52 – Sahabe Fetvaları Hakkındaki Münakaşalar:
Etrafında münakaşa cereyan eden meselelerden biri de Ashabın fetvalarıdır. Ehl-i Hadîs ve ehl-i re´y bunları kabule meyyaldir. Çünkü itti-ba´, ibtida´dan evlâdır. Yâni tabi´ olmak, yeni bir şey çıkarmaktan daha iyidir. Zîrâ Ashâb-ı Kiram bizzat müşahede ettiler, onların görüşlerinin isabette yeri vardır, dînî anlayışları yüksektir. Onlar kendilerine uyulan imamlardır, rehberlerdir. Fukahânın çokları onların re´ylerinin tesiri altındadır. Ebû Hanîfe´nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Allah´ın Kitabında ve Peygamber´inin Sünnetinde bulamazsam Ashâbdan dilediğimin kavlini alırım, dilediğimin kavlini bırakırım ve sonunda onların kavillerinden dışarı çıkarak başkalarının sözlerine bakmam. İş ibrahim (Nahaî), Şa´bî, Hasan (Basrî), îbn-i Şîrîn ve Saîd b. Müseyyib´e gelince onlar nasıl ictihadda bulundularsa, ben de İctihad ederim.”
Re´y fukahâsı olan ehl-i Irak´ın îmâmı olan Ebû Hanîfe´nin, Ashabın görüşleri ve sözleri hakkındaki sözü böyle olunca, şüphe yok ki, başkaları onların fetvaları ve onlardan nakil olunanların tesiri altında daha çok kalmışlardır (Allah cümlesinden razı olsun). Bu devirde Ashâbdan, naklolunan fetvalar o derece çoğaldı ki, bunlar fukahâyı epey meşgul etti. Ictihadlarında onları birer meş´ale gibi tuttular ve onların tesiri altında kaldılar. Ashabın tuttuğu yola koyuldular, onların izinden gittiler. Onların re´ylerine hürmet ettiler. Kitab ve Sünnette delili bulunmayan hususlarda o re´yleri muteber tuttular. Eğer onlar bir re´y üzerinde bir-leştilerse, kendilerinden sonra gelen müctehitlere onu almak düşer. Eğer onlardan biri bir re´y ileri sürdü ise ve ona muhalif olan da bulunmadıysa, fukahânın çoğu onu kabul ederler. Eğer aralarında ihtilâfa düştüler-se, müctehidlerin çoğu onların görüşlerinden kendi tutumlarına uygun bulduklarım seçerler, bir şartla ki, onların görüşleri dairesinden çıkmazlar, başka bir görüşü almazlar. Tabiîn ve müctehidler asrında fukahâ bu yolda yürüdüler. Ancak henüz kendilerine mahsus bir asıl ittihaz etmişler, usûl-ü dinden ve hükümlerinden faydalanarak bir fıkıh kaidesi kurmuşlar değildiler. Onlar bunu böyle yapıyorlardı; çünkü biliyorlardı ki, Kur´an-ı Kerîm» Hz. Peygamber´e nazil olurken Ashâb-ı Kiram yanında bulunurlardı, gözleri önünde vahy gelirdi. Vardıkları bu görüşlerin ruhu, elbette Hz. Peygamber1 d en aldıklarına uygundur. Hz. Peygamber´e nisbet olunan ve herhangi bir sebeple ona dayanan bir işte hiç kimsenin içtihadı olamaz. Onların re´yleri mücerruL bir fıkıh içtihadı değildir, belki onlar ictihad olmaktan ziyâde Sünnete yakındır.
