144- Sünnetin Hüccet Olması Hakkındaki Sözler:
Kur´ân-ı Kerîm´den hüküm, alma hususunda îmam Şafiî´nin yolunu zikrettik. Gördük ki, o, bu hususta tuttuğu yolu açıkladı ve dinde Kur´-ân´ın hüccet olduğuna ve bunun isbatına temas etmedi. Çünkü bu husu3, bir Müslümanın nazarında delile muhtaç değildir. Dînî hükümleri isbat hususunda Kur´ân´ın hüccet olduğunu inkâr eden kimse dinden çıkmış olur, ona tevbe lâzımdır. Tevbe etmezse katlolunur. Sünnete gelince, Şafiî Sünnetin hüccet olduğunu inkâr eden bâzı kimselere rasladı. Bu sözün vebali altına giren bâzı insanlarla karşılaştı. Kur´ân´ın ahkâmı üzerine Sünnetle hüküm ziyâde edilemiyeceğini söyleyen kimselerle görüştü. Çünkü Sünnet Kur´ân´ı beyan eder, ona bir şey ziyâde edemez, diyorlardı. Bunlardan başka haber-i vahidin hüccet olduğunu inkâr edenleri gördü. Şafiî hem bunlara, hem onlara karşı, dînî hükümleri isbât hususunda Sünnetin hüccet olduğunu isbât ve müdâfaa için delüler getirmek zorunda kaldı. Râvîleri mevsuk kimseler olan haber-i vâhidlerin delil olacağım gösterdi. Er-Risâle´sinde bu delilleri zikretti, EL-Um´de bu delilleri kayıd ve tescil etti. Sünnetin hüccet olmasını inkâr eden veya Sünnetle Kur1-ân´a ziyâde yapılmasını tanımayan, veyahut haber-i vahidi delil olarak almayan kimselerle yaptığı münakaşa ve mücâdeleler El-Üm´de tesbit ve tescÜ edâmi§tir. [1]
145- Sünnetî Hüccet Olarak Almak Istemeyenle Şafii´nin Münakaşaları:
Bu fırkaların görüşlerini, Şafiî´nin naklettiği üzere, beyan etmekte söze başlayalım. Çünkü bu fırkalar târihin karanlıklarına gömülmüşlerdir, onlann nâmı, nişanı kalmamıştır. Ancak onların görüşlerini çürütmek veya onlardan korunmak için Şafiî ve emsali gibi zâtların anlattıklarından onların görüşlerini öğreniyoruz.
Şafiî, El-Üm´de Cimâu´1-llim kitabında kaydediyor. lemâ´a muhalefet eden bu adamlar üç mezhebe ayrılırlar. Her mezhebin taraftarları vardır. Birinciler Sünnetin hüccet olmasını büsbütün inkâr ederler. İkinciler Sünneti Kur´ân´la beraber olunca hüccet tutarlar; başlı başına delil almazlar. Yalnız Kur´ân´ı hüccet olarak alıp Sünneti tanımayan birinci mezheb erbabının görüşlerini Şafiî şöyle anlatıyor: “Kendi mezheblerin-ce ilim mensublarmdan sayılan onlardan biri bana dedi ki: Sen Arabsm, Kur´ân senin mensup bulunduğun Arapların diliyle indi. Sen Kur´ân´ı en iyi bilensin. Kur´ân´da Allah´ın inzal ettiği farzlar mevcuttur. Onlarda bir kimse şüphe etse, Kur´ân´da iltibâse düşse onu tevbeye davet edersin, tevbe ederse ne âlâ, yoksa katledersin. Allâhu Teâlâ Kur´ân hakkında şöyle buyurur: ´Onu her şeyi beyan için indirdik.´ Allah´ın farz ettiği bir jjey hakkında sen veya başkası, nasıl olur da bir defa bu farz âm´dır, başka defa bu hâss´dır demek caiz olur Bir defa emir farz içindir, başka bir defa, emirde delâlet vardır, ibâha için de olur, diyebiIİyorsunuz Bu gibi ayrılıklar ne de çoktur. Bir veya iki veyahut üç Hadîs var, onları bir adamdan, o da başkasından rivayet ediyorsun, Hadîs böylece tâ Resûlullâh´a ulaşıyor. Halbuki gerek sen ve gerekse senin mezhebince gidenler, görüyorum, kendilerini gördüğünüz ve doğru sözlülük ve hıfızda başkalarından ileri tuttuğunuz kimselerden hiçbirini yanlışlıktan, unutmaktan, sözünde hatâ etmekten tebrie etmiyorsunuz. Belki bakıyorum, siz de, birçokları için, falan şu Hadîsde hatâ etti, filân o Hadîsde hatâ etti, diyorsunuz. Haber-i vâhidle (ilm-i hâssa ile) bir şeyi helâl veya haram kıldığınız bir Hadîs hakkında bir kimse: Bunu Hz. Peygamber söylememiştir, siz veya size bunu haber veren yanılıyorsunuz, ya size bunu söyleyen veyahut siz yalan söylüyorsunuz, dese, bu sözünden dolayı onu dinden çıkmış sayıp tevbeye davet etmiyorsunuz. Ona: Bu söylediğin ne kötü sözdür, demekle iktifa ediyorsunuz. Durumları vasfettiğiniz gibi olan kimselerin haberleriyle Kur´ân-ı Kerîm´in hükümleri arasmda fark yapmamak bir kimse için hiç caiz olur mu Onlara göre bir şeyi verip ve yasak etmek suretiyle onların haberlerini Allah´ın Kitabı mertebesinde tutmanız yerinde midir ”
Bu fırkanın ona karşı sözlerinin ve delillerinin özeti şudur: “Kur´ân-ı Kerîm´de her şeyin beyanı mevcuttur. Kur´ân-ı Kerîm Arapça olup Arap dilini ve Kur´ân´ın vaz´ettiği Arapça üslûbunu bilmekten başka bir beyana ihtiyaç yoktur. Kur´ân´m beyanından başka beyan olamaz. Rivayet olunan Hadîsleri, kimsenin nazarında yalandan, hatâdan, unutmaktan berî sayılmayan birtakım adamlar rivayet etmektedir. Bu gibi kimselerin rivayet ettiklerinin, delâleti ve sübûtu kat´î olan Kur´ân´a yakm tutulması, ne suretle olursa olsun, doğru sayılamaz. Tabi´ olanı matbu´la bir yere toplamak kabilinden olsa bu yakışmaz. Bunları delil alan sözlerde Sünnetin Kur´ân mertebesinde olmadığını teslim ediyorsunuz. Nasıl olur da onu tahsîs veya takyîd veyahut tafsil suretiyle beyan edip kesip atacak “[2]
Bunlardan görülüyor ki, bu görüş Sünneti yıkmak istiyor, onu İslâm fıkhının usûlünden bir asıl ve esas i´tibâr etmiyor. Şafiî, bu mezhebin neticesinin cidden büyük bir şeye yol açacağını beyan etmiştir. Çünkü bu mezhebe bakılırsa, namazı, zekâtı, haccı ve diğer Kur´ân´da mücmel olarak zikrolunan ve ancak Sünnetle beyan edilen farzları anlayamayız. Yalnız lügat mânâlarından çıkanı anlarız. Namazdan, namaz ismi ıtlak olunacak kadarı, zekâttan, zekât denecek kadarı farz olur. Diğerleri de böyledir. Günde iki rek´at kılsa, Allah´ın Kitabında olmayanlar üzerime farz değil, bununla namaz yerini buldu dese, herkesçe farz olduğu bilinen zekâtta da böyle yapsa. Halbuki, bunları bilmek, dînin zarurî emirlerin-dendir. Böyle söyleyen kimsenin İslâm´la ilgisi yok demektir.
Üç mezhebden ikincisi: Sünneti ancak Kur´ân´da bulunan bir şey hakkında olursa kabul eder. Yâni Sünnet, Kur´ân´dakini te´kid eder, onda olanı beyan ederse delildir. Şafiî, bu fırkanın görüşünü şöyle anlatıyor: Birinci mezhebde olanlardan başkaları dediler ki: “Kur´ân´da olanlar hakkında haber, yâni Sünnet kabul olunur. Kur´ân´da bulunmayanlar hakkında ise birinci fırkanın sözüne yakm sözler söylediler… Bunun neticesi de nâsih, mensûh, hâss ve âmm bilinip birbirinden fark edilememektedir.”
Görüldüğü veçhile, bu mezheb Kur´ân´da bulunan hususlar hakkında vârid olan Sünneti kabul ediyor, Kur´ân´da bulunmayanlar hakkında kabul etmiyor. Yâni onlara göre Sünnet, Allah´ın Kitabında olanlara ziyâde yaparak yeni bir hüküm getiremez. Çünkü Kur´ân´dan onu te´kid eden bir şey bulunmaz, Kur´ân âyetlerinden onu destekleyen olmaz.
Ehli Sünnet ve cemaata muhalif olan bu mezheblerin üçüncüsü: Bunlar, Sünneti kabul eder, ancak haber-i vahidin delil olmaaını reddederler. Yalnız mtttevâtir, inüstafîz ve meşhur olan Hadîsleri alırlar. Daha kısa ta´birle ancak ahbâr-ı âmmeyi kabul ederler. Bu fırkanın görüşünü ve delillerini beyan hususunda sözü yine îmam Şafiî´ye bırakalım, onları bize o anlatsın:
“Bunlardan bir fırka, Hz. Peygamberin (Ona salât ve selâmı olsun) Hadîslerini tesbit etmenin ümmete lâssm olduğunda bizimle birleşiktirler. Sünneti reddedenlere kargı kullandığım delilleri, onlar da Sünnetin hüccet olduğunu isbata yeterli görürler. Onlara karşı geleni sıkıştırırlar. Onlardan bir cemâat benimîe toplu ve müteferrik hallerde konuştular. Gerek toplu konuştuklarında, gerekse teker teker konuştuklarında söyledikleri sözleri, verdiğim cevapları aynen bellemiş değilim. Onların de-üHerini nakzetmeğe çalıştım. Dediklerimden bâzılarını tesbit ediyorum. Onİ&n üsâsn edecek sandığım bâzı şeyleri zikrediyorum. AUah´fiUur´bem korumasını diler, bağanlar temenni ederini. Onların dedikleri aöztercfon-bır kî&nu şöyledir: Hâkimler ve müftiler ancak ihata ettikleri cihetle hükmedip fetva verebilirler. îhâta ise zahirde ve bâtında hak olduğu, doğru olduğu bilinmekle, Allah indinde buna böylece şehâdet etmek demektir. Bu da Kitabla, ittifakla kabul edilmiş olan Sünnetle ve insanların icma´la kabul ettikleriyle olur. Onda ayrılığa düşmemelidirler. Ö takdirde hükmün hepsi birdir. Onlardan ancak bu dediklerimizi kabûî etmemiz gerekir. Meselâ Öğle namazı dört rek´atbr. Çünkü bunda asla niza´ yoktur. Müslümanlardan buna karşı gelen olmamıştır. Bunda kimsenin şüphesi
Süimeün bir kısanını inkâr edin. bu fırka, Sünnetin ancak seksiz şüp-hesiss olanını, nizaa düsülnıemi§ bulunanını kabul etmektedir. Şâfil böyle Hadîsleri bilmeğe ilm-i ihata, diyor. Çünkü bu zahiri ve bâtını bilmektir. Her taraftan inceleyip doğruyu kavramaktır. [3]
146- Şafîî, Sünnetin Hüccet Olduğunu Îsbat Eden Deliler Getîriyor:
Müslümanların kabul ettiklerine muhalefet eden üç fırkanın sözleri bunlardır. Bunların bir kısmı bütün Sünnetin hüccet olduğunu inkâr ediyor. Diğer bir kısmı Sünnetin ancak Kur´ân´da bulunan umuru beyan edenlerini, Kur´ân´ın desteklediklerini kabul ediyor. Üçüncü bir kısmı da Sünnetin herkesçe kabul edilip meghur ve mütevâtir olanlarım kabul ediyor,
Mekke ve Bağdad halkının Hadîs yardımcısı ve savunucusu adını verdiği, fıkıh târihinin, hattâ îsiâm düşüncesi târihinin şaşmaz Sünnet
tarafçisı unvanına lâyık gördüğü bir genç, bu sözlerin topunu birden reddetmek için ortaya atıldı. Bu zât, Şafiî´dir, Allah ondan razı olsun.
Şafiî, Risâle´sinde Kitâbu´İIah´dan arka arkaya hüccetler getirerek ise bağladı. Evvelâ birinci fırkaya reddederek Hz. Peygamberin Sünnetinin hüccet olduğunu isbat etti. Şafiî´nin o hüccetlerini, onun sözlerinden alarak onun getirdiği mantık kıyaslariyle birlikte zikredelim. Tâ ki onların kuvvet derecelerini görelim ve istikametlerini bilelim.
Birinci delil: Alîâhu Teâlâ, kendisine îmanla Resulü Hz. Muhammed´e îmânı birlikte zikretmiştir. Ona îmân etmek, ona kavillerinde, fiillerinde ve takririnae itaati îcâbeder. Öyleyse Hz. Peygamber´in Sünnetim bu dîn-i mübînin, şer-i kerîmin kaynağı i´tibâr etmek gerekir. Allâhu Teâlâ´-nın şu âyetleri, birinci ve ikinci mukaddemeyi isbat eder: ´ Allâh´a ve Resûlifne iman edin, Resulü öyle ümmî bîr Peygamberdir id, Allah´a ve oram sözlerine inanır. Ona tabi´ olun, umulur ki hidâyete ulaşsrsıssz.”[4], “Ancak o kavimler M, Allah´a ve Resûlü´ne inandılar, Peygamber le beraber bir işe karar verinek için toplandıklarında, ondan; izin almaksızın gitmezler[5]
Bu iki âyet-i kerîme, Peygamber´e îman, islâm´dan bir cüz olduğunda sarihtir ve bu sarahatlariyle birinci mukaddimeye delâlet eder, her iki âyette de Peygamber´e tabi´ olmanın vücûbu îmanla birlikte sâkrolunmak-tadır. Böylece bu iki âyet-i kerîme ikinci mukaddimeye de delâlet eder. Çünkü îmânın semeresi tabi* olmaktır, Peygamber´e îman etmek vâcib olup da onun kavillerine, fiillerine ve takrirlerine tabi´ olmak vâcib olmasın, bu asla ma´kûl olamaz. Bu iki irmka.ddime böylece sabit olunca netî-ce sabit olur ki, o da Hz. Peygamber´in Sünnetinin mutlaka hüccet olmasıdır.
ikinci delil: Hak Sübhânehû ve Teâlâ, Kurfân-ı Kerîm´de beyan buyurur ki, Hz. Peygamber (Ona salât ve seîâm olsun) Kitabı ve hikmeti öğretmektedir. O âyet-i kerîmeler şunlardır:
“Yâ Rab, İçlerinden onlara, Senin âyetlerini okuyan, onlara Kttâb´ı ve hikmeti öğreten, onları kötülükten arıtan bir Peygamber gönde . Aziz ve Hakim ota ancak Sensin.”[6]
“Nltek&n Bîas size, aranflzdara, âyetlerimizi okuyan, sizi kötüîükfcr-den temizleyen, size Kitabı, hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi size bildiren fetr Peygamber gönderdik.”[7]
“Ancl olsun ki, Allah, onlara, kendi âyetlerini okuyan, onîam antan, onlara Kitabı ve hikmeti öğ>-e1«j», kenelerinden bir Peygamber göndermekle raü´minlere iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler.”[8]
Bu âyetlerde zikrolunan Kitab, Kur´ân-ı Kerîm´dir, hikmet ise Hz.. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesidir. Ehl-i ilimden Şafiî´nin beğendiği zât bunu böyle tefsir etmiştir. Çünkü âyette Kur´ân zikrolunuyor, ardından da hikmet söyleniyor. Öyleyse hikmet Kur´ân´dan başka ve fakat onun cinsinden bir şey olması lâzraıgelir. O takdirde, buradaki hikmet Hz. Peygamber´in Sünnetidir, demekten başkası caiz olamaz. (Doğrusunu Allah bilir.) Şafiî bu mânâyı açıklamak ve desteklemek için diyor ki: “Zîrâ hikmet, Allah´ın Kitabiyle yanyana zikrolunmuştur. Allâhu Teâlâ, Resulüne itaati farzetti ve onun emrine uymağı insanlara mecburî kıldı. lt-tibaı lâzımgelen ancak Allah´ın Kitabı ve sonra da Sünneti olmak lâzun-gelir. Çünkü yukarıda anlattığımız gibi, Allâhu Teâlâ Resulüne îmânı kendisine îmanla birlikte zikretmiştir. Peygamber´in Sünneti, Allâhu Teâ-lâ´nın Kitabında murad ettiği mânâyı beyan etmektedir. Bu hâssa da, âmmeye de delildir. Sonra âyette hikmeti Kitabın ardısıra getirmiş, hikmeti ona tabi´ kılmıştır. Resulünden başka, halktan hiçbirine böyle bir şey nasib etmemiştir.”
Üçüncü delil: Allâhu Teâlâ, Resulüne itaati ve tabi´ olmağı mü´min-lere farz kıldı. İtaat edilmesi farz olan bir kimsenin sözleri de itaat edenler tarafından tutulmak gerekir, onlara karşı gelen âsî olur. Bu i´tibarla Hz. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesi, bu parlak şeriatta hüccet ve delil olur. Birinci kaziyyenin delili şudur: Hak Sübhânehû ve Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de kendisine itaati tasrih ettikten sonra ardısıra Resulüne itaati emretmektedir. Peygamber´e isyan, Allah´a isyan addolunmuştur. Kur´-ân-ı Kerîm´de bu konudaki âyetlerden bir kısmı şunlardır:
“Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mü´min erkeğe ve mü´min kadına işlerinde artık muhayyerlik yapma olmaz. Kim Allah´a ve Peygamber´ine karşı gelirse şüphesiz ki apaçık bir sapıklığa sapmış olar.”[9]
“Ey îman edenler, Allah´a itaat edin, Peygamber´e ve sizden buyruk sâhübi olanlara itaat edin. Eğer bir şey hakkında nizaa düşüp çekişirseniz Allah´a ve Âhiret gününe inanınız varsa onun hallini Allah´a ve Peygamber´e bırakın. Bu, hayırlı ve netice i´tibâriyle en güzel olur.”[10]
“Allah´a ve Peygamber´ine kim itaat ederse, işte onlar, Allah´ın ni´-metine eriştirdiği Peygamberler, sıddîklar (doğrular), şehtdler ve sâlih-ler (iyiler) le beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.”[11]
“Peygamber´e itaat eden, Allah´a itaat etmiş olur.”[12]
“Hayır, Rabbına and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tâyin edip, sonra haklarında senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerim verip teslim olmadıkça hakMyle inanmış olmazlar,”[13]
Dördüncü delil: Allâhu Teâlâ aralarında hüküm vermesi için Peygamberi çağırmalarını, kendi aralarında birbirlerini çağırmaları gibi tutmamaktadır. Peygamber´e muhalefet etmeği, diğer insanlar, başkalarına muhalefet etmek gibi kılmamıştır. Belki Peygamber´in hükmüne muhalefet eden Müslüman olmaz. Böyle olunca Peygamber´in hükümleri, sözleri uyulması gereken Sünnettir, tutulması gereken hüccettir. Birinci kaziyye şu âyetlerle sabittir:
“Peygamber´in çağrışım, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. Onun emrine aylan hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”[14]
“Aralarında hüküm vermek üzere Allah´a ve Peygamber´ine çağırıldıkları zaman, içlerinden birtakımı hemen yüz çevirirler. Şayet hak kendilerinden yana ise boyunlarını bükerek gelirler. Kal Merimi e hastalık mı var, yoksa içlerinden şüphelenmişler midir Yahut Allah´ın ve Peygam-ber´inin onlara haksızlık yapmasından mı korkarlar Hayır, işte onlar kendileri zâlimdûrler. Aralarında hüküm verilmek üzere Allah´a ve Peygamber´e çağırıldıkları vakit mü´minlerin sözü ancak: İşittik ve itaat ettik, demek olmalıdır işte saadete erenler de onlardır. Allah´a ve Peygamber´e itaat eden, AHah´dan korkan ve O´ndan sakınan kimseler, işte kurtulanlar bunlardır.”[15]
Allâhu Teâlâ insanlara öğretiyor ki: Aralarında hüküm vermek üzere Peygamberi çağırmaları, Allah´ın hükmüne çağırmak demektir. Aralarında hüküm veren Hz. Peygamber´dir, Allah´ın Resûlü´dür. “Resûlul-lâh´ın hükmüne teslim olmak, Allah´ın farz kılmış olduğu hükme teslim olmak demektir. Resulünün hükmü, Allah´ın hükmü demek olur.” Bunların hepsi mutlaka Resûlullâh´ın Sünnetinin şeriat olduğunu gösterir.
