üzere kalk” emrindeki zorluğun “Kur´ân´dan kolay geleni okumak”la hafifletilmiş veya kaldırılmış olması gerekmez. Olsa olsa bu emir yalnız “Kur´ân´ı yavaş yavaş, güzel güzel oku” emrine karşılık olmuş olur. Oysa bu âyetin devamı, zorluğun hafifletilmesi içindir. Âyette geçen “kolay geleni” ibaresi de bunu gösterir. Mecaza götüren şey ve karine (ipucu) de bu demek olur. Ancak bu durumda “Kur´ân” isminin de “Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsrâ, 17/78) âyetinde olduğu gibi kırâet mânâsına mastar olarak “namaz”dan mecaz olması ve okumanın kolaylığının da daha sonra değil, erkânından bulunduğu namazın kolaylığı dolayısıyle düşünülmesi gerekir. Bunlar ise görünen mânânın pek aksinedir. Bunun için hem Kur´ân ve kırâetin hakikat mânâsının korunması, hem de namaz mânâsının gözetilmesi için “gece kalk” âyetinde “namaza kalk” takdirinde namaza kalkmak mânâsı ile söz konusu edilen kıyamı “fâ” harflerinin bir sıralama ifade etmesi karinesinden yararlanarak burada da okumaya kayıt olarak düşünmek yeterlidir ki, mânâ: yani, “namazda Kur´ân”dan kolayınıza geleni okuyun”, o kadarı yeterlidir, demek olur ve hafifletme, sözün mânâsından anlaşılmış olur.
Diğer bazı tefsirciler ise, okuyun emri, gece namazla değil, Kur´ân´ın kendisini okumakla ilgili emirdir. Dolayısıyla her gece en az elli âyet okumalı” demişlerdir.
İKİNCİSİ, emrin görünen mânâsı yine vücub yani gereklilik içindir. Yani gece ibadet ve okuma yine farz, ancak önceki gibi sayılamayacak şekilde çok olmak şart değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu şekilde bunun da hükmünün kaldırılması, ikinci “okuyun” ve “namazı kılın” emirleriyle gerçekleşmiş olur. Maksat yalnız Kur´ân okumak olduğuna göre de, her gece biraz Kur´ân okumak bu şekilde farz olmuş olur. Bu ise namazda olabileceği gibi, namaz dışında da olabilir. Fakat bazı tefsirciler, “kolaya gelen” sözünden, bunu kişinin isteğine bırakmak mânâsı anlaşılacağına dayanarak bu
emrin nafile için veya mübah olmak için olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu Hayyan buna “çoğunluğun görüşü” demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, “Kur´ân´dan kolay gelen.” Kur´ân´dan kolay gelen ne kadar olabilir Mutlak mânâda düşünülmesi durumunda güç dahilinde olarak yormayacak, zahmet vermeyecek kadar demek olacağından bu ise kişilerin ve durumun şartlarına göre değişebileceğinden, âyetin görünen mânâsına göre bu miktarın ne olacağı belirlenemez. Bununla beraber bunu mutlak şekilde okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve atalarımızın alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak “en az elli âyet olmalıdır” demişlerdir. Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek zaruri olduğu için namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne kadar olacağı hususunda İmam-ı Azam Ebu Hanife´den üç rivayet vardır: 1. En az, kısa bir âyet olmalıdır. 2. Kur´ân ismi verilecek ve bir insan sözüne benzemeyecek kadar olmalıdır. 3. En az üç kısa âyet veya bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü en kısa sûre, üç kısa âyetten meydana gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed´in de görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam Mâlik ve İmam Şâfii: “En az Fatiha okumak farzdır. Zira “Fatihasız namaz yoktur.” hadisi bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın arasını ayırarak bu hadis ile namazda Fatiha´yı okumanın vacip olduğu sabit ise de “Kur´ân´dan kolay gelen” âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak olduğu ve dolayısıyla kasten Fatiha´nın terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması gerekirse de unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi yapılmaması halinde vakit geçmiş ise o namazı tekrar kılmanın vacip olmayıp müstehab olacağı görüşüne varmıştır.
Burada bir de şuna dikkat etmek gerekir ki, “Kur´ân´dan” sözünün başındaki ittifakla daha önce geçen ve “şey” mânâsına gelen yı açıklamaktadır. Dolayısıyla “Kur´ân´dan kolay gelen şey” sözü, Kur´ân´dan bir parça mânâsına yorumlanır. Yani bir sûre veya bir ya da birkaç âyet gibi yine “Kur´ân” demek sahih olan bir parça okuyun demektir.
Şimdi bu kolay olmanın ve daha önce yapılması emredilen hükmü kaldırmanın gelecekle ilgili olmak üzere hikmeti açıklanarak buyruluyor ki, Allah, başlangıcı olmayan ilmiyle bildi ki, sizin içinizde hastalar olacak diğer bir takımları da olacak.
Allah´ın lutfettiklerinden bir şey aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, ticaret için şuraya buraya yolculuğa çıkacaklar. Diğer bir takımları da olacak, onlar da Allah yolunda çarpışacaklar, cihat edecekler. Bunlar için ise, yukarıda sözü edilen gece ibadeti imkânsız olacak, bu emri yerine getiremiyecekler.
Burada Allah´ın lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki “Şuab-ı İman” da ve daha başkaları Hz. Ömer (r.a)´in: “Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah´ın lütfundan bir şey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir.” dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. İbnü Merduye´nin İbnü Mes´ud´dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): “Her kim müslüman şehirlerden birine bir yiyecek getirir de onu günün fiyatıyla satarsa, kesinlikle Allah yanında onun bir mevkii olur.” buyurmuş, sonra da şunu okumuştur:
Kısacası bunlar ve bunlar gibi gözetilmeleri ve çalışmaları gereken bir takım mazeretli kişilerin gece ibadetini başaramıyacaklarını Allah bildiği için bundan böyle, ondan, yani Kur´ân´dan kolay geleni okuyun ve sade farz olan vakit namazını kılın ve zekâtı verin ve Allah´a güzel bir ödünç takdim edin yani ilerde sevabını almak üzere iyi niyetle ve samimiyetle, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. (Bakara, Hadid ve Teğabün sûrelerinde ve diğer sûrelerde geçen benzerlerine bkz.) Çünkü nefisleriniz için önceden her ne hayır yapıp gönderirseniz Allah yanında onu hayır ve mükâfatı daha büyük olarak bulacaksınız, hem de Allah´tan mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. İsteyenleri, bağışlaması ve rahmetiyle arzuladıkları şeye ulaştırır. “Allah´ım! Peygamberlerin efendisi olan Resulüne (s.a.v) indirdiğin Kur´ân hürmetine bizlere ve iman ile bizleri geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret buyur, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. Amin.! –