Bundan başka onlara tabi´ olmak, onların etrafa islâm fıkhını müjdeleyen ilk muallimler olmaları itibariyledir. Onlar ufukları islâm nuruyla aydınlatan yıldızlardır. [1]
53- İmam Şafiî´nin Sahabe Fetvaları Hakkındaki Tutumu:
imam Şafiî, işte bu asırda geldi. Hicaz üstâdlarından ders aldı. îmam Mâlik´ten okudu. O ise, Ashabın re´yinin alınması lüzumuna kaildi, hattâ Tabiînin ulularından bâzılarının re´yini almağa taraftardı, onların re´ylerinin başka re´ye tercih edilmesi gerektiğine kaani idi. Ona göre ehl-i Medine´nin tutumları re´yden ileri tutulur. îmam Mâlik´in bunların tesiri altında kalması pek tabiî bir şeydir. Kıyakçıların imâmı olan Ebû Ha-nîfe bile bu tesir altında kalmıştır. Sahabe kavillerini kendi re´yinden ileri tutmuştur, imam Şafiî´nin de Ashâb-ı Kirâm´m görüşleri hakkında göyle dediği naklolunur: “Onların re´yleri bizim için kendi re´ylerimizden daha hayırlıdır.”[2]Yine tlâmü´l-Muvakkıîn kaydediyor: “Şafiî, Risâle-i Kadîme´sinde demiştir ki: Onlar her ilimde, ictihadda, takvada, akılda ve her şeyde bizim üstümüzdedirler. Onların görüşleri bizim için çok muhteremdir, bize kendi görüşlerimizden daha iyidir.”[3]
Ibn-i Kayyim, Şafiî´nin İhtilâf-ı Mâlik kitabından naklediyor: “îlim derece derecedir. Birincisi Kitap ve Sünnettir, ikincisi Kitap ve Sünnet olmayan hususlarda icma´dir. Üçüncüsü Sahâbi bir söz söyleyip ona muhalif olan bulunmamaktır. Dördüncüsü Ashabın ihtilâflarıdır. Beşincisi kıyastır ve böylece devam eder.”
a Şafiî, içtihadında Sahabe re´yine gereken yerini veriyordu. Onun usûlünden bahsederken bunu sana beyân edeceğiz. Bunlar hazırlık kabî-lindendir.
Tabiîlerin mezhebine gelince: Hadîs fukahâsı onları bâzan kıyasa tercih ederlerdi. Re´y. fukahâsı ise, üstâdları Ebû Hanîfe´nin sözünde gördüğümüz veçhile, Tabiînin ictihad ettikleri gibi kendilerinin de ictihad etmek yetkileri olduğudur kanaatmdadırlar. Şafiî´nin usûlünden bahsederken açıkça görüleceği veçhile imam Şafiî bu ikinci meslek ashâbındandır. [4]
54- Ehl-i Medine´nin Amelî Hüccet Olup Olmadığı:
Şimdi îmam Mâlik´in ortaya attığı ve sımsıkı sarıldığı bir meseleye geçiyoruz ki, o da ehl-i Medine´nin ameli meselesidir. O Medine halkının yaptıklarım, işlediklerini delil olarak aldı. Çünkü insanlar Medine halkına tabi´dirler; zîrâ, Mâlik´in Leys b. Sa´d´e olan risalesinde ve Leys´in Mâlik´e cevap olan risalesinde geçtiği üzere Medine hicret yurdudur, Kur´ân-ı Kerîm´in nazil olduğu yerdir. Bu mesele bu devirdeki fukahâ arasında büyük bir münakaşa mevzuu idi. îbn-i Kayyinı Cevziyye´nin dediği üzere, îmam Mâlik´in (Allah ondan razı olsun) ehl-i Medine´nin amelini alması, başka yerler halkını da bunu almağa zorlamak değildir. Bu, hiçbir suretle muhalefet edilmesi caiz olmayan dînî bir hüccet demek de değildir. Bu îmam Mâlik´in ihtiyarıdır, onu beğenmiş almış, fakat başkalarını buna zorlamamiştır. îbn-i Kayyinı, Îlâmü´l-Muvakkıîn´de der ki: “İmam Mâlik kendisi, Halîfe Harun Reşid´i bundan menetti. (Yâni insanları kendi mezhebiyle amele mecbur etmek istediğinde buna mâni oldu. Bu mezhebde, amel-i ehl-i Medine delildi.) Mâlik o zaman şöyle dedi: “ResûluHâh´m Ashabı birçok ülkelere dağıldılar. Her taifenin nezdinde öyle ilimler toplandı ki, bunlar diğerlerinde bulunmaz.” Bu gösteriyor ki, Medine halkının ameli Mâlik´e göre bütün ümmeti ilzam eden bir hüccet değildir. Medînelilerin öyle amel edegeldiklerini gördüğünden bunu ihtiyar etmiş, beğenip almıştır. Ne Muvatta´da ve ne dejaaşka yerde ondan başkasiyle amel etmek caiz olmaz, diye asla bir şey söylememiştir. Belki o mücerret bir haber verme kabilinden olarak: Medine halkının ameli böyledir, demektedir. Yoksa aksi caiz değildir, dememiştir. Allah kendisinden razı olsun ve İslâm´a yaptığı hizmetlerinin mükâfatını versin, kırk kadar meselede ehl-i Medine´nin icma´ını iddia etmiştir. Bunlar da üg nev´e ayrılır:
1- Medine halkının bu meselelerde başkalarına muhalif oldukları belli değildir.
