208- Şafiî Nassları Zâhirîne Göre Anlar Ve Öyle Hüküm Verîr:
Buraya kadar anlattıklarımızdan görülüyor ki, Şafiî dînî nasslan, Arap dilinin icaplarına göre anlamakta ve ona göre hüküm vermektedir. Bir mea´ele hakkında eğer nass bulamazsa o zaman icmâ-ı ümmete gider. Şafiî´nin delil olarak aldığı icmâ´ın hudutlarının biraz dar olduğu anlaşılıyor. Eğer icmâ´ da yoksa o takdirde sahabe kavillerine başvuruyor, onları delil tutuyor. Ancak sahabe kavillerinden Kitâb´m ve Sünnetin nasslanna en yakın olanı veya kıyasça en doğru olanı seçer alır. Amelî istikra´ onu buna götürmüştür. Bundan başkaca, diğer nazarî faraziyele-, ri de vardır. Ona göre, bir sahabenin kavline muhalefet eden bulunmadıysa o kavle tabi´ olmak gerekir. Ancak istikra´ bu kabîl durumların gayet az bulunduğunu gösterir. Ashab, aralarında ihtilafa düşerler ve^iangi bir kavlin tercihini gösterir Kitab ve Sünnetten bir işaret de yoksa, o zaman Hz. jESbû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali´nin kavillerine tabi´ olur. Ancak yine araştırmalar bu gibi ihtilâf hallerinde bir kavli seçmek için Kitab ve Sünnetten bir delâlet bulunmaması gayet nâdir olduğunu gösterir. Eğer bir mes´ele hakkında sahabe kavli de yoksa o zaman kıyasa gidiyor. Kıyası da nassa bir nevi´ hami ve nassla bir nevi´ istidlal sayıyor. Demek ona göre nass her şeydir.
îşte bunun için diyebiliriz İd, îmam Şafiî, dînî nasslan yorumda,´ hüküm çıkarmada, usûle göre fer´î mes´eleleri delillere göre karara bağlamada nasslann delâlet ettiği zahire dayanmaktadır. Onun içindir ki, is-tihsânı kabûî etmez. Çünkü istihsan nassın zahirine değil de, faîcîhin içinde doğan mânâya, yahut şerîatm ruh ve gayesine, dînî meselelerin içinde yoğrulan müctehidin fıkhî zevkine ve maharetine dayanmakta, fa-kîhin usûl ve füru´ anlayışına, kaynakları ve nereden geîdiği bilgisine i´ti-mad etmektedir. Evet Şafiî, istihsânı reddediyor. Çünkü o, ne nassın ibare ve işaretine, ne de delâletine dayanır. Eğer burada bugünkü kanunî bâzı tâbirleri kullanırsak, Şafiî şerîatm yorumunda maddî noktaya (delile) i´timad etmektedir. Yânı nasstan çıkanı alır, başka bir şeye bak-´ maksizın nassların kasdma bakar.
İşte bundan dolayıdır ki, istihsâlim ibtâline başlarken söze önce: Şeriatın dünyevî hükümlerde ancak amellerin ve sözlerin zahirine göre câri olduğunu isbatla başlıyor, Kalblerde ve niyetlerde gizli olanların sevap ve cezasını Allah´ın hükmüne bırakıyor, vicdanlara müdâhale etmiyor. Buna dâir beyanda bulunup buna delâlet eden âyetleri zikrederken şöyle diyor:
“Sânı yüce olan Allah, dünyada verecekleri hükümler hakkında onlara hüccetleri gösterdi, hüküm verdiklerine zahire göre hüküm vermelerini, en güzel şekilde zahir olanı asla atmamalarını bildirdi.”
