“Andolsun fecre”. Bu sûrenin başında yemin edilerek bazı şeylere dikkat çekilmiştir. Bunlar âlemdeki değişimleri gösteren ve insanı karanlıktan aydınlığa, kederden sevince götüren ve böylece kendilerinden önce onları var eden yüce yaratıcının Rabliğini duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Bunların belirli ve belirsiz olmalarına, başlarında bulunan “lâm” lardaki ahid veya cins veya istiğrak ihtimalleri itibarıyla kapsam derecelerine ve bunların ne olduğunu belirleme ve yorumlarına dair tefsircilerin birçok söz ve rivayeti vardır.
Fecr, bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı sabahın ilk beyazıdır ki, dilimizde “şafak atması, tan sökmesi” şeklinde ifade edilir. Bunun dikey olarak önceden görünen şekline “yalancı fecir”, yatay olarak görünene de “gerçek fecir” denir. Yalancı fecirle dinen namaz ve oruç hükümlerinin bir ilgisi yoktur. Bu hususlarda gerçek fecre itibar edilir. Buna göre fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa geçmek üzere gülümsediği en neşeli, mutlu bir anıdır. Bu itibarla başındaki “lâm”ı cins olarak alıp “Aydınlanmaya başladığı zaman sabaha andolsun.” (Tekvir, 81/17) âyetinde olduğu gibi fecir cinsine yemin,
kuşkusuz ki mânâlıdır. Birçoklarının görüşü de budur. Bununla beraber bazı sabahların daha çok özellikleri bulunduğunda da kuşku yoktur. Bu itibar ile de başındaki lâmı ahd mânâsına alarak cuma ve bayram gibi mübarek günlerden birinin fecri olarak düşünülebilir. Bu durumda ilk akla gelen Mücahid´den rivayet edildiği üzere, kurban bayramı gününün fecri olmasıdır ki, bu da Zilhicce´nin onuncu günüdür. Birincisi bunu dahi kapsasa da bunda daha çok bir özellik ve kapsamlık ile neşe ve sevince işaret vardır. Şu da buna bir karine (ipucu) gibidir:
2. Ve on geceye yemin olsun. Çünkü her hangi bir kayıt koymadan “on” denilince Zilhicce´nin on günü, yani birinden bayram günü olan onuncu gününe kadar on gün akla geldiğinden “on gece” bu on gece demek olur. Bununla beraber Ramazan´ın son on günü ve Muharrem´in Aşure (onuncu) gününe kadar on´u da sayılı on´lardandır. Bunlar hakkında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren “lâm” getirilmeyip belirsiz olarak denilmesi, belirli bir “on” kastedilmeyip bunların herbirine ve belki de her ayın koyu mehtabından önce gelen ilk on gecesine ihtimalini hissettirebilirse de “Mutlak bir söz şüpheye düşürücü bir mânâ ifade ettiği zaman, ifade ettiği mânâlardan en mükemmeli ne ise ona yorumlanır.” kuralına göre, bunun “lâm”sız kullanılarak ençok bilinen “Zilhicce´nin on günü” şeklinde yorumlanması ilk akla gelen mânâ olduğu gibi, sonundaki tenvinin de sadece belirsizlik için değil bir ululama mânâsı ifade ederek bu gecelerin özel şerefine daha ziyade dikkat çekme mânâsı taşıdığı da açıklanmıştır. Bir de denilebilir ki bu kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce´sinin on günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on´a işaret olmak içindir. Başka bir “on” olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban bayramı olan Zilhicce´nin on gecesi olması da buna daha uygun, ayrıca Kadir gecesini kapsamış olması ihtimali ve sonunda Ramazan bayramı gelmesi itibarıyla Ramazan´ın son on gecesi olması da uygundur. Bu şekilde “on gece” dünya ömrü derecesinde olarak sûrenin sonuna bir “beraat-i istihlâl” mânâsında da olmuş olur.
Bu “on gece”nin Kurban bayramından önceki on gece olduğuna Hakim “sahih” diyerek ve daha başka bir topluluk İbnü Abbas´tan rivayet etmişlerdir. İbnü Zübeyr, Mesruk, Mücahid, ikrime ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur. İmam Ahmed, Nesai ve Hakim sahih diyerek ve Bezzar, İbnü Cerir, İbnü Merduye ve “Şuab”ta Beyhakî Hz. Cabir´den de Resulullah (s.a.v.)
“On gece, Kurban bayramının on gecesidir.” buyurdu, diye merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bundan dolayı İbnü Cerir şöyle demiştir: “Doğru olan görüş, bunların Kurban bayramından önceki on gece olmasıdır. Zira yorumculardan gelen delil bunun üzerine icma etmiştir. Denilmiştir ki, Hz. Musa´nın mikatında “Ve ona on gece daha ilave ettik. Böylece Rabb´inin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.”(A´râf, 7/142) buyurulan on da Zilhicce´nin on gecesidir.”
Bu on gecenin fazileti hakkında hadisler de vardır. Bunlar arasında Ahmed ve Buhârî´nin İbnü Abbas´tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadisi sayabiliriz: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş “on gün”de yapılan işten daha faziletli ve yüce Allah´a daha sevgili olsun. Ashab: ´Ey Allah´ın Resulü! Allah yolunda cihad da mı değil ´ dediler. ´Allah yolunda cihad da değil, buyurdu. Ancak malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad edip de onlardan bir şey ile dönmeyen hariç.” Bununla beraber İbnü Münzir ile İbnü Ebi Hatim İbnü Abbas´tan Ramazan´ın son on gecesi olduğunu da rivayet etmişlerdir. Dahhak´tan da böyle rivayet olunmuştur. Hatta bazıları bunun müttefikun aleyh olduğu görüşünü benimsemiş ve Hz. Aişe´den gelen ve sıhhati üzerinde ittifak edilen bir hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır. Hz. Aişe demiştir ki: On, yani Ramazan´ın son on´u gelince Resulullah kuşağını sıkar, gecesini ihya eder, ailesini de uyarırdı.” Fakat bu hadis burada rivayet edilen “on”u açıklamak için değil, özellikle kadir gecesinin faziletini araştırmadan söz edilirken söylenmiş olması, ayrıca peygamberin sözünü değil de fiilini hikaye etmiş olması nedeniyle tefsir açısından Cabir hadisinin tercihi gerekir. Bununla beraber görülüyor ki âyette de rivayetlerde de ihtimal eksik değildir. “On gece”nin Kurban bayramından önceki on gece olması daha kuvvetli olmakla beraber, ikisini de, hatta Muharrem´in on gecesini de ifade etmesi mümkün ve doğru olabilir. Hangisi olursa olsun, yeminden anlaşılan asıl mânâ, dünya değişimlerinin hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşe
ile rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkatleri çekmektir. Nitekim sûrenin içinde anlatılan konular da bu mânâyı açıklayacaktır.