2- Ehl-i Medine´nin başkalarına muhalif oldukları meseleler, ki, bendi aralarında ihtilâf edip etmedikleri malûm değil.
3- Ehl-i Medine´nin kendi aralarında ihtilâf ettikleri meseleler.
Allah kendisinden razı olsun, takvasından dolayı, bu muhalefet edilmesi eâiz olmayan bir icmâı ümmettir, demedi.”[5]. Birinci kısmı Hadîs-i sahiha takdim etti. İkinci kısmı haber-i vâhidden ileri tuttu, ancak bu nakli olan umurdadır, yâni ictihad ile olmayacak şeylerdedir. [6]
55- Ehl-i Medîne´nin Amelî Hakkında Şafiî´nin Görüşü:
Şafiî´nin hayatından öğrendik ki, o İmam Mâlik´in taiebesidir. O ilmî hayatının büyük bir kısmını ona muâraza ve reddetmeden geçirdi, bâzı muhalefet ettiği olurdu. 184 senesinde Bağdat´a ilk seyatında O, îmam Mâlik´in talebesinden sayılırdı. Orada ehl-i Medine´nin fıkhını müdafaa ederdi. Bu yüzden onunla Muhammed b. Hasan arasında münazaralar oluyordu. (Allah her ikisinden râsı olsun.) Böyle olunca, bu hususta üstadının görüşleri tesiri altında kalacağı şüphesizdir. Ondan ehl-i Medine´ye saygıya dair sözler naklolunmaktadır. Beyhakî, Menâkıb-ı Şafiî kitabında Yunus b. Abdul´a´lâ´dan naklediyor: “İmam Şafiî (Aüah ondan razı olsun) bir §ey hakkında münazara yapıyordu. Şöyle dedi: Allah´a yemin ederim ki, sana sırf öğüt için söylüyorum: Medine halkını bir §ey üzere bulursan, kalbine hiç şüphe girmesin ki, o şey haktır, doğrudur. Sana gelen haber ne kadar kuvvetli de olsa, ona bir asıl bulamazsan, sen ona itibar etme, ona bakma.” Bundan görülüyor ki, O, ehl-i Medine´nin amelini almıştır. O´nun Hadîse muhalif olması, Hadîsin sıhhatini zedeler ve
o Hadîse itibar edilmez.
Anlaşıldığına göre onun bu sözü, kendisi için ictihad ve istinbat yolunu tâyin ederek bir mezheb kurmasından önce idi. Zîrâ o mezhebini tesîs edip ictihad yolu karar bulduktan sonra, göreceksin ki, Hadîse Ki-tâbullah´dan. başka hiçbir şeyi tercih etmemektedir. Allah´ın izniyle bunu ileride yeri gelince beyan edeceğiz. [7]
56 – Îcma´ Etrafındaki Münakaşalar:
Bu geçenlerden anlaşılıyor ki, Ashâb bir re´y üzerinde ittifak etmişler ve o re´ye muhalif olan yoksa, cumhur fukahâ onu delil olarak almaktadırlar. Bu hususta İslâm fukahâsının hepsi yâni re´y fukahâsı ve Hadîs fukahâsı müsavidir. Sonra gördük ki, Medine ehli bir iş üzerinde birlestilerse, İmam Mâlik onu delil olarak almaktadır, hattâ onu sahih Hadisten bile ileri tutmaktadır. Zîrâ Hadîsin, Medîne halkının bu icma´ına muhâh´f bulunmasını, o Hadisin sıhhatini zedeleyen bir sebep itibar etmektedir. Hz. Peygamber Efendimiz´in şu Hadîş-i Şerifleri de vardır:. “Ümmetim dalâlet üzere toplanamaz. Allâhu Teâlâ sizi üç şeyden kurtarmıştır: Peygamberiniz sizin aleyhinize dua ederek helak olmaktan, yalan ehlinin, doğrunuza üstün gelip zafer kazanmasından, dalâlet üzere birleşmekten korumuştur.” Icma´m dinde bir hüccet olduğu fikri doğdu. Bu ekseriyetin münakaşalarda icma´ı bir delil olarak itibar etmesine sebep oldu. Münakaşalarda taraflardan biri dâvasında delil olarak icma´ı iddia ederdi, diğeri bunu kabul etmez, inkâr ederdi. İcma ı kabul etmi-yenîer onun esasına itiraz etmiyorlardı. Belki icma´ın bulunması tarzına itiraz ediyorlardı.
