128- Şafii, Îstidlâl Hususunda Kitab İle Sünnete Aynı Mertebede İ´tibar Eder:
Şafiî Kitabla Sünnete gerîat ilminde bir derecede i´tibâr etmektedir. Bu ikisini din ilminin biricik kaynağı addetmektedir. Çünkü bu ikisinden başka istidlal kaynakları da bu ikisine dayanmaktadır; bu ikisinin nass-larmdan değilse de ruhundan alınmadır. Delillerin kaynakları ne kadar çok ve türlü olsalar da Kitab ve Sünnetten terekküp eden bir asla râci´-dirler. Fakat bakıyoruz, Şafiî´den sonra usûl hakkında yazanların ibareleri, ondan önceki fukahânın sözleri ve hattâ bâzı kitaplarında bizzat Şafiî, Sünneti, Kitab mertebesinde tutmuyorlar. Onu Kitabla bir değil, ondan sonra gelen bir mertebede sayıyorlar, öyleyse neden Şafiî, yukarıda zikrettiğimiz bu ikisini bir mertebede i´tibâr etmiştir Şafiî buna şöyle cevap veriyor: Kitab ve Sünnet her ikisi de Allah´dandır. Çünkü Resûl-i Ekrem (Ona salât ve selâm olsun) kendi arzusuna uyarak bir şey söylemez. Onun söyledikleri kendine vahyolunan vahy´dir. Kitab gibi Sünnet de Allah´dandır; yolları ve sebepleri ayrılsa da ikisi de vahiyedir. Sünnet Kitâbullah´dan alınma bir ilimdir. Öyleyse Sünnet Kitaba mülhaktır. Sünnet Kitabla birlikte şerîatı tamamlar. “Allah´ın Kitabındaki farzlarını kabul eden herkes, Resûlullah´dan da Sünneti kabul eder. Allah Resulüne itaati insanlara farz kılmıştır, onun hükmünü kabul etmelerini bildirmiştir. Resûlullâh´m hükmünü kabul eden Allah´dan kabul ediyor demektir. Zîrâ Resulüne itaati Allah farz kılmıştır. Allah´ın Ki-tâbındakini ve Resulünün Sünnetini kabul etmek, bunların ikisinin´ de Allah´dan olduğunu kabul demektir. Bunların vâsıtaları ayrılsa da ikisi de birdir. Allâhu Teâlâ muhtelif sebeplerle dilediği gibi helâl eder, haram kılar, farz eder, yasak eder. O yaptıklarından sorulmaz, halbuki onlar sorumludurlar.”[1]
Kitabdaki küllî mes´elelerin mücmeli beyan ister. Sünnet Kitabın beyanı mesabesindedir. Beyan edicinin, ilimde, beyan olunan mertebesinde olması lâzımdır. Ashabdan birçoklarının görüşü, Şafiî´nin bu görüşü gibi idi.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah îbn-i Mes´ûd, şu sahîh Hadîsi rivayet etti: “Vücûduna döğme yapan, jüzü&Iib tüylerini yolan, güzel tasun diye diglesiîsi yontup gedik yapas, Allah´ın yarattığı şekli bozan kadınlara Allah lâ´net «tsim.” Bu Hadîsi Esed oğullarından bir kadın duydu. O Kur*ân okuyan bir kadındı, Abdullah Ibn-i Mes´ûd´a; “Senden duyduğum bu Hadîs nedir, sen şöyle göyle yapanlara lanet okuyorsun.” dedi. îbn-i
Mes´ûd da:
Hz. Peygamber´in lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyeyim Bu Allah´ın Kitabında da var, dedi.
Ben Mushaftn iki kapağı arasındakilerin hepsini okudum, böyle bir şey bulamadım, dedi.
AbduHah îbn-i Mes´ûd:
Dikkatle okursan bulursun, dedî, Alîâhu Teâlâ şöyle buyurur: sise ne getirdiyse onn abn, sizi neden nehyettâyse ondan kaçınsın [2]
129- Şâfii nin Maksadını Doğru Aklamak Îçîn Üç Noktanın Gözönünde Tutulması:
Şafiî´nin maksadım gayesinden ayırmamak veya sözünü başka yere çekmemek için, bâzılarının idrâkinden kaçması muhtemel olan üg meseleye işaret etmemiz gerekiyor:
1- Şafiî Sünnet ilmini umûmî olarak Kur´ân mertebesinde tutmaktadır. Fakat bu, Peygamberden her rivayet olunan, rivayet yolu ne olursa olsun, sıdkı kat´î olan mütevâtir âyetler mertebesinde demek değildir. Hattâ haber-i vâhid olan Hadîsler, sübûtu kat´î olan Kur´ân âyetleri mertebesinde olmak §Öyle dursun, mütevâtir veya meşhur, müstefiz Hadîsler mertebesinde bile değildir. Şafiî buna dikkati çekmiştir. Çünkü Kur*ân mestebesinde saydığı Sünneti, Sünnet-i sabite Sübut bulmuş Sünnet olmakla takyid etmiştir. Şöyle demektedir: “Birinci mertebede olanlar: Kitab ve sabit olan Sünnettir…” Şafiî her ne kadar Kur´ân ile sabit Sünnetin ilimde mertebesinin bir olduğuna hükmetmiş ise de istidlalin teferruatını açıklarken arada fark olduğu göze çarpar. îsnad bakımından hiçbir şey Kitab´a denk olamaz. Halbuki Sünnet´te isnadın birtakım mertebeleri vardır. Onun delil olarak muteber olması bu mertebelere tabf dir. Kitab ve Sünnetin delâlet bakımından mertebeleri vardır, biri, delâletçe diğerinde bulunmayan mertebeyi hâizdir.
2- Fürûa dair hüküm çıkarırken Sünnet ilmini Kitab mertebesinde tutmanın mânası, akaidi isbat hususunda Sünnetin hepsi Kitab derecesindedir demek değildir.Zira Sünnetle sabit olan bir şeyi inkar etmek Kur an-ı Kerim in sarahatiyle sabit tevil taşıyan veya tevile hiç müsait olamayan bir şeyi inkar etmek değildir.Zira Kur an-ı Kerim le bu yolda sabit olan bir şeyi inkar eden İslam Dini nden çıkmış olur.Fakat haber-i vahid olan Sünnetle sabit olan bir şeyi inkar eder ise İslam Dini nden çıkmış olmaz.Çünkü i tikada Mütaallik mes elelerin senedi (sübütu)ve delaleti kat i olan sağlam bir yolla sabit olması gerekir.Halbuki haber-i vahidlerin senedi kati değildir.Öyleyse onlarda bulunan bir şeyi inkar eden İslam Dininden çıkmaz fakat haber-i vahidler amel hususunda delil olarak alınır.Bu Şafii nin Cimau l-İlim kitabında münazara yaptığı kimsenin ağzında böylece söylenmiştir.Şaffi de bunu reddedip karşılık vermemiştir.
3- Füra dair hükümler çıkarırken Şaffi nin Sünnet ilmini Kur an mertebesinde i tibar etmesi Kur an-ı Kerim in bu dinin temeli esas direği hücceti ve Peygamber Efendimiz in büyük mucizesi olmasına asla aykırı değildir.Çünkü Sünnet füru dur,Kitab da Sünnetin aslıdır.Onun için Sünnet kuvvetini Kitab dan almaktadır.Fer i hükümler çıkarırken Kitab mertebesinde tutulması şu bakıkmdadır:Kur an-ı Kerim in ihtiva ettiği hükümleri beyan edip açıklama hususunda Kitaba yardım ediyor.Bu dinin insanların dünyasına ve ahiretine yararlı ,üstün bir medeniyet kurmağa ma tuf hükümlerini beyan hususunda Kitabı te kid ediyor.
Burada şunu da belirtelim ki Sünnet Kitaba taaruz ederse Kitab alınır,Sünnet alınmaz.Eğer Kitabın nassı muhkem olup tefsire ihtiyaç yoksa ,istidlal hususunda yalnız o alınır.Onun için hüküm evvela Kitabda aranır. [3]
130- Kur an ın Arapça Olduğu:
Safi devrinde bahsederken söylediğimiz gibi birçok karışık ve sarsık sözlerin söylediği dini fırkaların çoğaldığı bunların birbiriyle çatıştığı bir çağda yaşadı.Şaffi bu gibilere cevap vermiş ve Kur an-ı Kerim in arapça olduğunu isbat etmiştir,sonra bunun üzerine bazı hüküm çıkarma mes eleleri kurmuş Kerim e mahsus bazı hükümler beyan etmiştir [4]
Kur an daki Am Ve Has Kelimeleri
131- Mantıkçılara Ve Usulcülere Göre Am Ve Has Nedir
Ammı mantıkçılar ve usul uleması şöyle tarif ederler:Adetleri başka başka manası bi olan şeylere delalet eden isimdir.[5] İnsan kelimesi gibi. Çünkü bu kelime erkeğe, kadına, siyaha, beyaza, Zeyd´e, Bekir´e, Hâlid´e delâlet eder. Bu ferdilerin sayısı, şahıslan başka başkadır. Fakat insanlık mânasında müşterektirler, insan kelimesi bunların her birine ıtlak olunur, bunlardan her biri mevzu´ olur, insan kelimesi de mahmul olur. Yâni bunlardan biri mübtedâ, insan kelimesi de haber olarak söylenir: Beyaz insandır, siyah insandır, kadın insandır, Zeyd insandır; denir. Demek bunlar bir mânâda birleşiyorlar ki, o da insan olmaktır. Çünkü bunların her birine onu haber yapmak doğru oluyor.