Beşinci delil: Allâhu Teâlâ Peygamberine riaâletini tebliğ etmesini, şeriatım beyan eylemesini, vahyine tabi´ olmasını emretmiştir. Yine Allâhu Teâlâ Resulünün tebliğ ettiğini, şeriatını beyan ettiğini, vahyine tabi´ olduğunu haber vermiştir. Tebliğ onlara Kur´ân´ı okumakla ve okutmakla Hz. Peygamber´in beyânîyle olmuştur. Öyle olunca şeriat: Kur´ân ve Hz. Peygamber´in sözleri olur. Çünkü insanlara tebliğ ettikleri bunlardır. Vahye tabi´ olması budur. Şu âyetlerde tabi´ olmak murad olunmuştur:
“Kabbinden sana vahyohuıana ny, Ondan başka asla Tanrı yoktur. Sen müşriklerden yüz çevir.”[16]
“Sonra biz seni de din emrinde bir yol üzere kıldık, -sen de ona tabi´ ol. Ve bilmezlerin heveslerine uyma.”[17]
Resulün tebliğ etmesi emri şu âyettedir:
“Ey Peygamber, Rabb´ından sana indirileni tebliğ et eğer bumu yapmazsan Onan elçiliğim yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğman, AUah îrâiirlere hidâyet vermez. [18]
Resulüne vahyettiklerine tabi´ olması ve onları tebliğ etmesi şu âyetle emrolunmuştur:
“Böylece biz sana enirimizden bir ruh vahyettik. Halbuki sen Kîtab n&#r, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yapük, omunla kulla-nmızdau dilediğimizi doğru yoîa iletiriz. Gerçekten sen doğru yolun kılavuzluğunu yapıyorsun.”[19]
“Eğer sana Allah´ın fazl ve keremi, rahmeti olmasaydı, onlardan birtakımı seni sapıtmağa kalkışırdı. Halbuki onlar ancak kendilerini sa-pıtnuşlarrîm Onlar sana bir zarar veremezler. Alîah sana Kîtab ve hikmet indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah´ın sana olan ni´nueti çok büyüktür.[20]
Bu âyet-i kerîme ve yukarıda geçenler gösteriyor ki, Hz. Peygamber kendiliğinden bir şey söylemezdi. Ö, Rabb´mm şeriatını tebliğ etti. Onun için şöyle diyebildi: “Allah´ın size eşnırettöderinden hiçbir şey bırakmadım, onu size buyurduın; Allah´ın sizi nehy©ttiWeriiıden hiçbir şey bırakmadım, o yaisağı size duyurdum.” Hz. Peygamber´in sözleri ve şâir Sünnetleri Allah´ın buyruklarım ve yasaklarını beyan edici olunca, onu hüccet edinmek, Allah´ın buyurduklarını bilmek için bir ışık tutmak mü´minlerin üzerinde bir haktır. [21]
147- Sünnetin Hüccet Olmasını İnkâr Edenler Kimlerdir
Şafiî, işte böylece âyetler getirerek, Sünnetin îslâm fıkhının kaynaklarından olduğunu isbat etmekte, hüküm evvelâ Kitabda aranırsa da, Sünnet ilmi de Kit´ab ilmi mertebesinde olduğunu söylemektedir. Şayet ortada Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edenler, bu mes´elede fukahâ iîe çatışanlar olsaydı, Şafiî bu hususta böyle delil getirmek ihtiyacında kalmazdı. Böyle ilim sapıklığı irtikâp ederek tslâm cemaatından ayrılan bu nizacilar, zındıklardır. Onlar, Müslümanların islerini ifsad etmek için zahiren Müslüman görünüyorlar, içlerinde başka §ey gizlemiyorlardı. Böyle gizli hilelerle, islâm Dîni´ne tu^ak kurup onu bozmağa çalışıyorlardı. İslâmiyet parlak delillerle onları yere serdiğinden açık delillerle ona üstün gelmekten âciz kalınca, bu hileli yollara saptılar. Bunların bir kısmı Haricîlerdendi. Zîrâ Haricîlerden bâzıları, Kur´ân-ı Kerîm´de zikro-lunmadığından, recmi inkâr ederdi. Abdurrahman b. Mehdî ki o Şafiî´nin çağdaşıdır ve Şafiî usûl hakkındaki risalesini ona yazmıştır Sünneti ve onu delil olarak almağı inkâr edenlerin zındıklardan ve Haricîlerden olduklarını söyler. Kendisine Hz. Peygamber´e isnad edilerek şu Hadîs rivayet olunduğu zaman: “Bunu zındıklar ve Haricîler uydurdu.”- demiştir. Rivayet olunan o lîadîs şöyledir: “Sîze benden bir şey gelince onu Allah´ın Kitabına arz edin. Eğer Allah´ın Kitabına uygun düşerse onu ben söylemişimdir. Şayet Allah´ın Kitabına muhalif düşerse onsu ben dememîşimdir. Bana onunla hidâyet verdip halde ben Ki tabu´İlâh´a nasıl muhalefet edebilirim ” Şafiî´nin çağdaşı olan Abdurrahman Mehdî, Sünneti inkâr edenlerin zındıklardan ve Haricîlerden olduklarım açıkça söylüyor. Târih´te bunu te´yid etmektedir. Çünkü Haricîlerden bâzıları, bilindiği gibi, Kur´ân-ı Kerîm´de zikrolunmadı diye recm hükmünü filen tanım amalardır.
Fakat üstadımız Muhammed Hudarî (Allah ona rahmet eylesin), Şafii´nin sözünün gelişinden, füru´da Sünnetin delil olmasını inkâr edenlerin Mu´tezileden olduklarım çıkarıyor. Çünkü Hadîs bilmemekle tanınanlar onlardır. Çünkü Şafiî, haber-i vahidi inkâr edenlerin Basra´da olduklarını söylüyor. Basra ise eskiden beri Mu´teziîenin yuvasıdır. Sonra bu sözünü, İbn-i Kuteybe´nin, Tevil-i Muhtelifü´l-Hadîs kitabında Mutezile hakkındaki bir cümlesiyle te´yid ediyor.
Bana göre, füru´da Sünnetin delil olmasını inkâr edenler, zındıklardan ve bâzı yan çizmiş Haricîlerden idi: Nasıl ki, Abdurrahman îbn-i Mehdî bunu söylemiştir. Bu zındıkların, kendi hüviyyetlerini perdelemek için Mu´tezile fırkasından görünmüş olmaları uzak sayılmaz, Mu´te-züede akılcılık temayülü bulunduğundan ve akla i´tirnad ettiklerinden, bu zındıklar kendi arzularını gizlemek, bozgunculuklarını saklamak için Mu´tezile Mezhebi perdesine büründüler. Fesadlarını i´tizal perdesiyle örterek gayelerine ulaşmak için orada yuvalandılar. Bunların hüviyetleri ne olursa olsun, bunlar îman ehlinden değildirler, îmandan uzaktırlar. [22]
148- Hadîs Kur´ân´la Bir Manada Olunca Delîl Olarak Alanlar:
Şimdi ikinci görüşe geçelim. Bunlar Sünneti kabul etmezler, ancak Hadîsle Kur´ân beraber ise o zaman Hadîsi delil alırlar. Bu sözün. zahiren iki ihtimali vardır. Birinci ihtimal reddolunur, ona kail olan umumdan ayrılmış, yan çizmiştir. İkinci ihtimal kısmen kabul olunabilir. Kabul edilmeyen ihtimal şudur: Hz. Peygamber´den rivayet olunan Hadîs, haber-i ânım, veya haber-i hâssa olsun, aynı mânâda Kur´ân-i Kerîm´den bir nass bulunmadıkça, onu reddetmektir. Bu söz netice i´tibâriyle, Sünnetin delil olmasını alel´ıtlak inkâr edenlerle birleşmektedir. Çünkü rivayet olunan Hadîsle aynı mânâda Kur´ân´dan bir nass varsa, o takdirde burada hüccet Kur´ân´dır, Hadîs değil. Sünnetin hüccet olduğunu inkâr edenlere karşı, Sünnetin hüccet olduğunu isbat için getirilen deliller, burada da getirilir. Çünkü bu görüşe´ saplananlar da, Sünnetin îslâm fıkhının kaynaklarından biri olmasını reddediyorlar, demektir.
Diğer ihtimale gelince, bunda öyle fazla bir yan çizme yoktur. Buna göre: Kur´ân-ı Kerîm dînin ana kaynağı, ilk aslı ve külli kaideleri cami´ olması i´tibâriyle Sünnetin bildirdiği hükmün Kur´ân-ı Kerîm´de bir aslı bulunmaktadır. Kur´ân-ı Kerîm asıl ana kaynak olması bakımından küllî ve umûmî kaideleri ihtiva eder. Dînin esasları onda mezkûrdur. Sünnet Kur´ân´m beyanı olması i´tibâriyle onu etrafiyle îzâh eder, teferruatı bildirir, cüz´î mes´eleleri açıklar. Görüşlerine değer verilen fukahadan böyle diyenler olmuştur. Şafiî bu görüşü kısmen şöyle îzâh etmektedir; “Onların içinde şöyle diyenler var: Sünnet ancak Kitabda (Kur´ân-ı Ke-rîm´de) esası bulunan bir hükmü bildirir, vaz´eder. Nasıl ki, Hz. Peygam-ber´in Sünneti, namazın rek´atlarımn adedini, nasıl kılınacağını beyan eder. Namazın farz olduğu aslı da Kur´ân´dadır. Alış-veriş şâir hükümler hakkındaki Hadîsler de böyledir. Allâhu Teâlâ Kur´ân´da esasları bildirir: ´Aranızda mallarınızı haksız bir yolla yemeyiniz/, ´Allah aîıs-veri-şi helâl, ribâyı haram kıldı.* Hz. Peygamber´in Sünnetiyle haram ve helâl kıldıkları, namazı teferruatiyle beyan ettiği gibi, Allâhu Teâlâ´nın teşrî ettiklerini beyan etmektedir.”[23]
Şafiî bu görüşü reddetmiyor ve onu sapıklık saymıyor. Bu, diğerleri gibi değildir. Bu, Kur´ân ve Sünnet fıkhında, istinbat usûlüne derin bir bakış sayılabilir. Bu bakış, her bakımdan isabetli veya isabetsiz olmayabilir de. Her görüş gibi tedkike değer.
Birinci görüşün bir sapıklık olduğunu El-Üm´de söylüyor. Çünkü o görüş Sünneti büsbütün reddeden görüşle birleşiyor. Şafiî bunu çürütmek için delil bile getirmedi. Sünnetin îslâm fıkhının ikinci kaynağı olduğunu, Sünnet ilmi Kur´ân ilmi mertebesinde bulunduğunu isbat için daha önce getirdiği delillerle yetindi. [24]
149- Haber-i Vahidin Delil Olmasını İnkâr Edenlere Karşı Şafiî´nin Cevapları Ve Haber-i Vâhidin Hüccet Olduğuna Dair Delilleri:
Bundan sonra haber-i hâssanın yâni haber-i vahidin delil olmasını inkâr edenlere gelelim. Mütevâtir, müstafîz = meşhur olmayan haber-i vâhid denen Hadîsleri bâzı ulemâ amel îms^unda delil olarak almaktadırlar. Çünkü haber-i vâhid zannîdir. Kavilerin tedlîs yapması ve yalan söylemesi ihtimali vardır. Çünkü bid´at ve dalâlet erbabı, Hz. Peygamber´in. söylemediği bâzı sözleri Hadîsler arasına katmışlardır. Temizini çürüğünden ayırmak güçtür.
İmam Şafiî, (Allah ondan razı olsun) kitaplarının birçok yerlerinde haber-i vahidin hüccet olduğunu isbat etmiştir. Münazaralarında, dikte ettiği eserlerde bunu yapmıştır. Bu hususta getirdiği deliller Er-Risâle´-de Cimâu´1-Üim kitabında ve Îhtilafü´l-Hadîs kitabında toplanmış bulunmaktadır. O deliller şunlardır:
Birinci delil: Kur´ân-ı Kerîm´le ve meşhur olan Hadîslerle sabit olup dinde kararlaşnus. olan bir emre kıyas suretiyledir. Şöyle ki: Kur´ân-ı Kerîm´in nassiyfe ve Sünnet-i Seniyye ile sabit olmuştur ki, mal dâvalarında ve benzerlerinde iki erkek şahitle veya bir erkek iki kadın şahitle hüküm verilir. Zina dâvasında dört şahitle, diğer hudûd ve kısasta iki şahitle hüküm verilir. Ancak kadınların muttali1 olabileceği (doğum, hayız, nifas) hususlarında bir kadının şahitliğiyle hükmedilir. Cumhur-u ulemâ bunu böylece kabul etmiş, bu yolda yürümüştür. Kaza, yâni bir mes´ele hakkında hüküm vermek; doğruluk cihetini yalan olma cihetine tercih suretiyle ilzamdır. Demek şüphe ortadan kalkmıştır, yalan olma zanm da sabit değildir. Böyle ilzamı olan hükümlerde haber-i vâhidle amel edilince, Hz. Peygamber´den rivayet olunan haber-i vâhidle de amel etmek vâcib olur. Çünkü râvî âdil, mevsuk ve bellemesi yerinde olunca doğruluk ciheti tercih olunur. Bu iki şey arasında mukayese tamdır. Çünkü mevsuk olan bir veya iki kimseden Hz. Peygamber´in Hadîsini kabul etmek, bir veya iki kişinin şahitliğini kabul etmek gibidir. Hattâ *** Peygamber´den rivayet olunan Hadîs kabule daha çok şayandır. Çünkü râvî dindar, âdil, mevsuk, belleyişli olunca Hz. Peygamber adına yalan söylemekten çekinir. Haber verdiği Hadîsle haram veya helâl kılma işi yapılacağından bunda yalandan korunur. Şafiî bu konuda şöyle diyor: ´insanların öyle halleri olur ki, o durumdaki haberleri daha sahîh olur, o hal içinde kendilerini takvaya, başka zamandakinden daha fazla verirler. Niyet sahipleri niyetlerinde daha samîmi bulunurlar; düşüncelere daha uvanık ve sürekli, gafletleri daha az olur. Ölüm, hastalık, yolculuk halleri ve onları hatırlama böyledir. Bunlardan başka da gafletten uyandıran haller vardır.” Şüphesiz ki, bu hallerin en başında gelen, Hz.
Peygamber´den rivayet işidir. Çünkü onun sözleri, bütün Müslümanlarca uyulması gereken Sünnettir. Hz. Peygamber´in adına yalan uydurmak, yalanların en büyüğüdür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “îftsralal nn en büyüğü, demediğim bir şeyi ben söylemiş gibi söylemektir, gösteriyle görmediği bir şeyi, görmüş gibi göstermektir; bir çocuğu babasından başkasına nisbet etmektir.” Yine Peygamber Aleyhi´s-Selâm buyurmuştur: “Benîm demediğim bir şeyi ben demiş gibi söyleyen kimse Ce-henaem´dbki yerine hazırlansın.”
ikinci delil: Hz. Peygamber (Ona salât u selâm olsun) buyurdular ki: **Ben&n flöztimü dinleyip onu belleyerek ezberleyen ve olduğu gibi başkasına duyuran kimsenin Allalı yüzünü ağartsın. Bâzan fıkıh hâmili, fakîh olmayana nakleder, niceleri de kendisinden daha fakîh olan kimseye nakleder. Üç şey vardır M, Müslümaıun kalbi onlara asla kapalı olamaz: işlediğini sırf Alîaîı için yapmak, Müslümaniara öğüt verip onların hayrına çalışmak, Müslüman cemaatından ayrılmamak. Zîrâ duâfeın onları arkalanndan sarmıştır.” lîz. Peygamber, madem ki sözlerini dinleyip bellemeğe ve onları başkalarına da duyurmağa davet etmiştir, bunu yerine getiren kimse, ister bir kişi olsun, ister cemaat olsun, onun dâvetine icabet etmiş sayılır. Öğretmek için fıkhı başkasına nakletmede bu duyurmanın tesiri, ancak- sözü makbul olduğu, hüccet tutulduğu takdirde görülür. Bu da haber-i vahidin delil olduğuna delildir. Hz. Peygamber´den rivayet eden kimse bir kişi de olsa mevsuk ve âdil olmak şartiyle rivayeti makbuldür.
Üçüncü delil: Birgok yollarla bize naklolunmuş, herkesçe duyulmuş bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram, şer´î hükümleri birbirlerine naklederlerdi, biri söyler, diğerleri kabul ederlerdi. Hz. Peygamber aralarında iken bunu yapıyorlar, Hz. Peygamber de bir kişinin haber verdiği hükmü kabul etmelerinde onları o hal üzere bırakıyordu. Eğer haber-i vâhid = bir kişinin nakli o hükümle amel için kâfi gelmeseydi, Hz. Peygamber onlara derhal açıklardı ki: Dinlerine âît hükümleri, ancak yalan üzere birleş-meyeceklerine inandıkları bir topluluktan almaları gerektir. Bu da risâ-letini tebliğ, dîni beyan cümlesinden olurdu. Hattâ bizzat Hz. Peygamber dînî hükümleri tebliğ hususunda bir kişi göndermekle iktifa ederdi. Eğer dinî hükümler bir kişiden alınmayacak olsaydı ve rivayet ancak bir topluluk tarafından yapılınca tam sayılsaydı, Hz. Peygamber haberlerini i ulaştırmak, emirlerini beyan etmek için bir kişi göndermekle iktifa et-1 mezdi. Şafiî bunu isbat için birçok örnekler vermektedir; biz onlardan * birkaçını nakledelim:
Hz. Peygamber ve Ashabı Medine´de iken namazda Kudüs-ü Şerife doğru dönerlerdi. Bakara Süresindeki âyet-i kerîmeler nazil olarak namazda K&´be´ye doğru dönmeleri emrolundu. Cemâat Küba´da Beyt-i Mukaddes´e doğru sabah namazını kılarken bir haberci gelerek Kur´ân´dan nazil olan âyetle kıblenin değiştiğini bildirdi, cemâat da Kâ´be´ye doğru dönüverdiler. Kubâ halkı Ensârm Önde gelenlerinden ve fıkıh sahibi kimselerdir. Doğru kimselerin verdiği haber-i vahidin hüccet olduğunu bilme-selerdi onunla amel etmezlerdi. Eğer haber-i vahidi kabul etmek caiz olmasaydı, kıblenin değişmesinde bunu kabul ettikleri zaman, Hz. Peygamber onlara: “Siz Beyt-i Mukaddesi kıble olarak biliyordunuz, omı bırakmanız için benden hüccet olacak bir şey duymalıydınız; yahut onun mü-tevatîr bir haber, haber-i vâhid olmayan bir şey size gelraelSydi.” derdi.
Yine bu kabîl misâllerden biri şudur: En.es b. Mâlik diyor ki: “Ebû Talha´ya, Ebû Ubeyde b. Cerrâh´a, Übey b. Kâ´b´a hurma şarabı veriyordum. Bir haberci gelerek şarabın hara,m edildiğini söyledi. Ebû Tal-ha, Enes´e: Kalk su küpleri kır, dedi. Ben de kalkıp vurarak kırdım.” Bu zatların ilimleri ve mevkileri malûm. Sahâbelik derecesini bilen kimse inkâr edemez. Şarap onlarca o zaman helâldi, içerken biri gelip şarabın haram olduğunu haber veriyor. Ebû Talha da küpü kırmağı emrediyor. Ne o, ne de yanındakilerden hiçbiri: Bizce şarap helâl bir şey, durun bakalım, Hz. Peygamber´i görelim, ona soralım, yahut bize mütevâ-tir bir haber gelmesini bekleyelim, demedi. Onlar helâl olan bir şeyi dökmek israf olacağından, bunu yapmazlardı. Israfçı değildiler. Eğer haber-i vahidi kabul etmek yerinde bir şey olmasaydı, Hz. Peygamber onları bundan nehyederdi. Fakat böyle bir şey olmadı,
Hz. Peygamber (Ona salât u selâm olsun) Hz. Ali b. Ebî Tâlib´i (Allah ondan razı olsun) hac mevsiminde Mînâ´da Tevbe Sûresi´nî okumak üzere gönderdi. Hz. Peygamber, gönderdiği kimsenin getirdiği haberi, gönderilen kimselerin kabul etmelerine dâir kuvvetli delil bulunmadıkça emir göndermez. Haber-i vahidi kabul gerek ki, bir kişi ile emir gönderiyor.
Hz. Peygamber, Ashâbdan adlarım bildiğimiz kimseleri belli yerlere memur ´ve elçi olarak gönderdi. Bu elçilerden hiçbirine vardıkları yerde: Sen bir kişisin, Hz. Peygamber´in seni gönderdiğini ondan işitmedikçe veya bunu mütevâtir bir haberden duymadıkça veya bu meşhur olmadıkça, birden fazla kimseler gelmedikçe senin dediklerim kabul etmeyiz, demediler. Hz. Peygamber bir kişi gönderdi, Hz. Peygamber´in fi´li hüccettir, onun ötesinde başka hüccet aranmaz, haber-i vâhid hüccettir.