3. Çifte ve teke yemin olsun. Râzi der ki: “Şef ve vetr, Araplar´ın “tek ve çift” ve genel olarak herkesin “çift ve tek” dediğidir. Yunus şöyle der: Aliye halkı, sayı ifade ederken vetr; öç ve intikam alma mânâsında ise vitr derler. Temim ise her iki mânâda da vitr der.” Bunun izahı şudur: Şef´ ve vetr kelimeleri mastar ve isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine katmak demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar gibi teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine “tire” denilir. İsim olduğu zaman da şef´, çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat namaza şef´ denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir; şefaat ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir cem ve fark ifade eder.
Burada da el-vetr; Hamze, Kisâi, Halefi aşir kırâetlerinde “vav”ın kesresiyle, Aşere´nin geri kalanlarında feth ile okunmuştur. Yunus´un yukarıda geçen görüşüne göre vitir, iki mânâya da gelebilirse de vetr ancak sayıda kullanılır, yani tek veya tekleme mânâsınadır. Buna Kureyş lügati demişlerdir. Alûsî, der ki: Kesre ile “vitr” de okunmuştur. Bu, Temim lügatidir. Çoğunluğun kırâeti feth üzeredir ve bu Kureyş lügatidir. Sahib-i matla´ın açıklamasına göre ise, şef kelimesinin karşılığı olan vetr de, habr ve hibr gibi fetha ve kesre ile okunur. Ama tire, yani kin ve öfke mânâsına gelen “vitr”de nakledilen yalnız kesredir. Bununla beraber Asmaî, bunda da iki lügat nakletmiştir.
İşte çoğunluğun kırâetinin feth ile olduğu, bunun da ancak sayı mânâsına Kureyş lügati bulunduğu için tefsirciler burada kesir kırâetlerini de bu mânâya yorumlayarak intikam mânâsını hiç itibara almamışlar; sayı ile ilgili olan çift-tek mânâları üzerinde yürümüşlerdir ki, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı olarak kullanılmasından açık olan mânâ da budur. Gerçi kesir kırâetinin iki mânâya da ihtimali olması ve “Rabbinin nasıl yaptığını görmedin mi ” ile anlatılan azgın fesatçılar üzerine, “Bu nedenle Rabbin onların üzerine azab kamçısı yağdırdı.” âyeti, ilâhî öfke ve intikamı açıklayıcı olması nedeniyle vetrin bu mânâya yorumlanmasına bir karine (ipucu) olabilirse
de fetih kırâeti buna uygun görülmediği gibi, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı kullanılması da şefaat ve intikam mânâsında meşhur olmadığından bu mânâ gizli bir imadan ibaret kalmış olur.
O halde çift ve tek tabirinden ne anlamak gerekir
Başlarındaki “lâm”lar, cins ifade eden lâm mânâsına alınması halinde, kuşkusuz bu tabir bütün eşyayı kapsar. Çünkü eşya kesinlikle ya çift, ya da tektir. Bu durumda eşyanın hepsine, her şeye yemin edilmiş olur. Bundaki fayda ise, zaman değişimlerinin her şeye yayıldığına dikkatlerini çekerek her şeyin sona ereceğini bir hatırlatmadan ibaret olur. Bu takdirde, “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”(Kasas, 28/88) hükmünce, şef ve vetrden maksadın, Allah´ın zatı dışındaki şeyler olması gerekir.
Bu iki kelimenin başındaki “lâm” ların “ahid” mânâsına alınması halinde ise, çift veya tek olmakla bilinen birçok şeye ihtimali olur. Bundan dolayı tefsirciler burada otuzdan fazla yorum tarzı zikretmişlerdir.
Bunlardan rivayet bakımından en kuvvetli olanlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:
1. Buhârî´de de Mücahid´den rivayet olduğu üzere şef yaratılan herşey; vetr, yüce Allah´tır. Bu surette “Hem her şeyden iki çift yarattık ki öğüt alasınız. O halde hemen Allah´a sığının. Kuşkusuz ben onun tarafından size apaçık bir uyarıcıyım.”(Zâriyât, 51/49-50) âyetlerinin mânâsı olur. “Bütün çiftleri yaratan Allah bütün noksanlıklardan uzaktır.”(Yâsîn, 36/36) Esma-i Hüsna hadisinde de “Allah tektir; teki sever.” veya zıddı vardır ki bunlar bir şef teşkil ederler: Küfür-iman, saadet-bedbahtlık, hidayet-sapıklık, gecegündüz, Gök-yer, deniz-kara, cin-insan, ruh-cisim hep çifttir. Yüce Allah ise ortaksızdır, “Hiçbir benzeri yoktur.”(Şûrâ, 41/11), tektir, birdir, o hiçbir şeye muhtaç değil, herşey ona muhtaçtır.
2. İmam Ahmed ve Tirmizî İmran b. Husayn (r.a.)´dan şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.v.)´a âyetinin mânâsı sorulunca: “Namazdır, çünkü onun bir kısmı çift, bir kısmı tektir.” buyurdu. Tirmizî bunun Katade´den garib hadis olduğunu söylemiştir. Bunu İmran´dan Abd b. Humeyd,
İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Merduye ve İbnü Ebi Hatim de rivayet etmişlerdir. İbnü Ebi Hatim “Sahih” demiştir.
3. İbnü Abbas´tan: Zürare b. Ebi Evfa ve İkrime ve ondan Katade ve Dahhak demişlerdir ki: Şef, Kurban bayramının ilk günü; vetr, arefe günüdür. “Leyal-i aşr” (on gece) hakkında varit olan Cabir hadisine en uygun olan da budur. Yüce Allah ilâhî ilminde bu on gecenin diğer günlere üstünlüğünü ve bu iki günün de bu on geceden geri kalanlarına üstünlüğünü ve daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere bu on geceye ve iki güne yemin etmiştir. Kurban bayramının ilk günü Zilhicce´nin onuncu günü olmakla çift, dokuzuncu arefe günü tektir. Bunlar asıl haccın rükünlerinin eda olunabildiği birinci ve ikinci günlerdir. Arafat´a yetişen hacca yetişmiş olur. Kurban bayramının birinci gününde de tamamlıyabilir. Bir de Kurban bayramı günü tek kalmayarak benzerleri de ona katılır. Sonra iki gün hem Kurban, hem teşrik, dördüncü bir de yalnız teşrik olur. Bu nedenlerle arefeye vitr; Kurban bayramı gününe şef adı verilmiştir. Bu durumda bu âyetler, tek bir düzen içinde hep Kurban bayramı ile ilgili olmuş olacağından hem açıkça bir uygunluk vardır, hem de çok mânâlıdır.