tema´ yeni bir münazara ve cedel unsuru oldu. Bâzı kaziyyelerde ve meselelerde taraflar onu, selbî ve îcâbî olarak çekiştirirlerdi. Münazaralarda çok yer alırdı. Kendi re´ylerine taassub derecesinde taraftar olanlardan bâzıları, delüsiz kalıp hüccet bulamayınca, hemen icma´ delilini
ortaya sürerlerdi. Şafiî, münazaralarında icma´ ile hücumda bulunan türlü fıkıh firkalariyle, bunların aşırı gidenleri ve mûtedilleriyte münazara meydanlarında dolaşmış bir zattır. Onun için bu mevzu, onun cedel ve münakaşalarında yer alan mevzulardan olmuş, sonra da onun bahislerinde mühim yer almıştır.
Şafiî, icma´ esasım kabul etti. Ondan önce insanlar, Kitapta aslım ve delilini bilmeksizin onu dillerine doluyorlardi. Yalnız yukarıda gösterdiğimiz iki Hadîsin iema´a delil olduğunu bilmekle yetiniyorlardı. Şafiî icma´ı inceleyince Kitapta onun aslını, delilini buldu ki, o da şu âyet-i kerîmedir[8]: “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra yan çizerek Peygamberden ayrılıp mii´minlerin yokundan başkasına ayan kimseyi, biz, döndüğü yöne döndürür ve onu Cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.”[9]
Ulemâ topluluğunun birleştikleri şeye muhalif bir sözle onlardan ayrılmak, nıü´minlere uymamak demektir. Şafiî baktı ki, şer´î hakikatler kendini icma´ı hüccet olarak almağa sevk etmektedir. Onu i´tiraftan bag-ka çare bulamadı. Sonra onun kaidelerini tesbit etti, ölçülerini ve tartılarını vaz´eyledi. Böylece delile dayanmaksızın iddialarda bulunanların dâvalarının butlanını meydana çıkardı. Fakat bunların yanısıra gördü ki, hiçbir ilmî esasa dayanmaksızın münazaralarda icma´ dâvasını ileri sürenler de var. Şayet bu gibi münakaşacılar her iddialarında kendi tutumlarına hiBaiufırsa, bu bilgide anarşiye götürür, fikhi istidlal itibardan düşer. ±*gr yeni bir şey ortaya atan bu iddiası için icma´dan başka delil aramazsa, iş çıkmaza sarar. Onun için icma´m derecesi belli olmalıdır. Şafiî iema´a Kitap ve Sünnetten sonra yer vermektedir. Hiçbir kimse Kitabı veya haber-i vâhid dâhi olsa Sünneti, icma´ ile reddetmek yetkisinde değildir.