Hâs ise: Âm olan mefhumun delâlet ettiklerinden bâzısına delâlet eden kelimedir[6], insana nisbetle erkek, beyaz gibi. Bâzan hâs, haddizatında âm da olabilir. Erkek kelimesi gibi. Çünkü bu kelime şahısları başka başka, fakat bir mânâda birleşen birçok kimselere ıtlak olunur. Fakat erkek .kelimesi insana nisbetle hâs´dır, nasıl ki insan kelimesi hayvana nisbetle hâs´dır, hayvan da canlıya nisbetle hâs´dır… [7]
132- Kur´âısrdaki Âm Lâfızlarının Üç Kısma Ayrılması:
Bu başlangıçtan sonra, Şafiî´nin Kur´ân-ı Kerim´de geçen âm lâfızlar hakkında ne dediğine gelelim. Şafiî Kur´ân´daki âm kelimeleri üç kısma bölüyor:
1- Âm olduğu zahir yâni umûmî mânâda olduğu açık olan kelimeler ki, siyak karînesiyle onun mefhumuna giren her şey murad olunur.
2- Kendisiyle âm murad olunan ve zahiren âm olan kelime ki, buna hususî manâlar da girebilir; ileride beyan olunacaktır.
3- Kendisiyle hâs murad olunan âm kelimeler.
Böylece Şafiî, Kur´ân-ı Kerîm´de vârid olan âmm´Iarı bu üç kısım altında toplamış oluyor. Kelimenin lügatte kullanılan mânâ bakımından sigasınm âmm olmasından, onun umum murad edilmiş olması lâzımgel-mez. Sözün gelişi (siyak) hâl karineleri, asıl murad olunan mânâyı gösterir. Öyleyse siyak ve hâl karinelerinden yardımlanmak gerekir. Eğer muradı tahsis edici bir siyak ve hâl karinesi bulunmazsa, tahsis eden bir Sünnet de yoksa, bu gibi hallerde lügatçe kullanma tarzı, muradı tâyin eder. Yâni kelime lügatçe delâletinin iktizasına bırakılır. Şafiî´nin getirdiği bâzı misâllerle bunu îzah edelim:
Şafiî umûm murad edilen âmme şu âyet-i kerîmelerle misâl veriyor: “Allah her şeyin Halikıdır.” “O her şeye vekildir.”, “Gökleri ve yeri yarattı.”, “Yeryüzünde bir hayvan yoktur İd, rızkını Allah vermiş olmasın.
Şafiî bu âyetlerin umûmunu şöyle anlıyor: Gökte, yerde ne varsa, canlı, cansız ve başka her şeyi Allah yarattı. Yerde debelenen her hayvanın rızkını Allah verir, onların duracak ve barınacakları yeri bilir.
Umûm murad olunmakla beraber hususa da giren âmme misâl su âyet-i kerimeleri gösteriyor:
Medine halkina ve cevrelerinde bulunan Bedevi Araplara savasta Allahin Peygamberinden geri kalmak kendilerini ona tercih etmek yarasmaz.[8]
´Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katında bize bir dost kıl, katından bize bir yaratma, gönder, diyen zavallı kalamis erkekler, uğrunda ve Allah yolunda sizler neden savas miyorsunuz[9]
Oraya varinca kasaba haikmdan yiyecek istediler, kasaba halkı bu misafir etmek istemediler.”[10]
Bu âyetlerdeki sîgalar âm´dır. Birinci âyet umûmi olan ifadesiyle Medine halkının ve evresinde bulunanların hepsinin Peygamberce birlikte savağa gitmeleri, kendilerini ona tercih etmemeleri lâzungeldiğini bildirir, îkinci â,yet, o kasaba halkının hepsinin zâlim olduğunu ifâda eder. Üçüncü âyet, kasaba halkının hepsinden yemek istediklerini, keza onların hepsinin bundan çekindiklerini ifâde eder. Bu umûmî tâbirlerin bir veçhi vardır. Onun için umûm murad nefiy olunmamış, i´tibardan düşmemiştir. Herbirinde hitaba lâyık, levme müstahak olan vardır: Birincide savaşa gitmeğe takati ve yeterliği olan kimselerdir, murad bunlardır. ikincide fi´len zulüm imlemiş olanlardır. Üçüncü âyette kendilerinden yemek istenmiş olan kimselerle bundan çekinmiş olan kimselerdir. Bu üç âyetteki ifâdeler umûmîdir, fakat kasdolunan mânâlar hususîdir. Umûmun içinden bir kısım murad olunur. [11]
133- Farz-ı Kîfâye Hakkında:
Şâfü Kur´ân´dan bahsederken umûm ve husus olma cihetlerini zikretti. Fakat, başkaları gibi bunu îzâlı etmedi. Onun için biz bunu, ŞâfiT-mn başka yerdeki sözlerinden ve ona tabi´ olanlardan alarak İzaha çalışalım: Umûm ve husus murad olunan bu şeylerden maksad, fukahâ ıstılahında fara-ı kifâye denen şeyler olması muhtemeldir. Umûmî hitabla husus! bir kısım murad olunur. Çünkü getirdiği misâller bunu gösteriyor. Muhatablardan bir kısmı bunları yapınca, diğerleri vebalden kurtulur. Sevabı işleyen kimseye âit olur. içlerinden hiçbiri işlemezse, hepsi günâha girer. Cihad, kudreti olanların hepsinden istenmektedir. Fakat bu ise lâyık olanlardan bir kısmı bunu yerine getirirse diğerleri vebalden kurtulmuş olur. Zulmü defetmek, buna kaadir olanların hepsine farzdır. Bğer bir kısmı bunu yaparsa sevap onlara âit olur, diğerleri vebalden kurtulur. Yolcuları, garib kimseleri konuklayıp barındırmak, doyurmak herkese düşen bir borçtur. Fakat o yer halkının bir kısmı bunu yaparsa diğerleri vebal altında kalmaz. Hiçbir kimse yemek,verip doyurmazsa bunu bilerek yaparlar ve kusur ederlerse, hepsi günâha girer.
Kısacası farz-ı kifâye´den maksat, kendilerine teklif vâki´ olas cemâat tarafından o işin yapılmasıdır. Eğer iş yerine getirilirse, hepsi vebalden kurtulur, sevap işleyene âit olur. JSger matlup olan iş yapılmazsa hepsi günâha girer. Şafiî ilim babında âyet-i kerîmelerden bu mânâya çıkarmakta ve bunu zikretmektedir: “Sizinle toptan döğüştülderi gibi §&& de müşriklerle toptan döğüşün.” gibi cihâda dâir bir kısım âyetler: sik-rettikten sonra şöyle diyor: “Ayetler, cihâdın umûma farz olmasına, hassaten savaşa katılmanın kudreti olan herkese îâznngeldiğine muhtemeldir. Kimsenin ondan yüz çevirmesi caiz değildir. Beş vakit ııamas, hac, zekât nasıl farzsa bu da öyledir. Bu farzlar kendisi üzerine, l&zim-geîen bir kimse o farzı ödemedikçe üzerinden sakıt olmaz, çünkü .bunları işlemek başkasına farz kılınmış değildir. Cihad âyetlerinden farz-i kifâye kasdedilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Müşriklerle yapılan savaşa katılıp da cihad farz-ı kifâyesini yerine getirmiş oîan kimse, umûma düşen farzı ödemiş olur, eihad faziletini ve sevabını kendisi kazanır; kendisi vebalden kurtulduğu gibi cihâda katılmayanları da vebalden kurtarır. Allâhu Teâlâ cihâda katılanlarla katılmayanları asla bir tutmamış ve şöyle buyurmuştur: “însanlai´dam özürsüz olarak harbe gftmedân yerimde oturanlar ile, maJIariyîe, canlariyle Allah yolunda cihad edenfeirjpMft-rine müsavi olamaz. Allah, maîlariyle, c&nlariyle cihad edenleri, saaâ´tet ©-C8, harbe gitmeden oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine $0 ües» net´i (Hüsııâyı) vaad etmiştir; anıma Allah cllıa4 edenleri, g%t&my%$ «tozanlara- kat kat üstün kılmıştır. Onlara büyük dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Allah Gafurdur, Rahimdir.”[12]. Evet Allâhu Teâla hepsine de Cenneti vaad etmiştir. Harbe katılmasalar da, îmân ettiklerinden dolayı kendilerine Cennet vaad olunmuştur. Ancak mücâhidlerin, savaşa gitmeden oturanlar üzerine üstünlüğünü de bildirmiştir. Başkaları savaşırken, savaşa, katılmamaları günâh olsaydı, bunların mükâfatı Cennet va´dı değil Allah affetmediği takdirde günâhlarından dolayı ıfceb olurdu. Demek farz-ı kifâye olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmının yapması kâfi olan yerde farzdı kifâye kasdolunmug olur. Müslümanlardan bir kısmı bunu yerine getirince, getirmeyenlerden de günâh sakıt olur, eğer hepsi bunu îfâ etmezse hiçbirinin vebalden kurtulmamasından korkarım, hattâ Allâhu Teâlâ şu kavlinden dolayı bunda şüphem de yoktur: “Cihâda k&taliYiazs&aız size can yakıcı mapla. ag&b eder.” [13]
134- Umûm Mürad Olunan Ve Hususîlik De Bulunan Âm Ve Farz-ı Kîfaye:
Fans-ı kifâye olmak üzere istenen bir şeyi, kendisiyle umûm murat olunan ve hususîlik de giren bir ânı olmak üzere ifâde etmek, çok güzel ve doğru bir tâbirdir. Çünkü teklif umûmî olmakla beraber bunda hususîlik de mülâhaza edilmektedir. Çünkü eğer istenen işi yapmazlarsa hepsi günâha girer, demek teklif umûmadır. Teklif olunmayan bir şeyde günâha girmek olmaz. Eğer işin yapılması matlup olmasa isyan karşı gelmek da olmaz. Demek emir umûmadır. Bunda hususîlik de mülâhaza olunmuştur. Çünkü istenen şey, işin birkaç kişi tarafından dahi olsa, yapılmasıdır. Matlub olan işin yapılmasıdır, adede bakılmaz.