“Keşşâf Haşiyesi”nde Taybî şöyle der: İmran b. Husayn hadisiyle rivayet olunan, “şef ve vetr”den maksadın “namaz” olduğuna dair tefsir Resulullah (s.a.v.)´a kadar vardığı için olan, yani “tercih edilmesi gereken” tefsirdir. Lakin “Bahr”de Ebu Hayyân da der ki: Cabir hadisi isnat bakımından İmran b. Husayn hadisinden daha sahihtir. Bilinen çift ve teklerin birçok olması nedeniyle bu kelimelerin başındaki “lâm”ı cins mânâsına alan diğer bir takım tefsirciler de bu yorumları, “sadece bunlardır” şeklinde yapılmış bir tefsir olarak değil, birkaç yönde yapılmış tefsir kabilinden sayarak Allah´ın birliğini gösterme veya dince fayda, yahut öncesi ve sonrasıyla münasebet açısından açık gördükleri daha birçok şey saymışlar ise de hepsinin esası zikrettiğimiz dört yorumda toplanmaktadır. İbnü Cerir demiştir ki: En doğrusu yüce Allah çifte ve teke yemin etmiş; ne çiftten ne de tekten bir nev´i, ne haber ne de akıl ile tahsis etmemiştir. Her çift ve her tek bu yeminde dahildir. Hasan-ı Basri Hazretleri de çift ve tek her sayıya yemin olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Cabir ve İbnü Abbas rivayetleri üzere, “Aşr”i Zilhicce geceleri ve Arefe ve Kurban bayramı günleriyle tefsir, hem âyetlerin tertip ve düzenine, hem sûrenin mânâsına
göre daha uygun ve ibretlidir. Bunda çift ve tek´in taşıyabileceği mânâların hepsine ima ve işaret bulunmakla beraber âlemde hayattan uhrevi bir bayram ve sevince ermek için “on gece” gibi sınırlı olan beş on günlük ömürde cemaat ve fert olarak ibadet ve nefis mücadelesi gereğine en açık bir misal ile dikkat çekilmiş de oluyor. “Geceler” denilmekle buna işaret olunduğu gibi özellikle şununla da bu mânâ anlatılmış demektir:
4. Ve giderken, (yani geçtiği sırada) geceye yemin olsun. Nitekim Müddessir Sûresi´nde “Döndüğü an o geceye yemin olsun.” (Müddessir, 74/33) buyrulmuştu.
YESR: aslı “yesrî” dir. Fâsıla için “yâ” düşürülerek “râ”nın kesresiyle yetinilmiştir, cezmedilmiş değildir. Onun için Nâfi, Ebu Amr ve Ebu Cafer kırâetlerinde vasledilir (geçilir)ken, İbnü Kesir ve Yakub kırâetlerinde vakf halinde (durulduğunda) ve geçilirken “yâ” ile okunur. İsra gibi gece gitmek mânâsına süra ve sirayet kökünden geniş zamandır. Gecenin gece gitmesi, gece içinde geceyi düşündürür gibi katmerli bir ifadedir. Bu gibi makamda tecrid (soyutlama) âdet olduğundan mücerred (soyut) yürümek mânâsına alınması uygun ise de bunda diğer iki nükte vardır. Birisi, geceden maksat karanlık olduğuna ve karanlığın yok olmaya yüz tuttuğu ana işaret olması, birisi de gecenin bir de gam ve elemle ilgili olduğuna ve o gam ve elemin geçmek üzere bulunduğu ana işaret olmasıdır. Ki bu anlar, sabaha yakın olan mübarek seher vakitleridir. Bu itibarla fecr ve gecenin cins için olması daha kapsamlı olur ise de Bayram sabahı ve sabahı bayram olan gecenin seheri olması daha toplayıcı ve daha güzeldir. Bir takım tefsirciler de bunun Leyle-i cemi´ (akşam ve yatsı namazlarının birleştirilerek yatsı vaktinde kılındığı gece) denilen Müzdelife gecesi olduğunu söylemişlerdir.
5. Bunda, bu yeminlerde (veya bu zikredilen şeylerde) aklı kendisini kötülükten alıkoyacak bir akıl sahibi için büyük bir yemin (veya yemin edilir, and verilir bir şey) var değil mi Elbette var, çünkü bunlar öyle olaylar, öyle şeylerdir ki bir akıl sahibinin bunlara önem vermemesi, bunların feyiz ve bereketlerinden, irşat edici özelliklerinden yararlanmaması, kuvvet almak istememesi ihtimali yoktur. Ancak tam bir akıl sahibi bizzat bu olayların kendilerinde değil, bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden bir Rabb´in var olduğu neticesini çıkararak en büyük yemini bunların Rabb´ine yeminde bulur. Zira “Bilinmelidir ki, kalpler ancak Allah´ı zikirle huzur bulur.”(Ra´d, 13/28). Bütün bu olaylar ve
değişiklikler içinde değişen kalpler Allah´ı anmadan huzur bulamaz.
Bu yeminlerden bunu anlamak için de iki delalet yönü vardır. Birisi, Mücahid´den rivayet olunduğu üzere “el-Vitr”den doğrudan doğruya Allah´ı anlamaktır. Bu takdirde bunlar içinde en büyük yemin bir bunda bulunmuş olup, soru doğrudan doğruya takrirî olur. İkincisi de, bunların her birini ilâhî âyetlerden biri gibi anlayarak onlara yeminden asıl maksat, delalet etmiş oldukları bir ve tek Rabb´e yemin olduğunu, yani mânânın özeti, “Fecrin Rabb´ine… yemin olsun” mânâsına döndüğünü anlamaktır. Bu takdirde soru, bizzat bunların kendilerinde değil, varlığına delil oldukları bir Rabb´e yeminde akıllı kimse için bir yemin vardır, cevabını telkin etmek üzere, bir yönden inkâri, bir yönden de takrirî olmuş olur. Fahreddin er-Razî bu yönü şöyle ifade etmiştir: “bunda bir yemin var mı ” bir sorudur. Bundan maksat da te´kid (vurgu)dir. Bu, bir kimsenin çok kuvvetli bir delil zikredip de, “nasıl, bu zikrettiğimde bir delil var mı ” demesi gibidir. Mânâ, akıl sahibi olan bir kimse bilir ki yüce Allah´ın yemin ettiği bu şeylerde Allah´ın birliğini ve Rabliğini gösteren deliller ve enteresan durumlar vardır; bunlar yaratıcılarını göstermeleri itibarıyla yemin olunmaya layıktırlar demek olur. Kâdî demiştir ki: Bu âyet, söylediğimiz gibi, yeminin bu işlerin Rabb´ine yapıldığını gösterir. Zira bu âyet göstermektedir ki, bunda mübalağalı bir yemin vardır. Bilindiği gibi yeminde mübalağa ancak Allah´a yemin iledir. Çünkü akıllı bir kimsenin bu işlere yemin etmekten nehyedildiği muhakkaktır. Yapılan bu açıklamalar, benzeri yeminler hakkında da unutulmamalıdır.
HICR, men etmek ve alıkoymak mânâsından alınarak akıl mânâsınadır. Zira, sahibini kötülükten men etmesi itibariyle akla “nuha” denildiği gibi münasebetsizlikten alıkoyması itibarıyla de “hıcr” ismi verilir. Dolayısıyla “zi hıcr”, tam akıl sahibi demek olur.
Bu yeminin cevabına gelince, bunda da iki yorum vardır: Birisi, cevap, “Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemektedir.” âyetidir. Aradaki âyetler ara cümlesidir. İkincisi, Zemahşeri´nin dediği gibi asıl cevap zikredilmemiş olup cevabın ne olduğunu gösteren ile başlayan ve ile biten âyetleri onun yerine geçirilmiştir. Dolayısıyla asıl mânâ şu olur: Bunlara yemin olsun ki Rabbin kâfirlere azap edecektir. Görmedin mi .