“Kullar arasındaki hadlere, cezalara ve bütün hukuka dâir hususlarda Hz. Peygamber Aleyhisselâm´m hükümleri bu suretle yürümüştür, insanlara bildirmiştir ki, bütün hükümleri zahire göredir, vicdanlarda olanı Allah bilir, gizli olanları O cezalandırır.”[1] Şafiî, insanların muamelesi konusunda dînin zahire göre yol tuttuğunu gösteren âyetleri, Hadîsleri ve haberleri zikrettikten sonra sözüne devamla diyor ki: “Benim bu zikrettiğim ve bunlarla yetinerek zikretmeden geçtiğim Allah hükümleri, sonra Hz. Peygamber´in hükümleri gösteriyor ki, hâkim veya müftü olan kimsenin ancak ilzam edici bir habere göre hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitab ve Sünnettir, yahut da ilim erbabının ihtilafsız olarak söyledikleri veya bunlardan birine göre yapılan kıyastır. Istihsan yoluyla hükmetmesi, fetva vermesi caiz değildir. Çünkü istihsân tutulması gereken bir şey değildir, bu mânâların biri de sayılamaz.”[2]
Onun bu sözlerinden anlıyoruz ki, dînî hükümlerin kaynaklarını o, Kitâb´a, Sünnete, icmâ-ı ümmete, sahabe kavillerine, nasslar üzerine yapılan kıyasa hasretmekte ve hükümleri zahire göre vermektedir. Şeriatı anlamada nassın hükmünü aşmamakta, nassm delâletinin ve maksadının dışına çıkmamaktadır. Bu yoldan başka bir yol tutanlar, dînin mantığından ayrılmış, dünyevî hükümlerde zahiri nazar-ı i´tibâra almamış olur. [3]
209- Görüşünü Îzah Için Getirdiği Deliller;
Şafiî kesin olarak diyor ki, şeriat zahire göre tenfiz olunur. Ulû´l-emr, hâkimler şeriatı tatbikte zahiri geçerek batma yönelmezler. Hâkim, insanların niyetlerini araştırmaz, içlerinde gizlediklerini, kalblerinde sakladıklarını meydana çıkarmakla mükellef değildirler. Hâkim, onların zahirî hallerine bakar, tecessüs etmeden onların ahvâline gehâdet edeni i´tibare alır. Bu hususta §öyle demektedir: “Hüküm zahire göredir, gay-bı ancak Allah bilir. Zan ve tahmin üzerine insanlar hakkında hüküm veren kimse, Allah´ın ve Peygamberinin yasak ettiği bir şey üzerine alıyor demektir. Halbuki insanların muttali´ olamadığı gaybe sevap ve ceza vermek ancak sânı yüce Allah´a aittir. Çünkü gizli işleneni, gaybı ancak Cenâb-ı Hak bilir. Kullarına ise kulların zahir hallerine göre haklarında hüküm vermelerim teklif etmiştir. Eğer bir kimsenin başka birini bâtına içindekilere göre yakalayıp muâhaze etmesi caiz olsaydı, bu hakkı Hz. Peygamber hâiz olurdu. Halbuki o bunu yapmadı. Bu vasfolunan bütün ilme şâmildir. Eğer birisi: Anlattığın-bâtına göre hüküm verilmeyeceğine delâlet eden şey nedir derse cevap verilir: Yüce Allah´ın Kitabı, Hz. Peygamber Aleyhisselâm´m Sünnetidir. Sânı yüce olan Allah´ın münafıklar hakkındaki emrine bak. Peygamber´ine hitaben şöyle buyurur:
“Münafıklar sana gelince: Senin şüphesiz Allah´ın Peygamber´i olduğuna şahadet ederiz, derler. Allah, senin, kendisinin Peygamberi olduğuna bilir. AUah o iki yüzlü münafıkların yalancı olduklarına tanıktır. Onlar yeminlerini kalkan edinerek Allah´ın yolundan akkorlar. İşledikleri işler gerçekten ne kötüdür.” (Münafıkûn: 1-2).
Böyle olduğu halde Hz. Peygamber onları hâlleri üzere bıraktı. Müslümanlarla evlendiler, mirasçı oldular. Ganimet malından onlara da verdi. Onlara, Müslümanların hükümlerini tatbik etti. Halbuki Allâhu Teâlâ onların küfrünü, içlerinde gizlediklerini haber verdi. Onlar îman izhar ederek kendilerini Müslüman gösterip bu îmânı, öldürülmekten kurtulmak için bir siper yaptılar.
Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuşlardır:
“Ey msanlar, Allah´ın haram kıldıkları şeylerden vazgeçmeniz zamanı artık geldi. İçinizden birine bu pisliklerden bir şey isabet ederse, Allah´ın setir lalmasiyle onu gizlesin. Her kira de onu aşikâre yaparsa, biz de onun hakkında Allah´ın Kitabım tatbik ederiz. Kendilerinim açmadıkları şeyi o açıp meydana çıkarmaz.”[4]
Şafiî, şerîatın zahire baktığını sık sık söyler, dînin hükümlerinin tasarrufların zahirine göre verildiğini açıklar. Bu konuda misâl olarak Hz. Peygamber Efendimiz´in münafıklara yaptığı muameleyi, kalbleriyîe îman etmedikleri halde: Biz Müslüman olduk, diyen çöl Araplarına karşı islâm´ın tutumunu örnek veriyor. Yukarıda açıkladığımız gibi istihsânı ibtâl etmeği bunun üzerine kurmakta, şeriatın ruhunu alıp nasslara bakmamağı, onlara i´timad etmemeyi hoş karşılamaktadır. [5]
210- Şafii´nin Görüşünün Dayandığı Esaslar, Bunlara, Örnekler, Liân Âyetinin Sebeb-i Nüzulünden Çıkan Netice:
Şafiî yine bu esasa göre ger´î hükümlerin gizli olan sebeplere, hads ve tahminin, hatâ veya isabet etmek ihtimâli bulunan şeylere dayanamı-yaeağnu söylemektedir.
Bir adam karısını zina ile itham etse ve isbât edecek dört şahit dö getiremezse o zaman Kur´ân-ı Kerîm´in tarifi üzere ikisi liân yaparlar. Şafiî´ye göre bu da gösteriyor ki, hükümler umûmî olarak muttarid bir şekilde zahirî emre göre ayarlanır. Yoksa agıklanma veya hiç açıklanmama ihtimâli bulunan gizli veya bâtın bir şeye dayanmaz. Meselâ şu olayı ele alalım: Bir adam, Hz. Peygamfaer´e gelerek karısının zinadan hâmile olduğunu söyleyerek itham etti ve münasebette bulundu^ kimseyi de tâyin etti. üz. Peygamber o adamı gördükten sonra şöyle dedi: “Eğer kadın iazü yüxlü bodur bir çocuk doğurursa, kocası ona iftira ediyor, sa~ lurîm. Yok büyük gözlü, irice bir çocuk doğurursa kocası doğru söylüyor demektir.” Kadın bu sonuncu vasıflara uygun bir çocuk doğurdu, böylece kocasının şüpheleri haklı çıktı. Bu hâdise üzerine liân âyeti indi: “Eşlerine zina isnad edip de kendilerinden başka şahîdieri olmayanların şâ-hidîiği kendilerinin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şahit tutmasiyle olur. Beşincide eğer yalancılardan ise Allah´ın lanetinin kendisine obuasını diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Allah´ı dört defa şahit tutması cezayı kadından savar,, Beşincide kocası doğru sözlülerden ise kendisinin Allah´ın gazabına uğramasını diler.” (Nûr Sûresi: 6-9).
Bu âyet-i kerimenin nüzulünden sonra Hz. Peygamber (Ona salât ü selâm olsun) Allâhu Teâlâ´nın hükmü gereğince karı kocanın liân yapmasını emretti. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Allah´ın hükmü olmasa, onun isi besbelli meydanda,” Yine bu konuda şöyle buyurmuştur: Sizin ikinizden biri mutlaka, yalancı.” Bu da gösteriyor ki şeriat zahire göre hüküm vermektedir. Şafiî de bunu böyle çıkarmaktadır.
Gerçekten bu mes´elede iki cürümden biri mutlaka bulunacaktır: Eğer koca doğru ise kadın zina irtikâb etmiş demektir. Eğer kocanın iddiası doğru değilse o zaman karısına iftira ediyor demektir, ortada namuslu bir kadına iffetsizlik isnad edilerek kazif yapılmıştır. Eğer bunlar, yemin ettirilse islemiş olduğu cürcne yalan yere yemin etme suretiyle ikinci bir cürüm katmış olur. Lanet istemek suretiyle liân üçüncü bir cürüm katar. Bir mü´minin böyle katmerli cürüm işlemesi olamaz. Hs. Peygamber nezdinde doğru söyleyenle yalan söyleyen arasındaki fark emarelerden belli idi. îki taraftan birinin yalancı olduğunu sarahaten söyledi, ona göre iş aşikâr idi. Bununla beraber Allah´ın hükmü veçhile Hân yaptırdı. Duyulmaktan uzak gizli işler arkasından gitmedi, çünkü bunda ha-tâ da olur, isabet de olur. Eğer hatâ olursa, masum bir kimseye zulüm yapılmış olur. Bunun Sünnetten de misâli vardır. Benî Fezâre´den bir adam, Hz. Peygamber´e geldi ve: Benim karım, siyah bir çocuk doğurdu, diyerek karısından şüphelendiğini söyledi ve ona iffetsizlik iddiasına kalkıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona:
__ Senin deven var mı diye sordu.
. Evet, dedi.