Bundan başka, farz-ı kifâye yoluyla istenen şeye: Umûm murad olunan bir âm´dır, ona hususîlik de girer demek, farz-ı kifâyelerde gayet mühim bir şeye işarettir ki, o da şudur: Farz-ı kifâye olan emirler, herkesin üzerine borcdur; bunlar cemâatler ve ferdler arasında tevzi´ olunur. Dinde bilgi sahibi olmak farz-ı kifâyedir, hendese Öğrenmek, farz-ı kifâyedir, ziraat farz-ı kifâyedir, cihad, tıp farz-ı kifâyedir. Cemiyetin müstağni kalamiyacağı, hükümetin, içtimaî ve iktisadî düzenin dayanağı olan her iş ve san´at da böyledir; bunlarla umûm mükelleftir, hitâb hep-sinedir, içlerinden bir kısmının bunu yapması istenir. İçlerinden doktorlar, mühendisler, ziraatçılar, sanatkârlar, valiler, hâkimler yetiştirmek için imkânları hazırlamakla cemiyetin hepsi mükelleftir. Vali, hâkim, mühendis, doktor, asker, din âlimi olacak kaâbiliyette ve isti´datta olan kimselerin, kendi kaâbiliyetlerine göre bu işlerde yetişmeleri hassaten onlardan istenir. Bu suretle hem umûmdan istenen tahakkuk eder, hem de husûsî kimseler üzerlerine düşeni yerine getirmiş olurlar. Böylece, işin yapılmaması suretinde, farz-ı kifâye yerine getirilmediğinden bütün toplumun günâha girmesinin sebebini anlamış oluyoruz. Yalnız günâh herkes için aynı derecede olmuyor. [14]
135- Bu Konuda Şatıbi´nîn Dedlklerî:
Farz-ı kifâyelerdeki bu değerli mânâyı, Şâtıbî, Muvâfakat´mda çok güzel îzâh etmiştir. Oradan bâzı cümleleri aktaralım; farz-ı kifâye bahsinde söyle diyor: “Bu farzı yerine getirmek, umûmî bir maslahatı îfâ etmek demektir. Bunu yerine getirmekle hepsi mükelleftir. Bâzısı bunu doğrudan îfâya kaâdirdir ki, bunlar o işi yapmağa ehil ve salahiyetli olanlardır. Diğerleri bu işi yapmağa kaâdir değilseler de, yapabilecekleri hazırlamağa, yetiştirmeğe kaadirdirler. Âmmeye hizmet için valilik, hâkimlik yapmağa kaâdir olanın bunu yapması istenir, yapmağa kaâdir olmiyamn da, yapabilecek kimseyi bu vazîfe başına getirmesi matluptur. Demek farz-ı kifâyeyi yapmağa kaâdir olanın yapması, kaâdir olamıya-nın da yapabilecek kimseyi bu vazîfe başına getirmesi lâzımdır. Çünkü kaâdir olan kimse bu vazifeyi ancak bu suretle îfâ edebilir. Vâcib olan §ey ancak kendisiyle tamam olan şeyde vâcib olur.” Beyana devamla diyor ki: “insanların kaâbiliyetleri muhteliftir. Görecekleri işler de türlü ve başka başka olur. Bakarsın, bu, ilme hazırlanmıştır; şu, idare ve riyaset işlerine meraklı, öteki san´ata yarar, diğeri güreşe hevesli. Herkesin kendi kaâbiliyetine ve merakına göre yetiştirilmesi lâzımdır. Böylece her biri merak ettiği ve üstün gelmeği arzuladığı işde ilerleyebilsin, meydana çıksın. Böylece farz-ı kifâye olan her işi görmek üzere toplumdan bir bölük yetişir. Çünkü bu, müşterek olan bir yolda yürümek için lâzım-” dır. Yolda yürüyen durur ve yürümekten âciz kalırsa, toplumun ihtiyacı olan bir noktada durmuş olur. Toplumun onu desteklemesi lâzımdır. Eğer kuvvet bulursa yoluna devam eder. Son noktaya ulaşıncaya kadar gider, farz-ı kifâye yerine gelmiş olur. Bu suretle dünya ahvâli ve âhiret a´nıâli doğru yolda gider. Görüyorsun ki, farz-ı kifâyelerde, terakki, bir tertip üzere değil. Bunlar alelıtlak ne umûm üzerinedir, ne de bir kısmı üzerinedir. Bunlar ancak vesüe değil de maksat bakımından veya bunun aksi olarak istenmiş şeyler de değildir. Hattâ onlara böyle bir nazarla bakılamaz, onları bu tarzda açıklayıp Müslümanlar arasında böyle bir tevzi´ yapmazsak, farz-ı kifâyeleri Müslümanlar aralarında bölüşmezlerse, hiçbir suretle sözü doğruya bağlayamayız. Doğrusunu Allah bilir.[15]
136- Hâs, Bîr Mâna Murad Olunan Âm Kelimeler:
Âm olan kelimelerin üçüncü kısmı: Kendisiyle hâs murad olunan âm´dır. Yâni utnûmî olan bir kelimede umûm mânâsı asla kasdolunmuş değildir. Belki umûmun bâzı ferdleri kasdolunmuş, hususî kimseler murad olunmuştur. Kelimenin mefhumu murad edilmiş değildir. Umûmî olan bu lâfız, hâs yerinde kullanılmıştır.
Âm olan kelimeyi böyle hususî mânâya almak, yâni Kur´ân´daki âm : kelimeleri tahsîs etmek; ya Kur´ân´ın âyetlerinden ve nüzul sebeplerinden anlaşılır, veya diğer âyetlerden alınır. Yahut da Sünnetle tahsîs edilir, sahih hadîsler o kelimenin umûmî mânâsı üzere olmadığını gösterir. Hususî mânâda kullamlmış olan anılardan biri şu âyettir: “Onlara; (halk) sizin için toplandı, onlardan korkun! dedildcfri zasnan, îmanları artar da; biıze Allah yeter, O ne iyi vekildir, derler. [16]
Âyetin gelişinden anlaşılıyor ki, insanlardan murad: insanların bâzı-sıdır. Burada insan kelimesinden murad, bütün insanların olması imkânsızdır. Çünkü haber veren, haber verilenlerden başkadır, onlardan olamaz. Hz, Peygamber´le birlik olanlar, onlar da insanlardandır. Şüphesiz ki, bu sözü söyleyenler bir kısım insanlardır. Toplandıkları haber verilenler de birtakım insanlardır, bütün insanlar değildir. Akıl şüphesiz gösterir ki, insanların hepsi toplanmadı, haber verenler de insanların hepsi değildir. Demek onlar insanların umûmu değil.
Hususî mânâda olduğunu başka âyet gösterip siyak karînesiyle tah-sîs edilmemiş olan âm´a misâl şu âyettir:
“Zina yapan kadına ve erkeğe, İkisinden her birine yüz değnek vurun.”[17]. Bu âyet umûmî i´tibâriyle, zina yapan kadın hür olsun, câriye olsun, yüz değnek had vurulmasını ifâde eder. Fakat cariyeler hakkındaki âyet bunu tahsis ediyor: “Cariyeler evlendikten sonra eğer bîr İffetsizlik yaparlarsa onlara Mir kadınların yarı azabı vardır.” Demek yüz değnek ceza hür kadınlara mahsustur. Umûmî olan bu kelime ile hâs bir mânâ murad olunmuştur. Veyahut bu âm tahsis edilmiştir.
