93- Akîde İle Îlgili Görüşlerinden Bahsîn Lüzumu:
Biz burada İmam Şafiî´nin tefsir ve edebiyat hakkındaki görüşlerinden bahsedecek değiliz. Bizim burada birinci maksadımız fakîh sıfatiyle İmam Şafiî´yi etüd etmektir. Bizim için önemli olan şey, onun fıkıh görüşlerini, mezhebini, mezhebin usûlünü incelemektir. Vakıa Şafiî, diğer ilimlerde de hüccet sayılacak derecede bilgi ve görüş sahibidir. Fakat onun hayatını yazanlar, onun Hilâfet hakkındaki mezhebinden bahsederler, sonra kelâm, ilmi hakkındaki görüşünden ve akâid öğrenmedeki tutumundan söz açarlar. Bunların fıkıh incelemesiyle bir nevi münâsebeti olduğundan kısaca onlardan bahsedelim, onun ardından hemen onun fıkhına geçelim. [1]
94- Kelâm İlmi Ve İmamet Hakkında Şâfîînin Görüşü:
Şafiî kelâm ilmini sevmedi. O çağda fukahâ ve muhaddisler de kelâm ilminden hoşlanmıyorlardı. Şâfü de bir fakîh ve bir muhaddis idi. Onların bu ilimden hoşlanmamalarının sebebi ise, bu ilmin temellerini atıp meydana getirenlerin Mu´tezile olmasıdır. Halbuki Mu´tezilenin yolu, akaidi dîn-i kerîmden anlama hususunda selef-i sâlihin yolundan başka idi, Şafiî, her muhaddis fakîh gibi, velev ki istidlal hususunda olsun, yeni bir şey ortaya çıkarmaktan ise, kendinden öncekilere uymağı tercih ediyordu. Bilhassa böyle akideyle ilgili umurda ittiba´, ibtidâdan evlâdır, derdi. Zîrâ Mu´tezile akîde ilminde, felsefî bir cihete yöneldiler. Bu tutum ise, her muhaddis fakîh gibi, Şafiî´nin temâyülüyle bağdaşamaz. Bundan başka Mu´tezile öyle karışık ve dolaşık meseleler kurcaladılar ki, insan aklının onları halledip bir hükme bağlaması hiç de kolay değildir.
işte bunun içindir ki, Şafiî´nin, kelâm ilmiyle iştigalden nehyettiği rivayet olunmaktadır. Şöyle derdi: “Kelâm erbabı hakkında benim hükmüm şudur: Onlara sopa atmalı, develerin üzerine başaşağı ters bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak: Kitap ve Sünneti bir yana bırakıp da Kelâmı alanın cezası işte budur, diye nida edilmelidir!” Yine o şöyle demiştir: “Sakın, kelâm ilmine bakmayın. Zîrâ bir adama bir fıkıh meselesi sorulsa da onda yanılsa, meselâ adam öldürmenin cezası sorulduğunda, diyeti bir yumurtadır, dese, bu yalnız bir alay mevzuu olur, herkes buna güler geçer. Fakat kelâma dâir bir mesele sorulsa da hatâ etse onu hemen bid´ata nisbet ederler.” “Baktım ki, kelâmcılar birbirini tekfir edip duruyor. Gördüm ki, Hadîs ehli ise birbirini ancak hatâya nisbet ediyor. Hatâya nisbet etmek, tekfîr etmekten çok daha ehven kalır.” Şafiî´nin kelâm ulemâsının tutumundan nefreti o raddeye varmıştı ki, onları ulemâdan bile saymazdı. Rabi´ onun şöyle dediğini nakleder: “Bir kimse ilmî kitaplarını vasiyet etse, kitapları arasında kelâm kitapları da bulunsa, kelâm kitapları bu vasiyete dâhil olmaz.”[2].