Bu görmekten maksat kalp ile görmek, yani ilimdir. Eserlerden ve haberlerden görmüş gibi bilmektir. Âd, Semûd ve Firavun haberleri dillerde destan olarak yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayacak sayıda kişi tarafından nakledilegelmiştir. Âd ve Semûd helak ve yok olmuş bulunan en eski Araplar´dan olup Arabistan´da yaşıyorlardı. Eserleri ve kalıntıları görülüyordu. Mısır ülkesi de Arabistan´a yakın olmakla beraber Firavun kıssalarını Araplar ehl-i kitaptan da işitiyorlardı. Aslına şahit olunup görülen tevatür dahi görülmüş gibi şüpheden uzak zorunlu ilim ifade ettiğinden ve bu kıssalar Kur´ân´da da Allah tarafından defalarca haber verildiğinden dolayı onlar hakkındaki bu bilgi, “görmedin mi ” diye görme ile ifade edilmiştir. Hitap, görünüşte Peygamber (s.a.v)´e ise de bunu duyup bilenlerin hepsine de aittir. Bunları anlatmanın faydası da kâfirleri korkutma, müminleri irşat etme ve önceki sûrede zikredildiği üzere yerkürenin hallerine bakmaktan edinilecek ibret misallerinden bazılarını ayrıntısıyla göstermektir. Çünkü yeryüzünün nasıl olduğu incelenirken böyle yok olmuş kavimlerin eser ve kalıntıları da görülerek âlemin uğradığı değişikliklerden başlangıç ve son için ibret alınmış, faydalı amellerle boşuna yapılan amellerin farkına varılmış olur.
6. Yani görmez misin, Rabbin nasıl yaptı Ad´e Nasıl azap ile yok etti.
İbnü Haldun´un da anlattığı gibi, tarihçiler Araplar´ı, Arab-ı baide, Arab-ı aribe, Arab-ı müsta´ribe ve Arab-ı müsta´cime diye dört sınıfa ayrılmış olarak düşünmüşlerdir.
Arab-ı baide, helak ve yok olmuş en eski Araplar´dır ki Âd, Semûd, Tasm ve Cedis bunlardandır.
Arab-ı aribe, saf Araplar demektir ki, Kahtaniler´dir. Arab-ı müsta´ribe, Araplaşmış Araplar demektir. İsmail (a.s)´in soyundan olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)´in nesebini teşkil eden Adnaniler bundandır. Peygamberimiz (s.a.v.)´in atası olan İbrahim (a.s.) Arap olmadığı için oğlu İsmail (a.s)´dan çocuklarına Arab-ı müsta´ribe denilmiştir. Arap dili bunlarla yükselmiştir.
Arab-ı müsta´cime, acemleşmiş Arap demektir ki, İslam fetihleriyle dünyaya yayılıp çeşitli milletlerle karışarak dilleri, Kur´ân´ın indiği fasihliği kaybederek yabancılık karışmıştır. Soykütüğü ile meşgul olan bilginler demişlerdir ki: Âd, Nuh (a.s)´un oğullarından Sam´ın oğlu İrem´in oğlu Avs´ın oğlu Ad´ın çocuklarından bir kavimdir ki Beni Haşim´e Haşim, Beni Temim´e Temim denildiği gibi Âd ismi sonra bu kabiliye ad olmuş ve bunların ilk yaşıyan kısımlarına Âd-ı Ûla (ilk Âd), sonra gelenlerine de Âd-ı Ûhra (veya ahire) denilmiştir.
Az önce zikredilen nesep gerek sahih olsun gerek olmasın bu kavim Âd namıyla tanınmış ve bu Âd ile Araplar arasında meşhur olmuştur. Bunlardan daha büyük dedeleri olan İrem namıyla da lakap almışlardır. Ancak Âd-ı İrem, Âd-ı Ûla´nın ismi midir Âd-ı Ahire´nin ismi midir bunda ihtilaf edilmiştir. Necm Sûresi´nde “O, önceki Âd kavmini yok etti.”(Necm, 53/50) buyrulduğuna göre de burada da Âd-ı İrem´in Âd-ı Ûla olduğu görüşüne varan tefsirciler daha çok görünüyor.
Oğuzlular´a Oğuz, Selçuklular´a Selçuk denilmesi kabilinden böyle bazı şahıs isimlerinin sonradan mensup bulundukları kavim ve kabilelerine isim olarak da verilmesi yaygın olduğuna göre eski kitaplarda pek uzun ömürlerle anılan bazı isimlerin böyle olması hatıra gelir.
7. Sütunlar sahibi İrem´e.
İrem, marifelik ve müenneslik sebebiyle gayr-i munsarif olduğu için fetha ile mecrur olmuştur. Bu İrem hakkında üç görüş söylenmiştir:
BİRİSİ, kabile ismi olmasıdır ki bu durumda daha önce geçen “Âd”ı açıklamak için atf-ı beyan olur. Mücahid ve Katade demişlerdir ki: Bizzat kendisi bir kabile ismidir. Yine Mücahid´den rivayet olunduğuna göre, İrem, eski demektir. İbnü İshak da; “İrem, Âd´ın hepsinin atasıdır.” demiştir. Şu halde dedelerinin ismine nisbetle ilk Âd, yahut ilki ve sonrasıyla bütün Âd demek olur. Zira İrem Âd´ın dedesi olduğuna göre, İrem kabilesi Âd kabilesinden daha genel olmalıdır. Bu duruma göre İrem´in sıfatı olan da “sütunlu”, direkli demek olarak üç şekilde tefsir edilmiştir:
1. İmad, direk ve sütun mânâsına “amed” gibi tekil veya çoğul olarak, “refiu´l-imad” yani direkleri yüksek tabirinde olduğu gibi “uzun boylu” veya “boyları uzun” olmaktan kinayedir. Çünkü “Sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldığını ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldığını hatırlayın.”(A´râf, 7/69) buyrulduğu üzere Ad kavmi uzun, iri cüsseli olduklarından boyları direğe benzetilmiş demektir. Nitekim “racülün amedün” ve “umüddanün” denilir ki “uzun” demektir. Bu İbnü Abbas´tan rivayet edilmiştir.
2. İkrime ve Mukatil demişlerdir ki: Göçüp kondukları evlerinin direkleri demek olup çadır halkı olduklarına işaret olur. Nitekim “Âd´ın kardeşini (Hud´u) hatırla. Hani bir zamanlar Ahkaf´taki (Yemen´de denize doğru kumluk bir arazideki) kavmini uyarmıştı.”(Ahkaf, 46/21) buyrulduğu gibi Ahkaf taraflarında idiler.
3. İbnü Zeyd´den rivayet olunduğuna göre, binalarının direkleri demektir. Çünkü “Siz her tepeye bir alamet bina edip eğlenir misiniz “(Şuara, 26/128) buyrulduğu üzere yüksek yerde veya geçit başında bir alâmet bina ediyorlardı.