Nisa Süresindeki miras âyetleri de âmme misâldir ki, Sünnet, onlarla hâs murad edildiğini gösterir. O âyetlerde Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: “Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki, kızlara bir hisse olmak üzere hükmeder. Eğer kadınlar ikiden fazla ise, biz filân malın üçte ikisi onlarındır; şayet bir ise yansı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocnğu bohuuhığu takdirde, altıda bir düşer. Çocuğu yoksa ona babası vâris olur, anasına üçte bir düşer, ölenin kardeşleri varsa anasana altıda bir düşer.”[18]
“Karılarınızın ©ocukları yoksa baraküklannın yansı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının ettikleri vasiyetten veya borçtan arta kalan dörtte biri sizindir. Sbin çocuğunuz yoksa, yaptığınız vasiyetten veya borctao arta kalanın bıraktığınız mahu dörtte biri kanlarını zındir, çocuğunuz varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer, erkek kardeşi veya kız kardeşi olan bir erkek veya kadın, kelâle ikinci dereceden bir mirasçı bırakırsa, yapılan vasiyetten veya borçtan arta kalanın ikisinden her birine altıda bir hisse düşer. İkiden çoksalar üçte birine, zarara nğratılmaksizm ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tesbit olunmuştur. Allah her şe-yS bilir, O halimdir.”[19]
Bu âyetler umûmî surette zahirlerine göre: Baba, evlâd ve diğer mirasçılar, dinleri bir olsun olmasın, irs sebebiyle mirasa konan kaâül olsun olmasın, mirastan hisse alacaklarım ifade eder. Fakat Sünnet bu umûmdan hâşasını tahsis eder. Meselâ Müslüman olmayan bir kimseDİn Müslümana mirasçı olamıyacağını, kaâtüe mirastan hisse verüemiyecegi-ni beyan eder.
Bundan sonra âyet şunu da beyan etmektedir: Mirasçılar hisselerini; ölünün borcu Ödendikten ve vasiyeti yerine getirüdikten sonra alacaklardır. Âyetin umûmundan, vasiyetin mikdarı ne olursa olsun, mirasa takdim edileceği anlaşılır. Fakat Sünnet, mirastan ileri tutulup mıt´te-ber olan vasiyetin, ölünün bıraktığı malın üçte birini aşmaması lâzım geldiğini beyan eder. Bu suretle miras âyetleri tahsis edilmiştir, kelimeler umûmî ise de murad olunan mânâlar hâss´dır.
Kendisiyle hâss murad olunan âmm´den biri de şu âyet-i kerîmedir: ´Taptıklarına bir cem olmak üzere çalan erkeğin ve katimin elini kesiniz.”[20]
Şafiî diyor ki, bu âyetin umûmunu Sünnet tahsîs etmiştir. Çünkü âyet- ttmfi * olması bakımından bir kimse bir şey çalarsa elinin kesileceğini ifade eder; çaldığı şey az olsun, çok olsun, çaldığı şeyin nev´i ne olursa olsur:, buna bakılmaz. Âyetin umûmundan bu çıkar. Fakat Hz. Peygamber Efendimiz Sünnetiyle bunu beyan etti: Meyve, çağla çalmakta el kesmek yoktur. Çaldığı şey çeyrek dinarı aşarsa o zaman eli kesilir. Böylece âyetin zahiri umûmdur, fakat onunla hususî bir mânâ murad olunmuştur ki, o da korunan bir malı çalan ve çaldığı şeyin kıymeti çeyrek dinan aşan bir hırsızın elinin kesileceğidir.[21]
137- Ammın Umumî Mânâsîyle Ne Zamanî Amel Olunur:
Kur´ân-ı Kerîm´de vârid olan âmmlar hakkındaki sözü bitirmezden önce usûl-ü fıkıh ulemâsının üzerinde konuştukları üç mes´eleye işaret etmek ve Şafiî´nin bu mes´eleler hakkındaki görüşünü açıklamağa çalışmak isteriz:
Birinci mes´ele: Şafiî âmmın umûmiyle amel eder. Tahsîs eden veya umûmuna delâlet eden bir şey bulmadığı zaman tavakkuf etmez, ameli durdurmaz. Eğer tahsîs eden bir şey bulursa, tahsîs delili bulunduğundan onu hâs3 i´tibâr eder. Tahsîs eden bir delil bulunmadıkça anamı umûmu üzere bırakır. Şafiî´nin görüşü budur. Fukahâ arasında muhtar olan görüş de budur.
imam Gazali, âmm hususunda üç görüş zikreder. Birincisi: Ânımın delâlet ettiğinin en azı alınır, ikincisi: Âmmla, hâss murad edilmiş, olmak ihtimali olduğa gibi umûm mânâsı da murad edilmiş olabilir; bu bakımdan müşterek kelimeler gibi olur. Bu durumda iki mânâdan birini diğerine tercih ettirecek bir karine bulunmasiyle ancak iki mânâdan birine delâlet eder. Bu her iki görüş ilmî veya lisanî bir esasa dayanmaktadır. Çünkü âmm kelimesi, diğer dillerde olduğu gibi, arapçada da birçok şeylere şâmil olan bir tâbirdir. Bunun aksine delil bulunmadıkça, umûmun iktizasiyle amel olunur.
Gazâlî, âmmın umûmu üzere bırakılmasını tercih hususunda şöyle diyor: “Bilmiş ol M, bu görüş yalnız Arap diline mahsus değildir; bu bütün dillerde câri bir şeydir. Çünkü umûmî olan sîgalara bütün dillerde ihtiyaç vardır. Türlü halkların hepsinin ona ihtiyaçlariyle beraber böyle bir kelime vaz´etmeyip onu gözden kaçırmış olmaları «sak bir şeydir. Her milletin böyle umûma delâlet eden kelime vazettiğine örnekler gunlardır: Umûmî emre karşı gelenlere i´tiraz yöneltilir, bu emre itaat edenler i´tirazdan kurtulur. Umûmî olarak helâl edilen şeylerin helâl sayılabilecekleri kabul olunur. Bunların îzâhı şöyledir;: Efendisi, hizmetçisine dese ki: Evime kim girerse ona bir dirhem veya bir ekmek ver! Hizmetçi de her girene verse, efendisi buna i´tiraz edemez. Girenlerden biri hakkında i´tirazda bulunup hizmetçiyi azarlayamaz. Meselâ: İçlerinden filâna niye verdin, o kısadır, ben uzun boyluları kasdetmiştim, diyemez. Veyahut, verdiğin falan adam karadır, ben ak olanları murad etmiştim, diye i´tiraz edemez. Eğer böyle bir şey diyecek olursa, hizmetçi köle: Sen bana uzun boylulara, ak olanlara vermememi emir etmedin, sadece her girene ver dedin, bu da girdi, ben de verdim; diye cevap verir. Aklı başında olanlar, hangi dilde olursa olsun, bu sözü işittikleri zaman efendinin i´tirâzınm yersiz olduğunu görürler, hizmetçinin özrünü yerinde bulurlar… Hizmetçi girenlerin hepsine verse
Gazâlî, işte böylece, âmm olan kelimenin, umûmî mânada olmasını hususî mânâ üzerine tercih ettirecek bir karine veya siyaka ihtiyaç olmaksızın umûmi mânâda kullanıldığını beyân etmektedir. Karine veya siyaka muhtaç olan cihet, ânımın hususî mânâya delâletidir. Yâni asıl istimali dolayısiyle âmm. kelimenin şâmil olduğu şeylerden basısına o âmmın tahsîs edilmesidir.
işte îmam Şafiî´nin, (Allah ondan razı olsun) mesleği budur. Ona göre: Âmm ile hususî bir mânâ kasdolunursa, yâni âmmın tahsîs edilmesi, bu ancak Kur´ân´m nassiyîe olur, yahut Hadîsle olur. Usûl ulemâsının çoğu bu hususta Şafiî´ye muvafakat eder, Hanefiyye fukahâsı da muvafakat edenlerdendir. Ancak Hanefiyye, Şafiî´lerden şurada ayrılmaktadırlar: Onlar âmme, Şafiî´nin vermediği kuvveti veriyorlar, âmmı delâlette kat´î sayıyorlar. Şafiî´ye göre, sîgası i´tibâriyle ânım olup umûmî mânâda kullanılan ve tahsîs edici bir şeyde bulunmayan âmmın delâleti zannîdir, kat´î değil. Onun için Kur´ân´m âmmları Hadîsle tahsîs edilir, nasıl M ikinci mes´elede beyan olunacaktır. Halbuki haber-i vâhidler sübût bakımından zannîdir. Kur´ân ise sübût bakımından kat´îdir. Kat´î olan, zannî ile tahsîs edilmemek gerekirken, delâlet bakımından âmm, Şafiî´ye göre, zannî olduğundan, bu sübûtu zahnî olan hadîsle delâleti zannî ©lan âmmı tahsîs etmektir ve bu caizdir, Hanefiyyeye ise diyorlar ki: Ânun olan kelimenin, umûm mânâlarına delâleti kat´îdir, onun için Kur´-ân-ı Kerîm´in âcnn Olan kelimelerini, haber-i vâhidle tahsîs etmek caiz olamaz. Çünkü Kur´ân´m sübûtu kat´îdir, âmmın da delâleti kat´îdir. Halbuki haber-i vâhid olan hadîslerin sübûtu zannîdir. Kat´î olan bir şey, zannî olanla tahsîs edilemez.