Fahrü´r-Râzî, îmam Şafiî´nin kelâm İlminden nehyedip ondan hoşlanmamasının sebeplerini, bizim yukarıda söylediklerimize bağlıyor. Bir de şu var ki, Mu´tezile, halîfeleri, ulemâya eza ve cefâ yapmağa teşvik ettiler. Bu ilmi ayakta tutanlar onlar olduğundan halk onlardan hoşlanmadı. Fahrü´r-Râzî diyor ki: Kur´ân´m mahlûk olup olmaması meselesine halkın dalması yüzünden bu zamanda büyük fitneler koptu. Bid´at ehli kuvvetten ve sultandan yardım aldılar, Hak ehlini ezdiler, muhakkıkla-rın delillerine hiç iltifat etmediler. Bu hikâyeler ve bu olaylar meşhup-dur. Şafiî o zamanda bu ilmi Öğrenmek, Hakkı aramak için (Allah) için, Allah rızası için olmayıp da sırf dünya ve saltanat için olduğunu anlayınca onu bıraktı, ondan yüz çevirdi. Onunla uğraşmağı haram saydı.”[3] Fakat Şafiî kelâm ilminden nehyetmekle beraber acaba kendisi onu bilmiyor muydu Fahrü´r-Râzî Şafiî´nin kelâm ilmini bildiğini söylüyor. Kelâm bilgisi olduğuna delâlet eden haberler naklediyor. Müzenî´den şunu rivayet ediyor; Müzenî diyor ki: “Allah ona rahmet eylesin, bir defa Şafiî´nin kapısı önünde kelâm hakkında münakaşa yapıyorduk, Şâfi kapıya çıkarak yanımıza geldi, bizim konuştuklarımızı duyunca hemen geri döndü. Biraz sonra çıkarak yanımıza geldi. Beni size çıkmaktan meneden şey, kelâm hakkında münakaşa yaptığınızı işitmemdir. Benim kelâmı iyi bilmediğimi mi sanıyorsunuz Ben kelâmın içine girdim ve ondan büyük bir mikdar elde ettim. Fakat kelâmın sonu yok. Siz Öyle bir şeyle meşgul olup mübâhase yapın ki, şayet hatâ ederseniz, size sâdece hatâ ettiniz, denilir; küfre düştünüz denilmez.”
Şüphe yok ki, bu haber, Şafiî´nin kelâm ilmini bildiğini, ulemânın bu ilme dalıp münakaşasını yaptığı meselelerde dirayetini göstermektedir. Fakat sonra bu yolda yürümeği hoş görmedi; çünkü onca, mü´min bunda bir faydaya ulaşamaz. Onun meseleleri çok dolaşık ve dikenlidir. İşaret ettiği üzere hatâ eden tekfir edilir; hatâ ettin, denilmekle kalmaz. Şafiî´nin bu ilimde dirayeti olması makûl bir şeydir. Çünkü, nerede bulunursa bulunsun, ilim tahsiline ciddiyetle sarılan, ilim uğrunda seyâhatlariyle şöhret kazanan, çeşitli fırka ve mezheblerle münakaşa yapan Şafiî, elbette ki bu ilmin bahislerine de muttali´ olmuştur. Madem ki Şafiî bu ilimden nehyetmiştir, onu biliyor demektir. Şafiî gibi aklı başında bir zât, mevzuunu bilmediği, tasavvur etmediği bir şeyden menetmez. Çünkü bir şeye hükmetmek demek, onu tasavvur etmenin bir fer´idir. Şafiî´nin bilgisi olmadığı, tanımadığı bir ilimden menetmesi nasıl tasavvur olunur [4]
95- Şafiî´nin Kelâm Bîlgîsı, Allah´ın Sıfatları, Hâlk-ı Kur´ân Ve İmanın Hakikati Hakkında Görüşleri:
İmam Şafiî, insanları kelâm ilminden uzaklaştırmak için onlara onu hoş göstermemekle beraber, kendisinin kelâm bablarından çoğu hakkında sözü vardır, çünkü bu bablar akîde ile ilgilidir. Şafiî gibi bir zâtın akideye dâir sözü olmaması imkânsızdır. Onun görüşlerinin çoğu, İslâm cemaatının, ehl-i Sünnetin görüşleriyle birleşmektedir, bunlar feylesofların görüşlerinden alınmış değildir. Münakaşa yaptığı kimseler tarafından bâzan Şafiî´den tevhîd delilleri, Peygamberlik delilleri sorulurdu. Bu tabiiden olarak bir defa Bişr Merîsi ona:
Hz. Muhammed´in Allah´ın Peygamberi olduğuna delil nedir diye sordu. O da şu cevabı verdi:
Hz. Muhammed´in Peygamberliğine delil, kendisine nazil olan Kur ân´dır ve insanların icmaldir[5]. Hepsi birer mu´cize olan âyetler, başkasına yakışmayan alâmetlerdir.