İKİNCİSİ, Râzi´nin naklettiğine göre, Ebu Rukayş: “Ürüm, Ad´ın kabirleridir” demiş ve “Orada deve sürüsünün önünde gelip ilk görünen develere benzer kabirler vardır.” mısrasını okumuştur. Gerçekte “Kâmus”ta da zikredildiği üzere İrem´in çoğulu olan aram gibi ürüm de nişan ve alamet olarak dikilen mesafe gösterici işaretlere ve yol feneri gibi şeylere denilir. Âd kavminin kabirlerine de denilir. denir ki “içinde hiç alâmet ve nişan bulunmayan çöl” demektir. Bazılarının görüşüne göre aram, özellikle Âd´a nisbet edilen eski alâmetlere denir ki tekili iremdir. Bu itibarla “İreme zati´l-imad” direkli sütunlu irem, yani kabirler veya eserler ve alâmetler demek olur ki önceki mânâda bu, “imad”ın bir mânâsı olarak düşünülmüştü. Bunda ise İrem´in kendisi olmuş oluyor. Bu şekilde Ad´ı beyan etmek için İrem´in, “ehl-i İrem” yani İrem halkı takdirinde olması lazım gelir.
ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Hayyân´ın açıkça bildirdiğine göre çoğunluğun kanaatince burada irem, Ad´a ait bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki vaktiyle Yemen´de olduğunu ve Zatu´l-İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, cennetin niteliklerini işitmiş olan Şeddad b. Ad tarafından onun bir eşi olmak üzere yeryüzünde normalde bulunması imkansız veya uzak bir surette yıllarca çalışılarak yaptırılmış ve fakat içine girmesi nasip olmadan kendisinin ve halkının yok edilmiş olduğunu hikaye etmişlerdir. Bu suretle İrem Cenneti, İrem Bağı adı dilden dile dolaşır olmuştur. Bu hikâyenin ifade ettiği niteliklere göre İrem Cenneti, bu dünyada gerçekleşme ihtimali olmayan hayal ürünü bir gaye olmak üzere anlatılmış ve kuvvet ve şiddet misali olan Şeddad´ın, böyle bir gaye kurarak yıllarca onu gerçekleştirmek için çalışmış olduğu halde içine girmeyi başaramadan yok olup gitmiş olduğu anlatılmış demek olur. Müslümanlardan birisi ona girecek diye bir haber bulunduğuna ve Abdullah b. Kılabe´nin, devesini ararken ona girdiğine dair bir rivayet nakledilirse de sahih değildir. Hafız İbnü Hacer bunun uydurma olduğunu söylemiştir. Şeddad´ın Cenneti olan İrem Bağı hayal ürünü bir efsanedir. Ahireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin, istediklerini elde edemediklerini tasvir etmesi itibariyle dillerde
destan olmuş bir temsildir.
Kısacası, bu üçüncüsü görüşe göre İreme zati´l-İmad; Ad kavminin büyük direkleri, sutunlar üzerinde bina etmiş oldukları Zatu´l-İmad ve İrem adlarıyla anılan büyük bir şehrin ismidir. Muhammed b. Ka´b buna “İskenderiyye” demiş; İbnü Müseyyeb ve Makbüri “Dimeşk” demişler ki, maksatları bunların yerleri olduğu açıktır. Fakat bunları tenkit etmişler, Âd´ın oturduğu yerlerin Umman´dan Hadramevt´e doğru Ahkaf tarafları olduğunu söylemişlerdir. Fakat anlaşılan o ki bunlar Âd-ı İrem´in, ilk Âd değil, sonraki Âd olduğuna inanmışlar, belki bir vakitler İskenderiyye ve Şam taraflarını da idareleri atına almış olan Amalika´nın -ki “Dediler ki, ey Musa! Orada zorba bir kavim var.”(Mâide, 5/22) âyetinde geçtiği üzere “zorba” adıyla da anılmış Âd gibi iri cüsseli bir kavim idi- sonraki Âd olduğunu söylemek istemişlerdir. İrem´in şehir olduğunu söyleyenler de sonraki Âd´ı kastetmiş olmalıdırlar. Nitekim Necm Sûresi´nde “O önceki ad kavmini yok etti.” (Necm, 53/50) âyetinin tefsirinde Zemahşerî; “İlk Âd, Hud kavmi; sonraki Âd, İrem´dir.” diye yazmıştır. Çokları İrem şehrinin Yemen´de olduğu görüşündedirler ki, bunun Me´rib olması da pek muhtemeldir. Şeddad´ın Aden taraflarında köşkleri altın ve gümüşten; sütunları zeberced ve yakuttan, akılları hayrete düşüren türlü ağaç ve nehirlerden yüzlerce sene yapmak için çalışıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve halkının gökten gelen şiddetli bir sesle yok oldukları söylenen İrem cenneti hikayesi ise, ölmeden dünyada cennete girmek isteyenlerin bu arzularına kavuşamama durumlarını anlatan hayali bir tasvir olduğu açıktır. İrem´in büyük bir şehir olduğunu söyleyen bu üçüncü görüşte de İrem, Âd´dan atf-ı beyan olmak için “ehl-i İrem” takdirinde olmak veya bedel-i iştimal yapılmak gerekir. Zati´l-İmad da İrem´in sıfatı veya ondan bedel olur. Birinci yoruma göre çadırda yaşıyan ilk Âd´ın vasfı, üçüncü yorumda ise ikisine de ihtimalli olmak üzere üç yorum ile ilk ve son bütün Ad´ın vasfı anlatılmış demek olur.
8. Öyle Zati´l-İmad veya “Öyle İmad”, yahut “Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı. Bu niteleme, İrem´in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir. O kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa da, ilk akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana kadar demek olmalıdır.
9. Ve Semud´a nasıl yaptı Onlar ki vadide kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde kendilerine evler yapıyorlardı ki bu, Allah´ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet ve sanat idi.
CEVB, bir şeyi yaka biçer gibi kesip biçmektir. Mesafe kat´etmeğe de cevb denir. Nitekim denilir ki “O memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat´ ettim” demektir. İbnü Abbas demiştir ki: “Beldeleri dolaşırlar ve “Ve dağlarda evler yontuyorsunuz.”(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan evler, havuzlar ve istedikleri gibi binalar yaparlardı.” Mukatil de: “Vâdi, Vadi´l-kura´dır.” demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları, mermerleri ilk yontan Semud idi. Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi taştan idi. Bir de denilmiş ki: Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir kayanın içine depo halinde çekmişlerdi.
Semud da Âd gibi yok olmuş olan en eski Araplar´dan meşhur kabiledir. Denilmiştir ki, dedeleri Semud´un ismini almışlardır. Semud, Cedis´in kardeşi ve bu ikisi Aber b. İrem b. Sam b. Nuh oğullarıdır. Aber yerine “Kasir” de denilmiş ve bunun Tevrat´ta Casir b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem´in, Tevrat´ta Aram diye bilindiği söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih olsun olmasın, Arabistan´da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hıcir´de yerleri bilinmektedir. Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir.