Hanefiyye ulemâsınca, kat´î olmanın mânâsı şudur: Delilden doğan bir tahsîs ihtimalinin âmmın delâletine girmemesidir. Yâni delüe dayanan bir tahsîs ihtimalinin bulunmamasıdır. Yoksa kat´înin mânâsı, bu delâletin asla tahsise ihtimali bulunmaması demek değildir. Çünkü madem ki, tahsîs caizdir ve mümkündür, onun imkânsızlığına delil getirilmiş değildir, öyleyse ^ahsîse her zaman ihtimal vardır. Fakat tahsise delil bulunmadığından, biz delâletin kati olduğu esası üzerine içimime devam ettik. Zîrâ sözlerin kullanışında ve onların delâletlerini alsp kabulde hâl böyledir. Kelimeler hakikat olarak kullanılır, hakikat n- ´..nâsındaki delâleti kat´î i´tibâr edilir. Mecâze ihtimal varsa da bu delilden doğmayan bir ihtimaldir, onun için ona bakılmaz. Kelimenin hakikat mânâsına delâleti, mecaz ihtimalinden dolayı, zannîdir diyemeyiz. Çünkü aksi takdirde, hiçbir söz bir şey ifâde etmez, hiçbir mânâ dinleyiciyi tatmin edemez, söze güven olmaz.[22]
138- İkînci Mesele: Kur´ân´daki Umumî Mânâdaki Kelimeler Haber-i Vahîd Olan Hadîsle Tahsîs Olunur Mu
Kitâb-ı Kerîm´deki âmmların, her ahvalde haber-i vâhid olan hadîsle tahsîs edilmesi, Şafiî bunu caiz görmektedir. Şafiî´nin Er-Risâle´sinde görüyoruz ki, Kur´ân-ı Kerîm´in âmmlannı, haber-i vâhid olan hadîslerle tahsîs «diyor. “Zina yapan kadına ve zina yapan erkeğe her birin© yüz değnek vumm.”46 âyetindeki umûmî lâfızla bildirilen hükmü, Sünnetle, bakir olan kız ve oğlana yâni evlenmemiş olanlara hâss bir hüküm olarak tahsîs ediyor. Evlenmiş olan kadın ve erkek sâna yaparsa onlara değnek vurulmaz, reem olunurlar. Recm Hadîsi ise haber-i vâhiddir.
Hanefiyye ise, haber-i vâhid olan Hadîsle âmmm tahsîs edilmesini caiz görmezler. Ancak âmm, başka bir tahsisle tahsîs edilirse, âmm-ı mahsusun kat´îliği bozulduğundan o zaman zannî olan haber-i vâhidle tahsîs caiz olur. Bu ihtilâfın esası şudur: Âmmın sîgası i´übâriyle umûma delâletini Şafiî zannî görüyor, çünkü âmmın tahsîse ihtimali çok kuvvetlidir. Zîrâ tahsisten hâli âmm gayet nâdirdir, hattâ Abdullah îbni Abbas´m şöyle dediği rivayet olunur: “Tahsîs edilmedik âmm yoktur.” Aramın tahsîs edilme ihtimâli bu kadar kuvvetli olunca, t&hsk eden şeyin meydana çıkmasından önce dahi âmmın delâleti zannî olur. Belki orada bir tahsîs eden vardır, bis onu aramalıyız. Âmmın delâleti bu tars-da zannî olunca, onun zannî olanla tahsîs edilmesi câis olur. Hâttâ bu tahsîs yapma işi, çoğunca meşhur olanla da uygundur. Yâni umûmî olan kelimelerin ekserisinde hususî mânâ kasdolunmuştur,
Hanefiyye ulemâsı, âmm,, sîgası i´tibâriyle umûma delâletinde kat´î-dir, dediklerinden zannî olanla âmmın tahsisini caiz görmemişlerdir. Çünkü tahsîs demek, bu lâfzın delâlet ettiği hükümlerden bir kısmını ondan çıkarmak demektir. Kat´î olmak ise lâfzın delâlet ettiği hükmün o kısma hakkında da sabit olduğunu kesin olarak gösterir. Böyle kat´î bir surette sabit olan bir delâlet sannî bir şeyle îbtâl edilemez.
Fakat Hanefiyye, gördüğün gibi, âmm, başka bir şeyle daha Önce tahsîs edilirse, muhassas olan âmm haber-i vâhidle ve kıyasla tahsis edilir, diyorlar. Çünkü tahsîs edilmezden önce âminin kat´î olmasının mânâsı, tahsîs ihtimalini kati surette nefiy etmek değildir, Beîki tahsîs ihtimali, delilden doğmayan bir ihtimaldir. Amini tahsîs eden bir şey bulunduktan sonra bu tahsîs ihtimali, delilden doğan bir ihtimal oldu, yâni fi´len tahsîs bulundu. Böylece tahsîs ihtimali delilden neş´et eder bir ihtimal oldu. öyleyse âmm artık zannî olur. Diğer bakımdan âmm, tahsîs edildikten sonra, kelimenin şâmil olduklarından bâzısına delâlet etmesi, mecaz yoluyladır. Bu umûmî ismi söyleyip hâs olan bir şeyi murad etmek kabilinden olur. Mecaz yoluyla olan delâletlerin karineleri kat´î olmadıkça, mânâya delâletleri zannî olur. Tahsîs edilmiş olan âm lâfızların delâletleri, bu esasa göre zannî olduğundan, haber-i vâhid olan Hadîsle ve kıyasla âminin tahsisi eâiz olur. [23]
Üçüncü Mesele: Tahsîs, Âmm Kelime Île Şâri in Başdan Daha Husûsî Manâ Murad Ettiğini Beyan Demektir:
Tahsisin hakikatim beyana gelince: Tahsîs acaba; âmmla bildirilen umûmî hükümlere girdikten sonra, âmmın bâzı kısımlarını (etillerini) ondan çıkarmak mıdır Yoksa daha bidayette şâri´m o âmmle hususî şeyler murad ettiğini mi beyandır Bu son görüşe göre âmmın büüm efradı hükmün şümulüne girmiş, değildir ki, bâzısını ondan çıkarmağa lüzum hâsıl olsun. Çünkü âmmın şâmil olmadıkları zaten girmemiştir. Ge* rek Şafiî, gerekse Hanefî usûl kitapları, tahsisi, ânımı bâza efradına hasretmektedirler. Öyleyse, tahsîs edici nass, ânımla husus murad olunduğu ve murad olunan kısnu beyan ettnig olur. Gazali, Mustasfâsda tahsîsi: Ânımın şümulün© girenleri çıkarmak için değil, umûmî lâfızla hususî (hâss bir şey) murad edildiğini göstermek içindir, diyor.
“Delillere tahsîs edici demek caizdir. Delil mütekeltimin neyi murad ettiğini bildirir. Yâni mütekellim, umûm için vaz´olunmuş bir sözle hususî bir mânâ kasdetmiştir. Tahkîka göre tahsîs, kelimenin vaz* ve istimal i´tibâriyle umûmî mânâdan çıkıp hususî mânâya geldiğini beyan demektir. Bu, bir kelimenin hakikî mânâda yiKip mecazî mânâda kullanıldığını bildirmek için getirilen karineye benzer.”[24]
Bütün bunlar gösteriyor ki, cumhur fukahânın tahsisten kasdı; âmm olan bir sözle hâss bir mânâ murad etmektir. Nesh ile tahsîs arasındaki esas fark ise: Nesh sabit ve nnikarrer olan hükümleri değiştirir. Bir âmmın tamamı veya bir kısmı nesh edildiği zaman onunla sabit olan hükümler değişir, kalkar. Tahsiste ise, tahsîs edilen kısmın sığanın umûmuna girmesini önlemek vardır, yâni tahsîs edilen kısma o kelime hiç girmez, (Nesih refi´dir, tahsîs defi´cür ki, birincide, giren hüküm kaldırılır, ikincide girmesi önlenir.)
imam Şafiî, risalesinde bu- yolu tutmuştur. Orada tahsis, kendisinden sonra gelen bütün usûlcülerin dedikleri sözlerle anlatmaktadır. Tahsîs edilen ânımı şu başlık ile kaydetmektedir: (Kur´ân´da zâhirsn âmm bir lâfızla nazil olup onunla hâss murad olunanların beyanı hakkındadır.) Bu sözler gösteriyor kî, Şafiî´ye göre tahsîs, murad olunan mânâyı beyan demektir.