Develerinin rengi nasıldır
. Kızıldır.
îelerinde boz olan da var mı
Evet var.
Onlar nereden geldi
Cinsine çekmiştir, eski cinsinde belki öyle olan varmış.
Belki bu da cinsine çekmiştir.[6]
imam, Şafiî, dînî hükümlerin zahire göre olduğuna istidlal ederek liân hükmü hakkında şöyle demektedir:
“Hz. Peygamber Aleyhisselâm, liân yapacak iki taraf hakkında vahiy bekledi, nihayet vahiy geldi; liân yaptılar. Birbirlerinden ayrılmaları nizama bağlandı, çocuğun nesebini nefî etmek yolu bulundu. Kocası karısından mehrin iadesini istediği halde onun geri verilmesine hükmetmedi. Çünkü Hz. Peygamber´in Sünneti, Allah´ın Kitâbı´nı beyandır, onun dışına çıkmaz. Allah´dan aldığı risâlet sıfatiyle, ilham yoluyla veya Ce-nâb-ı Hakk´m kendisine bahşettiği salâhiyetle bunu yapar. Hes´elenin dînî yerini tâyin ve beyan eder. Allâhu Teâlâ ona zahire göre hüküm vermeği emir buyurmuştur. Ikİ kimse arasında had İkâme etmek, ceza vermek ancak zahirî delillere göre olur. Çünkü zâhir-i hâl, had vurulacak kimsenin i´tiraf etmesine benzer. Yoksa doğru olması da, yalan olması da ihtimâli olan bir şeyin delâletine bakılarak hüküm verilmez. Hüküm verilecek delâlet zahir ve umûmî olmalı, husûsî ve bâtın olmamalıdır.”[7]
“Hz. Peygamber Efendimiz´in verdiği hükümlerde bu böyle olunca, ondan sonra gelen hâkim ve kadıların delâleti kullanmamaları daha evlâdır. Onların dâima zahire göre hüküm vermeleri gerekir. Birisi buna delâlet eden şey nedir derse, şöyle cevap veririz: Hz. Peygamber liân yapanlara: ´ikinizden biriniz yalancıdır.´ dedi. Onları hadd dışında bırakmak için doğru olana da, yalancıya da bir hüküm verdi. Yine Hz. Peygamber bu konuda: ´Eğer kadın kızıl çehreli bodur bir çocuk doğurursa kocası kadına iftira atıyor demektir. Eğer kadın iri gözlü doğurursa o zaman kocası doğru söylemiş demektir.´ buyurdu. Kadın da kocasının iddiasını doğrulayacak vasıfta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: ´Onun işi meydanda belli…´ Hz. Peygamber haber veriyor ki, liâna davet olunan kadına karşı kocasının iddiasının doğru olup olmadığı iki vasfa dayanıyor. Çocuk şöyle olursa koca sözünde doğru, göy-le olursa doğru değil. Çocuk, kocanın iddiasını doğrulayacak şekilde doğuyor. Bununla beraber Hz. Peygamber bu delâleti kadına karşı kullanmıyor. Onun hakkında Allah´ın hükmünün zahirini infaz ediyor. Şüphe ile haddi reddediyor, ona nıehrini de veriyor. Ve ´Allah´ın hükmü olmasa, onun işi belli.´ diye de söylüyor.”[8]
Özet olarak denecek şudur: Sâri´ zahir ve umûmî olan şeylere göre hüküm verir. Husûsî olan gizli şeylere göre hüküm olmaz. [9]
211- Bu Esas Üzerine Kurulan Bîrçok Fer´î Mes´ele Vardır:
Hükmün zahire göre olmasından murad, şaşırtıcı olan, gerçeğe uymayan her zahiri alıp kabullenmek demek değildir. Zahirden murad, tanınması için hadd ve tahmine muhtaç olmayan muttarid ve müstakim, kaidelerdir, zahirî bâzı delâletlerin bunlara muarız olması onların umumîliğini bozmaz.