Bu haberlerin hepsi meşhurdur, herkesçe bilinir. Bunlardan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, Müslümanların haber-i vahidi alıp onunla amel etmelerini kabul ederdi, onları bu hâl üzere devama bırakırdı. Kendisi de emirlerini tebliğ için bir kişi göndermekle iktifa ederdi.
Dördüncü delil: Hz. Peygamber, oniki hükümdarı İslâm´a davet için onlara oniki elçi gönderdi. Her elçi gönderildiği yerde tanındı. Valilere bir elçinin eliyle mektuplar, emirler gönderirdi. Valilerden hiçbiri, bir elçi eliyle geldi diye gönderilen eniri infazdan vazgeçmedi. Elçilerimi bîrden fazla olması, bir topluluk olması lâzımgeiir demedi. Bütün bunlar gösteriyor ki, ilzam hususunda haber-i vâhid kâlidir. Yoksa Hz, Peygamber, bir elçi göndermekle iktifa etmezdi ve kendilerine gönderilen kimseler de haber-i vâhidde şüpheye düşerlerdi. Fakat böyle bir şey olmuş değildir.
Beşinci delil: Herkesçe bilinen bir şeydir ki, Ashâb-ı Kiram, haber-i vahidi alırlardı. Knr´ân-ı Kerim´de hükmü bulunmayan bir mes´ele kendilerine arz olununca onu Hz. Peygamber´in Sünnetinde ararlardı. Bu hususta mütevâtir haberi, meşhur haberi ve haber-i hâssayı yâni bir kişinin haberini ayırmadan kabul ederlerdi. Bu husustaki olaylar sayılmayacak kadar çoktur. Hadîsi bilmediklerinden dolayı bir mes´ele hakkında re´yleriyle hüküm verirlerse, sonra o konuda bir Hadîs öğrenirlerse, hemen Hadîse dönerlerdi. Bu kabîl misâllerden biri şudur: Hz. Ömer b. Hattâb (Allah ondan razı olsun) maktulün diyetini akrabasına verirdi, öldürülen kocasının diyetinden karısına hiçbir hisse vermezdi. Nihayet Dahhâk b. S Lif yan ona haber verdi ki: Üşeym Dabâî´rJn diyetinden karısına vermesini Hz. Peygamber kendisine yazmıştır. Hz. Ömer hemen bu kavle dönmüştür. Yine rivayet olunur ki, Hz. Ömer:
Ccnîn hakkında Hz. Peygamber´den bir çey duyan var mı demiş. Hamel b. Mâlik b. Nâbia kalkarak:
Benim iki karım vardı. Eni diğerine bir çadır direğiyle vurdu. Karnındaki çocuğu ölü oîarak düşürdü. Uz. Peygamber onun hakkında cenin diyeti ile hükmetti, dedi. Hz. ömer:
Eğer onun hakkında bu hükmü duymasaydım, ba$ka türlü hüküm verirdik, dedi.
Şafiî, Îhtilâfiri-Hadîö kitabında bu iki haberi naklettikten sonra şunları ilâve ediyor: Eğer bir kimsenin haber-i vahidi reddetmesi caiz olsaydı, Hz. Ömer´in o zaman Dahhâk/e şöyle demesi câi£ olurdu:
Sen Necid halkından bir kimsesin. Hamel İbn-i Mâlik´e de:
Sen de Tihâme halkından bir adamsın! Siz ikiniz de Hz. Peygam-ber´i pek görmediniz. Onun yanında çok az bulundunuz. Halbuki ben ve benim gibi Muhacirler, Ensâr dâima onun yanında idik. Bunu biz duymadık da, sen nasıl öğrendin Sen bir kişisin, yanılman, unutman mümkündür! Fakat Hz. Ömer böyle demedi. Hakk´a tabi´ olmağı uygun gördü. Kocasının diyetinden kadına hisse vermeme hususundaki görüşünden döndü, haber-i vahidi aldı. Vurmak suretiyle düşürülen çocuk hakkında duyduğu Hadîsle hüküm verdi ve yanındakilere; eğer bu hususta Hz. Peygamber´den bir haber duymamış olsaydı, başka türlü hüküm vereceğini söyledi. Onun görâdüne göre cenin canlı ise diyeti yüz deve idi, değilse bir şey lâzımgelmezdi.
Fakat Cenâh-ı Hak kullarına Peygamber´inin lisâniyle dilediği gibi emreder. Kimse ona, niçin, nasıl diye soramaz. Hz. Peygamber´in haberine re´y ile bir şey katamaz, doğru olduğu ma´rûf olan kimse, bir kişi de olsa, sözü reddedilmez.
İmam Şafiî Er-Risâle´de Hz. Ömer´in bâzan, destekleyen bulunmadıkça, haber-i vâhidle iktifa etmemesinin sebeplerini araştırıyor, onun ic-tihâdda, kaza ve fetvadaki yüksek mevkiini belirtiyor ve şöyle diyor: Hz. Ömer bir haberi nakleden kimse ile aynı geyi başka birinin nakletmiş olmasını ancak üç maksatla istemiştir:
1- Bunu ihtiyaten yapmıştır. Hüccet haber-i vâhidle sabittir, iki veya daha fazla kimsenin haberi olması o haberin sübûtunu arttırır, kuvvetlendirir. Ben öyle kimseler gördüm ki, haber-i vahidi alır, ondan başka ikinci bir haber de araştırır. Bir Hadîs-i Şerif kendisine beş yolla gelmiş, beş veçhile rivayet edilmiştir, onu altıncı birinden duyarsa hemen onu da yazar. Çünkü haberler tevatür ettikçe, birbirini destekledikçe hüccet olması daha kuvvetlenir, gönle daha yatışır. Ben öyle hâkimler gördüm ki, dâvayı iki veya üç âdil şahit isbât eder, o ise: Bana daha fazla şahit bulun, şahitleri çoğaltın, der. Maksadı gönlün iyice yatişmasıdır. iki şahitten fazla şahit bulunmasa da yine hüküm verecektir.
2- İhtimal ki, haberi nakleden râvîyi tanımıyor. Onun için tanıdığı bir râvî gelinceye kadar onun haberinde tevakkuf ediyor, nasıl ki ma´ rûf olmayan bir râvînin haberi kabul olunmaz. Haberin kabul olunması için râvînin ma´rûf yâni tanınmış olması gerekir.
3- ihtimal ki, haberi veren râvînin sözü onca makbul değildir. Onun için onun haberini reddeder. Eğer haberi kabul olunacak başka biri bulunursa o zaman kabul eder.
Şafiî, haber-i vahidi kabul etme hususunda Ashaba dâir haberleri verdikten sonra tabiîn ve teba-ı tabiînin de haber-i vâhidleri kabul ettiklerine dâir birçok olaylar göstermekte ve haber-i vâhid bulunan mevzuda re´yi terk ettiklerini söylemektedir. Ondan sonra diyor ki: “Eğer bir kimsenin haber-İ vâhid hakkında: Eskidenberi ve şimdiki halde Müslümanlar haber-i vahidi kabul etmekte birleşmişler ve İslâm fukahâsm-dan onu kabul etmeyen olmamıştır, diyebilecek birisi varsa o da benim işte. Ben diyorum ki, haber-i vahidi kabul hususunda İslâm fukahâsımn ihtilâfa düştüklerini bilmiyorum.” [25]
150- Şafii´ye Göre Haber-i Vâhîdler, Kîtab Ve Îcmâen Kabul, Edilen Sünnetten Sonra Gelen Bir Hüccettir:
Şafiî, ilm-i hâssa veya haber-i hâssa dediği haber-i vâhidleri ameî hususunda hüccet tanıyorsa da onu ne Kur´ân mertebesinde tanır, ne de icmâen kabul olunan Sünnet derecesine koyar. Delil ve hüccet olarak ha-ber-i vahidi bu ikisinden sonra alır. Çünkü Kitabla mütevâtir Sünnetin her ikisinin de sübûtu katidir. Onlarda şüphe etmek, şüphe edeni îslâm-dan çıkarır. “Kitabın ve icmâen kabul olunan Sünnetin getirdiklerini kabulden imtina´ eden kimse tevbe ettirilir. Haber-i hâssaya, yâni haber-i vahide gelince o amel hususunda delildir. Nasıl ki, âdil kimselerin şahitliğini reddedemezlere bunu da reddetmeğe haklan yoktur. Fakat madem ki, haber tek bir yol ile gelmiştir, onda bir kimse şüpheye düşse, orsa bundan tevbe et demeyiz. Belki ona: Sana ancak âdil şahitlerin şahitliğiyle hükmetmek düşer. Onların yanılmaları mümkünse de sen on-Jann zahir olan doğruluklarına bakarak hüküm verirsin, onların senin görmediğin hallerini ancak Allah bilir.”
Görülüyor ki, Şafiî her §eyi yerli yerince koymaktadır. O haber-i vahidi i´tikadda değil, amel hususunda delil olarak almaktadır. Haber-i vâ-hidde şüpheye düşmeğe ceza yok, fakat onunla amel etmek lâzımdır. Şafiî bunu delilleriyle isbât ediyor. Onların özetini yukarıda vermiş bulunuyoruz. Gerçekten Hz. Peyg-amber´in, Sünnetini nakletmek, ancak mevsuk olan haber-i vâhidieri kabul etmekle mümkün olur. Sâdık olan bir kimsenin haberinin doğru olması ciheti râcihtir, yalan olması ihtimali varsa da bu delilden neş´et etmeyen bir ihtimaldir. Delilden neş´et etmeyen ihtimaller, amel hususunda nazar-ı i´tibâre alınmaz. [26]
151- Haber-i Vâhîdî Kabul Îçîn Şâfîî´nîn Îlerî Sürdüğü Şartlar:
Haber-i vâhid olan Hadîslerin kabul edilebilmesi için Şafiî, râvîde gayet ince şartların bulunmasını ileri sürmektedir. Onun şartları şunlardır:
1- Râvî dindar, mevsuk, sözünde doğru olacaktır. Doğru sözlü olarak tanınmayan kimsenin rivayet ettiği Hadîs kabul olunmaz. Dindar olmayanın rivayeti de kabul edilmez.
2- Râvî âkil olacak, rivayet ettiğini bilip anlayacaktır, öyle ki, Hadîsin mânâsım bir kelime yerine başka kelime ile ifâde edebilecek veyahut Hadîsi işittiği gibi harfiyyen rivayet edecek durumda olacaktır. Hadîsi mânâ i´tibâriyîe rivayet edemez. Çünkü mânâyı bir kelime yerine başka kelime ile ifâde edemiyecek durumda olunca Hadîsi mânâ i´tibâriyîe rivayet ederse, belki de helâli harama çevirebilir. Halbuki Hadîsi harfiyen rivayet edince böyle bir endişeye mahal kalmaz.
3- Rivayet ettiğini bellemiş olmalıdır. Kitabından naklederse o zaman onu ezberlemiş bulunmalıdır.
4- Hadîsi rivayet ettiği kimseden bizzat işitmiş olmalıdır. Yoksa müdellis olur.
5- Rivayet ettiği Hadîs, Hadîs âlimlerinin aynı mevzuda rivayet ettikleri başka bir Hadîse muhalif olmamalıdır.
Sonra her tabakada zikri geçen bu dört şartı şart koşuyor. Böylece Hadîs Hz. Peygamber´e mevsûlen varıyor veyahut da oraya varmadan bir tabiîye ulaşıyor. Bu cihet Allah´ın izniyle ileride açıklanacaktır.
Haber-i vahidin kabulü için Şafiî´nin ileri sürdüğü bu şartlar, nıus-talah-ı Hadîs ulemâsının kararlaştırdıkları şartlardır. Usûl-ü Hadîs ulemâsı bunlarda birleşiktirler, ihtilâf etmemişlerdir. [27]
152- Şafii Mürsel Hadîsleri Bâzı Şartlarla Kabul Eder. Mürselin İstidlalde Mertebesi Nedir
Şafiî, râvîde bulunması gereken şartların, Hadîs-i Şerîf Hz. Peygamber´e veya tabiîye ulaşıncaya kadar her tabakadaki râvîde bulunmasını ileri sürmektedir. Demek Şafiî, senedi Hz. Peygamber´e muttasıl-olmayan bâzı Hadîsleri kabul etmektedir. Hakikaten Şafiî Mürsel Hadîsi kabul eder ve onu müsned Hadîsten sonra gelmek üzere hüccet tutar. Senedi tabiîye varıp duran Hadîse Mürsel Hadîs denir. Bundan tabiînin kendisinden rivayet ettiği sahâbînin ismi zikrohınmaz. Şafiî, Mürsel Hadîsin kabulü için ince şartlar koşmaktadır. O, Mürsel Hadîsi, ulemâdan bâzısının yaptığı gibi, alel´ıtlak kabul etmez. Bâzılarının yaptığı gibi de öyle rasgele reddetmez. Reddedenlerle kabul edenler arasında orta bir yol tutar[28]. O, Mürsel Hadîsi birçok sahabeyle buluşmayan tabiîden kabul etmez. Ancak ashâbdan birçoğunu görmüş olan tabiînin ulularından kabul eder. Onların kabulünde de kabulünü îcâbettiren birtakım şartlar arar.
O şartlardan biri şudur: Tabiînin büyüklerinden olan^zâtm Mürsel olarak rivayet ettiğine bakar, eğer güvenilir Hadîs hafızları aynı mânâda bir Hadîsi Hz. Peygamber´e isnad yoluyla rivayet etmişlerse, bu, o Mürsel Hadîsin sıhhatîna, râvîsinin sâdık olduğuna açık bir delil olur.
Yine bu cümleden olarak, bakılır: Başkasının rivayet ettiği mürsel acaba ona uygun mudur. İlim erbabınca kabul edilen başka bir yolla ve senedle rivayet olunmuş mudur Eğer böyle bir şey varsa.bu mürselin kabulüne delâlet eder. Fakat bu birinciden daha zayıftır. Çünkü birincide mürselin makbul olduğuna delâlet eden delil bundan daha kuvvetlidir. Çünkü o müsned Hadîstir. Tabiînin mürsellerini takviye etmektedir. Bunda ise ilim erbabınca makbul olan bir mürsel Hadîstir. Şüphesiz ki müsned, mürselden daha kuvvetlidir.
Yine bu cümleden olarak: Hz. Peygamber´in ashabının bâzısından rivayet olunan bâzı kavillere bakılır. Eğer mürsel ona uygun düşerse kabul edilir. Çünkü böyle bir durum, mürselin sahîh bir asıldan alındığını gösterir. Bu da derece i´tibâriyle ikinciden aşağı kalır.
ilim erbabından bir cemâatin, mürselin bildirdiği hükme uygun fetva vermiş olması, mürselin makbul olduğunu gösterir. Bu da sonuncu mertebede gelir.
Eğer mürseli takviye edecek olan bu dört şeyden biri bulunmazsa, o zaman mürsel reddolunur, amel hususunda delil olmaz, kimseyi ilzam etmez.
Bunlardan görülüyor ki, Şafiî, mürsel Hadîsi iki şartla kabul etmektedir:
1- Mürseli, Ashâbdan birçoğunu görmüş olan Tabiînin ulularının rivayet, etmiş olması.
2- Geçen dört vecihden biriyle mürseli takviye eden bir delâlet bulunması.
Mürsel kabul edildiği halde yine de müsned derecesinde kuvvetli olmaz. Çünkü mürselin senedi munkati´dir, Hz. Peygamber´e dayanmamaktadır. Öyle olunca onun muttasıl olan Hadîs derecesinde hüccet olduğunu söyleyemeyiz. Şafiî, mürsel Hadîsin mertebece Muttasıl Hadîsten sonraya kalmasının sebebini göyle anlatıyor: “Senedi Munkati´ olmanın mânâsı şudur: İhtimal ki, ismi söylense rivayeti kabule şayan görülmeyecek bir râvî araya karışmıştır. Bâzı Munkatı´ Hadîslere onun gibi olan Mürsel bir Hadîs uygun düşse de, her ikisinin de mahreci bir olmak ihtimali vardır, öyle ki, mahrecin ismi tasrih olunsa kabul olunmaz,” [29]
153- Şafii´ye Göre Sünnet Kîtabın Ahkamına Asla Muhalif Olamaz. Birbirine Muhalif Sünnetlerin Arasını Bulmak:
Buraya kadar geçenlerden görülüyor ki, Şafiî Hadîslerin senedinin muttasıl ve mürsel olmaları bakımından onlardan ve rivayet eden adamlardan söz etmektedir. Râvîler de birtakım şartlar aranmasını ileri sürüyor M, kendisinden sonra gelen ricâl-i Hadîs ulemâsı bunlarda ona uymuşlardır. Şafiî yalnız bununla iktifa etmiyor, Kitaba uygun olması bakımından Hadîsin metnine mütaallik illetlerden, Hadîslerin birbirinden muhtelif olmasından söz açmış, böylece amel olunması veya olunmaması bakımından Hadîsin metnine temas etmiş oldu.
Şafiî´ye göre Hadîslerin, Allah´ın Kitâbindakilere muhalif olması asla mümkün değildir; muhkem nasslarla hükmü bildirilip neshedilmeyen-leri nakzedici de olamaz. Bu hususta diyor ki: “Hz. Peygamber´in, Sün-netiyle tegri´ ettiği her hüküm, Allah´ın Kitabının nassma uygundur. AI-lâhu Teâlâ tarafından Kitabı beyan edicidir. Beyan yoluyla Kitabı daha açıklamaktadır, tefsir etmektedir. Kitab Allah´ın nassında bulunmayan bir şey teşri´ ederse, Allâhu Teâlâ Resulüne İtaati emrettiğinden onun emrine de tabi´ oluruz.” Bu sözün mânâsından ve kasdından anlaşılıyor ki, Sünnet, Kur´ân´m muhkem nasslarma asla muhalif olamaz. Sünnet ya Kitabı beyan eder, yahut Kitabın mücmelini tafsil eder, veyahut da Kur´ân´m nassmda bulunmayan bir hüküm getirir. Allâhu Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de Resulüne itaati emrettiğinden Kur´ân´dan nass bulunmayan hususlarda Resulüne tabi´ oluruz. Öyle olunca Sünnet Kitaba asla muhalif olamaz. Çünkü Sünnet kuvvetini Kur´ân´dan almaktadır. Buna binâen Kur´ân´m muhkem hükümlerine aykırı olarak gelen her haber (Sünnet) reddolunur, kabul edilmez. Sünnet arasındaki ihtilâfa gelince, Şafiî bunu iki kısma ayırmaktadır:
1- İhtilâf nesihten doğmaktadır, hangisinin nâsih, hangisinin men-sûh olduğu bilinmemektedir. O zaman nâsihle amel edilir, mensûlı olan bırakılır. Çünkü Sünnet, Sünnetle nesholunur, bu ihtilâf sayılmaz. Men-sûh olan Sünnetle amel edilmek yine başka bir Sünnetle kaldırılmıştır. Buna kıble mes´elesini misâl getirmektedir: Hz. Peygamber ilk zamanda namazı Beyt-i Mukaddes´e doğru kılıyordu. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddesle doğru namaz kıldığından herkes Peygamber´in bu Sünnetine uyuyordu; namazda başka yere dönmek caiz değildi. Allâhu Teâlâ Beyt-i MukaddesMn kıble olması hükmünü kaldırınca Hz. Peygamber ve Müslümanlar Kâ´be´ye doğru namaz kılmağa başladılar. Artık kıble Kâ´be oldu. Bir Müslümanın namazda ondan başkasına doğru dönmesi caiz değildi. Artık Beyt-i Mukaddes´e dönmek kat´iyyen yasaktı. Bunların hepsi kendi vaktinde doğrudur. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddes´e dönerken orası Hak Kıble idi. Sonra Beytü´l-Harâm yâni Kâ´be-i Şerîf kıyamete kadar Hak Kıble oldu… Bu misâl Kİtabda ve Sünnetteki nâsihi ve men-sûhu açıklamaktadır. Hs. Peygamber, bir şeyi Sünnet kılar da Allâhu Teâlâ onu başka bir şeye çevirirse, o Sünnet olur. insanlar artık ona sarılırlar, böylece insanlar mensûh olan hükümden ayrılsınlar ve nâsih olana sarılsınlar diye Hz. Peygamber bunu Sünnetiyle insanlara bildirir.