10. Ve o kazıkların sahibi Firavun´a nasıl yaptı Bilmez misin
Musa ve Firavun kıssaları da birçok sûrede geçmiştir.
EVTÂD, bilindiği gibi “veted”in çoğulu olup kazıklar demektir. Kur´ân´da “Dağları birer kazık yaptık.”(Nebe´, 78/7) buyrularak dağlara da “evtad” denilmiş olduğunu biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için zü´l-evtad yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade eder.
Bu tabir, bizim “dünyaya kazık kakmak istiyor” tabirimizin de kaynağı gibidir. Tefsirciler bunun hakkında da birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin ve kondukları yerlerde çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin şiddeti ve şairin “kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde” dediği gibi kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir. Katade´nin Said b. Cübeyr´den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri idi, onun altında onun için oynarlardı,
denilmiştir. Bununla beraber bundan bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad´ın, Mısır´da meşhur dağ gibi piramitlere işaret olmasıdır. “Mısır mülkü benim değil mi “(Zuhruf, 43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve bunlarla dünyaya kazık kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet gösteriyordu. Piramitlerin hepsi bir Firavun´a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Musa´nın Firavun´u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu ediliyor demektir. Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey değil, Firavunların zulümleriyle keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri demektir. Demek ki bunların altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar´ın bıraktıkları kalıcı eserler için “evtad” tabirinin kullanılması ne güzeldir.
Çünkü bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde manzaraları yeryüzüne çakılmış birer kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar´ın büyük heykellerinin kısımlarındaki şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir. Her kısım enli olarak başlar, başladığından daha ince bir uçla sona erer. Firavun´a nisbeti sahih olan evtad bunlardır. Hem de muhatap tarafından bilinmektedir.
İşte Ad o sütunları, Semud o kestikleri kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya kazık kakmak isteyen şiddetli, kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.
11. Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi. Herbiri kuvvetlerine aldanmış, arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde hak ve adalet sınırını aşıp halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi
12. de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı.
13. Rabbin da üzerlerine bir azap kamçısı döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan bir kamçıyı döker, yağdırır gibi şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok sûrede geçmişti.
SEVT aslında karıştırmak mânâsında mastar olup deriden örülmüş, katları birbirine karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir tabir olarak kullanılması yaygın olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe indirilmesi de şiddetle döğmek ve yağdırmak gibi “sabb” tabiri ile ifade olunmuştur. Azab kelimesi belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına işaret edilmiştir.
14. Kuşkusuz Rabbin (her
hal ve durumda) gözetlemededir. Bu cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini göstermektedir.
MİRSAD, gözetleyicilerin gözetledikleri, etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe´ Sûresi´nde “Kuşkusuz cehennem gözetleme yeri olmuştur.” âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde istiare-i temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb´in kulları üzerinde gözetleme yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve her durumda gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her birine bakar, yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı çoğaltıp duran taşkınlar Allah´tan, Allah´ın azabından kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar.
15. Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana gelince, onun da buna göre Rabbinin rızası için çalışması gerekir. Fakat o insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya zevklerini gözetir. Onun için her ne zaman Rabb´i onu imtihan eder, yükümlü tutar, göstereceği duruma göre ahirette sorumlu tutmak, ona göre ceza ve mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar, görev yükler de bu sebeple ona ikram eder, hoşuna gidecek talih ve mevki ile yüze çıkarır ve onu nimete boğar, bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır, refaha erdirirse…
Ebu´s-Suud ve ona uyarak Alûsî “ona ikram eder” cümlesinin başındaki “fâ”yı fâ-i tefsiriyye (açıklama “fâ”sı) saymış ve “çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan etmekle muradın aynıdır” demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu “fâ” sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak ikram ve nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı ikram ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark vardır. İnsana dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu, bunun ise hesap ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de Rabbim bana ikram etti, der. Kayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir. Kendisini Allah´ın sonsuza kadar ikramına mazhar kıldığı sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı sorumluluğunu hesaba almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana uğrar.
16. Ve amma her ne zaman Rabb´i onu imtihan eder, sabrına
göre ahirette mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu sebeple ona rızkını daraltırsa, bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir ve sevabının büyüklüğünü ve dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez de Rabb´im beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı, küçümsedi diye gücenir. Rızk, az da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin çoğun kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık darlığını kendisine sırf bir horluk ve hakaret kabul eder de Rabb´inin diğer nimetlerini hiç hesaba katmaz. Çünkü bakışları fazilete değil dünya zevkine çevrilidir.
17. Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya göre neticede belli olacaktır. Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki kalacak olan iyi ameller ise Rabb´inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır.”(Kehf, 18/46).
Hayır hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb´inden hep ikram bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz
18. Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul babından olup aslı dir. Nafi´, İbn Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde “hâ”nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve Yakub kırâetlerinde de bu fiiller hep “yâ” ile üçüncü şahıs kipi olarak , , ve şeklinde okunur. Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek isteyip taşkınlık ediyorsunuz.
19. “Miras yiyorsunuz”.
TÜRAS, aslı olup miras demektir. Vav zammeli olduğu için “tâ”ya
çevrilmiştir. Yani, ne yetime ikramdan, ne de fakire yedirmekten hoşlanmadığınız halde başkasından miras kalan malı yiyorsunuz. Öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki oburcasına.
LEMM, iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip toplamak, bir de bir yere inip konmak mânâlarına gelir. Burada “yeme”nin sıfatı olması nedeniyle haramına helalına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek mânâlarını ifade eder ki, ikisi de hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek demek olur. Tefsircilerin açıklamasına göre maksat, yetimlerin ve diğer varislerin haklarını gözetmeyerek hırs ile mirasın hepsine konmak istemek, yahut alnı terlemeden eline geçen mirası, bir hayra yaramasını sağlamayıp birçok mirasyedilerin yaptığı gibi israf ve eğlenceyle zevk ve sefa yolunda yiyip bitirmek huylarının yerilmesidir. Hem mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz
20. ve hem malı seviyorsunuz öyle bir seviş ki çok, yığmacasına, bütün hırs ile. Düşünmüyorsunuz ki sahibinin elinde hayır için sarfedilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gidiyor. Kazanıp yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmıyor. Bütün bunlar ahireti düşünmemek, yüce Allah´ın gözetlemede bulunduğunu hesaba katmamaktan kaynaklanır.
21. Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala öyle hırs ile sarılmayın da hayatta fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel işler yapmaya çalışın, önden hayırlar gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek için birbirinizi teşvik ederek hayırda yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz, çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûresi´ndeki “Yer ve dağlar kaldırılıp arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar mı.”(Hakka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
DEKK, duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek ve düzlemek mânâlarına geldiği ve “dekk” ile “dakk”ın benzerlikleri ve farkları geçmişti. “Peşpeşe gelen çarpmalarla” bu tekrar, soyut bir vurgu için değil, kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalarla vurula vurula, çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği
22. ve Rabbin saf saf melekle geldiği vakit: Yüce Allah´ın böyle gelmesinin bir yerden başka bir yere geçmek mânâsına olmayacağı bellidir. Onun için bu gelişin mânâsında tefsirciler birkaç yönlü izahta bulunmuşlardır. Münzir b. Said demiştir ki: Bu gelmenin mânâsı, bir yerden bir yere geçme gelişi değildir, yüce Allah´ın yaratılmışlara görünmesidir. Nitekim kıyamet anlamındaki
Tamme (büyük baskın) ve Sahha (kulakları sağır eden gürültü)´nın gelmesi de böyledir. Bir kısım tefsirciler de, mânâ, muzafın söylenmemesi suretiyle “Rabb´inin emri (hükmü, kazası veya otoritesi) geldiği vakit” demektir, demişler. Birçokları da yüce Allah´ın kudret ve saltanatını gösteren delillerin ortaya çıkıp görünmesini temsil olduğu görüşüne varmışlardır. Allah´ın şanı ve durumu, bir hükümdarın bizzat hazır olarak idaresini yürüttüğü haliyle temsil olunmuştur. Zira onun bizzat hazır olmasıyla ortaya çıkan heybet, sadece vezirlerinin, vekillerinin, bütün askerlerinin ve özel adamlarının hazır olmasıyla görünen heybet ve saltanattan yüksek olur.
23. Ki o gün cehennem de getirilmiştir. “Azgınlar için cehennem, gözlerinin önüne apaçık getirilmiştir.” (Şuarâ, 26/9) buyrulduğu gibi azgınların gözleri önüne çıkarılmış, artık inkârlarına, kaçınmalarına imkan kalmıyacak şekilde meydana çıkarılmıştır. O gün, “iza”dan bedeldir. Cevabı şudur: O insan anlar, o gafil insan daha önce dünyada anlamadığı hakikatı o gün onlar, tutmak istemediği öğüdü tutmak ister. Ama ona o anlamadan ne fayda Çünkü iş işten geçmiş, geri dönüp de bir iş yapmak ihtimali kalmamış.
24. Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. ´deki lâm, sebep ve vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani “hayatım için takdim etseydim” mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; vakit için olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!…
25. Kısacası o gün “Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz”. Buradaki “azabehu” ve “vesakahu” kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah´ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki “Sana gelen her fenalık da kendindendir.”(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâsıdır.
Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri “zâl” ve “sâ”nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.
Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah´a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah´a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;
26. Kısacası o gün “Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz”. Buradaki “azabehu” ve “vesakahu” kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah´ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki “Sana gelen her fenalık da kendindendir.”(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâsıdır.
Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri “zâl” ve “sâ”nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.
Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah´a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah´a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;
27. Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün olacağını anlatıyor. “dön” emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. Onun için tefsirciler bunun, “diyecek” fiili takdir edilerek hikaye şeklinde zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur´ân´ın i´cazı yönlerinden birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp “keşke hayatım için takdim etseydim” diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve ihlas ile Rabb´ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce Rabb´i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!
28. Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah´tan.” (Mâide, 5/119)
29. dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl. “Kim Allah´a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah´ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel arkadaştırlar.”(Nisâ, 4/69);
30. Ve gir cennetime onlarla beraber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol.
Daha önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim “o, binefsihi kâim” denilir. Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir. İnsanın nefsi de “ben” dediği zat ve hakikati, “kendisi”dir ki, kendisine
muhtelif halleri içinde vahdetle “bir” şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile biri şair, yani duyan ve hisseden, biri de meş´ur, yani duyulan ve hissedilen olmak üzere iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma ve uyuşma noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde olduğu gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi düşünülür de bazan yalnız hissetme, bazan soyut ayırma gücü ve idrak ile irade başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya birleştiren ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis, idrak eden nefis veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bundandır. Bu mânâda nefse dilimizde “can” tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan arasına perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her zaman uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle uyum sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan bir hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb´i olan yüce Allah´tır. “Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız.”(Enfâl, 8/24) buyurulduğu üzere yüce Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. “De ki: Ruh, Rabb´imin emrindendir.”(İsrâ, 17/85) kriterince ruh, Rabb´in emri olduğu gibi, “Allah o canları, öldükleri sırada, ölmeyenleri de uykularında alır.”(Zümer, 39/42) buyurulduğu üzere insanın ruhu, şuuru kendinden ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan Allah´tır. Onun için insan kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz olmakla yok olup gitmiş değil, ruhu ve bütün hakikatı ile geri gidip Allah´a dönmüştür. O vakit artık insan kendisini kendinde değil, ancak Rabb´inin huzurundaki bütün hakikatiyle duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı olunmuş olacaktır. Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre, hiç kuşkusuz, birkaç günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle “ben” dediği zat, hakikatidir. Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zat mânâsına, bazıları da ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne, huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi´nan, yerleşip sabitleşmedir. Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih vardır:
BİRİNCİSİ: Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde hakka yakinen inanma
zevkine ermektir. Nitekim, “Fakat kalbimin iyice yatışması için”(Bakara, 2/260) âyetinden maksat budur.
İKİNCİSİ: “Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar.”(Bakara, 2/112) mânâsınca korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken “Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin.”(Fussilet, 41/30) hitabı işitilmekle olur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Kur´ân ve delil, bu kalp huzurunun ancak Allah´ı zikirle elde edileceği hususunda mutabıktır. Kur´ân, “Bilin ki, kalpler ancak Allah´ı zikir ile huzur bulur.”(Ra´d, 13/28) diyor. Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep ve neticeler silsilesinde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir sebebe ulaşsa akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı şekilde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların kesildiği ve bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden olması vacip olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden herhangi bir şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi imkansızdır. Varlığı vacip olan Allah´ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği zaman da ondan, başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur. Allah´ın yardımı olmadıkça da, Allah´ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti sonludur. Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun için kulun sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah´ın sonsuz olan kemali gerekir ki, huzur ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah´ı tanımayı Allah´tan başka bir şey için seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun nefsi, nefs-i mutmainne değildir. Ama her kim Allah´ı onun dışında bir şey için olmayarak seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin ise yalnızlığını gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu Allah´a, beka ve devamı Allah´ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse dünyadan ayrılacağı sırada kuşkusuz “Rabb´ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön.” hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâhî fikir kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah´a yönelme ve sırf onunla meşgul olma hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i mutmainne esasen istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan
sebep ve netice silsilelerinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru tanımaya yükselerek onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer hallerinde onun dışındakilere ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid ve ihlas ile itaat edip boyun eğen nefis demektir ki bu tanıtmanın özeti “Hayır, her kim Allah´ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah´a teslim ederse, işte onun mükafatı Rabb´i katındadır. Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmayacaklardır.”(Bakara, 2/112) mânâsı üzere Allah için İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, “Öyle insanlar var ki, Allah´ın rızasını elde etmek için canını bile verir.”(Bakara, 2/207) mânâsı üzere nefsini yalnız Allah´ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin ayıplamasından, Allah´ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek hürriyeti kazanma kararıdır.