İşte tahsisin durumu budur. Tahsîs edici delil, tahsîs olunana ister yakın olsun, ister ondan sonra veya önce gelsin, hepsi birdir. Bu, Şâfü-lerce böyledir. Çünkü onlara göre hâss ile âmm aynı mevzu hakkında vârid olursa o ânımla hâss murad edilmiş demektir. Çünkü hâssın delâleti katidir, âmmın delâleti ise onlarca zannîdir. Âmmla amel etmek, tahsîs edici bir delili araştırmağa mâni değildir. Böyle bir şey bulununca, ânım olan lâf´z hâss i´tibâr olunur.
Hanefiyyeye ise, tahsîs delilinin ânıma mukârin olmasını gart koşarlar. Böylelikle âmm olan lâfızla hâss murad edilmiş olduğuna delâlet eden bir karîne olmuş olur. Eğer her ikisi aynı zamanda birleşmez ise, aralarında taaruz bulunduğu vakit, zaman i´tibâriyle sonra gelen âmm dâhi olsa, sonraki öncekini nesh eder. Çünkü Hanefiyyeye göre âmmın delâleti kat´î olduğundan hâssı neshedebilir.
Kur´ân´daki âmm ve hâssiar hakkında Şafiî´nin sözü. böyledir. Onları oldukça açıklamaya çalıştık. Onlara ışık tutarken Şafiî´den sonra gelen usûl .ulemasının sözlerinden de faydalandık. Şimdi de başka bir noktaya geçelim. O da Kitabın beyanı ve bunda Sünnetin yeri bahsidir. [25]
140- Kitabın Beyanı Ve Bunda Sünnetin Rolü:
Kur´ân-1 Kerîm bu dînin esaslarının esâsıdır, asıl kaynağıdır. Dînin hükümleri, asülan ve feri´îeri ondan alınmıştır. Dînî deliller, delil olma kuvvetini ondan alırlar. Bu i´tibarla Kur´ân-i Kerîm şeriatın ana temelidir, dînî hükümleri bir araya toplayan esastır. Abdullah îbn-i Ömer´in göyle dediği rivayet olunur:
“Kur´ân-ı Kerîm´i belleyen kimse, çok büyük bir iş yüklenmiş demektir. Peygamberlik eseri onun gönlüne dolmuş demektir, ancak kendisine vahy olunmuyor.” Zâhiriyye ulemâsından îbn-i Hazm der ki: “Fıkıh bab-larının (bölümlerinin) her birinin Kitabda aslını ve esâsını bulursun. Sünnet de onu açıklar.” Allah´ın izniyle aşağıda beyan edeceğimiz veçhile, Kitab, Sünnetin aslıdır, ana direğidir. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: “Biz Kitabda hiçbir şeyi noksan bırakmış değiliz.[26] Yine Cenâb-ı Hak buyurmuştur: “Bu Kur´ân, en doğru olana hidâyet edip götürür.”[27]. Kelâmı yüce Tanrı, §öyle buyurur: “Biz Kur ân ı mü´ninlere şifâ ve rahmet olarak indiririz. Zâlimlerin ise ancak hüsranı artar.”[28] Hz. Âişe, (Allah ondan razı olsun) şöyle derdi: “Bir kimse Kur´ân okursa, ondan üstün kimse olamaz.” Bu sözlerden ve zikretmeye burası kâfi gelmeyen diğer emsali nasslardan anlaşıldığı üzere, Kur´ân-ı Kerîm, dînî hükümlerin ana kaynağıdır. Öyle olunca, onları ancak icmâlen beyan etmiş olması gerekir, mücmel olan tafsilâta muhtaçtır. Küllî kaideler beyâna muhtaçtır. îşte bunun için, Kur´ân´dan hüküm alırken, onun içinden şer´î mes´eleîeri çıkarırken behemahal Sünnetten yardımlanmak lâzımdır. Yüce Allah Peygamberine şöyle buyurur: “Biz sana Kur´ân´ı, kendilerine indirilenleri insanlara beyan «desin diye indirdik.” Şafiî, Kur´ân-ı Kerîm´e bu nazarla bakmaktadır. Ona göre Kur´ân-ı Kerîm, dînin ana kaynağıdır, onu bilmeyen, hiçbir şey bilmiyor demektir. Onu bilenin de bilmediği kalmaz. Dînî hükümlerin hepsi Kur´ân´da ya nassan, ya istinbat veya istidlal yoluyla bulunmaktadır. Şafiî´nin o beliğ sözlerini nakledelim. Diyor ki: “Allâhu Teâlâ´mn Kitâb-ı Kerîm´inde inzal buyurduğu her şey; rahmettir, hüccettir. Onu bilen, bilgili kişidir, bilmeyen bilmez kişidir. Onu bilmeyen bir şey bilmez, onu bilenin de bilmediği olmaz. İnsanlar ilimde derece derecedirler. Onların ilimdeki mertebeleri, Kur´ân ilmîndeki derecelerine göredir, tüm isteyen kimselerin onu öğrenmek için bütün kuvvetlerini sar-fetmeleri, bilgilerinin artması için son derece çalışmaları, bu uğurda önlerine çıkan engellere katlanmaları gerekir. Kur´ân´m nasslanm, ondan hüküm alma yollarını Öğrenmede Aüah rızâsını gözetip ihlâs üzere olma; hdır, bu hususta AHah´dan yardım dileğinde bulunmalıdır. Çünkü Allah´ın yardımı olmadıkça higbir bilgi elde edilemez, Allah´ın Kitâb-ı Ke-rîm´indeki hükümlerini nass ve istidlal yoluyla bilen ve bildiklerini söyleyip onlarla amel etmeğe muvaffak olan kimse, din ve dünyasında fazflete ermiş olur; şüphelerden kurtulup uzaklaşır. Kalbinde hikmet nuru parlar, diride imamet makamına, önderliğe hak kazanır.”[29]
Şafiî´nin risalesini, başından sonuna kadar oku. Anlarsın ki, onun udinin merkezi Kur´ân´dır. Şafiî Er-Risâle´sinde şeriat ilminin usûlünü vaz´etmektedir. Bunun kutbu, önderi, kıyamete kadar hüccet´i Kur´ân´dır. [30]
141- Sünnet (Hadis), Kitabın (Kur´an ın) Mücmelini Açıklar:
Kur´ân-ı Kerîm´in beyanları küllî olup beyâna muhtaç olan yerlerini Sünnet ve Hadîs beyan edici olduğundan, Şafiî Kur´ân´ın beyanlarım iki kısma ayırmıştır:
1- Nasslarm beyânı açık olduğundan ondan başka bir beyâna ihtiyaç yoktur.
2- Sünnetle îzâha muhtaç olan beyan ki, ya Kur´ân´ın mücmelini tafsîl eder, ya muhtemel mânalarından birini tâyin eder, yahut umûmî mânâlardan murad olunan hâss mânâyı gösterir.
Şâfiİ bu kısımlardan her birine misâller getirmekte, örnekler vererek hükümlerini göstermektedir. Kur´ân-ı Kerîm´de tamamiyle beyan olunup başkaca îzâha asla lüzum kalmayan hükümlere misâl olarak liân ve liâmn nasıl yapılacağına dâir olan âyetleri zikretmektedir. Allâhu Teâlâ buyurur ki: ´iffetli kadınlara zina, fuhuş isnad edip´de sonra isbat için dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vuran, ebedîıyyen onların şahitliğini kabul etmeyin, İşte onlar yoldan çıkmış fâsık kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenler bunun dışındadır. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder.”[31] Bundan sonra Cenâb-ı Hak yine §öyle buyurur: “Kanlarına zina isnad edip de kendilerinden başka da şahitleri olmayanlarm şahitliği, kendisimin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şahit göstermesiyle olur. Beşinci defasında: Eğer yalancılardan ise Allah´ın lanetinin kendisine olmasını diler. Kocasını» yalancılardan olduğuna Allah´ı dört defa şahit göstermesi suretiyle kadın cezayı kendisinden savar, beşincisinde eğer kocası doğrulardan ise kendisinin Allah´ın gazabına uğramasını diler.”[32]
Eu âyetlerde kendi karısına iffetsizlik isnad eden ile kendi eşinden başka bir kadına iffetsizlik isnad eden kimse arasında fark yapılmıştır. E^i olmayan bir kadına iftira eden kimse bu suçu dört şahitle isbat edemediği takdirde kendisine behemahal had vurulur. Kendi eşine iffetsizlik isnad edip de Kendisinden başka şahidi olmayan kimse ise liân yapar. Bunun nasıl yapılacağını Kur´ân-ı Kerîm gayet açık beyan etmiştir, bundan başka bir açıklamaya hacet kalmamıştır. Sünnet buna yeni bir hükûm ilâve etti ki, o da kan ile kocanın birbirinden ayrılmasıdır, onun için Şafiî (Allah ondan razı olsun) söyle demektedir: “Allah´ın Kitabı liânı ve sayısını tamâmiyîe yeteri kadar anlatmıştır. Sonra bâzıları eşlerin ayrılacağına dâir Hz. Peygamber´den Hadîs rivayet etmişlerdir.”