Şafiî bununla şunu isbat ediyor ki, kıble´nin Beyt-i Mukaddes´ten Beytii´l-Harâm´a çevrilmesi yalnız Kitabla olmuş değil, belki bu Sünnetle de olmuştur. Çünkü Allâhu Teâlâ kıblenin Kâ´be´ye çevrildiğini bildirince Hz, Peygamber, Kitâb´ı beyan için Sünnetiyle de bunu gösterdi. Yeni Sünnet, eski Sünneti neshetmiş oldu. Şafiî bunu ta´lil için şöyle diyor: ´´Hz, Peygamber bir Sünneti vaz´eder, Kitabda da bir hüküm vardır, lisanı veya Sünnetin Kitâb´a nazaran mertebesini bilmeyen, Kitab Sünneti neshediyor sanır. İşte kimse böyle bir şüpheye düşmesin diye Hz. Peygamber, Sünneti Sünnetle nesheder.” Şafiî bununla anlatıyor ki, Kitâb´a nazaran Sünnetin mertebesi Kitâb´m icmâlen bildirdiklerini beyan etmektir. Kitab yalnız olarak, tek başına Sünneti neshetmez, Kitabda Sünneti nesneden bir §ey varsa, aym şeyi nesneden bir Sünnet de bulunur, böylece Sünnet Sünneti neshetmiş olur. Çünkü Sünnet, Kitâb´m beyanı mesabesindedir. Bu noktayı, Şafiî´ye göre nesihten bahsederken açıklayacağız.[30]
154- Nâsîh Ve Mensûh Olan Bilinmediği Zaman Birbirine Muhalîf Sünnetlerin Arasını Bulmak:
Sünnet arasında ihtilâf varsa ve nâsih ile mensûh bilinirse, Şafiî´nin görüşünü ve getirdiği misâlleri naklettik. Birbirine muhalif olan Hadîslerin birinci kısmı budur. İkinci kısım ise şudur: Hadîsler arasında ihtilâf olup da hangisi nâsih, hangisi mensûh bilinmezse, Şafiî bu kısmı da ikiye ayırır: Birincisi, aralarını bulmak mümkün olan nev´idir ki, ihtilâf zahirîdir, mânâ ve maksadda ihtilâf yoktur. Herhangi bir suretle iki Hadîsin arasım bulmak ve birleştirmek mümkünse bu yapılır. Analarını birleştirmek mümkün olmadığı takdirde ihtilâf üzere bırakılır.
1- Hadîsi bâzı râvîlerin bütün olarak teferrüâtiyle, bâzı râvîlerin
de kısa olarak rivayet etmeleri zahiren bu iki Hadîs arasında ihtilâf var gibi gösterebilir. Eğer Hadîs, icmâ´en ve tafsîlen bilinmiş olsa, muhtasar olanla mufassal olan arasında ihtilâf olmadığı anlaşılır. Şafiî bu hususta diyor ki: “Hz, Peygamber´e bir şey sorulur, o da o mes´ele hakkında sorulan kadarına cevap verir. Bir râvî bunu kısaca rivayet eder, bir kısmını alır, başka bir râvî mes´eleyi etrafiyle rivayet eder. Biri mes´elenin başında bulunmaz, yalnız cevaba yetişir, onu rivayet eder. Cevaba sebep olan mes´eleyi cevaptan çıkarır.”
2- Hz. Peygamber bir Sünneti bildirir ve onun hükmünü açıklar. Başka bir halde ona muhalif bir hüküm bildirir, Ayrı ayrı hükümleri îcâbettiren o iki hâl beyan olunmaksızın o iki hüküm rivayet olunur, böylece ikisi arasında muhalefet göze çarpar. Eğer ayrı hükümlerin ayrı hâlleri beyan olunsaydı arada ihtilâf olmadığı, her hükmün kendine has bir hâli bulunduğu anlaşılırdı.
3- Bâzan Hz. Peygamber bir mânâdan dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir. Aynı mânâyı taşıyan diğer bir şey hakkında başka bir sebeple başka türlü hüküm verir. İkinci şeydeki fazlalık dolayısiyle onun hükmü de değişik olur. Râvîlerden her biri sebepleri belirtmek sizin hükümleri bellerler. Ulemâ, her râvinin ayrı ayrı rivayet ettikleri hükümleri duyunca, arada ihtilâf var sanırlar, halbuki hakîkatta arada ihtilâf yoktur. Şafiî bu hususta diyor ki: “Bir mânâdan dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir, bir i´tibarla ona benzeyen başka bir i´tibarla ondan ayrılan bir şey hakkında başka türlü hüküm verir; çünkü durumları başka olduğundan hükümleri de başkadır. Biri bu Sünnetlerden birini, diğeri başkasını beller. Her râvî bellediğini rivayet edince, bunları dinleyen bâzı kimseler, arada muhalefet olduğunu sanırlar. Halbuki ortada böyle bir şey yoktur.”
Bu suretlerin hepsinde Hadîsleri birleştirmek mümkündür. Hadîsleri incelemek, rivayetleri araştırmak, insanı kat´î olarak bu neticeye götürür. Eldeki Hadîslerdeki ihtilâfın arasını bulmak mümkün olmazsa, işte ikinci kısım budur. Bu kısımda ihtilâf yalmz zahiren değildir, zahiren ve manen ihtilâf mevcuttur. Şafiî (Allah ondan razı olsun) bu kısımda da üç yol tutuyor. Bunlardan her biri kendinden önceki mümkün olmamağa göre sıralanır:
1- Hadîslerden birinin önce, diğerinin sonra olmasını farz ve takdir eder. Sonraki Hadîs, öncekini neshetmiş olur. Mensûh Hadîsi rivayet eden râvî, nâsıh olan Hadîsi bilmediğinden onu rivayet etmiştir. Eğer böyle bir nesih varsa, bunu araştıran kimse, tahkik neticesi olarak bunu bulur. Çünkü bir neshi, bâzı ulemâ görmediyse de bütün ulemânın gözünden kaçması olamaz, araştıran bunu behemehal bulur.
2- İki Hadîs arasındaki ihtilâfı te´lif yoluyla birleştirmek mümkün olmadığı gibi, araştırma neticesi nesholduğu da bulunmazsa, o zaman Şâfü bu iki Hadîsi sened yönünden mukayese yapar. İki Hadîs sübût bakımından aynı derecede değilse yâni biri rivayet i´tibâriyle diğerinden daha kuvvetli ise, o zaman sübutça daha kuvvetli olan alınır, diğeri bırakılır.
3- îki Hadîsten birinin delâlet ettiği şeyi, Allah´ın Kitabından veya Peygamber´in sabit Sünnetlerinden takviye eden bir delâlet varsa veya o mânâyı gösterir başka delil bulunursa o Hadîs alınır.
imam Şafiî (Allah ondan razı olsun), iki Hadîs arasmda ihtilâf bulunsun da bunların arasım bulmak mümkün olmasın, böyle bir şey farzet-miyor. Ona göre Hadîslerin ya arası birleştirilir, ya nâsih ve mensûh olan bilinir, ya sübût bakımından kuvvetli olan tercih olunur. îki Hadîs sübût bakımından aym kuvvette olsunlar da aralarında ihtilâf bulunsun da bunu birleştirmek mümkün olmasın, bu olamaz. Nâsih ve mensûh Hadîslerde cereyan eden neshin, bütün ulemânın gözünden kaçmış olmasına ihtimal vermez. Şafiî´nin bu görüşü araştırmaya dayanmaktadır. O bu hususta amel: düşünür, tatbikata bakar. Bir esasa dayanmayan, senedi bulunmayan faraziyyeler peşinde koşmaz. Onun için şöyle diyor: “Hz. Peygamber´in birbirine muhalif iki Hadîsi olsun da o ihtilâftan kurtulmanın yolu bulunmasın, böyle bir şey yoktur. O iki Hadîsten birini ya Kitabdan veya başka bâzı delillerden birine uygun olmasiyle tercih etmek vardır.” Şafiî, ileri sürdüğü her kaideye birbiriyle taaruz hâlinde olan Hadîslerden misâller getirmekte, onların arasını telif ederek birleştirmekte veya birinin neshedildiğmi göstermekte veyahut aralarında tercih yapmaktadır. [31]
KİTABA NAZARAN SÜNNETİN YERİ
155- Kur´ân-ı Kerîm´e Nîsbetle Sünnetin Beş Durumu:
İmam Şafiî (Allah ondan razı olsun), Allâhu Teâlâ´nın Kitabına nazaran Sünnetin yeri nedir, bunu beyan etmiştir. Ona göre Kur´ân-ı Ke-rîm´e nisbetle Sünnet beş kısma ayrılır:
1- Sünnet, Kitabın mücmelini beyan eder. Kur´ân´da icmâlen bildirilen farzları açıklar. Onları tafsîlâtiyle bildirir, vakitlerini beyan eder.
2- Kur´ân´m ammlarını beyan eder, umum murad edilen âmmları, Allâhu Teâlâ´nın husus murad ettiği âmmları açıklar.
3- Kur´ân´ın nassiyle sabit olan bâzı farzlar ki, Hz. Peygamber, Allâhu Teâlâ´dan kendisine vâki´ olan vahy ile, o farzlarla ilgisi veya onlar üzerine, müterettip bâzı hükümler ziyâde etmiştir.
4- Hadîs, Kur´ân´m nassında zikrolunmayan bir sünnet bildirir, bu doğrudan Sünnetle teşri´dir, Kur´ân´ın nassma ziyâde suretiyle değildir.
5- Sünnetle nâsih ve mensûha istidlal etmek.
Şafiî´nin Er-Risâle´sinde dediklerinden alarak bu beş kısımdan her oıri hakkında birkaç kelime söyleyelim: Bu beş kısımdan ilk üçünü derli toplu bir surette bir asla götürmek mümkündür. O da Sünnet-i şerîfenin Kur´ân-ı Kerîm´i beyan ettiğidir. Sonuncu kısım da Kur´ân´ı beyanla ilgili sayılabilirse de onun sahası çok geniş olduğundan ondan söz açmağı nesih bahsine bırakıyoruz. [32]
156- Sünnetin Kur´ân´ı Beyanı:
Ulemâ ittifak etmiştir ki, Kur´ân-ı Kerîm, mânâlarının beyanında, maksat ve gayelerinin tanınmasında, ahkâmının bilinmesinde Peygam-faer´in Sünnetinden faydalanır. Hiç kimse, Sünnet-i seniyyeden faydalan-maksızm Kur´ân´ı anlamağa ve hükümlerini bilmeğe muktedir olduğunu ileri süremez. Bilindiği gibi, Sünnetin bir kısmını inkâr eden bir taife vardır. Hattâ onlardan biri, Mutarrif b. Abdullah´a şöyle demişti: “Bize ancak Kur´ân´dan bahsedin.” Mutarrif de ona şu cevabı vermişti: “Biz Kur´ân´ı hiçbir şeyle değişmeyiz. Biz ancak Kur´ân´ı bizden daha iyi bilen Peygamber´in sözlerini istiyoruz.” tmam, Evzâî, Hassan b. Atiyye´den şunu naklediyor: “Vahy, Hz. Peygamber´e nazil olurken Cebrail Kur´ân´ı tefsîr eden Sünneti getirirdi.” Bir kimse, Kur´ân´da her şeyin beyanı ve tafsilâtı var iddiasında idi. Sünnete ihtiyaç yok, diyordu. îmrân b. Hu-sayn ona şöyle dedi: “Sen ahmak bir kişisin. Öfle namazının farzının dört rek´at olduğunu, öğle namazında Kur´ân´m aşikâre olmadığım Kur´-ân´da buluyor musun ” Aynı tarzda diğer namazları, zekâtı, mikdarlan-nı saydı ve, “Bunları Allah´ın Kitabında açıklanmış buluyor musun ” diye sordu.
Kur´ân-ı Kerîm, bu tarzda Sünnetin beyamna muhtaç olduğu bilinince, söyle bir sual akla gelebilir: Öyleyse nasıl olur da Kur´ân-ı Kerîm´de ahkâma mütaallik her şeyin beyanı vardır denebilir Halbuki Kur´ân Sünnetin beyanına muhtaç diyorsunuz Buna şöyle cevap verilir: Kur´-ân´ın beyanları küllidir, cüz´î değildir, icmalidir, tafsîlî değildir. Sünnet Kur´ân´âa icmâlen bildirileni beyan edip açıklar. Küllî olanları, herkesin anlayabileceği şekilde insanlara beyan eder. Eğer Peygamber´in beyanları olmasa, insanların bilgisi ona erişemez, “Kur´ân´ı biz indirdik, onun koruyacasn da bizaz.” [33]
157- Sünnetin Kur´ân´ı Beyan Ettiğine Dâîr Misâlleri:
Şafiî (Alİah ondan razı olsun), işte böylece Kur´ân´a nazaran Sünnetin yerini belirtmiş, Sünnetin Kur´ân´ı beyan ettiğini, mücmel olanları tafsîl eylediğini. bildirmiştir. Sünnetin Kur´ân´ı beyanım üç kısma ayırdık. Bunları Kur´ân´dan bahsederken zikretmiştik. Bu üç kısma: Kur´ân´-ın mücmelini beyan eden, âmm´Ia hususîlik murad olunan kısımlarla ve ihtimal bulunduğu zaman murad olunan mânâyı tâyin eden kısımdan ibarettir.
Şafiî, bu sonuncu kısma misâl olarak şunu gösterir ve bunu mücmeli beyan nev´inden sayar: Bir kızla halasını, keza bir kızla teyzesini bir nikâh altında bulundurmanın haram olduğudur. Nikâhla alınması haram olanlar, âyet-i kerîmede şunlardır: “Analarınız, kızlarınız, kız kardeşlerinize, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin lozîan, kız kardeşlerin kızları sîze haram kılındı… îki kız kardeşi birlikte almak da haramdır.”[34] Âyette haram olanlar sayılarak, “Bunlardan başkaları size helâl kılındı.” buyurulmuştur. Şafiî bu konuda diyor ki: “Bu iki mânâya muhtemeldir. Birisi şudur: Aîlâhu Teâlâ´nın haram oidukİP^mı bildirdiği kadınları almak haramdır, haklarında bir şey söyle ney ip sükût edilenler helâldir. Bunların dışında kalan kadınlar size helâl kılındı.´ âyeti de bu hükmü açıklar. Âyetten açık olarak anlaşılan mânâ budur. Âyette açık olan bir cihettir ki, iki kız kardeşi birlikte almanın haram oluşu, anaları nikahlamanın haram oluşundan başka bir maksatladır. Allah´ın helâl kıldıkları helâl, haram kıldıkları haramdır, iki kız kardeşin birlikte alınmasının yasak edilmesi ise, nehyedildiği gibidir. Bu yasak iki kız kardeşin birlikte alınmasını nehyettiğinden, bundan yasa.k edilenin iki kız kardeşin bir nikâh altında toplanması olduğunun anlaşıldığıdır. Başka zamanlarda ayrı ayrı nikâhlanmaları ise asıl i´tibâriyle helâldir. Bunlardan başka: Analar, kızlar, halalar, teyzeler asıl i´tibâriyle haramdır. Allâhu Teâlft´mn, ´Bunlardan başka kadınlar size helâl kılındı.´ âyetinin mânâsı: Asıl i´tibâriyle haranı olanlara şâmildir. Süt emzirme suretiyle olan akrabalık da, bu “suretle nikâhı helâl kılınanları alma hususunda onlar gibidir…”[35] Bunlardan görülüyor ki, Şafiî ikinci ihtimale göre şunu açıklıyor: Ni-kâhlanılması haram olan kadınları bildiren âyetten sonra, “Bunlardan başkaları size helâl kılındı.” âyetinin mânâsı, haddizatında helâl olanlardır. Başka bir şeye izafetle haram olanlar değildir. Aslında nikâh şartlarına göre helâldirler. Başka bir sebeple haramdır. Dörtten fazla almanın haram olması böyledir, bu, haddizatında helâl olmağa aykırı değildir. ´Çünkü Kur´ân´da beyan olunan helâl olma keyfiyeti, nikâh şartlarına göredir, yâni dörtten fazla almamakla mukayyeddir. Sünnet açıklıyor ki, bir kadın halasiyle, teyzesiyle birlikte alınamaz[36]. Böylece Sünnet âyetin umûmundaki helâl olmanın şartını tâyin etmektedir. Bu asıl helâl olma ile taaruz etmez. Çünkü helâl olmak, nikâh şartlarına ve kaidelerine göre olmakla mukayyeddir.
Şafiî, bu hususta şu âyet-i kerîmeyi de misâl getirmektedir: “De ki: Bana vahy olunanda: Leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve yoldan saparak Allah´dan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemek haram olduğuna dâir bir emir bulamıyorum.”[37]
Bu âyet-i kerîmenin şunlara ihtimali vardır: İnsanlara yemesi haram olan şeyler âyet-i kerîmede yenmesi yasak edilenlerdir ki, onlar da: Leş, akmış kan, domuz eti, Allah´dan başkası nâmına kesilen kurbanlardır. Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Buna muhalif bir şey bulunmayınca bu mânâya gidilir, Âyet-i kerîmede şu ihtimal de vardır: Bu söz, Hz. Pey-gamber´e sorulan bir suâle cevap olabilir. Ancak sorulan kadarına cevap verilmiştir. Suâl ile alâkalı olanlar bu haram oldukları bildirilenlerdir. Bunlardan başka haram, olan şeyler bulunmasını bu nefî etmez. Yâni âyette helâl ve haram olma ciheti mutlak değildir, ancak sorulan kadarında helâl ve haram olanları beyan eder. Âyetin, Arapların yedikleri, yemeğe alışık oldukları şeylerden haram ve helâl olanlarla mukayyed olması ihtimali de vardır. Onlardan haram ve helâl olanları beyan etmiş «olabilir, bu sayılanlardan başka haram şeyler bulunmasını âyet asla . nef´etmez. Sünnet, âyetin mukayyed bulunması ihtimâlini te´yid etmek´ tedir. Ebû Sa´lebe´nin rivayet ettiği Hadîste, âyette haram oldukları sayılanlardan ma´dâ haram olan şeyler zikrolunmaktadır: Hz. Peygamber yırtıcı hayvanları yemeği yasak etmiştir. Ebû Hüreyre de şu Hadîs-i Şe-rîfi rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuşlardır: “Parçalayıcı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır.” [38]
158- Sünnetin Bîr Kısmı, Farzları Kesîn Olarak Açıklar:
Kur´ân-ı Kerîm´de hükmü bildirilmiş bâzı farzlar vardır ki, Hz. Peygamber de o hususta Sünnetiyle beyanda bulunmuştur, Sünnet Kur´ân´-i´ dakine ziyâde olarak bir şey ilâve etmez, belki Kur´ân´m zahirine uygun bir şey getirir, onun mânâsım te´kîd eder. Taharet âyetiyle beraber Hz. Peygamber´in Sünneti de bu konuda açıklama yapar. Allâhu Teâlâ söyle buyurur: “Ey inananlar, namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın, başınıza da mesnedin. Eğer cünübseniz yıkanıp temizlenir.[39]
Diğer bir âyet-i kerîmede ise §öyle buyurmuştur:
“Ey imananlar, serhoşken ne dediğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın. Cünübken de gusül edene kadar yaklaşmayın; ancak yolcu olan müstesnadır.”[40]
Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun), abdesti Kur´ân-ı Kerîm´-_de zikredildiği üzere öğretmiştir: Yüzünü yıkamış, kollarını dirseklerine kadar yıkamış, başına meshetmiş, ayaklarım da topuk kemiklerine kadar yıkamıştır. Bir adam, Abdullah Ibn-i Zübeyr´e sordu: “Hz. Peygamber Efendimiz´in nasıl abdest aldığım bana gösterir misin ” dedi.
Abdullah îbn-i Zübeyr de:
“Evet, gösteririm, dedi ve abdest almak için su istedi. Evvelâ ellerine su döküp onları güzelce yudu, sonra ağzına üç kere su alıp çalkaladı, sonra burnuna üç defa su çekti. Sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra kollarını dirseklerine kadar üç defa yıkadı. Sonra basma elini koyup ileri geri götürerek meshetti, başının ön tarafından başlayıp arkaya doğru ensesine kadar elini götürdü. Sonra ileri doğru çekerek başladığı yere getirdi. Sonra iki ayağını yıkadı.” Hz. Peygamber bu Sünnetiyle Kur´ân-ı Kerîm´deki abdest âyetini böylece îzah etmiş oldu. Bu Kur´ân´m zahirinden anlaşılanı te´kid etmektedir. Bir delilden neş´et etmese dahi ortaya bir ihtimal hâlinde çıkan her şeyi ortadan kaldırdı. Allâhu Teâlâ âyette yüzün, ellerin, ayakların yıkanmasını istiyor. Bu yıkanmanın bir defa olması muhtemel bulunduğu gibi birkaç defa olması da muhtemeldir. Zahir olan bir defa ile iktifa etmektir. Sünnet bu zahir mânâyı te´yid etti. Kur´ân´m zahirine göre eller yıkanırken dirseklerin, ayaklarla birlikte topukların da yıkanmasının farz olmasıdır. Uzak bir ihtimâl olarak onların yıkanması gerekmeyebilir de. Sünnet zahir olan mânâyı te´yid etti, uzak ihtimâli ortadan kaldırdı. Sünnet, gusül işinde de Kur´ân´m zahirini te´yid ederek açıklama yapmıştır.