Şafiî´nin bâzı fetvalarından onun sıfat hakkındaki görüşünü, sıfatın zâta mugayir olmadığını çıkarıyorlar. Onun şöyle dediği rivayet olunuyor: “Bir kimse îlmü´llâh, Kudretü´llâh veya Hakku´llâh üzerine yemîn etse ve îlmü´Hâh ile malûmu, Kudretu´llâh ile de makduru, Hakku´llâh ile de kullara vacip olanı kasdetse, bu kefareti îcâb etmez. Çünkü bu, Al-lah´dan başkası üzerine yemindir. Eğer bununla Allah´ın sıfatları üzerine yemîn etmeği kasdederse buna keffâret Iâzımgelir.” Fahrü´r-Râzî bu fetva üzerine şunları ekliyor: “Bu gösteriyor ki, Allah´ın sıfatlan, Zâtının gayri değildir. Çünkü madem ki, AUah´dan gayrisine yemîn etmek keffâreti îcâbetmiyor, Allah´a yemîn ise keffâreti îcâbediyor, bu demektir ki, Allah´ın sıfatlan, Zâtının gayri değildir.”[6].
Şafiî de, fukahâ ve muhaddislerin dediği gibi, Kur´ân Allah kelâmıdır, mahlûk değildir, derdi. Hak Sübhânehû ve Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah Mûsâ ile söyleşti.”
Âhirette mü´minlerin Allah´ı göreceklerine inanırdı. Buna Kur´ân-ı Kerîm´den şu âyeti delil getirirdi: “Hayır, hayır, onlar o gün Rablann-dan saklanırlar.” Diyor ki: “Gazab hâlinde kâfirlerden saklı olunca, rızâsına kavuşan dostları onu göreceği anlaşılır.” Bu tefsir, delâlet kaidesinde onun mezhebindeki tutumuna uygundur. O mefhum-ı muhalefeti alır. Şafiî, kaza, ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah´dan olduğuna ina* nırdı. Şafiî´nin usûl hakkında vaz´ettiği risalenin mukaddimesinden Fahrü´r-Râzî, onun şu görüşlere kani1 olduğunu çıkarmaktadır: “Allâhu Teâlâ meşye´tiyle insanların fiillerini halk eder, insanlann kesbi Allah´ın dilemesiyle olur.” Rebî´ Şafiî´nin şöyle dediğini nakleder; “İnsaflar amellerini kendileri yaratmazlar, onlar Allâhu Teâlâ´mn yaratmasiyle olur.” Şafiî´nin îmânın hakikati hakkındaki görüşü şöyledir: Ona göre, îman, tasdik ve ameldir. Bunu delille isbat ediyor, buna davet eyliyor. Onca îman tasdik ile amelden ibaret olunca, amelin artıp eksilmesiyle îman da artar ve eksilir.
Şafiî bu görüşünü isbat için birçok deliller getirir. Onlardan biri ŞU´ dur: Allâhu Teâlâ, kıbleyi Beyt-i Makdisten Kabe´ye çevirince Müslümanlardan bir kısmı, Beyt-i Makdis´e, Kudüs-i Şerife doğru kıldığımız namazlar ne olacak dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: “Allah sizin îmanınızı zayi´ edecek değildir.” âyetini inzal buyurdu ve namaza îman dedi. îmanın artıp eksilmesine şu âyet-i kerîmeyi de delil getirir: **Bir sûre nazil olunca, içlerinde: Bu hanginizin îmânını artırdı diyenler bulunur.” Keza Kelıf Süresindeki şu âyet de bir delildir: “Onlar Kablanna inanmış gençlerdir, biz de onların hidâyetini arttırdık. [7]
Görülüyor ki, Şafiî akidesini ve kelâm ulemâsının daldıkları bâzı meseleler hakkındaki görüşünü böylece açıklıyor. Fakat bunların içine ke-lâmcüar gibi dalmıyor. Anlayışları sapıtan, akıllan hayrete uğratan felsefeye girişmiyor. O, kendim fıkha ve Hadîse vermişti, şiir ve edebiyat bahçelerinde de dolaşırdı. [8]
96- İmamet Yani Hilâfet Meselesi Ve Şartları Hakkındaki Görüşü:
Şimdi kelâm ulemâsının daldığı ve bâzı bakımlardan fıkha temas eden bir meseleye, yâni Hilâfet = îmâmet meselesine geçelim: Şafiî İmametin = Hilâfetin lüzumuna kaildir. Onca bu iş Hz. Ali´nin (Allah ondan razı olsun) dediği gibidir: “Onun himâyesi altında mü´min ameline devam eder, ondan kâfir de faydalanır, onun sayesinde düşmanla harb yapılır, yollarda asayiş sağlanır* Kuvvetliden zayıfın hakkı alınır, böylelikle iyi kimseler rahat yüzü görüp dinlenir, kötülerin şerrinden emîn olunur.”