Nitekim bundan sonraki sûrede “O, bir köleyi azat etmektir.”(Beled, 90/13) âyeti ile bu mânâ açıklığa kavuşturulmuştur. Hakk´a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir şüphe ve kuruntu çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis, yahut hiçbir korku ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif de onun birer ifadesidir.
İbnü Cerir´in nakline göre, İbnü Abbas: “Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir”; Katade: Allah´ın vaadi ile gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir”; Mücahid: “Allah´ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her yaptığı işte onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir.” demişlerdir. Diğer bir ifade ile; “Allah´ın, Rabb´i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona vermiş, kalbi onun emriyle çarpar, Allah´a dönmüş ve boyun eğmiş nefis.” Başka bir ifade ile, “Allah´a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla çarpar”. diye rivayet olunan tefsirler de, “Gerçekten mümin olanlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab´lerine tevekkül ederler.”(Enfal, 8/2), “İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslim olunuz. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.
Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.”(Hacc, 8/2) ve “Tevbe ile Rabb´inize dönün.”(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına da işaret ederek birbirlerini tamamlayan tariflerdir.
Tasavvufçuların da nefsin mertebeleri, makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır. Hatta bütün tasavvuf, “Nefsini tanıyan Rabb´ini de tanımış olur.” düsturuyla onun üzerinde dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar: Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten sonra iç huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah´a yaklaştıran nefis), nefs-i radiye (razı olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis), nefs-i mülheme (ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), “Ve amma her ne zaman Rabb´i onu imtihan ettiği zaman.” âyetleri çok cahil ve zalim olan nefs-i emmarenin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir, eğlenceye, mal ve makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı gibi sonunda “İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda Ah, ne olurdu der, keşke hayatım için takdim etseydim.” ile de kendini kınayan nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i emmare ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp o mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.
Nefs-i mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm zamanında olması, öldükten sonra dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında olmasıdır. Sözün akışına göre, en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi bunun da “Ne olaydı hayatım için takdim etmiş olaydım.” sözünün söylendiği günde ve ona karşılık olarak söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde “dön” sözünün mânâsı, hesap görülen yerden yüce Allah´ın yardım ve ikramı ile emir buyurduğu yere dön demektir. Yahut “Hesap neticesine önem veren ve amellerin kabul olunup olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki gibi Allah´tan başkasına dönüp bakmayarak tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle meşgul ol.” demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden birisi de Rabbinin huzurunda hesap
verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini düşünmektir. Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla geçecek olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle “haydi hesap ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb´ine dön” denilmesi büyük bir gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde “radıyye”, seni bu ebedî nimete erdiren Rabb´inden razı ve hoşnut; “merdiyye” de, Rabb´in katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin nedeniyle Rabb´in da senden razı olarak, seni en büyük kurtuluş olan rıza ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki “fâ”, tefsiriyye (açıklama “fâ”sı) olarak “dönüş”ü açıklamaktadır.
İkrime ve Dahhâk´ten rivayet olunduğuna göre bu hitap ile “dön” emri, öldükten sonra dirilme sırasındadır. Yani “ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne! Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allah´ın huzuruna razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön de sonsuz hayata er” demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler “kullarımın içine gir” âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr´den rivayet edilmiş olduğunu sölemişlerdi. “Cennetime gir” de, birlikte sevap yurdu olan cennete girmedir.
İbnü Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın ölüm sırasında söyleneceği görüşünü benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve “Hılye”de Ebu Nuaym İbnü Cübeyr´den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)´in yanında “ey nefs-i mutmainne!” âyeti okunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.), “bu hakikaten güzel” dedi. Resulullah (s.a.v.) da: “Haberin olsun ki, melek sana onu ölümün sırasında söyliyecektir” buyurdu. Hakim-i Tirmizî de bunun gibi “Nevadiru´l-usûl”de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b. Amir´den, Hz. Ebubekir es-Sıddîk´ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh mânâsına olup onun dönmesi, ruhun bedenden ayrılarak Rabb´ine doğru razı olmuş ve razı olunmuş olarak gitmesidir. “Gir kullarımın içine…” Bu âyetin başındaki “fâ”, fâ-i takibiyye olarak hiç gecikmeden hemen ruhlar âleminde Allah´a yakın ruhlar zincirine katılmak veya sonra yeniden dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek, “cennetime gir” onlarla beraber cennete girmek demek olur.
İbnü Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu Salih´ten şöyle rivayet etmişlerdir: Bu âyette, “Rabb´ine dön” emri ölüm anındadır. Nefsin Rabb´ına dönmesi dünyadan çıkmasıdır. Kıyamet günü olunca da ona, “kullarımın içine gir, cennetime gir” denilecektir.
Bu mânâ açık gibi görünse de yukarıda hatırlatıldığı üzere ” o gün insan öğüt alır” âyetinin akışına göre bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden öldükten sonra dirilip hesabın tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir. Şu halde bu eser ve nakillerin âyetlerin akışı ile uyum sağlayarak birleştirilmesi “Kim ölmüşse kıyameti kopmuştur.” hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek, yahut bu emirlerin sonuncusu olan “gir cennetime” emri o güne ait olduğu için, her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş bulunduğunu kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap üç yerde söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem´in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında, öldükten sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu rivayet zikredilen izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı bilgiler, söylendiği gibi âyet, daha önce zikredilenlerden elde edilen karineyle “Allah buyurur ki: Ey nesf-i mutmainne!” meâlinde, “Allah buyurur ki” sözü takdir edilerek haber verme mânâsında olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna göre bu hitabın ve emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma ve yaratma türünden olması gerekir. Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin sonu olmak üzere bu hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan doğruya istek ifade eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın, üst tarafına bağlanmadan ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan ayrı ve farklı olmasından dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından bizzat ve özellikle dinlenmesi istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan dolayı bir kısım tefsirciler de bunun nefs-i mutmainneye dünyada da her zaman için hitap olduğu görüşüne varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı görülmektedir. Bu surette “dön” emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte ve bütün işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah´a ve onun emir ve takdirine dönmeyi emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre “nefs-i mutmainne”
kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza ve kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i mutmainnenin olgunluk mertebesi olan “razı olmuş nefis” özelliğini taşıdığı için ve Allah katında kendisinden razı olunmuş olmak da buna bağlı olduğu için “razı olmuş” ve “razı olunmuş” kayıtlarıyla açık açık emredilmiştir. Bu durumda “fâ” sebep bildiren “fâ” olarak dünyada Allah´ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah´ın saf ve ihlaslı kulları zümresine girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de, ahirette onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i mutmainnenin yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice olmak üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.
İşte böyle bir nefs-i mutmeinne ile geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından önceki on gece; ihlaslı salih kullar zümresi içinde cennete girme anı da o gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük bir mutluluk bayramının gerçek fecridir.
Ey Rabbim! Bu satırları acizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir nefs-i mutmainne ile razı olan ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle cemaline eren samimi kulların zümresine kat. “Allah´ım! Senden, sana kavuşacağına inanan, senin kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i mutmainne istiyorum”.