Bunlardan görülüyor ki, Sünnet, Kur´ân´m zahir olan mânâsım îzah etmektedir. Ortada bir ihtimâl belirse o ihtimâli kaldırarak, âyetin zahirinden anlaşılanı te´yid eder. Halbuki geçen kısımda Sünnet böyle değildi. O kısımda, âyetin zahiriyle pek uyuşmayan ihtimâli tâyin ederdi. Böylece Kur´ân´ı mücerred lâfzın zahirinden almandan başka türlü beyan ederdi, nasıl ki nikâhları haram olan kadınları bildiren âyette böyle olmuştur.
Bütün bunlar bize Sünnetin Kur´ân-ı Kerîm´i nasıl beyan ettiğini göstermektedir. Sünnet, Kur´ân´ın mücmelini beyan eder, zahirini îzah ve te´yid eder. Âmmını tahsis eyler. Şafiî bunların hepsine misâller getirmekte, cüz´î mes´elelerle açıklamaktadır. Böylece mezhebinin usûlünün yollarım aydınlatmakta, nassları, nasıl anladığını göstermektedir. [41]
159- Kur´ân´da Bîr Nass Bulunmayan Hususlarda Vârîd Olan Sünnet:
Kur´ân´a nazaran Sünnetin mevki´ini gösterirken îmam Şafiî´nin zikrettiği dördüncü kısım budur. Şafiî, böyle bir kısmın bulunup bulunmadığı hakkında ulemânın ihtilâfa düştüklerini söyler. Ulemâdan bir kısmı: Sünnet, Kur´ân-ı Kerîm´e ziyâde olarak müstakil bir hüküm getirmez, demektedir. Çünkü Kur´ân-ı Kerîm´de islâm şeriatına mütaallik her şey beyan olunmuştur. Nasıl ki, Kur´ân-ı Kerîm bunu tasrih eder, “Kitabı her şeyi beyan için indirdik.”. (Veda´ Haccında) son inen âyet-i kerîmede Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bugün sizin dîninizi kemâle erdirip tamamladı size olan ni´metimi tam verdim, sizin için din olarak İslâm´ı seçtim.[42] Kur´ân-ı Kerîm´in nüzulünün tamam, olmasıyla din kemâlini bulmuş, tamamlanmıştır. Bu, Kur´ân´a ziyâde olarak Peygamberin müs-takiüen getirdiği bir hüküm olmadığına bir delildir, diyorlar. Bu görüşü beyan ederken Şafiî´nin dedikleri böyledir. Şafiî´nin sözünün gelişinden, seçtiği bir görüş olduğu anlaşılan onca makbul görüş de Sünnet, Kitab üzerine zâid hükümler getirir. Şafiî diyor ki: “Hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Hz. Peygamber Sünnet kılmarmştır, derler. Bâzıları ise diyor ki: Allâhu Teâlâ Peygamber´îne itaati farz kılmakla, dâima kendi rızâsına uygun hareket edeceğini bilmekle hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Sünnet kılmasını tanımıştır. Bâzıları ise Kitabda esası olmayan bir şeyi asla Sünnet kıhnamıştır, demişlerdir. Meselâ o, Sünnetiyle namazların sayısını, kaç rek´at olduğunu beyan etmiştir. Onun bu fili, Kur´ân´la sabit namazın farz olması esasına dayanır. Ahm, satım vesaire hakkında Sünnetle beyan buyurdukları da böyledir, yâni esası Kur´ân´dadir. Allâhu Teâlâ diyor ki: ´Mallarınızı aranızda haksız bir yolla yemeyiniz.´, ´Allah alış verişi helâl kıldı, ribayı haram kıldı.. Hz. Peygamberin haram ve helâl dedikleri, Aliâhu Teâlâ tarafından onları beyan etmesiyledir, nasıl ki, namazı tafsîlâtiyle bildirdi. Bâzıları ise şöyle diyorlar: Kendisine Allah tarafından Peygamberlik verildiğinden Sünnet Allah´ın farz ettiği veçhile tesbît etmektedir. Bâzıları da şöyle diyor:
Sünnetle bildirdiği her şeyi Allah onun kalbine koymuştur, onun Sünneti hükmündedir.”[43]
Bu sözlere göz atarsak dört kısma ayrıldığını görürüz ki, bunlar iki asla dayanır. Bir kavle göre Hz. Peygamber´in Sünneti Kitab´da esası bulunan bir şeyi vaz´ etmektedir. Diğerlerine göre ise Sünnet, Kitâb´a ziyâ-asla dayanır. Bir kavle göre Hz. Peygamber´in Sünneti Kitab´da esası bunu gösterir.) Şu kadar var ki, bunların bir kısmı: Sünnet masum olan Peygamber´in lisânından sâdır olduğa ve Allah´ın tevfîkıyle onun rızâsına uygun bulunduğu için kabul olunur, diyor. Diğerleri: Risaleti Allah tarafından getirmiştir, diyorlar; sonuncular da, Sünnet de onun gönlüne ilkâ´ olunmuş, kalbine konulmuştur, diyorlar. Doğrusu, Hz. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesi bunların hepsini içine almaktadır. Netice olarak bunlar iki görüşte toplanabilir. Şafiî´nin mezhebindeki sözlere toplu olarak bakarsak, görürüz ki. O; Sünnetle sabit kelimeleri Kitabdan bir asla irca´ edip götürmeğe çalışmanın gerektiğine kail değil Ona göre Sünnet, Kitab üzerine ziyâde olarak bâzı hükümler getirir. Bunu aşağıda îzah edeceğiz[44].
Sünnetin getirdiği hükümlerden bâzıları şunlardır: Ehli eşeklerin yenmesinin haram olması, diyet, esir âzâd etme vesaire.. Bunları Şâfü Er-Risâle´de zikretmiştir. Burada şunu da belirtelim ki, Şafiî; Sünnetin, Kitabda nass ile bildirilmemiş hükümler getirdiğine kail olmakla beraber, açık olarak: Sünnet, Kitaba tabi´dir, ona râci´dir, diye de tasrih etmektedir. [45]
160- Beşinci Kısım Hakkında:
Şafiî´nin, Kur´ân´a nazaran Sünnetin beşinci kısmı olarak saydığı kısım nesholunanı beyan edendir. Onun için, nesh bahsini, Şafiî´nin Er-Risâle´de beyan ettiği gibi, etraflıca anlatmak gerekiyor. Onu bağlı bağına bir bahis olarak görelim. [46]
161- Neshin Ta´rifl, Nesih Her Dinde Vardır:
Nesih: Arada terâhî olmak şartiyle sonra gelen nassla, Önceki nassla sabit olan bir şer´î hükmü kaldırmaktır. (Hükmü kaldırılan önceki nassa mensûh, yeni nassa da nâsih denir.) Nâsih ile mensûh arasında, mensûh hükmün işlenip yerleşebileceği kadar bir zaman geçmiş olacaktır. Eğer nâsih olan, hükmü kaldıran sonraki nass gelmeseydi, önceki hükümle amel etmeğe devam olunacak, onun hükmü duracaktı.
Semavî dinler arasında nesih vâki´ olmuştur, bir dînin şerîatı, diğerini neshetmiştir. Hattâ bir şerîatta bile nesih cereyan etmiştir. Hz. Mû-sâ Aleyhi´s-selâm´m şeriatı, ondan öncekilerdeki bâzı hükümleri neshet-tiği gibi Hz. îsâ Aleyhi´ s- selâm´ın şeriatı da, Hz. Musa´nın dinindeki bâzı hükümleri neshetmiştir. Cumartesi gününün haram olmasını kaldırmıştır, îslânı Dîni de Hz. Musa´nın ve Hz. îsâ´nın getirdiklerinin birçoğunu neshetmiştir. Ancak bunlar amele dâir hükümlerdir. Semavî dinler arasında bâzı hükümlerde değişiklik olsa da, onlar Allah´ın tevhidinde ve ahlâkî gayelerde birleşiktirler. Onun için Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, bütün Peygamberlerin dinlerinin cümlesinin bir olduğunu, aralarında asla ayrılık ve aykırılık bulunmadığını bildirmektedir. Bu birlik, külli esaslar, umûmî asıllar i´tibâriyledir. Bütün dinler, tevhîd esasında birleşir. Bundan başka hepsi güzel ahlâk ve insanların fazileti hususunda birleşiktirler. Bütün dinler, fazilet sahibi bir cemiyet, üstün bir toplum meydana getirme gayesini hedef tutmuşlardır. Cemiyetler muhtelif olduğundan, onları ıslah yolları da muhtelif olmuştur.
Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
“O, dinden Nuh´a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğhmzi, İbrahim´e, Musa´ya ve îsâ´ya tavsiye ettiğimizi, sizlere tutacak yol kıldı; dîne dosdoğru sanlın, onda ayrılığa düşmeyin. Senin Müşrikleri davet ettiğin şey kendilerine güç geldi. Allah kimi dilerse onu seçer; kim kendisine yönelirse onu doğru yola iletir.”[47]
Bu semavî dinlerin getirdiği şeriatlar, tafsîlî hükümlerde ve muhitlerin ihtilâfı yüzünden cemaatların ıslâhı yollarında birbirinden farklı olmakla beraber Özde birleşiktirler, esaslarda birbirine muvafıktırlar. Birbirlerini neshetmeleri cemaatları ıslâh hususunda tutulan yolla ilgilidir. Çünkü her cemâatin ıslâhı için bir yol vardır. İnsan nev´inden her birinin bir hidâyet yolu, onu doğru yola götürmenin bir usûlü vardır. Bunun için en kâmil olan İslâm Dîni, beşer aklı olgunlaştıktan ve tekâmül ettikten, asırların tecrübeleriyle insanların özleri cilalanıp ruhları yükseldikten sonra geldi; içtimâi olaylara ve insanları hidâyete götüren yollara müteallik hükümlerin çoğunu küllî kaideler ve umûmî esaslar halinde getirdi. Onun muhatabı bütün bir insanlık idi, gelecek nesiller idi. Bu i´tibarla her zaman ve mekân için uygun bir din oldu. Çünkü küllî kaideler değişmez; onları anlamakta akıllar niza´a düşmez. Fakat bunların insanlara tatbiki yolu başka başkadır. Onun için bu iş, fikir sahiplerinin içtihadına bırakıldı. [48]
162- Neshîn Hikmet Ve Sebebi:
îslâm şeriatında nâsih ve mensûh vardır. Hz. Peygamber´in neshini bildirdiği hükümler vardır. İhtilaflı olmakla beraber bunların bâzısı da Kur´ân/dadır, deniyor. Bu hükümler kendi zamanlarına uygundu; vaktine mülayim idi. Onların vücûdunu îcâbettiren şartlar değişince, bu muvakkat hükümler nesholunarak onların yerine muhkem olan hükümler geldi. Bunlar Hz. Peygamber hayatta iken oluyordu. Hz. Peygamber´in “Ahaliyle nesh de durdu, Hz. Peygamber´den sonra nesh yoktur. O, bi-zeışerîatını muhkem hükümler halinde birleşmiş daimî bir yol olarak bı-tı. Zamanın îcâbı olarak muvakkaten vaz´ olunan hükümleri Hz, Peygamber beyan ederdi. Kıyamete kadar nesiller boyunca devanı, edecek mukarrer ve sabit olanları da bildirirdi.
îslâm Dîni´nde acaba niçin nesh vardır Cemaatların ahvâlini bilen, onların ıslâh çarelerine vâkıf olanlar için bunun cevabı çok kolaydır. O samana bir göz atalım. Hz. Peygamber, bir din sahibi olmayan, bir şeriatla mukayyed bulunmayan bir iiıiîîete Peygamber olarak geldi. Arapların sabit, kararlanmış bir tutumları, üzerinde belli bir gayeye doğru yürüdükleri bir yolları yoktu, bir nizama bağlı değildiler. Eğer İslâm Dîni´-nin bütün hükümleri onlara birden inseydi buna takat getiremezlerdi, dînî tekliflerin hepsi toptan gelseydi onlardan nefret ederler, ürküp kaçarlardı. Onun için Kur´ân kısım kısım, nazil oldu, hükümler azar azar vaz´ olundu. İslâm´ın güzelliğini kavrayıp onun neşvesini duyunca kalb-ieri İslâm´a ısındı, gönülleri nurlanıp aydınlandı, Fazîlet duyguları kendilerine hâkim olup islâm´ın üstün ahlâkı aralarında birleşince dînin bütün hükümlerini yerlerine getirmekle muhatap tutuldular. Eskiden mubah olan birtakım şeyler haram edildi. Önce mükellef olmadıkları şeyleri yapmaları istenildi. Dinde tedrice nasıl riâyet- olunduğunu iki misâlle gösterelim:
1- Araplarda câhiliyet devrinde kadınla erkek arasındaki alâka, sağlam bir şekilde tanzim edilmiş değildi. Evlenme işi eşler arasındaki bağları hukukî yönden tam olarak yoluna koymamıştı. İçlerinde İslâm´ın da kabul ettiği şekilde sahîh bir nikâhla birbirine bağlananlar bulunduğu gibi, başka türlü bağlananlar da vardı. Kimisi metres ve odalık tutuyor, kimisi de müt´a nikâhı denen muvakkat nikâh yoluyla birleşiyorlardı. İslâmiyet gelince, açık ve kapalı her türlü fuhşu, kabalığı haram etti. Halbuki câhiliyet devrinde, Allah tarafından haklarında hiçbir şey indirilnıe-diği halde “sırf âdet kabilinden bâzı şeyleri haram sayıyorlar, bâzı şeyleri de helâl addediyorlardı. Câhiliyet devrinde müt´a nikâhına alışmışlardı, islâmiyet gelince, câhiliyet alışkanlıklarından ve eşlerinden ayrı bulunmalarından dolayı harb zamanlarında bu mutlak yasak onlara ağır geliyordu. Onun için Hz. Peygamber harb sırasında müt´a nikâhı yapılmasına ruhsat verdi. Sonradan bunu kıyamete kadar sürmek üzere kat´î surette haram kıldı.
2- İslâmiyet geldiği saman, Araplar şarap içmeği bir iftihar vesilesi sayarlardı, bunun için önce onları bu hâl üzere bıraktı. Yavaş yavaş islâm´ın ruhuna ısınıp hikmetini anlamağa başlayınca şarabın zararlarını tanıdılar, kötü bir şey olduğunu anladılar. Kur´ân onları yavaş yavaş buna alıştırıyor, yasağa hazırlıyordu. Şarabın günah ve zararının faydasından daha çok olduğu haber verildi, sarhoşken namaz kılmak yasak edildi. Aklı başında olanlar, şarabın kötülüğünü anlamışlardı. Kalb gözü açık olan, dâima ilerisini gören Hz. Ömer; “Yâ Rab, şarap hakkında bize kesin beyanda bulun.” niyazında bulunmuştu. Nihayet şu âyet-i kerîmeler inerek şarabı kat´î surette yasak etti: “Ey îman edenler, gerçekten şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş taşlar, fal okları bunlar şeytan işi pis şeylerdir. Onlardan sakının ki, kurtul asınız. Gerçekten şeytan, şarap ve kumarla sizin aranıza düşmanlık koymak, kin sokmak ister. Siei Allah´ı anmaktan ve namazdan alıkoymağa çalışır. Siz de artık bundan vazgeçtiniz, değil mi “[49] Ruhları bu yasağa hazırlanmış olduğundan dillerinden önce kalbleriyle: Vazgeçtik, dediler. Doğruya hidâyet, sağlam nizâma, doğru yola irşad böyle olur. [50]
163- Nesih Hangî Hükümlerde Cereyan Eder
Bu mânâya oları nesih, îslâm târihinin başlangıcıyla pekâlâ uyuşmaktadır. Şunu da açıklamamız gerektir ki, sübûtundan devama delâlet eden bir şey bulunan hükümde nesih cereyan etmez. Çünkü nesih muvakkat hükümlerin sona erdiğini bildirmektedir. Müebbedlerde bu olmaz. Onun için fukahâ, ebedî olarak devam edeceği gösterilen hükümlerde nesih vukubulmadığını söylemişlerdir. Meselâ Hz. Peygamber´in şu Ha-dîs-i Şeriflerinde nesih cereyan etmez: “CEhad, kıyamete kadar devam eder.”, “Müt´a nikâhı kıyamet gününe kadar haramdır…” Çünkü nesih muvakkaten teşri´ edilmiş olan hükümde vukubulur. Allâhu Teâlâ Kitabında ve kendi arzusuna göre konuşmayan Peygamber de lisânından sâdır olan Hadîslerinde, ebedî olduğu belli olan bir hükmün neshedileceği asla yoktur.[51]
Nesih İslâm´ın ilk zamanlarında tafsîlî hükümler nazil olduğu sırada İslâm cemâatinin ihtiyaçlarına cevap vermek için olduğundan külli esaslarda asla nesih vukubulmamıştır. Nesih ancak cemâatin bâzı ahvâline müteallik cüz´î hükümlerde cereyan etmiştir. Onun için nesih, Medine´ye hicretten sonra, Hz. Peygamber bir İslâm Devleti ve bir üstün medeniyet, faziletli insan camiası kurmağa başladığı zaman vukubulmuştur, Çünkü o zaman ilk İslâm cemâatinin ihtiyaçlarına cevap vermeğe, ıslâh çareleri bulmağa bağladı. Bir devlet kurmak için lüzumlu olan nizamları ve içtimaî düsturları kurmağa girişti[52]. Ulemâ ittifak etmiştir ki, ukalânın, hüsün ve kubhunda ihtilâfa düşmedikleri şeylerde nesih yoktur. Çünkü onlardaki hüsün ve kubh onlardan ayrılmaz, sukutu kabul etmez. öyle olunca da onlarda nesih cereyan etmez. Allah´a îman etmek, anaya, babaya itaat etmek, doğru söylemek, yalandan kaçınmak vesaire böyledir. İnsanlar bunların her zaman ve mekânda iyi ve hayırlı olduğunda birleşiktirler. Yalan ve kaatil gibi şeylerin kötü olduğu da böyledir. Bu gibi umurda nesih vuku´ bulmadığında ulemâ ittifak halindedirler. Bununla beraber onlar, aklen hüsnü sabit olan şeyin neshinin caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Akıl, eşyanın hüsnünü ve kubhunu idrâk eder, eşyanın zatî hüsün ve kubhu vardır, diyen ulemâ, aklın, kub-hunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde neshin cereyan etmesini menetmiş-lerdir. Eşyanın zâti hüsnü ve kubhu yoktur, diyenler neshi caiz görürler. Onlara göre eşyada hüsün, şâri´m onu emir ve talep etmesiyledir. Kubuh da nehiy etmesinden ileri gelir[53].
Nazarî olarak bu ihtilâf ne olursa olsun, şeriat onların ihtilâflarından uzaktır. Akılların kubhunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde nesih olmadığım, araştırmalar bize göstermektedir. Allah o bedevi Araba rahmet etsin ki, kendisine; “Hz. Muhammed´e niçin inandın ” denildiği zaman göyle cevap vermiştir:
“Baktım, Muhammed bir işi: Yap, desin de, akıl ona karşı çıkarak: Yapma, desin, böyle bir şey görmedim. Keza Muhammed bir işi yapma desin de, akıl onu yap, desin, böyle bir şey de asla görmedim.” [54]
164- Şafiî Er-Risâle´sinde Neshi Nasıl Anlatıyor:
Özet olarak: İslâm Dîni´nde nesih, çizmiş olduğumuz bu daire, zikrettiğimiz sınırlar içinde cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Şafiî Er-Risâle´-de bunu böylece takrir etmiş ve bunun hikmetini şöyle anlatmıştır:
“Allâhu Teâlâ insanları yaratmağı murad etti ve ilra-i ezelîsi üzere onları yarattı. Allâhu Teâlâ´nın hükmünü durduracak yoktur. Onun hesabı gayet titizdir. İnsanlara her şeyi beyan için hidâyet rehberi ve rahmet olarak Kitab indirdi. İnsanlara bâzı farzları dâima duracak şekildei farz kıldı, insanlara merhametinden dolayı yüklerini hafifletmek ve genişlik göstermek için bunlardan bâzılarım da kaldırdı, neshetti. Bunu insanlara verdiği ni´metini artırmak için yaptı. Sabit kıldıklarına devam ettiklerinden dolayı onlara Cennetini verdi, azabından kurtardı. Sabit kıldıklarıyla da, neshettikleriyle de rahmeti insanları kapladı. Ni´metle-rinden dolayı Allah´a hamd ü senalar olsun.”[55]
165- Kîtâbın Kitabla, Sünnetin Sünnetle Neshi (Ebu Müslim İsfahanı Neshi Kabul Etmez):
Şafiî isbat ediyor ki, nesih Kitabda da olur.[56] Sünnette de olur. Kitabın neshi Kitabla olur, Sünnetin neshi de Sünnetle olur. Yâni Kitabı Kitab, Sünneti de Sünnet nesheder. Kitabla Sünnet, Sünnetle Kitab arasında nesih cereyan etmez.