Şâfil, el-Üm´de Hân hakkında vârid olan Hadîsi beyan etmiştir. Uvey-mir Aelânî Hs. Peygamber´e bu hususu sormuş, Hz. Peygamber sükût etmif, nihayet Hân âyeti nazil olmuş. Hz. Peygamber iki eş arasında liân yapmış, sonra onları birbirinden ayırmış ve çocuğu adamdan reddetmiştir. Şâfil bundan sonra diyor ki: “Bu hâdise gösteriyor ki, mes´ele Hz. Peygamberce arz olununca evvelâ sükût etmiş, hakem olduğu halde cevap vermemiş. Nihayet Cenâb-ı Hak tarafından mes´elenin hükmü bildirilmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber Uveymir´e; ´Allâhu Tealâ senin ve eglss halanda hüküm indirdi. dedi. Aralarında Allâhu Teâlâ´nın liân âyetinde bildirdiği veçhile liân yaptı, sonra ikisini birbirinden ayırdı. Çocuğu kadına verdi, adamdan reddetti. Ve adama; Senin için ona karşı yol yok dedi ve mehri eşine reddetmedi.”
Kur ân´ı nasslanmn beyanına diğer bir misâl de Ramazan ayı orucu hakkındaki âyet-i kerîmeleri gösterir. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey imân edenler, oruç, sizden önoe&İIere farz olduğu gibi size de fara isimdi, böylece AlIâh´a karşı gelmekten sakumuz. Oruç sayılı günlerdedir, îçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan kimseler tutmadığı gâafts&in sayısmea, diğer günlerde tutar. Oruca dayanamıyanlar, bîr yoksula doyuracak kadar fidye verir. Kim fazlasından ibâdet yaparsa o iplik kpEttîisînötJir. Oruç, tutmanız, eğer bilirseniz, stta için daisa hayır-hdnr. Bsanamn ayı, ki onda Kurbân, insanlara yol göstererek doğruyu bâ-tıMasa ayraca belgeler olarak indirildi. Sizden îra ayı idrâk edea& o ayda oruç tutsuB. Hasta veya yolculukta olan kimse tatmadığı güitein sayısınca (Eğer günlerden tutsun. Allah size kolaylık murad eder, ssoviak dilemem. Oruç sayısı tamamlamanızı,, sizi hidâyete kavuşturduğa için onu ululamanızı ister.Umulur ki siz de şükür edersiniz.[33]
Bu âyet-i kerîmeler açıkça gösteriyor ki, oruç tutulacak olan sayılı günlerden murad Ramazan ayıdır. Orue tutulacak günlerin ve ayın ne olduğuna dâir bunun Ötesinde bir beyan aramağa hiç hacet yoktur. Onun için Şafiî diyor ki: “Bizden önceki Hadîs ulemâsından hiçbir kimse çıkıp da: Oruç tutulması farz olan aydan murad Şaban ayı ile Şevval ayı arasındaki Ramazan ayıdır, diye Hz. Peygamber´den bir Hadîs rivayet etme külfetine girmemiştir. Çünkü aylar içinde Ramazan ayı bellidir, bunu herkes bilir; Allâhu Teâlâ oruç tutmağı bu ayda farz kıldığını bilmek yeter. Seferde oruç tutmak veya tutmayıp yemek hususunda, kazası nasıl yapılacağı hakkında ve daha buna benzer Kitabın nassında bulunmayan hususlarda hüküm yürütmek istediler. îlim erbabından olmayanlardan, Kamazanın hangi ay olduğunu, orucun farz olup olmadığını beyana muhtaç olan bir kişi bulunduğunu bilmiyorum.”
Bütün bunlardan görülüyor ki, Şafiî´nin misâl olarak getirdiği Kur ân âyetleri bu hususta birer nass´dir. Eğer mevzuubahis olan meselenin tamamlanacak yeri varsa onu Sünnet beyan eder. Na&îi ki, li$nâa~,tefrikin sübûtu, çocuğun nesebinin ise sabit olmaması Sünnetle beyan .olunmuştur. Orucun kasası, seferde orue tutmağa ruhsat, sefer hâlinde oruç tutmanın sahîh olduğu, oruç âyetlerine nisbetle beyan olunmuştur. Fakat birinci misâlde liân ve nasıl yapılacağı hg.kkındaki nass beyana muhtaç değildir. İkinci misâl oruç günleri ve ayı hakkında nass´dır; bu hususta başka beyana ihtiyaç yoktur. Onun için insanlardan hiçbiri bu hususta Sünnetten beyan aramak ktHfetine kendini sokmamıştır. [34]
142- Sünnet, Kur´an´ın Muhtemel Manalarından Bîrinî Tayîn Eder:
Kur´ân´m beyanlarının ikinci kısmına gelince, bu hususta Sünnetin beyanına ihtiyaç vardır, mevzuu aydınlatmağa nass yetmez. Şafiî´nin bu I´hususta getirdiği misâlleri üç kısma ayırmak mümkündür:
1- Nassın siyakına göre âyetin iki şeye ihtimali vardır; Sünnet bu iki ihtimalden birini tâyin eder. Bunun misâli su âyet-i kerîmedir: Eğer ona yine boşarsa, bundan sonra başka bir aş ilenikahlanmadıkça artık onunla evlenmesi helal olmaz, eğer o koca da boşarsa, ikisiîim tekrar evlenxneler£i»âe bfe beis yoktur.[35]. Bu âyetteki “Başka bir eş ile nikâh-ianmadıkça” tâbiri, karı ile kocanın bir arada buluşmaksızm mücerred nikâh akâini yapmalarına da muhtemeldir. Böylece mücerred nikâh akdetmekle birinci kocasiyle tekrar evlenmesi helâl olur. Fakat âyet karı ile koea zifafa girmedikçe birinci kocaya helâl olmamasına da muhtemeldir. Çünkü nikâh kelimesi, cinsî münasebete de denir, akde de denir.Hz, Peygamber, kocasının üç defa boşadığı ve ondan sonra başka bir kocayla evlenen kadına: Sen onun balından o da senin balından tadmadıkça eski kocana dönen helâl olmaz,” demiştir. Bu Hadîs, birinci kocaya dönmeği helâl kılacak nikâhın, ancak duhul vukubulan evlenme olduğunu tâyin etmiştir.
Sözün iki mânâya ihtimali bulunan nev´e diğer bir misâl de şudur: Bu, geçen iki âyette olduğu gibi bizzat lâfzın ihtimalinden ileri gelen bir sey değilse de, zahiren aradaki taaruzdan doğar. Kocası öldüğü zaman hâmile olarak kalan kadının iddeti hakkındaki âyetler böyledir. Şafiî´ye göre bu halde kadının iddeti doguruncaya kadar sürer. Bunu Sünnet ile tercih eder. Vefat iddetini bildiren âyet-i kerîmeler şunlardır: “İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları zevceler dört ay on gün kldet beklerler.”[36]
Bu âyet-i kerîme umûmî bakımdan zahiri i´tibâriyle hâmile olana da, olmayana da şâmildir. Allâhu Teâlâ diğer âyette şöyle buyurur: “Hâmile olan kadınların bekleme iddeti doğuruncaya kadardır.”[37] Bu âyet de umûmî bakımdan hem kocası ölmüş olan ve hem, de boşanan kadınlara şâmildir. Kocası ölen kadının iddeti, bu iki iddetten biri ile olmak ihtimali vardır. Veyahut her iki iddeti de bekler; nasıl ki bâzı ulemâ böyle demişlerdir. Allâhu Teâlâ, kocası ölen kadına dört ay on gün iddet beklemesini farz kılmıştır. Yüklü olan kadının iddeti de doğurmasıdır. Kocası ölen kadın yüklü olur da her iki iddet bir yerde toplanırsa o zaman her iki iddeti de bekler. Nasıl ki, üzerine farz olan iki şeyi de yapmak lazımsa bu iki iddeti de tutmak lâzımdır. İki iddetten en uzununu, (eb´adü´l-eceleyn) iddet beklemek suretiyle her iki müddet tutulmuş olur. Fakat Sünnet böyle durumda bu ihtimali beyan etmektedir. Kocasının ölümünden birkaç gün sonra çocuk doğuran Sebîa Binti Hâris´e, Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Evlenmen artık helâl oldu, evlenebilirsin,”[38]
2- Kur´ân-ı Kerîm mücmeldir. Hz. Peygamber daha mufassal olarak anlatır. Farzların çoğunda hâl böyledir. Farz olan namaz Kur´ân´da icmâlen mezkûrdur. Meselâ: “Namaz mü´minlere vakitleri belirtilmiş bir farzdır.”[39] âyeti böyledir. Zekât da, “Onların mallarından sadaka al ki, bununla onlan temizleyip arılayasın tezkiye edesin.´[40] âyetiyle icmâlen farz kılınmıştır. “Namazı lalın, zekâtı verin” âyetleri de böyledir. Hac
Ve diğer farzlar böyle icmâlen mezkûrdur. Hz. Peygamber bunları etra-fiyle beyan etmiştir. Namazların sayışım, mukîm iken, seferde iken nasıl kılınacağım bildirmiştir. Zekât da böyledir. Hangi mallardan ne mik-dar zekât verileceğini, zekâtın farz olmasının şartlarını Sünnet beyan etmiştir. Haccın menâsiki, mîkâtleri ve diğer yapılacak işleri Sünnet açıklamıştır. Bunların hepsinde Sünnet Kur´ân´ı tefsîr ve tafsil etmektedir.