Izz b. Abdü´s-Selâm Şafiî´nin alıp kabul ettiği mes´elelerden muttarid usûle dayanan bir kısmını Kavâid´inde zikretmiştir, gayrimuttarid olan bâzı zahirî hususiyetler bunlarla tearuz etse de onları kaide olmaktan çıkaramaz. Onlardan birkaçı şunlardır:
a) Doğru, muttaki, sâdık, adaletine güvenilir bir kimse, mal gas-betmekle tanınmış fâcir birisi hakkında dâva edip kendisinin bir dirhemini gaspettiğini iddia etse, davalı da bunu inkâr etse, burada davalının sözü muteber tutulur, davacının doğruluğu zahir, davalının doğruluğu uzak olmakla beraber söz dâvâlınındır. Burada zahiri almıyoruz. Çünkü isbat, beyyine veya yemin ile olur. Bu ikisi muttarid olan bir zahirdir. Davacının adaletinin, doğruluğunun zahir olması, isbât hususunda delil olamaz. Zîrâ bu, doğruluğu isbat için bir delil olsa bile muttarid değildir, bâzan aldatır. Böyle bir şeyi delil olarak alırsak bâzan haklar zayi olmağa mâruz kalır, kaideler şaşmaz olmalıdır.
b) Fâcir bir kimse, takva sahibi bir adam hakkında dâva edip kendisinden mal gasbettiğini iddia etse, zahire göre bu dâvanın yalan olması lâzımgelirse de, biz takva sahibi olan o kimseye yemin veririz. Çünkü yukarıki izahtan anlaşıldığı üzere burada zahire bakılmaz.
c) Kocasından boşanmış olan bir kadın iddetinin geçtiğini ikrar etmeden Önce boşanma tarihinden i´tibâren dört seneden[10] az bir müddet içinde bir çocuk doğursa bu çocuk boşayan kocaya verilir. Zahire göre umumiyetle çocuk bu müddete kalmaz. Bundan daha az bir müddette doğması muhtemeldir. Bu delâlet muttarid olmayan husûsî bir şeydir. Onun için bu işte zahire bakılmıştır, buna kail olan fukahâya göre zahir olan burada hâmil müddetinin a´zamîsidir. Fakat Izz b. Abdü´s-Selâjcn bu hükme i´tiraz ederek şöyle diyor: “Bunlar çocuğu babaya mal ediyorlar, çünkü aslolan zina etmemektir. Şüphe ile veya zorla iffete geçmemektir, diyorlar. Biz de onlara şöyle deriz: Hâmil müddetinin dört seneye uzamasından, zinanın vuku´u daha gâlibdir. Zorla ve şüphe yoluyla iffete geçmek de böyledir. Bununla beraber buna zina haddi de lâzımgehnez. Çünkü haddler şüpheyle düşer. Bunda bir zarar yoktur. Halbuki kendisinin olmayan bir gocuğu babaya nisbet etmekte büyük zararlar vardır. Haksız yere birbirlerine mirasçı olurlar, bu çocuk babanın mahremlerine akraba olup görüşür, nafaka, kisve, süknâ hakkı sabit olur, evlendirme, bakıp yetiştirme lâzımgelir.”
d) Kendisinin yalan söylediği asla duyulmamış olan doğru bir adam, borcunu ödediğini iddia etse, yalancı, fâcir olan ve insanların malını haksız yere yemekle şöhret alan biri olan alacaklı da borcun Ödendiğini inkâr etse; doğru olduğu bilinen adamın sözü kabul edilmez, beyyine ile isbat etmesi istenir. Halbuki zâhir-i hâl, onun borcunu ödediği sözünün doğruluğunu göstermektedir. Fakat şer´î ahkâm, isbat hususunda muttarid olan zahire dayanır ki, onlar da beyyinedir, yemindir. Yoksa muttarid olmayan ve zahir gibi olan şeyler değildir.
c) Karı koca yirmi sene devam üzere bir arada geçinseler, sonra kadın kocasının kendisine bakmadığını, nafaka ve kisve vermediğini iddia etse burada zahir hâl kadının iddiasının yalan olduğunu gösterse de bu dâva dinlenir, çünkü burada kadın gerçekte davacı değildir, dâvâlıdır. Çünkü Şâfiî´ye göre nafaka evlenmekle kocanın üzerine farz olur. Kocanın onu ödemesi boynunun borcudur. Kadın şimdi nafaka dâvası açmakla, kocanın Ödemesini inkâr ediyor demektir, ödediğini isbat kocaya düşer. Burada bir arada yaşamalarının zahirine bakıp bununla yetinilmez.