Şafiî Kitabın neshini beyana başlayarak diyor ki: “Allâhu Teâlâ onlara bildirdi ki, Kitabdan neşrettiklerini ancak Kitabla neshetmiştir. Sünnet Kitabı neshedemez. Sünnet Kitaba tabi´dir, Allâhu Teâlâ´mn mücs melen inzal ettiklerinin mânâsını açıklar.”
Bu sözleriyle Şafiî, Sünnetin Kitabı neshetnıesinin mümkün olmadığını isbat ediyor. Sünnet haber-i hâssa değil, haber-i âmme de olsa, hattâ haber-i vâhid değil de mütevâtir dahi olsa Kitabı neshedemez.
Şafiî bu dâvasını isbat için şöyle delil getiriyor: Kur´ân´ı ancak Kur´ân nesheder.
1- Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlara bizim açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmağı ummayanlar derler ki: Bize bundan başka bir Kur´ân getir veya onu değiştir. Onlara dersin ki: Ben bunu kendiliğimden asla değiştiremenı, bunu yapmak benini elimde değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım, fîabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.”[57]
Görülüyor ki, Allâhu Teâlâ Peygamberine, kendisine vahyolunana uymasını farz kılmıştır. Vahyolunam kendiliğinden değiştirmeğe Fey-gamber´in asla salâhiyeti yoktur. Şüphe yok ki, nesih bir nevî değiştirmektir. Halbuki Peygamber´in değiştirmeğe hakkı yoktur. Öyle olunca Kur´ân´ı ancak Kur´ân değiştirir, yâni nesheder.
Şâfif bu âyet-i kerîme üzerine şunları söylüyor: ” ´Ben bunu kendiliğimden asla değiştîremem.´ âyeti benim dediklerimi açıklamaktadır. Yâni Allah´ın Kitabım yine onun Kitabı neshedebilir. Onun hükümlerini bidayette o tesbit ettiği gibi sonra da onlardan dilediğini kaldırıp değiştirecek olan ancak O´dur. Mahlûklarından hiçbir kimsenin böyle bir şey yapmağa hakkı yoktur.”
2- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Aliah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder. Ana Kitab onun katındadır.” Bu âyet-i kerîme de, bundan öncekiler gibi, gösteriyor ki, Kur´ân-ı Kerîm´de bir hükmü sabit kılmak ve nesih yoluyla ondan bir hükmü kaldırmak ancak Allah tarafından yapılır, insanlardan hiçbir kimsenin, Peygamber uahi olsa, böyle bir şey yapmağa yetkisi yoktur,
3- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirirsek, Allah indirdiğini en iyi bilir .” (NahI: 101). Nesih bir nevi´ değiştirmektir. Nesholunan âyetin yerine gelecek olan ancak onun benzeri olur ki, o da ancak âyettir. Sünnet olamaz.
Şafiî´nin bu konudaki sözlerini inceleyen kimse görür ki, o Kur´ân´ı ancak Kur´ân´m neshetmesini ve Sünnetin hiçbir suretle Kur´ân´ı neshe-deimyeceğini iki mukaddime üzerine kurmaktadır:
Birincisi: Kur´ân-ı Kerîm lâfzı ve mânâsiyle Allah tarafından gelmiştir. O Allah´ın bir hüccetidir, Peygamber, onun bir benzerini getirmeleri için muhaliflerine onunla meydan okumuştur. însan sözünden onun bir benzeri asla olamaz.
ikinci mukaddeme: Kur´ân´m neshi ancak onun benzeriyle olabilir. Yâni lâfziyle ve mânâsiyle Allâhu Teâîâ tarafından inzal edilmiş olması gibi Kur´ân için sabit olan vasıflarda onun da benzeri olanlar neshedebi-hr, onunla muarızlara meydan okunabilmelidir. Bu iki mukaddeme, gek-sız olarak muayyen bir neticeye götürür ki, o da şudur: Kur´ân´ın hükümleri ancak Kur´ân âyetieriyle nesholunur.
Bu mukaddemelerden birincisi İslâm´ın bedîhî hükümlerinden ve dînî zaruretlerdendir. Biteviye Kur´ân delilleriyle sabittir, yeni bir delile ihtiyaç yoktur. İkinci mukaddemeye gelince, bu, yukarıda geçen âyetlerle sabittir: “Biz, herhangi1 bir âyeti nesheder veya unutturorsak onan yerine ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz.”
Fahreddin Râzî, bu hususta diyor ki: “Şafiî bu âyetle birkaç vecih-ten istidlal etmektedir:
1- Allâhu Teâlâ, neshettiği âyetin yerine ondan daha hayırlısını getireceğini haber veriyor. Bu da gösteriyor ki, neshedilenin yerine onun cinsinden birini getirir. Nasıl ki, bir insan, birine: Senden bir elbise alırsam, onun yerine ondan daha iyisini getiririm, dese, bundan, onun cinsinden bir elbise getireceği anlaşılır. Bu âyetle neshedenin o cinsten olduğu sabit olmaktadır ki, Kur´ân´m benzeri ancak Kur´ân´dır.
2- Allâhu Teâlâ bu âyette: ´Ondan daha hayırlısını getiririz.´ diyor. Bundan da anlaşılıyor ki, o hayırlı olanı getirecek olan yegâne O´dur. Allah kelâmı olan Kur´ân´dır, Sünnet değil.
3- ´Ondan daha hayırlısını getiririz.´ âyeti gösteriyor M, nesholu-nan Kur´ân´ın yerine getirilecek olan ondan daha hayırlıdır. Halbuki Sünnet Kur´ân´dan daha hayırlı olamaz, Öyleyse Sünnet neshedemez.
4- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: *Bihnez misin ki, Allah her şeye kaâdirdir.´ Bu da, gösteriyor ki, O daha hayırlı olanı getirmek ancak bütün hayırlar elinde bulunan kudret sahibine mahsustur ki, o da Allâhu Teâlâ´dır.”[58]
166- Şafii´ye Göre Kltab Ancak Kltabla Nesholunue, Sünnet Kitabı Neshedemez. Vârise Vasıyyet, Mîras Âyetleriyle Mi Nesholundu
Şafiî´nin vardığı netice şudur: Kitab ancak Kitabla nesholumır. Çünkü nâsihin mensûha benzer olması gerektir. Bu konuda der ki: “Deliller bize gösterdi ki, Kur´ân, Kur´ân´ı nesheder, başkası edemez, çünkü Kur´ân´ın benzeri yoktur.” Bununla beraber Şafiî şunu da söylüyor ki, Sünnet, Kur´ân´ın nâsih ve mensûh olanlarını ayırıp beyan eder. O Kur´-ân´a nazaran Sünnetin yerini belirtirken bu konuda şöyle der: “Kitâbul-lâh´a nazaran Sünnetin zikrine evvelâ sununla başlayalım: Allah´ın Kitabından neshedenle, nesholunanı (nâsihi ve nıensûhu) Hz. Peygamber´in Sünnetiyle bilmenin bahsi…”
Kur´ân´ı nesneden ancak Kur´ân´dır. Fakat Sünnet Kur´ân´dan hangi âyetin, hangi âyeti neshettiğini beyan eder. Çünkü bu Kur´ân´ın bir nevî beyanı sayılır. Sünnet ise Kur´ân´ın beyanıdır. Nitekim Allâhu Teâlâ buyurur: “Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye sana zikri
( Kur´ân´ı) inzal ettik.” Kur´ân´m nâsih ve mensûhunu beyan etmek, Kur´ân´ın beyanı olduğu şüphe taşımaz bir gerçektir. Çünkü Kur´ân´daki bir âyetin hükmünün kıyamete kadar bakî olduğunu veya neshedüerek hükmün sona erdiğini bildirmek, Kur´ân´m beyanıdır. Bundan başka nesinde, hükümleri arasında tearuz bulunan iki âyetten hangisinin daha sonra olduğunu beyan etmeğe ihtiyaç vardır. Bunu ise, Kur´ân kendisine nazil olan Peygamber biür. Şafiî, kendi görüşüne göre neshedilmiş saydığı âyetlerden bir kısmım zikretmekte ve bunlarda nesih cereyan ettiği Hz. Peygamber´in Sünnetinin yardımiyle bilinir, demektedir. Ona göre bu âyet-î kerîmelerde nâsihi ve mensûhu Sünnet tâyin etmiştir. Şafiî nâsih ve mensûh âyetlere misâl olarak vârislere vasiyeti[59] bildiren âyetle mîras âyetlerini getirmektedir. Ve mîras âyetleri, mirasçıya vasiyyeti bildiren âyeti neshettiğini açıklamaktadır. Bunları bitmek, büyük islâm merkezlerindeki ulemânın kabul edip aldıkları Sünnet-i Seniyye ile, Hadîslerle kabil olmuştur.
Bu hususta sözü îmanı Şafiî´ye bırakalım. Bunu en mükemmel surette şöyle îzah etmektedir:
“Allâhu Teâlâ buyurur ki: ´Sizden birine ölüm geldiği zaman, eğer geriye ma! bırakırsa, anaya, babaya ve akrabaya mâruf surette vasiyyet etmek sîze farz kılındı. [60]
Yine Allâhu Teâlâ buyurur: ´Sizden vefat edip zevceleri geriye kalanlar, o zevcelerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak kendilerine bîr yıl bakmalarını vasiyyet etsinler. Eğer onlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, artık onların kendileri içisı yapacakları meşru* işlerden dolayı size vebal yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir. [61]
Bu iki âyette vasiyyet etmek emrolunuyor. Halbuki sonra Allâhu îeâlâ mîras âyetlerini indirerek anaya, babaya, akrabaya düsen miras hisselerini, zevcenin kocasından alacağı mîras hakkım bildirdi. Yukarıdaki iki vasiyyet âyetinden birincisi anaya, babaya, akrabaya vasiyyeti, ikincisi ise zevceye vasiyyeti isbat edip mirasla beraber vasiyyetin de devam etmesi ihtimal dahilindedir. Öyleyse bunlar mirasla beraber vasiyyeti de alırlar. Mîras âyetlerinin vasiyyeti ortadan kaldırmış olmak ihtimali de vardır. Bu iki âyet vasfettiğimiz bu ihtimalleri taşıdığından, ilim erbabının Kur´ân´da bu hususa delâlet edecek bir şey aramaları gerekir, Allah´ın Kitabında böyle bir nassı bulamayınca onu Peygamber´in Sünnetinde aramaları iâzımgelir. Eğer Sünnet-i Seniyyede bulurlarsa, Allâhu Teâlâ Peygamber´ine itaati farz kıldığından onu alırlar. Bakıyoruz: Fıkıh ve fetva sahipleri, kendilerinden ilim aldığımız sîyer ve magâzî bilginleri, gerek Kureyş´ten ve gerek başkalarından olsun, ihtilafsız olarak naklediyorlar ki, Hz. Peygamber, Mekke´nin fethedildiği sene şöyle buyurmuştur:
´Mîrasçıyıı vasiyyet etmek yok. Bîr kâlirdeıı ötürü bir mü´min öldürülmez.´ Bunu Hz. Peygamber´den duyup belleyenlerden, ilim erbabı böylece nakletmişler, bu umûmun umumdan rivayeti hâlinde gelmiştir. Bu ftibarla bir kişinin bir kişiden rivayeti demek olan haber-i vâhidden bâzı hususlarda daha kuvvetli olmuştur. Yine böylece ilim sahiplerinin bunu kabulde birleştiklerini görüyoruz. Hz, Peygamber´den bütün magâzî sahiplerinin naklettikleri şu «Mirasçıya vasişyyet etmek yoktur.´ Hadîsinden anlıyoruz ki, mîras âyetleri, anaya, babaya ve zevceye vasiyyeti bildiren âyetlerin hükmünü kaldırmıştır…”
Burada gözönünde tutulması gereken bir cihet var ki, o da şudur: Vasiyyet âyetinde mirasçılara vasiyyetin doğru ve caiz olduğu bildirilmekten başka bundan akrabaya vasiyyet etmenin vâcib olduğu da anlaşılır. Acaba bu vücûb da neshedildi mi Şafiî, akrabaya vasiyyet etmenin farz olması, mîras âyetleriyle nesholunmuştur, diyor. Fakat Tâvûs´un ve onunla beraber tabiînden bir kısmının: ^´Mîras âyetleri, mirasçılara vasiyyeti ibtâl etmiştir, mirasçı olmayan akrabaya vasiyyet etmek bakîdir. Akrabaya vasiyyet, akrabadan başkamı* vasiyyetten ileri tutulur.” dediklerini de zikrediyor.
Şâfü buna şöyle cevap veriyor: “Âyet, Tâvûs´un aldığı mânâya yâni akrabaya vasiyyet durmakta olduğuna muhtemel ise de magâzî ilmini bilenlerden böyle bir haber yoktur. Ancak Hz. Peygamber Efendimiz: ´Mirasçıya vasiyyet etmek yoktur.* buyurmuştur. Öyle olunca bizce ilim sahiplerine bu işi araştırmak, Tâvûs´un dediğine muvafık veya. muhalif bir delâlet aramak düşer. Şöyle bir haber buluyoruz: Bir adamın alt: kölesinden başka hiçbir malı yoktur. Ölürken onları âzâd etmiş. Hz, Peygamber bu vasiyyeti malının üx^te birinden i´tibâr ederek altı köleden ikisini âzâd saymış. Dördü köle olarak kalmış. Hz. Peygamber´in bu hükmünden anlıyoruz ki, ölüm hastalığı hâlinde âzâd etmek vasiyyet hükmündedir. Köleleri âzâd eden Araplardan bir adamdır. Arap akrabasından olmayan yabancıyı köle olarak alır. Hz, Peygamber onun bu âzâd etmesini vasiyyet olarak tuttu. Bu da gösterir ki, eğer akrabadan olmayanlar, yabancıya vasiyyet bâtıl olsaydı, bu kölelerin âzâd edilmesi bâtıl olur, Peygamber bu vasiyyeti muteber tutmazdı. Halbuki bunu muteber tutarak iki köleyi âzâd saydı. Bu da gösterir ki, ölüm hâlinde kimsenin vasiyyeti malının üçte biri hakkında muteber olur. Üçte biri geçen vasiyyetin fazlası reddolunur. Muteber olan hususta kur´a usulüyle taksim yapılır. Çünkü rivayet olunan hâdisede Hz, Peygamber kölelerin âzâd olanlarını belli etmek için kur´a usulüyle işi halletmiştir.”
Şafiî Ihtilâfü´l-Hadîs´de diyor ki: “îrnrân b. Husayn´dan rivayet olunur, Ensârdan bir adam ölürken vasiyyet ederek altı kölesini âzâd etti. Onlardan başka da malı yoktu. Bunu Hz. Peygamber duydu. Onun hakkında çok sert konuştu. Sonra altı köleyi çağırdı. Onları üç bölüğe ayırdı ve aralarında kur´a attı. isabet eden ikisini âzâd etti, dördünü köle olarak bıraktı.”
Şafiî´nin getirdiği bu ibarelerden okuyucunun özet olarak çıkardığı netice şudur: Kur´ân´m nâsih ve mensûhunu bilmek Sünnetle, sahih olan haberleri araştırmakla kaabil olur. Çünkü bu Kur´ân´m beyanı mesabesindedir. Kur´ân´ın beyanı ise, beyan ettiğimiz veçhile, her şeyden evvel Hz. Peygamber´in Sünnetiyle olur. [62]
SÜNNETİN NESHÎ
167- Şafii´ye Göre Sünnet, Sünnetle Nesholunur, Kîtabla Sünnet Nesholunmaz:
Sünnetin getirdiği hükümlerde de nesih vuku´buhır. Muhalefetleri önemsiz olanlar bir yana bırakılırsa, ulemâ arasında bu hususta ihtilâf yoktur. Şafiî (AUah ondan razı olsun) Sünnette nesih vâki´ olduğunu söylemektedir. Ancak, ona göre Sünneti, yalnız Sünnet nesheder, Kitab, Sünneti neshetmez. Nasıl ki, Sünnet de Kitabı neshetmez. Onun için Rebî´ b. Süleyman´ın rivayet ettiği risalede, yâni Mısır´da iken yazdığı risalesinde şöyle demektedir: “Resûlu´llâh´ın Sünneti de böyledir, Sünneti ancak Sünnet nesheder…” Şafiî´nin sözü böyledir. Bu, Sünnetin ancak Sünnetle neshedildiğini açıkça gösterir. Şafiî bunun ardından dâvasını beyan iğin delüler getiriyor ki, üışâallah onları sonra zikredeceğiz.
Usûlcülerden Âmidî, El-îhkâm fî Usûli´l-Ahkâm adlı eserinde, bu konuda şöyle diyor: “Şafiî´den naklolunan iki kavilden birine göre Sünnetin Kur´ân´la neshi caiz değildir. Eş´arîlere, Mû´tezileye ve fukahâmn çoğuna göre bu, aklen caizdir, şer´an da vâki´ olmuştur.”[63]
Bu ibareden çıkan mânâya göre, bizim yukarıda naklettiğimiz, Şafiî´nin iki kavlinden birisi olmuş oluyor. Fakat Rebî´ b. Süleyman tarafından rivayet olunup da elimizde bulunan Kitablarda, Sünnetin beyanı olmaksızın Kur´ân ile Sünneti neshetmek caizdir, diyen görüşü bulamıyoruz, eğer Şafiî´nin böyle bir görüşü varsa, bu mutlaka onun eski görüşüdür, Mısır´daki yeni görüsü değildir. Bu Irak´da iken yazdıklarında olabilir, Mısır´da iken yazdıklarında böyle bir şey yok. Yukarıda naklettiğimiz sözü, Mısır´da yazdıklarında böylecedir. Mısır´da yazıp rivayet olunanlarda bundan başka bir görüşü yoktur. [64]
168- Bâzı Usulcüler, Şafiî´ye Muhalefet Ederek Sünnetin Kıtabla Nesholunduğunu Söylerler:
Şafiî´nin üzerinde karar kıldığı görüşü şüphesiz ki, Kur´ân´m Sünneti neshetmiyeceğidir. Bu neshi beyan eden Sünnettir, Şafiî´den sonra gelen usûlcüler, bu hususta Şafiî´ye muhalefet etmişlerdir. Onlar Kur´ân´ın Sünneti neshetmesi aklen caizdir, şer´an vâki´dir, dediler. Bunun aklen caiz olması, bizim için o kadar önemli değildir. Çünkü bunun aklen muhal olduğuna dâir bir şey yok, aklen vâcib olduğuna da delil gösterilemez. öyle (dunca ortada mümkün olduğu, aklen caiz olması kalır. Şafiî de bu, aklen c&iz olmağı inkâr etmiyor. Buna bir mâni´ yok. Onun sözü, şer´an
bunun vuku´bulup bulmadığıdır. Evvelâ onun deliline bakalım. Sonra muhaliflerinin dediklerine işaret edelim.
Şafiî´nin bu hususta, yâni Sünnetin Kur´ân´la neshedilmeyeceğine dâir yazdıklarına bakarsak, onun bu görüşünü şu iki esas üzerine kurmakta olduğunu görürüz:
Birinci esas: Nesih beyana muhtaçtır. Sünnet Kur´ân´m beyanıdır. Sünnete bu beyan kuvvetini veren Kur´ân´dır. Neshin beyana muhtaç olmasına gelince: Çünkü nesih, nasslardan öncekini ve sonrakini beyana muhtaçtır. Hz. Peygamber´in ameli ne üzere karar kılmıştı, ashabına nasıl beyan etmişti, bunları bilmek lâzımgelir. Şüphesiz ki, bunlar hep Sünnetle sabit olacak şeylerdir. Şafiî´nin re´yine göre, Kur´ân´dan mensûh olanların çoğunu bilmek ancak Sünnetle kaabil oluyor, öyle ise Sünnetin mensûh olanlarını bilmek de Sünnetle kaabil olması daha evlâdır. Çünkü Sünnette beyan vardır. “Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye sana Kur´ân´i indirdik.”