Münazara yaptığı kimseye fazlaca ağır basınca dâvasını te´yid için iema´a sarılırdı. Hattâ hasmına şiddetle hücum, etmesi ve çok ağır basması, onu icma´ın vücudunu inkâra kadar götürürdü. Münakaşalarından birinde şöyle demişti: “İcma´ iddiası, iema´a muhaliftir.” El-Üm´de Şâ-1 fiî´nin lisânından şöyle deniyor: “îcma´m kusuru olarak şu yeter ki, Re-sûlullah´tan sonra kimse icma´ iddiasında bulunmamıştır. Ancak senin zamanındakiler bunda ayrılığa düştü. Münazara yapan kimse: Bâzıları bu iddiada bulunmuştur, dedi. Ben de dedim ki: Bu iddiayı hoş gördün mü O da: Hayır, dedi. Sonra diyor ki: Zem ettiğin bir şeye nasıl olur da düğersin Senin yolundan da icma´, icma´ iddiasını terk olduğu çıkar. Bu icma´dır, dersen bu iyi bir görüş olmaz. Çünkü ilim erbabından senden başka birisi çıkar, sana: Allah esirgesin, bu icma´ olamaz, senin icma1 bulunduğunu iddia ettiğinde birçok vecihlerden, bir belde de yahut bize naklolunan beldeler halkının çoğunca ihtilâf vardır.”[10]
Şafiî, bâzı icma´larm bulunduğunu teslim etmektedir, icma´ın mevcudiyetini her cihetten inkâr ediyor değildir. Münakaşa yaptığı kimse ona münazaranın başında soruyar: “icma´ var mıdır ” Dedim ki, evet. Allah´a hamdolsun ki, farzların birçoklarında vardır, kimse onları bilme-mezlikten gelemez, tammamazlık yapamaz. îşte icma´ odur ki, insanlar bunda icma´ etti; dediğin vakit, etrafında biraz bir şey bilenlerden tek bir kişi çıkıp da sana: Bu icma´ değildir, diyemez.”[11]
Bu konuda sözün tamamım Şafiî´nin usûlünden bahsedeceğimiz yere bırakarak bu giriş kısmında bu kadarla iktifa edelim. [12]
57- Nassların İbareleri:
Fukahâ arasındaki ihtilâflar yalnız delillerin nevi´lerine, derecelerine ve kuvvetlerine münhasır değildi. Nasslarm fıkhî delâletleri hususundaki ihtilâf daha şiddetli ve daha derindi. Bu, onları lâfızlar (kelimeler) ve onların delâletlerinin envâı etrafında münakaşalar yapmağa götürdü. Çünkü münazara ve münakaşalar, kelimeler, kelimelerin medlullerine intikâl edince münakaşa sahası gayet geniş açıldı, meydan her tarafa uzanıp genişledi. Bâzı Arapça sığaların, murad olunan mânayı tâyin etmek hususunda karinelere ve mevzuu saran münasebetlere dayanması yüzünden bu münazaralar çok şiddetlendi ve alevlendi. Murad olunan mânayı tâyin hususunda bâzan Sünnetten veya Arapların örf ve âdetlerinden de faydalanılır. Meselâ emir fi´linin sîgası birçok mânalara, iştirak yoluyla, delâlet eder: îbâha yâni bir şeyin mübâh olduğunu bildirir, irşada delâlet eder. Bir şeyin mendub olmak üzere yayılmasını istemeyi gösterir, bir şeyin vücûb üzere behemahal yapılması gerektiğine delâlet eder. Kur´ân-ı Kerim´in veya Hadîs-i Şeriflerin nasslarında geçen emir fi´li haddizatında bu mânaların hepsine muhtemeldir. Bu mânalardan birini tâyin etmek lâfzı karinelerle, eserle, Peygamber´in tefsîriyle, makam veya hâl karînesiyle olur. Allâhu Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de şöyle buyurmuştur: “İhramdan çıktıktan sonra avlanın.” Buradaki emir fi´linin sîgası itibariyle ibâhaya, irşada ve talebe, yâni bir şeyin yayılmasını istemeğe ihtimali vardır. Âyetteki ihramdan çıktıktan sonraki kayd-ı .karinesi, Hac için ihramda iken avlanmanın haram olduğunu gösterir. Öyleyse ihramdan çıkınca bu hürmet kalkar, avlanmak mubah olur. îşte emir sîgaları böyle karinelere göre anlaşılır.
Bu hâl iki türlü ihtilâfa yol açtı:
1- Karinelerin kuvvet derecelerinde ve medlullerinde ihtilâf. Bir karineyi biri alıyor, diğeri onu almıyor. Bu nassın cüz´ünü anlayışta ihtilâftır.