Işte böylece görülüyor ki, Şafiî´ye göre dînî hükümler, muttarid ve umûmî olan zahirî umura dayanır. Bâzı husûsî delâletlere» bâzı zâhirmiş gibi görünen şeylere bakılmaz. [11]
212- Kazaî Hükümler Zahire Göredir:
İslâm fukahâsının ekserisi katında olduğu gibi imam Şafiî´ye göre de kazaî hükümler zahire göre tenfiz edilir. Gizli olanlar bırakılır. Kadı´-nm hükümleri bu esas üzere yürütmesi gerekir. Hakkı isbât edip meydana çıkarmak için Şâri´in muttarid bir esas olarak kurduğu zahirî delilleri alır ki, onlar da beyyine, ikrar ve yemindir. Hz. Peygainber´in şu Hadîs-i Şerifi de bunu gösterir: “Ben bir beşerim. Siz aranızdaki husûmetin halli iein bana başvuruyorsunuz, içinizden bir lasnmuz, diğerleriiHİen daha güzel sözlü olup hüccet bakımından üstün gelebilir. Bea d© işittiğime göre hükmederim. Her kim için kardeşinin hakkından bîr şeyle biikniettim.se, onu asla alımısın. Bu haksız şeyi almak onun için ateşten bir parçadır.” Bu Hadîs-i Şerîf de gösteriyor ki, kadılar, zahire göre hüküm vermekle mükelleftirler. Çünkü Hadîsten çıkan mânâ şudur: Kaza yoluyla hükmo-lunan şey bâtında öyle olmayabilir. Kaza zahiren tenfîz olunur. Yine bu Hadîs-i Şeriften anlaşılıyor ki, kâdı´nın hükmü haram olan bir şeyi helâl kılamaz, helâl olanı da haram kılamaz. Fakat hüküm zahire göre infaz olunur. Helâl ve haramın hesabı Allah katında görülür.
Şafiî bu konuda diyor ki: “Bu Hadîs-i Şerîf, yukarıda geçen mânâlardan başka şuna da delâlet eder ki, insanlar hakkında hüküm vermek insanların ifâdelerine, dilleriyle söylediklerine ve onlardan dinlenene, işi-tilene göre olur. Niyetleri, içlerinden kasıtları başka türlü de olsa hüküm zahire göredir. Nasıl ki Hz. Peygamber, Hadîs-i Şerîf te: *Ben her İdin hakkımla söylediğine göre hüküm verirsem, haksız yer© btr şey almasın/ buyurmuşlardır. İşin hakikatini, gerçek niyetin ne olduğunu insanların vicdanına bırakmıştır. Bu da hâkimin bir kimse hakkında ancak ifadesine, söylediğine göre hüküm vermesi gerektiğini gösterir. Hâkimin, muttali´ olamadığı niyet, sebep ve zanlara göre hüküm vermesi helâl değildir. Çünkü Hz. Peygamber, *Ben dinlediğim© göre hüküm veririm.* buyurmuştur.” Şafiî sözüne devamla diyor ki: “Tevehhüm ve zan üzerine bir kimse hakkında hüküm vermek veya sorulan kimseden işitilmeyen bir şeye göre hüküm ve karara gitmek, Allah´ın Kitâbı´nın ve Peygainber´in Sünnetinin hilâfına hareket etmektir. Çünkü gayb ilmini ancak Allah bilir, böyle hüküm veren kimse gayba muttali´ olduğunu iddia ediyor demektir. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) dinlediklerine göre hüküm
verdi ve gerçeğin, zahir olandan başkası olabileceğini de söyledi. Halbuki îiz Peygamber bu ilme insanların en lâyık olanıdır. Allâhu Teâlâ kendisine yüksek mevki´ ve şeref vermiş, Peygamberlik vererek vahiy indirmiştir. Bununla beraber o, insanların içlerindekini kendilerine havale etmiş, gayb umurunu araştırmamış; bu ise, onları bildiği iddiasında..,”[12]
213- Şafii´ye Güre Aktdlerde Kelimelerin Zahîrîne İ´tibar Olunur:
İmam Şafii, akidierin yorumunda, onların sahih ve bâtıl cVam gibi vasıflarını almalarında, onların üzerine hüküm kurmakta da zahire göre hareket eder. Akidler hakkında âkidlerin niyetlerine ve akd yapılırken söylenmeyen içlerindeki maksatlarına ve bunların bu vasıf ve eserlerine göre hüküm vermez. Bü vasıflar ve eserler, âkidlerin ahvâlinden ve akdla ilgili umurdan olsalar dahi söylenmedikçe dikkate alınmaz. Akdlarda kelimelerin, söylenen sözlerin delâletine, âkidlerin lügat ve örf bakımından bunları nasıl kullandıklarına bakılır, ona göre hüküm verilir. Yapılan akd, söylenen kelimeleri ve ibaresi i´tibâriyle haram olmağı îcâbeden bir şeyi müştemil değilse ve fakat bâzı hâl karineleri oro.ra haram olan bir şeye yol açtığım gösterse de, akdin sınhatma hükmolunur. Harama zerîa ittihaz olunacağına bakılmaz. Onun için Şafiî şöyle d”.uektedir: “Satış akidlerinde, bir harama zerîa = vesile olduklarını feraset yoluyla tahmin etmekle hüküm verilmez. Akidlerde esas sıhhatle hükmolunnmktîr. Bir adam bir kadınla nikahlanmak istese, içinden onu bir veya on gün tutup sonra onu boşamağı niyet etse, kadın da aynı şekilde niyet etse, bunlar nikâhı şartsız olarak mutlak surette yaptıklarından muteber olur.”[13]
Şafiî, istihsâlim ibtâli hakkındaki kitabında bu konuda der ki: “Yapılan bir akd, ancak yine akdla bozulur. Önceki ve sonraki bir şeyle bozulmaz, tevehhümle ve daha gâlib olaniyle de bozulmaz. Her şey ancak akdiyle fâsiddir. Bu harama vesiledir, bunda kötü niyet var diyerek bir . satış bozulamaz. Helâl olmayan bir şeye vesile olmasından korkuluyor diye satışı ibtâ] etmek caiz olmadığı gibi zan ve şüphe üzerine de bir akd bozulmaz. Meselâ bir adam bir kılıç satın alsa ve alırken onunla insan Öldürmeği de aklına koysa, bu alış helâldir. Öldürmeğe niyet etmek caiz değildir. Fakat bu, alış verişi bozmaz, insan öldüreceği sanılan bir adama kılıç satmak da böyledir. Kitab, Sünnet, bil´umûm îslânı hükümleri, akdlerin zahire göre sübut bulduklarını göstermektedir. Âkidlerin niyeti onları bozmaz. Akdîer zahire göre sahîh olunca, âkidlerden başkasının, âkidlerin niyeti hakkındaki bir tevehhümü ile akd bozulmaz. Hele zayıf tevehhümler hiç nazara alınmaz. Doğrusunu Allah bilir.[14]
214- Fukahânın Çoğu Akîdlerde Zahîre Bakarlar:
Hakîkaten islâm fukahâsmın çoğu, akdlerin tefsirinde ve hükümlerinin ilzamında zahire bakmaktadırlar. Fakat îmam Şafiî niyet ve maksatlara bakmaksızın zahiri almakta son derece titizdir. Akdlerde kelimelerin zahirini ve zahirî delâletleri almağa şiddetle taraftardır. Çünkü İslâm Dîninde dünyevî hükümlerin hepsi zahire göre hüküm alır. Niyetleri Allah bilir. Onlar, bütün sırların meydana çıkacağı günde açıklanacaktır. Gizli maksat ve niyetleri araştırmak, dünyevî hükümlerin hepsi zahir üzerine kurulur diyen İslâm prensibiyle bağdaşamaz. Şafiî´nin örnek verdiği gibi, Hz. Peygamber zahire göre hüküm verirdi. Halbuki kendisine vahiy gelmekte idi. Dînin hükümleri bu tarzda yürüyünce, bütün akdlerde niyetlere bakılmaksızın söylenen kelime ve ibareler nazar-ı i´tibâre alınır. Bir akd, lâfzı ve koşulan şartlariyle sahîh ise, haram veya helâl bîr şeye zerîa vesile olup olmadığına bakılmaksızın her yönden sahîh bir akd sayılır. Bir satış akdinin ibarelerinde fesada delâlet eden bir şey yoksa, ribâ şartına mu kârin bir akd değilse, ribâya vesile olsa dahi, sahîh bir akddir. Çünkü zahirde akdi bozacak bir şey yoktur, niyetlerin hesabım ise, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allah görür.