îkinci esas: Eğer Sünnet bulunmaksızın Kur´ân´la Sünneti neshetmek caiz olsaydı, Kur´ân´a muhalif olan her Hadîsin reddedilmesi, onunla amelin makbul olmaması îcâbederdi. Yâni Kur´ân onu neshetmiş sayılırdı. O takdirde ise Sünnet Kur´ân´m umûmunu tahsis edemez, onu beyan edici olamaz. Bir bakımdan Kitâb´a muhalif olan her Sünnetin reddedilmesi caiz olur. Sünnetin böyle reddedilmesi ise, Mekke´de, Medine´de, Bağdad´da, Mısır´da Sünnetin yardımcısı olan Şafiî´nin razı olmayacağı bir neticedir. Bunu kendisi etraflı olarak şöyle açıklar:
“Eğer bir kimse, Sünnet Kur´ân´la neshedilir mi derse ona şöyle denir: Eğer Sünnet Kur´ân´la neshedilirse, burada Hz. Peygamber´in de bir Sünneti bulunması lâzımgelir ki, bu ikinci Sünnet birincinin neshedil-mia olduğunu beyan eder. Böylece insanlara bir şeyin ancak misliyle neşredileceği de gösterilmiş olur. Eğer, bu dediklerine delilin nedir denirse cevabı şudur: AUâhu Teâlâ farz kıldıklarıyla hâss veya âmin olarak murad ettiklerinin mânâsını Hz. Peygamber beyan eder. Bu kitabımda belirttiğim veçhile Sünnet Kur´ân´m beyanıdır. Hz. Peygamber bir şey hakkında ne derse onu mutlaka Allah´ın hükmüyle söyler. Onun dediği hükmü Allah neshederse, o nesholunamn yerine Hz. Peygamber Sünne-üyle başka bir hüküm bildirir. Eğer, Hz. Peygamber bir şeyi Sünnet kil-&> sonra onun Sünneti Peygamber´den nesheden bir Sünnet naklolunmadan Kur´ân´la neshedildi demek caiz olsaydı, o takdirde Hz. Peygam-jj^in alımını satımım haram kıldığı şeyleri kendisine, ´AUah alış verişi helâj kılOi, ribayı yasak etti.´ âyetinin nüzulünden evvel haram frıhma olması ihtimali vardır, demek caiz olur. Zina yapanları recmetmesi de böyle bir ihtimal dahilindedir, çünkü recmin: ´Zina yapan Iradmin, zinâ yapan erkekten her birime yüzer değnek vurun.´ âyetiyle neshedilmış olmak bir ihtimal olarak ileri sürülebilir. Yine aynı sebeplen ´Çalan erkek ve kadının ellerini kesin.´ âyetine göre muhafaza edilmeyen malı çalanın, da, çeyrek dinardan az bir şey çalanın da elini kesmek lâzimgeîir. Çünkü az çalan da, çok çalan da, muhafaza edileni de, edilmeyeni de çalan hırsızlık yapmış olur. Bunların beyanı Sünnet iledir. Yine böylece; Hadîsi Kur´ân´ın benzeri bulmayınca bunu Peygamber dememiştir, diyerek her Hadîsi red yom bulmak caiz olur…”
Bu takririne göre Şafiî, Sünnet Kur´ân´la taaruz ederse, o Sünnetin mensûh olduğuna delâlet edecek bir eser bulunması gerektiğini ileri sürüyor. Şüphe yok ki, doğru, şer´î mantık da bunu îcâbeder. Çünkü Sünnet neshedilince ondan sonra Hs. Peygamber yeni vaz´ olunan hükümlerin muktezasınca amel etmeği gösterir, beyan eder… [65]
169- Sünnetin Kîtabla Nesholunduğuna Deliller:
Sünnetin ancak Sünnetle neshedilmesi hakkında îmam Şafiî´nin görüşü böyledir. Fakat kendisinden sonra gelen usûlciUer yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu hususta onun görüşüne katılmamaktadırlar. Onlar Kur´ân´ın Sünneti neshettiğini söylüyorlar. Onlarca bu, aklen caiz ve fi´ilen vâki´dir. Onlar bu hususu açıklayıcı misâller getirmektedirler.[66] Bunlarla Kur´ân´m Sünneti neshettiğini göstermektedirler. Bu Örneklerden biri şudur: Kur´ân-ı Kerîm, Beyt-i Mukaddes´in kıble olmasını neshetmiş ve Beyt-i Harâm´m, Ka´be´nin kıble olduğunu bildirmiştir. Onlardan önce Şafiî burada neshoiduğunu belirtmiştir. Ancak burada neshin yalnız Kur´ân´la değil, Kur´ân´ın yamsıra Sünnetle de bilindiğini ilâve etmiştir. Kur´ân-ı Kerîm şöyle buyurur: “Kıble hakkında vahiy bekleyerek yüaâi-nÖ göğe çevirdiğini görüyoruz. Kâzı olacağın bir kıbleye seıri behemehal yönelteceğiz. Öyleyse yüzünü Mescid-i Har&m´a dön. Kerede olursanız oton, yüzlerinizi o semte ûönün.” Şafiî, bu âyetin yamsıra. Abdullah îbn-i Ömer´den şu sahîh Hadîsi de rivayet etmektedir; demiştir ki: Halk Küba Mescidinde sabah namazını kılarken bir haberci gelerek: Hz. Peygamber´e bu gece Kur´ân-i Kerîm nazil oldu, namazda Kâ´be´ye doğru dönmek emir olundu. Siz de oraya dönün, dedi. Cemâatin yüzü Kudüs´e doğru idi; hemen Kâ´be´ye döndürdüler. Sünnetle sabit olan bir şeyi Kur´ân´m neshettiğini bu amelî Sünnet açıklamıştır.
Şafiî ile ondan sonra gelen usûîcüler arasındaki ihtilâf, Kur´ân´ın Sünnetin getirdiklerinden bagka bir gey getirmesinde ve Kur´ân´ın Sünnetin vaz´ettiği hükümleri kaldırması hususunda değildir. İhtilâf, Sünnetle beyan edilmeksizin Kur´ân´m doğrudan Sünneti neshedip etmemesi hususundadır. Şafiî´ye göre Kur´ân´ın Sünneti neshetmesi için bu neshi beyan eden başka bir Sünnetin bulunması lâzimgelîr. İstikra´ Şafiî´den yanadır. [67]
170- Şâfîî, Mutlakı Takyidi, Tahsisi Nesîhden Saymaz, Ona Göre Neshin Mânâsı:
Nesih hakkında Şafiî´nin görüşlerini beyan etmeğe son vermezden önce ictihadda Önemli yer tutan iki mühim geye işaret etmek isteriz:
1- Şafiî risalesinde neshin mânâsını yazarak deliller ve misâller getirdi. Mutlakı takyidi, âmmi tahsisi nesinden ayırdı. Bunları, beyan nev´in-den saydı. Halbuki sahabeden, tabiînden ve onlardan sonra gelenlerden çoğu mutlakı takyide, âmini tahsis etmeğe nesih derlerdi. Hattâ içlerinden bâzıları istisnayı.bile nesihden sayardı.[68]
Şafiî´ye gelince; neshin mânâsını belli etti, onu böyle karışık bir şekilde geniş bir surette kullanmaktan ayırdı. Tahsisi, takyidi, nassla mu-rad olunan mânâyı tâyin için beyan nev´inden saydı. Nesih, ise: önceki bir nassla sabit olan bir hükmü kaldırmaktır, diye tarif etti. Şüphesiz ki bu işi ilk yapan Şafiî olmuştur, bu onun nâmına kayda değer bir şeydir. Şafiî´nin ilmî düşüncesine ve mes´eleleri ilmî bir bakışla inceleyip küllî ve umûmî kaideler altında toplama gayretine yakışan ve uygun düşen de budur.
2- Şafiî neshi İslâm şeriatında vukuu bakımından incelemiştir. Neshedildiğini gördüğü mes´eleleri araştırdı; onlardan istikra´ yoluyla nesih hükümlerini ve kaidelerini çıkardı; bu araştırmanın ışığı altında onun esaslarını tesbit etti.
Şafiî´nin yazdıklarının çoğunda bu cihet açıkça göze çarpar. O, kendisinden sonra gelen usûl-ü fıkıh ulemâsından Eş´arî´nin ve Mu´tezile´nİn daldıkları gibi, nazarî mes´elelere dalmadı. Onlar, aklın hüsnüne ve kub-huna hükmettiği şeylerde neshin mümkün olup olmadığı münakaşasına daldılar. Neshedilen hükümle amel edilmeden evvel o hükmün neshedilip edilmemesinin imkânını incelediler. Neshedilen hükmün yerine yeni bir hükmün konulmasının vâcib olup olmadığını bahis konusu yaptılar. Bu uğurda açıkça ihtilâfa düştüler. Halbuki bunun amelî bir neticesi yoktur, buna bir amel terettüp etmez. Onun için Şafiî, bu konuya hiç dalmadı. Çünkü O, araştırdığı ve tatbikatta gördüğü şeylerden aldığı neticelere göre kaideler kurardı, hayâlinde kurup tasavvur ettiği şeylere istinad etmezdi. Onun için bu hususta sözleri açık, aydın, doğru ve ölçülü düşmüştür. [69]
——————————————————————————–
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 197.
[2] Bu görüş hakkında Şâtıbî, Muvâfikât´mda şöyle diyor: “Yalnız Kitaba bakıp başka ctelil tanımamak, Sünneti tanımayan nasipsizlerin görüşüdür. Onlar Kî-tabda her şeyin beyan olunduğuna istinad etmek istiyorlar. Sünnetle sabi hükümleri bir yana atıyorlar. Eu onları cemaattan ayrılmağa ve Kur´ân´ı AJlâh´m indirdiğinden bagka türlü te´vile götürüyor… Hattâ Allah´ın Kitabına muvafık olmayan Hadîse basılmayacağına dâir Hadîs bile rivayet ederler. Hz. peygamber şöyle buyurmuş: ´Benden size bir söz naklolundu mu, onu Allah´ın Kitabına arz ediniz. Allah´ın Kitabına muvafık olursa, onu ben söylemişimdir. Allâh´m Kitabına muhalif çıkarsa onu ben söylemiş değilim. Ben Allah´ın Kitabına nasıl muhalefet edebilirim Allah benî onunla hidâyete kavuşturdu.´ Abdurrahman b. Mehdî der ki: Eu Hadîsi zındıklar ve Haricîler uydurmuştur, ilim erbabınca bu sözler, bu kelimelerle, sahih bir nakille Hz. Peygamber´den sabit değildir. Bir kısmı bu Hadîse i´tiraz etti. Biz, her şeyden evvel bunu Kitaba arz edip ölçeriz. Bunu Kitabu´Ilâh´a muhalif bulduk, çünkü Kita-bu´llah Peygamber´e uymağı, ona itaati emrediyor, ona muhalefetten sakındırıyor.”
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 197-200.
[4] A´râf Sûresi, Ayet: 158.
[5] Nûr Sûresi, Ayet: 62.
[6] Bakare Süresi, Âyet: 129.
[7] Bakare Sûresi, Âyet: 151.
[8] Al-i İmrân Sûresi, Âyet: 164.
[9] Ahzâb Sûresi, Ayet: 36.
[10] Nisa Süresi, Ayet: 59.
[11] Nisa Sûresi, Âyet: 69.
[12] Nisa Sûresi, Âyet: 80.
[13] Nlsâ Sûresi, Âyet: 65.
[14] Nûr Sûresi, Âyet: 63.
[15] Nûr Sûresi, Âyet: 48/52.
[16] En´am Sûresi, Âyet: 106.
[17] Câsiye Sûresi, Ayet: 18.
[18] Mâide Sûresi, Âyet: 70.
[19] Şûra Sûresi, Âyet: 52,
[20] Nisa Sûresi, Âyet: 113.
[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 200-204.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 204-205.
[23] Şâtıbi, Muvâfıkât´ta Sünnet bahsinde bu görüşü etrafiyle açıklamakta ve misaller vermektedir. Tafsilât isteyenler oraya baksın.
[24] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 205-206.
[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 207-211.
[26] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 211-212.
[27] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 212-213.
[28] 1- Mürsel Hadîs zayıftır, reddolunur, onunla a-meî lazımgelmez. Navevİ Tak-rîb´inde der ki: Cumhur muhaddisîn, fukahâda» ve usûl ulemâsından çoğunun görüşü budur. Kabul edilmemenin sebebi, Hz. Peygamber´elen rivayet eden râvînin meçhul olması ve isminin verilmemiş bulunmasıdır. Megfrûi bir râvinin rivayeti recî-dolunduğuna göre, hiç ismi verilmeyen bir râvînin rivayetinin reddedilmesi daha evlâdır.
2- Mürselin mutlaka kabul edilmesi. îmanı Mâlik´le îmam Ahmed´in mezhebi budur. Gazâlî, bunun cumhurun mezhebi olduğunu nakleder. Karafî bunların deîiî-lertnl şöyle zikreder: Âdil olan râvînin onu meskût geçmesi kabule delâlet eder. Bu rivayete şer´î hükümler terettüp edeceğini bildiğinden eğer yanlış olsaydı râvî asla sükût etmesdi. Onun adaletini biliyor ki, bir şey demeden bırakıyor, sükût etmesi adaletini haber vermek gibidir. Râvî onu tezkiye etseydi kabul edecektik, sükûtu da böyledir. Hattâ bâzıları, Mürsel Hadis, müsned olandan daha kuvvetlidir, demiglerdir. Çünkü Mürsel Hadîsin mes´ûliyetini râvî üzerine alıyor demektir. Eu sebeple Hadîs mevsuk olmasına daha dikkat eder. Hadîsi başkasına îsnad yoluyla rivayet ederse mes´ûliyeti ona yüklüyor demektir. Hadîsi duyan kimse düşünsün, incelesin diye ona bırakıyor, kendi üzerine almıyor.
3- Şafiî´nln Mezhebi, Mürşeli kabul ve reddedenler arasında orta bir yoldur ki, tabiînin büyüklerinin Mürsellerini almaktır. O da şu şartla ki, bu mürseli, makbul olan bir mürseî veya sahabe kavli veyahut ulemâdan bir cemâatin fetvaları takviye etmelidir.
[29] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 213-214.
[30] Sünnetin Sünnetle nesh fdüişine Şafiî şunu misâl getiriyor: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla iddihâr edilmesini yasak etmişti, sonra bu yasağı kaldırarak iddihâre ruhsat verdi. Abdullah İbn-i Ömer; Hz. Peygamber kurban etlerini biriktirip üç günden sonra yemekten nehyetti, dedi. Abdullah tbn-i Ebû Bekr diyor ki: Bunu Umre´ye söyledim, o da; doğru söylüyor, dedi. Ben Hz. Âişe´yi şöyle derken işittim: “Hz. Peygamber zamanında kurban bayramında çöl halkından birtakım İnsanlar Medine´ye gelmişti. Peygamber Efendimiz; ´Üç günlük et biriktirerek, kalanını tasaddufc edin.´ buyurdu.” Hz. Âişe diyor ki: “Bundan sonra basılan tarafından; yâ Resûlu´Hâh, halk kurbanlarından faydalanıyordu, sızırma yapıyorlar, tulum ittihas ediyorlardı, denildi. Hz. Peygamber de, ıNe var ´ dedi. Onlar da: Yâ, Resûlu´llâh, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasından raenettin, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ´Ben Kurban Bayramı günlerinde toplanan ordu sebebiyle etlerin iâdihânm yasak etmiştim. Bundan böyle yeyin, tasadduk edin ve iddihâr eclînV Sonra Hz. Ali´den, Hz. Peygamber´in: “Hiç kimse kurbanının etinden üc gttıı smura yemesin.” buyurduğunu rivayet ediyor. Bundan sonra Şafiî diyor ki: “Madem îti, Hz, Âişe bize Hs. Peygamberdin kurban etlerinin üç günden, fazla saklanılmasını nen yettiğini, sonra buna, ruhsat verdiğini rivayet ediyor ve Hz. Peygamber de kurban etlerinin üç günden fazla saklı tutulmasını çölgen gelen kalabalık sebebiyle yasak ettiğini haber veriyor. Bu Hadîa, başı ve sonu, haram ve helâl kılma sebepleri belli tam bir Hadîstir. Bu nazar-s. i´tibâre alınmalıdır. Hz. ÂIş,ö Hadîsi Sünnette nâsüı ve mensûh bulunduğunu en açık gösteren bir Hadîstir.”
Şafiî´nin bu sözleri gösteriyor ki, Hz Âişe´nin rivayet ettiği bu Hadîste kurban etîerlnia üç günden fazla tutulması yasağı, sonra vârid olan ruhsat Hadîsiyle nesh edilmiştir. Fakat ince bir bakış, bize, Hz. Âişe Hadîsinin, önceki yasağı nesh edici olmadığını gösterir. Çünkü önceki yasak, bir maksatla idi. Bayramda Medine´ye kalabalık bir halk gelmişti. Onları doyurmak, ağırlamak dînî bir borçtu. Kurban etlerini üç günden fazla saklanmak, doyurmak vecîbesine aykırı idi. Demek bu yasak, bir maksat uğrunda idi, o kayıtla mukayyet İdi. Bu vak´ada olduğu gibi aynı sebep bulununca o yasak da tekerrür eder. O sebep bulunmayınca iddihâr mubahtır. Hz. Âişe´nin. rivâyetindeki Hadis-i Şerifte bu cihet açıkça görülür. Bu takdirde nesih yoktur. Çünkü nesih eski hükmü kaldırmaktır, burada ise hükmü kaldırmak yoktur. Çünkü aynı hâJ bulununca nehiy yine bulunur. Şafiî, Hz. Âişe Hadîsinde nâsih ve mensûh açık olduğunu söylemekle beraber, bu Hadîsteki nesinde tereddüt etmektedir. Muhtelifü´I-Hadîs kitabında ve Er-Rİsâle´de bu tereddüt açıkça göıü-lür. Er-Rlsâîe´de Hz. Âişe Hadîsi hakkında diyeceklerini dedikten sonra şöyle diyor: “Sonra kurban etlerini tutmağa ruhsat vermek, yemeğe, sadaka vermeğe müsâade etmek, durumlar başka başka olduğundan, maksatlardan birine göredir. Eğer ağırlanacak konuk varsa, kurban etlerini üç günden fazla saklamak yasaktır. Eğer böyle bir durum yoksa o zaman yemeğe, iddihâra ve tasadduka ruhaat vardır. Kurban etlerini üç günden fazla saMamak yasak edildikten sonra, her hâle göre bu yasak kaldırılmış olmak İhtimali de vardır. însan, kurbanının etinden dilediği kadarım tutar, dilediğini taaadduk eder.” Şafiî burada nesih hükmünü vermekte tereddüt ediyor, bunu bir ihtimâl olarak söylüyor. Bununla da Hz. Âişe hakkındaki neah hususunda en açık delil demesine muhalefet etmiş oluyor. Çünkü ihtimal İle nesh olmaz. Meğer ki, neshi daha geniş mânâda alıp da onu mutlaka takyîd etme mânâsına almış olalım. Her nasıl olursa olsun, biz burada nesh olmadığına daha mütemayiliz
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 215-216.
[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 217-219.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 219.
[33] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 220.
[34] Nisa Sûresi: 83,
[35] Şafiî, burada Er-Risâle´de bir kadını halası ve teyzesiyle” birlikte almanın haram olduğunu gösteren delili açıklamıyor. EI-tTm´de İse bunu şöyle anlatıyor: MâJİlc Ebû Zinad´dan, o da Ebû Hüreyre´den rivayet ediyor; Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuştur: “Bir kadın halasiyle birlikte almamaz, bir kadın teyzesiyle-birlikte alınamaz.” Biz bunu alıyoruz. Şayet bir kimse: Allâhu Teâlâ nikahlan haram olan Kadınları bildirdi, onlardan başkalarını helâl kıldı; derse ona §öyle cevap verilir: Kur´ân Arapçadır. Allâhu Teâlâ´nın aslında her halde haram olanları zikretmesi yanında nikâh dolayısiyle haram olanlar, meselâ, üvey kıziyle evlenmenin haram olması da zikrolunmuştur. Babasının karısı yâni Üvey anası da haramdır, Araplar iki kız kardeşi birlikte alırlardı, İslâmiyet bunu haram kıldı. îkl kız kardeşin birlikte alınmasının haram olması, bunlardan başkalarının birlikte alınmalarının mubah olduğuna delâlet etmez. Allâhu Teâlâ bir geyi Kur´ân-ı Kerfm´de zikrederek onu haram kılar, başkasını da Peygamber´in lisâniyfe haranı kılar. Meselâ: “Bunlardan başka kadınlar size helâJ kılındı.” âyetinden dörtten fazla almanın mubah olduğu çıkarılamaz, günkü bu mubah olma keyfiyeti dörtte nihayet bulur. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun), çok karısı olan Gaylan b. Seleme´-ye söyle buyurdu: “Dört tanesini evinde tut, diğerlerini serbest bırak, onlardan ayni.” Böylece Peygamber´in lisanlyıle helâl olmanın hududu açıklanmış, dörtten fazlanın haram olduğu bildirilmiştir.
[36] Hanefiyye fukahâsınca iki kız kardeşin, keza bir kız kardeşin halası veya teyzesiyle birlikte bir nikâh altında bulunmalarının caiz olmayışının sebebi şudur: Ortaklar, kumalar arasında düşmanlık âdettir. Halbuki akrabanın birbiriyle iyi geçinmesi lâzımdır. Böyle nikâh aıla-i rahmi ihlâl ettiğinden caiz değildir
[37] En´am Sûresi, Ayet: 145.
[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 220-222.
[39] Mâlde Sûresi, Âyet: 6.
[40] Nisa Sûresi, Âyet: 43.
[41] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 222-224.
[42] Maide SÛreai, Ayet: 4. 224
[43] Şafiî, Er-Risâle.