2- Emirde umumi kaidede ihtilâf. Emirde aslolan vücûb ifade etmek, bir şeyin kesin olarak yapılmasını istemektir. Bundan başka mânaya delâletine delil bulunmadıkça böyle midir Veyahut aslolan ibâha ve irşâd mıdır Kesin olarak taleb olunduğuna dair delil bulunmadıkça bu mânaya mı ahnır Nehiy fi´li de böyledir. Tahrim, kerahet, irsâd için olur. Murad olan mânayı, karineler tâyin eder. Ulemâ nasslarm cüz´inde ihtilâf ederler. Sonra da hilâfına delil bulunmadıkça, nehyin asıl delâletinin hörmet = tahrîm olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Nehiy fi´li hakkındaki ihtilâflar, yalnız onun delâleti hakkında kalmaz. Bu ihtilâflar daha derinleşir; nehiy fi´li bir vasıfla mevsuf olan bir akd üzerine olursa, onu ilga ve iptal etmez mi Bu şartla akd yapılırsa bunun tesiri nedir Akdi iptal etmez mi Yoksaf bu akidlerin onu feshetmesi vâcib olan nehyedilmiş bir akid mi olur Eğer feshetmezlerse günahkâr mı olurlar Hanefiyye diyor ki: Böyle bir akd mün´akid olur, fakat feshedilmesi lâzımdır. Hanefiyyeden başkaları, bu akd esasen mün´akid olmaz, dediler. Yine bu nevi´ ihtilâflardandır: Sâri´ muayyen bir halde talâkı nehyeylese, bir kimse de o halde talâk yapsa, yapan günâha girmekle beraber talâk vâki olur mu, yoksa olmaz mı Sâri´ onu nehyet-tiğmden bu talâk bâtıl mı olur Ehl-i sünnet cemâat-ı fukahâsı, günah olmakla beraber talâk olur, demişlerdir. Şîa ise, nehyedümis olduğundan talâk vâki olmaz, demiştir. Bundan başka müşterek mânalara gelen kelimelerde o mânalardan hangisinin murad edildiğini tâyin etme hususunda da ihtilâf edilmiştir. Nasıl ki “Boşanan kadınlar Uç kur´ iddet beklerler.” âyetindeki kur´ kelimesinin yorumunda evvelâ Sahabe, sonra Tabiîn, daha sonra müctehidler arasında ihtilâf cereyan etmiştir. Ashâb-ı Ki-râm*dan bâzıları kur´u tuhur, yâni iki hayz arasında geçen temiz müddet ile tefsir etmişler, bâzıları da hayızla tefsir etmişlerdir. Tabiîn ve müctehidler de Ashabın ihtilâfına bakarak ihtilâf etmişlerdir. (Hanefîler hayz, Şâfüler tuhur mânasına alırlar.).
Bundan başka medlulü birçok şeyleri içine alan ânımın delâletinde ihtilâf etmişlerdir. Ânımın şâmil olduğu efrada delâleti kat´î midir, yoksa zannî midir Nasslarda bir mevzu hakkında varit olan cemi´ler hakkında, mutlâkı mukayyetle takyîd etmek hususunda da ihtilâflar cereyan etmiştir. Bunların hepsinde ihtilâf ettiklerini görüyoruz. Bu sahanın ufku çok geniş, fikir yönü çok derindi. Şafiî bu konularda fukahâ ile münakaşalar yapıyordu. îstinbat usûlünü tedvîn etmeğe başlayınca bu meselelere büyük yer ayırdı. Arapçayı iyi bilmesi ve üslûbuna vâkıf olması bu incelemelerde ona yardım etti. Bunu ileride beyan ederken bu ciheti açıkça, göreceksin.[13]
58- Şafii´nin Çağının Özeti:
Şafiî´nin (Allah ondan razı olsun) yaşadığı çağ böyledir. Bu çağda eski medeniyetler, Hind, İran, Yunan medeniyetleri, yeni dînin sayesinde bir ülkede birbiriyle karşılaşıp kaynaştılar. Birbirinden ayrı olan bu medeniyetlerin esasları birbiriyle karıştılar. Bu nesilde bu medeniyetler ahenkli bir surette uyuştular; çekişmelere, kararsızlıklara meydan kalmadı. Ancak bu yeniye girip uyamıyan bâzı kimselerin bâzı hallerdeki tutumları bir yana durmalıdır. Onlar bu dîne ısınamadılar. Onun dolaşıp karışmasını isterlerdi. Onun heybet ve vakar kazanmasını arzu etmezlerdi.