3- Anımın hususî mânâda olduğunu beyan: Kur´ân´daki âmmlarla husûsî mânâ murad olunduğuna dâir Şafiî´nin getirdiği misâllerden bir kısmını yukarıda zikrettik. [41]
143- Sünnetin Beyanına Duyulan İhtiyaç:
Kur´ân´ın beyanları hakkında Şafiî´nin yolu budur. O bu tutumuyla doğru yol üzere gitmektedir. Çünkü evvelâ Kur´ân´ı Kur´ân´la ve Kur´ân´-dan anlamağa yönelmektedir. Kur´ân-ı Kerîm´de bir yerde veya başka başka yerlerde tafsîlâtiyle bildirilen hükümleri yalmz Kur´ân´dan alır, bu hükümler Kur´ân´la sabittir. Oruç ve liân âyetlerinde olduğu gibi.
Kur´ân-ı Kerîm´in hükümlerini inceleyen ve dînin umûmî hüküm esaslarını araştıran kimse, bunların hepsini Kitâb-ı Kerîm´in hâvi olduğunu görür, Muvafıkât´ta şöyle deniyor: “Hadîs-i Şerifte şöyle gelmiştir; Peygamberimiz der ki: ´Peygamberlerden hiçbir Peygamber yoktur kî, kendisine âyetler, mH´cizeler verilmiş obuasın. İnsanlar o sebeple onlara inanmıştır. Bana ise Cenâb-ı Hak vahiy suretiyle Kitab verdi Umarım ki, kıyamet gününde Peygamberlerin içinde tabi´leri en çok olan ben olurum´.”[42] Hz. Peygamber´e vahiy suretiyle verilen Kur´ân´dır. Sünnet onun beyanı mesabesindedir. Öyle olunca, Kur´ân-ı Kerîm, icmâlen her şeyi toplamaktadır. Kısaca ner hükmü câmi´dir. Bu i´tibarla onda dînî umur küllî ve umûmî bir halde topludur. Bunlar, “Bugün sizin dininizi tamamladım,” âyetinin inmesiyle tamamlanmış, kemâlini bulmuştur.
Kur´ân-ı Kerîm´in beyanı olmak lâzımgelirse, bu behemehal Sünnettir. Çünkü küllî esasları ihtiva edenin yanıbaşmda bir de açıklamak için beyan bulunmak gerektir. Dînin teferruatını Sünnet beyan eder. Küllî ve umûmî esasları Kur´ân bildirir. Namaz, zekât, hac, eihad, oruç bunların hepsinin farz olduğunu Kur´ân bildirmiştir, Sünnet ise bunları te-ferruatiyle açıklamıştır. Aile umuru, insanların birbiriyle muameleleri, cemiyette fesadı önleyen ukûbât (cezalar) bunların hepsinin esaslarım Kur´ân vaz´etmiş, ana prensipleri o kurmuştur. Bunların beyanını ve tafsilâtını ise Sünnet yapmıştır. Şafiî, Kur´ân´dan hüküm çıkarma hususunda Sünnetlerden yardımlandıysa, bu çok yerindedir. Kur´ân´ın tefsiri için ilk kaynağa başvurmuş demektir,
Şâtıbî, Muvafıkât´ında diyor ki: “Kur´ân-ı Kerîm´den hüküm alırken, yalnız onunla iktifa edip onun gerhi ve beyanı mesabesinde bulunan Sünnete bakmamak olmaz. Çünkü Kur´ân küllî esasları hâvidir, onda küllî umur mezkûrdur. Namaz, zekât, hac, oruç ve emsali farzlar böyledir. Bunları beyan için Sünnete bakmaktan başka yol yoktur. Eğer Sünnette bulamazsa, o zaman selef-i sâlihmin nasıl tefsir ettiklerine bakar. Çünkü onlar, bunu başkalarından daha iyi bilirler. Eğer onlarda da bulunmazsa, o zaman elde etmiş olanlar için, Arapçayı anlayış selikası ve dirayeti yeter.”[43]
îste Şâfü, bu doğru ve sağlam yolda yürümüştür. O, Kur´ân´dan hüküm alırken Sünnetten yardımlamr. Eğer önünde faydalanacak Sünnet yoksa, ittifak etsinler, ihtilâf etsinler, ashabın kavillerinden yardımlamr. Sahabe kavli de bulamazsa, o zaman Arapçanın üslûbundan, re´yden ve kıyastan faydalanır. Bunları, ileride sahabe kavillerinden ve Sünnetten bahsederken Îzâh edeceğiz. [44]
——————————————————————————–
[1] Er-RisâJe, s. 33, Halebl tâb´ı.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 176-177.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 177-178.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 178.
[5] Hanefi usulcüleri Ammı şöyle tarif ederler:Birçok şeylere şamil olan bir isimdir.
[6] Hanefî usûlcülerince Hâssın tarifi şöyledir: Tek bir mânâya vaz´olunan kelimedir.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 178-179.
[8] Tevbe Suresi 120
[9] Nisa Sûresi: 75
[10] Kehf Sûresi: 77.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 179-180.
[12] Nisa Sûresi: 95-96,
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 180-181.
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 181-182.
[15] Ebû îshak ibrahim Şâtıbî, Muvafakât, c. I, s. 119/124.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 182-183.
[16] Al-i İmrân Sûresi: 173.
[17] Nûr Sûresi: 2.
[18] Nisa Sûresi: 11.
[19] Nisa Sûresi: 12.
[20] Mâlde Sûresi: 41.
[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 183-185.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 185-187.
[23] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 187-188.
[24] Gaaâlî, Mustasfa.
[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 188-189.
[26] En´am Sûresi: 38.
[27] İsra Suresi:9
[28] îsrâ Sûresi: 82.
[29] Şâflî, Er-Risâle.
[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 189-191.
[31] Nûr Sûresi: 4-5
[32] Nûr Sûresi: 6-9.
[33] Bakare Sûresi: 183-186.
[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 191-193.
[35] Bakara Sûresi: 230.
[36] Bakara Sûresi: 234.
[37] Talâk Sûresi: 4.
[38] Şafiî, hâmile kadının vefat iddetini, âyetlerin zahiren tearuzunu, Sünnetin bunu beyanını El-Ümm´ün V. cildinde şöyle anlatmaktadır:
“Allâhu Teâlâ´mn; ´İçinizden Ölenlerin geriye bıraktıkları zevceler, dört ay on gttn İddet beklerler.´ (Bakara: 234} buyurması, hür olsun, câriye olsun, hâmile plsun olmasın, her kadına şâmil olması muhtemel olduğu gibi, cariyelere değil de yalnız hür kadınlara, hâmile olmayanlara şamil oûmak ihtimali vardır. Sünnet bunun hâmile olmayan zevcelere âit olduğunu bildirdi. Hâmile olan kadınlar için boşanma iddeti, vefat iddeti her ikisi de birdir. Bunların her ikisinin iddeti, doğurmasiyie biter. Sünnet bunu şöyle bildirir: Abdullah îbn-i Abbas Üe Ebû Seleme, kocasının ölümünden birkaç gece sonra doğuran kadın hakkında ihtilâf ettiler. îbn-i Abbâs en usun oîan iddeti bekler, dedi. Ebû Seleme, doğurmasiyie İddet tamamlanır, dedi. Ebû Hüreyre: Ben kardegimin oğlu yâni Ebû Seleme ile beraberim, dedi. îbn-İ Abbâs´ın kölesi bu mes´eleyi sormak üzere Ümmü Seleme´ye gönderdiler. O da dönüşünde Unımü Seleme´nln şöyle dediğini haber verdi: Sebîa Eslemlyye, kocasının ölümünden birkaç gece sonra doğurdu. Bu durum Hz. Peygamber´e arz olundu. Hazret-i Peygamber de ona; ´Evlenmen artık helal oMu, evlenebilirsin buyurdu.”
[39] Nisâ Sûresi: 103.
[40] Tevbe Sûresi: 104.
[41] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 193-195.
[42] İbrahim Şâtıbl, Muvâfıkât.
[43] İbrahim Şâtıbî, Muvâfıkât. 196
[44] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 195-196.