Şafiî´ye göre Hilâfet, Cumhur Mübiiminin görüşü gibi, Kureyg´in hakkıdır. Eğer zaruret varsa, Hilâfet bâzan bîat etmeksizin de olur. Talebesi Harmele´nin rivayet ettiği veçhile, onun şöyle dediği naklolunur: “Kureyşten olan bir kimse kılıç kuvvetiyle Hilafeti elde ederse ve halk onun etrafına toplanırsa, işte Halîfe odur.” Ona göre Hilâfet iğinde iki şey muteberdir:
1- Hilâfet iddiasına kalkışanın Kureygten olması, 2- Halkın onun etrafında toplanması! Halkın bu içtimaî, intihap ve bîat hâlinde olduğu gibi, ister Halîfe tâyin etmek iğin bagtan olsun, mütegaUibe hakkında olduğu gibi, isterse Halîfeyi tanımak iğin sonradan olsun, hep müsavidir.
öyle anlaşılıyor ki, o Kureygten olmaktan başka bir şart koşmuş değildir. Meselâ Hâşimîleiden olmağı şart koşup da Hâşimîlerden başkasının Hilafeti mutlaka bâtıldır, dememiştir. Halbuki Imâmiyye buna kaildir. Şafiî´ye göre Hulefâ-yi Râşidîn begtir: Dört ilk Halîfe (yâni Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) ile Ömer b. Abdülâziz´dir (Allah cümlesinden razı olsun). O Hilafetin sahîh olması için Hâşimîliği şart koşmuş bulunsaydı, Ömer b. Abdülâziz´i Halîfe saymazdı. Çünkü o Eme-vîdir, Hâşimî değildir. Hâşimîlik şart olunca Hz. Ali´den başkasının Hilâfeti muteber olmaz.
Şafiî´nin Hilâfet hakkında meşhur olan görüşü budur. Yine onun meşhur bir rivayetine göre o, Hilâfete Hz. Ebû Bekir´i, Hz, Osman´dan daha evlâ görürmüş (Allah cümlesinden razı olsun). Eu hususta iki Hadîse dayanır: 1- Senediyle rivayet olunan Hadîse göre bir kadın Hz. Peygamber´e gelerek (ona salât ve selâm olsun) ondan bir şey sordu. Hz. Peygamber kadına dönmesini söyledi. Kadın da:
Yâ Resûlallâh, eğer dönersem, sizâ bulamazsam (guyâ ´ölümü kas-dediyor) ne yaparım Hz. Peygamber ona:
Ebû Bekir´e gel! buyurdular.
Bu, kendisinden sonra yerine Ebû Bekir´in geçmesine bir işarettir!
ikinci Hadîs-i Şerîf şudur: Yine Şafiî senediyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden sonra Ebû Bekir´le Ömer´e uyum”
Şafiî, Hulefâ-yı Râşidîh´i Hilâfet şuralarına göre fazilet derecelerine ayırdı. Faziletçe en üstünü Hz, Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali idi.