Bu çağ, akılların çok verimli olduğu, fikir istiklâlinin hüküm sürdüğü bolluk çağıdır, işte muhaddisler, Hz. Peygamber´den rivayet olunanların sahih olanlarını ayırmak için büyük bir ciddiyetle kollarını sıvamışlar, bu işe candan sarıldılar; mevsuk ve mutemed kimseleri tanımak için ölçüler koydular, kaideler vaz´ettiler. Rivayet olunanların içinden şâz olanları çıkardılar. Dinde hüccet olmağa sâlih olanı, olmayanı beyan ettiler. Bu ölçülere göre sıhhati sabit olan, doğruluğu meydana çıkan Hadîsleri tedvîn edip Hadîs kitaplarını yazdılar.
Ortada birçok fırkalar var. Bunlardan her biri kendi görüşlerine zemin hazırlayarak gayesine ulaşmak için yol açmak üzere hüccet kılıcını çekmiş, deliller konuşuyor. Her fırka bir fıkıh mezhebini yaymağa çalışıyor, münazara yapıyor, Kitap ve Sünnetten deliller getirerek usûlünü takviye ediyor. Şafiî bu türlü fırkalara karışıyor, onlarla bir arada bulunuyor, görüşüyor, fıkhı delillerini beyâna kalkışanlarla münakaşa yapıyor, mezheplerinin delillerini tartışıyor, hüccet olmağa yararlı gördüklerini, o mezhebin ulemâsından alıp benimsemekten asla çekinmiyor.
Bu âlimler, fukahâ ve muhaddisîer, memlekette dolaşıp seyahat ediyorlar. Hadîs, fıkıh, Kur´ân ve tefsir öğrenmek isteğiyle uzak yakın demeyip giderek ilim alıyorlar. Şafiî bunlarla görüşüp buluşuyor. Bilhassa bir ilim, kongresi olan Beyt-i Harâm´da, Kâ´be´de, İslâm Dünyasının en derin köşelerinden gelen ulemâ ile karşılaşır, muhtelif ilmî görüşleri müzakere ederlerdi. Doğru olan görüşleri tanıyıp çürüğünden ayırabilmek için münazaralarda bulunurlardı. İlk yetişme zamanlarında Mekke´nin Harem-i Şerifi, Şafiî´nin makamı idi. İlk defa Bağdat´a gidip de orada ehl-i re´y fıkhını inceledikten, onları dinleyip Muhammed b. Ha-san´ın kitaplarını okuduktan sonra Mekke´ye dönüşünde burada müstakil ders vermeğe başladı.
Sonra, işte re´y fukahâsı, Hadîs fukahâsiyle bir yerde toplanıyorlar. Hakikati ortaya çıkarmak amaciyle münazara yapıyorlar. Her biri diğerlerinde olandan alıyorlar. Halbuki onlar birbiriyle karşılaşıp anlaşacaklarını hiç zannetmiyorlardı. Fakat şimdi ne güzel anlaşıyorlar. Bakıyoruz, Hadîs fukahâsı re´yi alıp kabul ediyorlar. Re´y fukahâsı da Hadîs û”e görüştüklerini te´yîd ediyorlar veya baştan bulamayıp da şimdi buldukları sahîh Hadîsle re´yleri uyuşsun diye re´ylerini düzeltiyorlar, veyahut da Öğrendikleri Hadîse aykırı olduğundan dolayı görüşlerinin bâzısından vazgeçiyorlar, onları ta´dil ediyorlar.
Sonra Hulefâ-yi Râşidîn devrinde büyük îslâm merkezlerine dağılmış olan Ashabın bıraktıkları ilim, ilim peşinde koşanların yaptıkları seyahatler dolayısiyle bütün fukahâca öğrenildi. Her diyardan fukahâ bir araya toplanıyorlar, Sahabeden tevarüs ettikleri. ilimleri birbirlerine naklediyorlar, herkes aldığını başkasına da anlatıyor. Bunları müzakere ediyorlar. Her fakîh, bu görüşlerden kendi tutumuna daha yakın gördüğünü veya kendi nazarında daha kuvvetli bir delil bulduğunu veyahut da muhitinde ve çağında halka daha yararlı gördüğünü seçip alır. Sonra bunlardan her birinin tercih ettiğini veya almayıp bırakma sebebini münakaşa ederler.