[44] Şâtıbi, Muvafıkat´ta, Sünnet ancak Kitabda aslı bulunan bir hüküm getirir, diyen görüşü te´yid etmekte ve şöyle demektedir: “Sünnet mânâ İ´tibâriyle Kitâb´a râci´dir, ona varır. Sünnet, Kitâb´ın mücmelini tafsil eder, müşkülünü beyan eder, muhtasar olanını etrafıyla açıklar. Çünkü Sünnet Kur´ân´ın beyanıdır. AUâhu Teâlâ´nın şu âyeti bunu gösterir: ´Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye Biz sana zikri (Kur´ân´ı) inzal ettik.´ Sünnette hiçbir emir yoktur ki, Kur´ân-ı Kerîm o mânâya icmâlen veya tafsîlen delâlet etmemiş olsun. Şu da göstermektedir ki, Kur´an gerîatm küllî esaslarıdır, onun kaynağıdır. Allâhu Teâüâ Resulü hakkında şöyle buyurur: ´Sen çok, büyük ve üstün bîr ahlâk üzeresin.´ Hz. Âişe bize açıklıyor ki: Peygamber´in ahlâkı, Kur´ân ahlâkı idi. Onun üstün ahlâkı Kur´ân´a dayanır. Bu da gösteriyor ki, Peygamber´in sözü, fi´li ve İkrarı Kur´ân´a râci´dir. Çünkü ahlâk bu üç şeye istinad eder, onlardan ibarettir. Allâhu Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´İ her şeyi beyan edici olarak indirmiştir, öyle olunca Sünnet de Kur´ân´da dâhildir. Kitabda ük başta gelen şey emirler ve nehîlerdir. Allâhu Teâlâ´nın şu kavli de öyledir: ´Kitab´da hiçbir şeyi eksik bırakmadık,´ Keza: ´Bugün sîzin dînînizi kemâle erdirip tamamladım.´ Bununla Kur´ân´m inzali kasdolunmaktadır. öyle ise Sünnet, Kur´ân´da olanları beyan etme emrine girer. Sünnetin Kitâb´a râci´ olmasının mânâsı budur. Keza tam istikra da bunu g-osterir…”
Bence buradaki ihtilâfın amelî bir neticesi yoktur, bu hilâf-ı lâfzı = söz üzerinde ihtilâfa daha yakın bir şey gibidir. Baksana, her iki taraf da Sünnetten delil getiriyor ve bunu hüccet olarak alıyor, Kitabda aslını aramadan durmuyor. Sünnetin aslı ve esası Kitabdadır, diyen aslın mânâsım geniş tutuyor ve onu umûmî asıllara şâmil kılıyor. Yoksa fıkıh bablarından bir babın hükümlerine şâmil bir kaide olarak değil. Onun için Muvafıkât sâhlbl Şâtıbî, Kitab ve Sünnetteki usûlün beyanında söyle diyor: “İnsanların mesâlihi üçAısmı ağmaz:-1- Zarûriyyât, 2- Hâciyyât, 3- Tahsîniyyât, Bu tiç kısmın her birine tamamlayıcı olan kemâliyat nev´i de eklenir. Fazlası yoktur. Sünnete bakarsak bunlardan fazla bir şey getirmediğini görürüz. Kitab bunları esas ve asıl olarak bildirdi, Sünnet de feri´ olarak Kitab üzerine beyanda bulundu. Sünnette olanları hep bu kısımlara âit bulursun…”. Şâtıbî, bunları güzelce beyan eder. Ayniyle Kitabda aslı bulunmayan bâzı hükümleri Sünnet bildirir, diyen ise, asıldan, İcmali olan nassı kaydetmektedir, namaz, zekât gibi. Yoksa şer´in umûmî asıllarını kasdetmiyor. O da teslim eder ki, Kur´ân´da İslâm´ın usûlünün tamamı umûmî olarak beyan olunmuştur. İşte bu cihet Şafiî´yi: Sünnet, Kur´ân´da naaş bulunmayan bir hükmü getirir, demekle beraber, Kitab Sünnete tabi´dir, demeğe sevk etmiştir. Nass olarak nazil olması ve nâzll olanın mânâsını açıklaması i´tibâriyle böyledir.
[45] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 224-226.
[46] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 226.
[47] Şura Sûresi, Ayet: 13.
[48] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 226-227.
[49] Mâide Sûresi, Âyet: 93.
[50] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 227-229.
[51] Mensûh olunan ile muhkem olan yâni neshi kabul etmeyenleri araştırmak bize gösterir ki, ebedî olma kaydı bulunan bir hükmün nesh ediMiği yoktur. Fakat usûl-ü fıkıh ulemâsı, bu konuda nazarî olarak ihtilâfa düşmüşlerdir. Bâzıları ebedî-
ık İfâde eden bir kayıd bulunan hükümlerin neshinin mümkün olmadığım söylemişlerdir. Eğer böyle bir kayıt yoksa, neshi caizdir. Diğer bir kısmı ise; ebedîlik kaydı bulunan hüküm, haber suretiyle gelirse nesh mümkün değildir, demişlerdir. “Cihad lyâmet gününe kadar bakîdir.” Hadîsinde olduğu gibi. Hanefiyye ulemâsı, mutlak s rette ebedîlik kaydı bulunan hükmün nesh edilmesinin imkânsızlığını seçmigler-r. Çünkü bir hükmün ebedî olması ve nesh edilmesi bunlar bir arada toplanamaz. kÜ beÖÎ olmak kaydı> hükmün ebediyen kalmasını îcâbeder. Nesh ise hükmü kla bu ebedîlik kaydını kaldırır. Ebedîlik kaydı hükmün hüsün olmasını, kubhunu iktizâ eder. Hakîm olan şâri´den böyle bir şeyin gelmesi tasavvur edilmez.
[52] Şâtıbl, Muvafıkât´ta, neshin çoğunun Medine´de olduğumu söyler. Çünkü Mekke´de nazil olanlar küllî kaidelerdir. Küllî kaideler ise neshi kabul etmez. Neshi kabul edenler cüz´î hükümlerdir, dedikten sonra diyor ki: “Cüz´î hükümlerden Mekke´de teşri´ edilenler azdır. Küllî usûl ve esaslara dâir nazil olanlar daha çoktur. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm, olsun) Medine´ye hicret buyurunca İslâm´ın sahası genişledi, tedricen bu küllî esaslar tamamlandı; insanların arasını bulup ıslâh etmek, yapılan akidleri tutmak, müskiratı haram kılmak, zarurî olan umuru koruyan hududları belli etmek ve bunları tamamlamak, ruhsat vesaire yollarla güçlüğü kaldırmak gibi hükümler hep küllî esasları tamamlamak içindir. Neshin çoğu Medine´dedir. Dahî hikmet hükümlere zemin hazırlamağı îcâbetmiştir. Dügünürsen, neshlerin çoğunun İslâm´a alıştırmak ve ısındırmak için olduğunu görürsün.”
[53] işlerin zatî hüsün ve kubhu olup bunları akıl idrâk edip edemeyeceğinde ulemâ ihtilâf üzeredirler. Eş´arîlere göre, fiillerin zatî hüsün ve kubhu yoktur. Hüsün ve kubh Şâri´m emir ve nehyinden İleri gelir, Sâri´ emrederse İyi olur, nehyeder-se çirkin olur. Çünkü hüsn ve kubhun muayyen bir ölçüsü yoktur ki, ona göre iyi veya çirkin denilsin. Akılların eşya hakkındaki hükümleri şahıslara göre değişir, zaman ve ahvâlin îcâbma göre farklı olur. Böyle olan bir şey zatî bir vasıf olamaz, öyle olunca Şâri´ın hükmü ölçü tutulur. Mu´tezilenin çoğuna göre eşyanın zatî hüsn ve kubhu vardır. Çünkü akıl bâzı umurun iyi olduğuna bedihî olarak hükmeder. Boğulan bir kimseyi kurtarmanın,- iyilik yapana teşekkür etmenin, doğruluğun İyi şey olduğu meydandadır. Küfrün, suçsuz kimseye eziyet etmenin, yalanın kötü. olduğunu da akü bilir. Akıl bâzı şeylerin iyi, bâzılarının da kötü olduğunu zarurî olarak, mademki anlıyor, demek bunların zatî hüsn ve kubhu var ki, akıl bunları ya zarurî olarak, yahut da düşünme ve teemmül suretiyle anlayabiliyor. (Mu´tezl-leye göre hüsn ve kubhu İdrâk eden de, buna hüküm veren de akıldır. Hanefiyyeye göre ise eşyanın hüsn ve kubhunu akıl idrâk eder, ancak hüsn ve kubh hakkında hükmü veren Şâri´dir. Mütercim )
[54] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 229-231.
[55] Şafiî, Er-Riaâle.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 231.
[56] Şafiî diyor ki: Kur´ân-ı Kerîm´in getirdiği hükümlerde nesh edilmişler de vardır, dâima duran muhkem olanlar da vardır. Ekseriyetin görüşü de budur. Fa-
at ulemâdan Kur´ân-ı Kerîm muhkem bir şeriattır, ondaki -hükümler dâima durur, sabittir, diyen de vardır. Ebû Müslim Isfahânî bu görüşü ileri sürmüştür. Cumhur ulemâ ona karşı §u delillerle cevap veriyonlar:
1- “Biz nesh ettiğimiz veya unutturduğumuz âyetin yerine ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz.” (Bakara Süresi, Âyet: 106).
2- Nesh Kur´ân´da bilfiil sabittir. Vasiyet âyeti, mîras âyetleriyle nesh edilmiştir. Böyle diğer âyetler de sabittir. Celâleddin SUyûtî, îtkan´da bunlara 22 yer olarak aayar.
3- “Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimizde ki Allah indirdiğini en iyi bilir onlar: Sen uyduruyorsun, derler; hayır öyle değildir, ama çoğu bilmez-ler.” (NahI Sûresi, Âyet: 101).
Ebû Müslim´in delilleri de şöyledir:
1- Eğer Kur´ân´da nesh bulunursa, bu ondan bâzı şeyleri ibtâl etmek olur. Bu ibtâl işi ise onda bâtıl varmış demek olur. Halbuki Allâhu Teâlâ Kitabını bâtıldan tenzih buyurarak şöyle vasıflandırıyor: “Onun ne önünden, ne ardından bâtıl ona yaklaşıp gelemez.” Kur´ân-ı Kerîm, kıyamet gününe kadar baki olan bîr şeriattır. Kıyamet gününe kadar insanlara hüccettir. Buna yakışan onda nesh olmamaktır. Muvakkat teşri edilip başkasiyle nesh olunacak hükümler Sünnet-i Seniyyede yer bulur.
2- Kur´ân-ı Kerîm´in ihtiva ettiklerinin çoğu veya hepsi külli esaslardır. Cüz´î şeyler değildir. Onda din icmal yoluyla beyan olunmuştur, tafsil yoluyla bildirilmiş değildir (Küllî olanlarda nesh cereyan etmez). Bu vasıflara uygun olan, Kur´ân´m hükümlerinde neshin bulunmamasıdır.
Ebû Müslim Isfahanı nâmına, cumhur ulemânın delilleriyle şöyle cevap veri´.e-bilir: Bakara Sûresinin 106. Âyetinde zikrolunan nesh edilen âyetten murad, Kur´ân âyeti olarak taayyün etmiş değildir. Bundan murad mu´cize de olabilir. Belki bundan murad, Kur´ân´la ve İslâm´la hükümleri nesli edilmiş olan eski dinlerin îîitab-larımn âyetleri olabilir. Hattâ nesilden murad, levh-i mahfuzdan Peygamber´e vahy suretiyle nakli ve sonra yapılmasıdır. Nesh kelimesi nakil mânâsını da ifâde eder. Neshden murad, hükmün kaldırılması; âyetten murad da, Kur´ân âyeti olduğu farz olunsa bile, âyet neshin cevazını ifâde eder, vuku´una delâlet etmez. İkinci delilin cevabı: Kur´ân´m bâzı âyetlerinin neshedüdiği iddiasına gelince, burada nesih taayyün etmiş değildir. Nesh olunduğu iddia olunan âyetlerle nesh edici olan âyetlerin arasını bâzı te´villerle bulmak mümkündür. Üçüncü delile cevap şöyledir: Cumhurun, “Bir âyetin yerine başka âyeti değiştirirsek…” âyetini delil almalarına gelince, bu âyetten murad mu´cizedir. Müşriklerin burada Hz, Peygamber´e karşı: Sen bir müfterisin! demeleri de bunu gösterir. Çünkü onlar Hz. Peygamber´den Peygamberliğine delil olarak: Lût, İbrahim, Mûsâ ve diğer Peygamberlerin mu´cizeleri gibi his, gözle görülür bir mu´cize İstiyorlardı. Âyet onların hissî mu´cize isteklerine cevap teşkil eder.
[57] Yûnus Sûresi, Âyet: 10.
[58] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 231-234.
[59] Ebû Müslim Isfahânî´ye göre vasiyyet âyeti, mîras âyetıc riyle neshedilmiş değildir. Vasiyyet âyeti şudur: “Sizden birine ölüm gelince, eğer geriye mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve akrabalara vasiyyet etmek farz kılındı.” Fahreddin Râzî bu âyetin tefsîrinde onun görüşünü şöyle kaydediyor: “Bâzılarına göre bu âyet neshedilmiş değildir. Ebû Müslim Isfahânî de bunu ihtiyar etmiştir. Onun görüşü birkaç yönden açıklanmaktadır:
1- Bu âyet, mîras âyetlerine muhalif değildir. Bunun mânâsı: Allâhu Teâlâ ananın, babanın ve akrabanın mîras haklarını tavsiye ettiği veçhile size farz kıldı, demektir. Nasıl ki, âyet-i kerîmede: “Allâhu Teâlâ evlâtlarınıza mirası BcUl birli vermeği size tavsiye eder.” buyurulmuştur. Yâni ölüm halinde olan kimseye, anasına, babasına ve akrabasına Allâhu Teâlâ´nın tavsiye ettiği şekilde hisselerinin verilmesini, hisselerinin eksik yapılmamasını vasiyyet etmesini farz kılmıştır.
2- Akrabaya mîras verilmekle beraber, Allah´ın bir bağışı ve ihsanı olarak onlara mal vasiyyet etmek arasında bir aykırılık da yoktur. Mîraa hakkıdır, Ölen kimsenin vasiyyeti de bir nevi´ bağıştır, Allah´ın emriyle bir ihsandır. Mirasçı, âyetlerle sabit olan hükümler gereğince mîras ile vasiyyeti cem´eder.
3- ikisi arasında münâfât olduğunu farzetsek bile, mîras âyeti vasiyyet âyetini tahsîs etmiş sayabiliriz. Şöyle ki: Vasiyyet âyetine göre akrabaya vasiyyet etmek gerektir, sonra mîras âyetlerime, mirasçı olan akrabaya vasiyyet bundan hariç tutulur, fakat mirasçı olamayan akrabaya vasiyyet etmek yine âyetin şümulünde dâhil kalır. Çünkü ana, baba mirasçı oldukları gibi bâzı sebeplerle mîrasçı olamayanlar da bulunur. Meselâ: Din ayrılığı, kölelik, katil, mîras almağa mâni´dlr. Bun-
&r mirastan mahrum kalmağa sebeptir. Akrabadan da mîrasçı olanlar bulunduğu gibi mirastan mahrum bırakan sebepler yüzünden mîrasçı olmayanlar vardır. Bâzısı bir halde mîrasçı olur, başka bir halde mîrasçı olamaz, işte böyle mîrasçı olamayanlara sıla-İ rahm bakımından vasiyyet etmek caiz olur. Allâhu Teâlâ bu hususu §u âyet-İ kerîmelerle te´kîd etmiştir:
Kendisi adına birbirinizden dilekte bnhmdnğunira Allah´a ve akrabanın hakla- riâyet ediniz.” “Allah adaleti, İhsanı, akrabaya vermeği emreder.”
[60] Bakara Sûreal, Âyet: 180.
[61] Bakara Sûresi, Âyet: 240.
[62] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 234-237.
[63] Amidi El-İhkam
[64] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 238.
[65] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 238-240.
[66] Âmidî, El-îhkâm fî Usûli´I-Ahkâm kitabında bu mes´elelerden bir kısmını kaydetmiştir;
a) Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) Mekkeiilerle yaptığı Hudeyblye Andlaşması gereğince Müslüman olarak Medine´ye iltica edenleri geriye çevirip müşriklere iade etmeği kabul etmişti. Bir kadın Müslüman olarak iltica etti. Bunun üzerine: “İltica edenlerin mü´min olduklarını bilirseniz, onları kâfirlere iade efaneyin.” âyet-İ kerîmesi nâzü oldu. Burada Kur´ân, Sünneti neshetmiştir.
b) Namazda Kudüs-i Şerîf´e, Mescid-i Aksâ´ya kargı dönmek Sünnetle sabittir. Bu da: “Yüzünü Mescid-i Harara semtine çevir.” âyet-i kerîmesiyle neshedilerek kıble Kâ´be´ye çevrilmiştir. Böylece Kur´ân Sünneti neshetmiştir.
c) Oruçlu kimselerin geceleri eşlerine yaklaşmaları Sünnetle haram edilmişti. Bu da: “Bundan böyle onlara geceleri yaklaşınız.” âyetiyle nesholundu.
d) Âşûre orucu Sünnetle vâcibdi. “Sizden üamazan ayına yetişen kimse Ramazan orucunu tutsun.” âyetiyle Ramazan orucu farz kılınınca bu âyetle âşûre orucu neshedildi.
e) Harbde çarpışma sona erinceye kadar namazı tehir etmek Sünnetle caizdi-Kur´ân-ı Kerîm havf namazı tarif edilerek bu Sünnetle sabit hüküm Kur´ân´la neshedildi.
Bence bu mes´elelerde Şafiî´nin delilini çürüten bir şey yoktur. Çünkü bunların hepai hakkında neshi beyan eder bir de Sünnet vardır. Şafiî, havf namazı ve kıblenin tahvîli hususundaki Sünnetleri açıklamıştır. Sünnet olunca Kur´ân´ın Sünneti neshini Şafiî de kabul eder.
[67] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 240-241.
[68] Şâtıbî, Muvafıkât´ta eskilerin neshe dâir sözleri hakkında bir bahis açmıştır. Orada der ki: “Eskilerin sözlerinden anlaşıldığına g”öre, onlarca nesh mutlak olarak usûlcülerin sözlerinden daha umûmî bir mânâyadır. Mutlak olan bir sözü takyid etmeğe nesh demişler, muttasıl veya munfasıl bir delille umûmî olan bir Şeyi tahsîs etmeğe nesh nâmını vermişler. Müphem olan bir §eyi beyan etmeğe nesh demişler. Sonra gelen bir delille önceki bir ger´î hükmü kaldırmağa da nesh demişler. Çünkü bunların hepsi bir hususta toplanır ki, o da birinci hükmün murad edilmiş, olmadığıdır. Teklif edilmesi murad olunan sonra gelen hükümdür. Birinciyle amel olunmaz, amel edilmesi gereken İkinci hükümdür. Bu mânâ, mutlakin takyidinde de vardır. Çünkü kayıd altına alınınca mutlakın zahiriyle amel bırakılmış oluyor. Mutlak olarak amel olunmuyor. Mukayyed ile amel ediliyor. Mutlak gûyâ tak-yîd edilince ıtlakı üzere birşey ifâde etmiyor, adetâ mensuh hükmünde oluyor. Hâss ile âmm da böyledir, O takdirde hepsi bir mânâ altında toplanmış olduklarından bu i´tibarla bunlara nesh denilmiştir. Maksadı beyan için misâl Jâzımdır. Abdullah îbn-i Abbas: “îvim hu dünyâyı istense, dıîeîîtğ´Jmîac vsie-K&mi accîc veririz.” âyeti: “Kim âhiret varlığını teterse onıııı bu ni´metüıî artırırız, kim de dünyâ varlığını isterse onu da veriıiz.” âyetini neshetmiştir, demiştir. Eğer incelenirse, bunun nesh değil, mutlakı takyîd eUigi görülür, çünkü, “Dünya varlığını isteyene, veririz.” âyeti mutlaktır. Birinci âyette ise bu verme, meşîetle, irâde-i ilâhiyye ile mukayyeddir. Haberlerde zaten nesli cereyan etmez. Atâ da: “Alması haram olan kadınlardan başkaları size helâl kılındı.” âyeti, kişinin bir kadını halasıyla, teyzesiyle birlikte almasını haram kılan âyetle neshedilmiştir, demiş. Eu da umûmî olan bir hükmü tahsis kabî-lindendir.
Katâde: “Boşanan kadınlar üç hay s İtldet beklerler.” âyetiyle; gerdeğe girmemiş kadınlar: “Onların bekleyeceği bir iddet yoktur.” âyetiyle; hayızdan kesilmiş olanlar da: “Hayızdan kesilenlerin iddeti üc aydır. Hâmile olanların da doğurmalarıdır.” âyetiyle neshedildi, diyor. Halbuki bunlar mutlakı takyîd, âmmı tahsis kabî-lindendir.
[69] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 241-242. –