Bakıyoruz ki, Şafiî, imam Ali ile Muaviye b. Ebî Süfyan arasındaki ihtilâf hakkında, hüküm vermeğe yöneüyor. Onun görüşünce Muaviye ve arkadaşları Ali´ye karşı ayaklanmış kimselerdir. Kitâb-ü Sîyer´inde Hz. Ali´nin tutumunu, bâğîlere yapılacak muamele hakkında delil tutmuştur.[9]
97- Âl-i Beyte Olan Sevgisi, Bâgiler Hakkındaki Hükümleri Hz. Ali´nin Tutumundan Alması:
Ashâb arasındaki ihtilâflar hakkında ve Hilâfete dâir Şafiî´nin görüşleri kısaca bunlardır[10].
Bütün bu, görüşleriyle beraber, Şafiî de her muttaki Müslüman gibi, Ehl-i Beyti, Peygamber´in pak ve mübarek ÂTini severdi. îhlâs sahibi her MÜslümanın kalbinde yerleşen bu temiz duygudur. Bunu gösterir birçok şeyleri Şafiî´den nakletmiş bulunuyoruz. Şafiî Âl-i Resûl´e o kadar bağlı idi ki, onları sevmek Rafızîlik sayılsa bile, Râfizîlik ile itham olunmağı göze alırdı; o gibi geyler umurunda bile değildir.
Mııhammed´in Hanedanını sevmek eğer Râfizîlik ise îns ve cin tanık olsun ki, işte ben Râfizîyim.
Yukarıda hayâtından bahsederken görüldüğü üzere, o, Harun Re-şid´e karşı ayaklanan Alevîlere katılmakla itham edildi. Hattâ onların kendilerine imam olarak seçtikleri kimseye bîat ettiği bile söylenir. Bu itham, Âl-i Resul sevgisini çekinmeden meydana vurmasından doğan bir şüpheden mi doğdu, yoksa sabit ve doğru bir gerçeğe mi dayanıyordu, bunu bilemeyiz. Belki de o, Hz. Ali evlâdının mâruz kaldıkları takîp ve tazyiklerden acı duyarak onlarla birlikte hükümete karşı durmuş olabüür. Belki de gençliğinin en coşkun ve hararetli çağında bulunması hasebiyle, böyle bir çocukluk feveranına kapılmıştır. Her ne hâl olursa olsun, bir defa töhmet yapıştırılmıştır, yalan veya doğru, söylenen söylenmiştir. Bu ihtimallerin en yakım olarak Âî-i Beyte muhabbeti sebebiyle hükümete karşı gelmekle itham olunduğu gibi, Hz. Ali´ye (Allah ondan razı olsun) hayranlığı dolayısiyle Rafızîlikle de itham olunmuştur. Halbuki o, Hz. Ebû Bekir´i, Hz. Ömer´i ve Hz. Osman´ı ondan efdâl sayardı. Râr fizîükîe ithamının bir sebebi de: Hz. Ali´nin kendisine karşı gelenlerle yaptığı harblerdeki tutumunu alıp bâğîlere yapılacak muamelede onları delil ve hüccet itibar etmiş olmasıdır.
Onun Hz. Ali´ye hayranlığı, onu pek beğendiği en meşhur haberler cümlesin dendir. Rivayet olunur ki, onun bulunduğu bir mecliste Hz. Ali îbn-i Ebî Tâlib´in zikri geçmiş. Bir adanı:
Hz. Ali´nin etrafındaki insanların dağılmalarının sebebi, onun hiç kimseye önem vermemiş olmasıdır, dedi.
Bunun üzerine Şafiî (Allah ondan razı olsun) şöyle dedi:
Onda öyle dört haslet vardı ki, bunlardan bir tanesi bile bir kimsede bulunsa hiç kimseye önem vermemek için yeter: O son derece zâhid idi, zâhid olan dünyaya ve dünya ehline önem vermez. O âlim idi, âlim olanın, kimse umurunda olmaz. O yiğitti, yiğit olan, kimseye aldırış etmez. O şeriflerdendi, şerif olan kimseye kavuk sallamaz.
Hz. Ali hakkında (Allah ondan razı olsun) ^öyle demektedir: “Hz. Ali (Kerremallâhu Veçhe) Kur´ân ilminde ve fıkıhta ihtisas sahibidir; bu iki ilim ona verilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) Hz. Ali için dua etmiş, insanlar arasında kadılık vazifesini görerek hüküm vermesini emretmiştir. Onun verdiği hükümler Hz. Peygam-ber´e arz olunur, o da onları uygulardı.”