Sonra bak. işte şu fakîh, Hadîsler tedvîn olunduktan sonra o da fıkhını tedvîn ediyor, görüşlerini kitaplarında topluyor. Fakîh, başkalarının görüşlerini kitaplarda yazılmış, îzah edilmiş bir halde görüyor. Onları okuyor, inceliyor, tenkide tabi tutuyor. Kitap ve Sünnete en yakın gördüklerini kabul ediyor.
Görüldüğü üzere, münazaraların çoğaldığı bu çağda fıkıh, cüz´î meselelerden ayrılıp küllî bir istikamete yönelmiştir. Bu zamana kadar müfti veya fakîh, vukubulan hâdiseler, sorulan meseleler hakkında fetva verirdi. Sonra farz ve takdir ettiği cüz´î suretler hakkında fetva vermeğe başladı. Fıkıh dersi usûle doğru yönelmeğe başladı. Fer´î meseleler bu usûle dayamyor, cüz´î hükümler onlardan alınıp çıkarılıyordu. Sonra uyulması, takip edilmesi gereken yolu açmağa başladılar. Delillerin birbirine nisbetle durumları ince^ndi. Kısa bir deyimle: Münazaralarda düşünceler, fıkhî istidlal ve istinbat usûlü için ölçü vaz´etmeğe yöneldi. Delil olarak alınması gereken Hadîsler etrafında münakaşalara giriştiler. Muttasıl Hadîsle Mürsel Hadîs de alınır mı, yoksa Mürsel alınmayıp yalnız Muttasıl Hadîs mi alınır Bundan başka Kitaba nazaran Sünnetin yeri nedir, kuvvet derecesi nedir Sünnet yalnız Kitabın beyânı mıdır, yoksa Kitabın ahkâmı üzerine Sünnetle de hükümler ziyâde olunur mu Sünnet kuvvetçe Kitap derecesine ulaşabilir mi ki, Kitabın bâzı hükümlerini nesh edebilsin Burada nesih hakkında konuşmağa başladılar: Nesih ne zaman olur, nasıl olur Böylece inceleme sahasına birçok küllî meseleler, ana bahisler arzoiundu. Bunlarda münakaşalara daldılar, fü-rû´da olduğu gibi burada da meslekleri icabı ihtilâfa düştüler. Fakat bunlardaki ihtilaf fürû´da olduğu kadar çok değildi. Sonra kelimelerin delâletteki kuvvetleri ele alındı, fıkhî nasslar nasıl anlaşılır, ibarelerin arasından hükümler nasıl çıkarılır, bunları hep araştırdılar.
îşte înıam Şafiî, bu devirde geldi. Bu kuvvetli ilim hareketlerinin gürültüsünde yaşadı. Bu münazaraların içine daldı. Bu büyük ilim servetinden birçok şeyler aldı.. Şahsî yüksek kabiliyeti, incelemeleri, etüd-leri, güzel metodu ve iyi tutumu ile asrında kendi görüşlerini ortaya atarak insanların önüne bir mezheble çıktı. [14]
——————————————————————————–
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 78-79.
[2] Îbnü´l-Kayyim Cevziyye, llâmü´l-Muvaklutn, c. II, s. 143.
[3] Ibnü´l-Kayyim Cevziyye, llâmü´l-Muvakkıîn, c. II, s. 191
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 79.
[5] Ibnü´l-Kayyim Cevziyye, llâmü´l-Muvakkıîn, c. II, s. 191
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 80.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 80-81.
[8] Bu âyetin icmâ´a delâleti tetkike değer, ileride beyan edeceğiz.
[9] Nisa Sûresi: 115.
[10] Şâfu, El-Üm; c. VII, s. 158.
[11] Aynı eser, c. VII, s. 157.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 81-83.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 83-84.
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 84-86.