İşte bunun içindir ki, Şafiî´ye göre: Bir adam bir adamdan parası veresiye olmak üzere bir mal alsa, malı teslim aldıktan sonra aynı adam o malı veresiye aldığından daha ucuz bîr fiatla peşin olarak satsa, bu akidde ribâ niyeti sabit dahi olsa, bu alış veriş caizdir. Netice i´tibâriyle müşteri, bâyi´den borç para almış, sonra onu fazlasiyle ödeyecek demektir. (Veresiye 50 liraya aldığı malı peşin olarak 40 liraya satınca bâyi´den 40 lira alır, halbuki sonra ona 50 lira ödeyecektir.} Bunda ribâ emareleri açıktır. Fakat akd yapılırken ribâ kasdı olduğuna delâlet eden bir söz bulunmadığından bu satış sahihtir. Şafiî, El-Üm´de bunun doğru olduğunu tasrih etmiştir. Orada şöyle demektedir: “Bir adam birinden veresiye yiyecek satın alsa, onu satın aldığı kimseye daha ucuza satmasında bir be´is yoktur..”[15] Burada satışın sıhhati için harama yâni ribâya vesile olmasiyle, harama vesîle olmaması arasında bir fark yapmamaktadır.
Böylece görülüyor ki, îmam Şafiî, İslâm şeriatının usûl ve füru´unu yorumda zahire göre yol tutmaktadır. Zahirin dışına çıkmaz. Çünkü zâ´ hirden başkasını alan, zan ve tevehhumle alıyor demektir. Bunda hata çok, isabet az olur. Hükümler muttarid olan esaslara dayanır, muttarid olmayan işlere bakılmaz. [16]
——————————————————————————–
[1] Şafiî, El-Üm, c. VH, s. 268.
[2] Aynı eser, c. VII, s. 270.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 305-306.
[4] Şafiî, El-Üm, c. IV, s. 41.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 306-307.
[6] Şafiî, El-tTm, c. VII, s. 276.
[7] Şafiî´nin bu sözlerden kasdı şudur: Doğru veya yalan üsere delâleti ihti-nıalli olan bir şey alınmaz. Ancak gâlib ve şayi´ olup isbat hususunda muttarid bir kaide gibi şaşmayan delâlet dikkate alınır. Bir delâlet, eğer bâzı ahvalde dikkate alınacak, bâzı hallerde alınmayacak ise bu muteber olmaz. Husûsî ahvâle göre de-&l§ir, bâzan doğruluğuna, bâzan yalan olduğuma delâlet ederse bunun umûmî bir kaide oJarak alınması olamaz, bununla bir şey isbat edilemez. Çünkü bu türlü delâlete şek arız olur. Halbuki Şafiî, hâkimleri ve müftüleri dâima muttarid ve zahir olan hükümleri almakla mukayyed tutar, muttarid olmayan ve hafî olan delâletlere göre hüküm vermez.
[8] Şâfii, El-Üm, s. 114.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 308-310.
[10] Bu faraziye, hamlin azamî mtiddeti dört senedir, diyen kavle göredir. Tip ve istikra´ bunun böyle olmadığını isbat eder. (Hanefîlere göre bu müddet azamî üti senedir.)
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 310-312.
[12] Şafiî, El-Üm, c. VI, s. 303.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 312-313.
[13] Şafiî, El-Üm, c. IV, s. 42.
[14] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 270.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 313.
[15] Şâfü, El-Üm, e. IV, s. 33. 314
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 314.