Bâgiler hakkındaki muamele hususunda Hz. Ali´nin tutumunu alması, Kitâbü´l-Üm´de ve mezhebinin usûlüne dair diğer kitaplarında müdev-vendir, bunun ta´IÎIi, yukarıda zikrettiğimiz gibidir.
Bu noktayı imam Ahmed b, Hanbel şöyle açıklamaktadır: Âbürî´nin Menakıb-ı Şafii´sinde, şöyle geçiyor:
“Ahmed b. Hanbel´e denildi ki:
Yahya b. Maîn, İmam Şafiî´yi Şîaya nisbet ediyor. Ahmed b. Hanbel bunu Yahya b. Maîn´e sordu ve:
Bunu nereden anladın dedi. Yahya da:
Eserlerinde bâğüerin öldürülmesi hakkındaki hükümlerine baktım. Gördüm ki, başından sonuna kadar hep Ali b. Ebî Tâlib´le istidlal ediyor, cevabını verdi.
Ahmed b. Hanbel de şöyle mukabele etti:
Acâib bir şey, Şafiî´nin bâgîlerle savaş hususunda onun yaptıkla-riyle istidlal etmesine neden hayret ediyorsun Çünkü bu ümmet içinde bâgîlerle savaşla ilk müptelâ olan Ali b. Ebû Tâlib´dir, dedi. Yahya b. Maîn mahcup oldu.”
işte böylece görüyoruz ki, Şafiî görüşlerinde dâima doğruyu arıyor, itidalden ayrılmıyor. O, Hz. Ali´yi seviyor, ona hayrandır. Ona kargı ayaklananları bâgî sayıyor, onlara yaptıklarını kendine delil tutuyor. Fakat bütün bunlarla beraber, bu sevgisi onu, Hz. Ali´yi; Hz. Ebû Bekir´den, Hz. Ömer´den ve Hz. Osman´dan ileri tutmağa sevk etmiyor. Bu husus kendisine sorulunca Hz. Ali´ye olan sevgisini anıyor ve fakat iş temenni etmekle değil, diyor. [11]
——————————————————————————–
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 126.
[2] Bu söz ve yukarıdaki nakiller, Fahrü´r-Râzî´nin Menâkıb-ı Şafiî kitabından alınmadır.
[3] Fahrü´r-Râzî, Menâkıb-ı Şafiî.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 126-128.
[5] Râzî, insanlann bu icmâım, Kur´ân´ın tevatüre» nakil ile tefsir eder.
[6] Mu´tezilenln çoğu bu görüşü kabul eder. Râzî de buna meyyaldir.
[7] Kehf Sûresi.
[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 128-129.
[9] O, imam Ali ile Muaviye arasında olan işlere dalmağı, onları kurcalamağı pek iyi görmüyordu. Sıffîn Harbine katılanlar hakkındaki görüşü sorulduğu zaman Ömer b. Abdulâziz´in çok beğendiği şu sözünü tekrarlamıştı: “O kanlardan Allah benim ellerimi temiz kıldı, ben onlarla dilimi lekelemeği istemem.”
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 129-130.
[10] El-Um´de namazdaki imamet babında bir fasıl vardır. Orada Hilâfetten bahseder. Kureyşin, Ensârın faziletlerinden, Halîfelerin faziletlerinden ve sıralarından söz asar. Oradaki Hadîsler uzun senedleriyle kaybolunmuştur, senedlerini kay-detmeksizin birkaç Hadîsi nakledelim:
“Rebî´ Şafiî senediyle Hadîsi naklediyor, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ´KureyşM öne geçirin, siz Kureyş´in önüne geçmeyin. Onlardan öğrenin, onlara öğretmeğe kalkışmayın´.”
“Şafiî senediyle rivayet ediyor: Ömer b. Abdulaziz´den^ ve tbn-i Şahâb´dan, Peygamber´in şöyle dediğini duymuş: ´Kim Kureyş´e ihanet ederse Allah onu küçük düşürür.´ Diğer bir Hadîsde Kureyş´e şöyle buyurmuş: Hakla beraber oldukça si*, bu İşe .insanların en lâyık olanısınız´…
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 131-132.