132- Kitap ve Sünnette Bulunmayınca Rey´le Hüküm Vermek:
Şehristanî, El-Milel-Ven-Nihal´de şöyle der: «Gerek ibadetlerde ve gerek muamelata dair olanlarda o kadar çok olay bulunur ki, bunları sayı altına almak imkansızdır. Kesin olarak biliyoruz ki, her olay hakkında nass gelmemiştir, zaten bu tasavvur da olunmaz. Nasslar mahduddur, olayların ise sonu gelmez, bitip tükenmez. Namütenahi olanı, mahdud olamaz. İctihad ve kıyas zaruridir, her hâdise için ictihad gereklidir.» Hal böyle olunca Hz. Peygamber Aleyhisselamın irtihalle-rinden sonra Ashab-ı Kiram, bitip tükenmez, sayıya sığmaz olaylar karşısında kaldılar. Ellerinde kitab ve Resulü Ekrem´in sünneti vardı. Pek tabii olarak olayları kitaba arzedip çözümünü aradılar. Eğer onda açık bir hüküm buldularsa, ona göre hükmünü verdiler. Kitapta açık bir hüküm bulamadılarsa, o zaman Hz. Peygamber Aleyhisselamın sünnetine başvurdular. Hz. Peygamber´in bu gibi meselelerde nasıl hüküm verdiği hususunda aralarında istişare yaptılar, ona göre hüküm verdiler. Eğer bu konuda bir hadis bellemiş olanlar yoksa, o zaman ona benzer ictihad yapıp reyleriyle hüküm verdiler. Kadı ve müftü de bu durumdadır. Önündeki mesele hakkında nass yoksa, o zaman ona benzerini tatbik eder veya adalete uygun gördüğü şekilde reyiyle hüküm verir. Onlar böyle yapıyorlardı. Kitap ve sünnetten nass bulamayınca, o zaman rey´e baş vurup görüşlerine göre hükmederlerdi.
Hz. Ömer´in kaza ve yargı hususunda Ebû Musa El-Eş´ari´ye yazdığı mektubunda, meşhur mesajında şunlar vardır: «Kitap ve sünnette olmayan hususlarda gönlünün yatıştığı şeylere dikkat et, onları iyi anla. Birbirine benzeyenleri, emsali olanları tanıyıp bil. O takdirde işleri
mukayese et, kıyas yap.»
133- Rey ve Hadis Rivayeti Arasında:
Ashab-ı Kiram rey´i alıp kabul ettiler, ancak ne kadar alacakları ölçüde ihtilaf ettiler. Bir bölük az, bir bölükse çok aldı. Bir bölükte kitap ve sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda tevekkuf yanlısıydı. Hepsi de kitap ve sünnetten bir nass varsa, ona itimad etmekte ittifak halindeydiler. Eğer kitap ve sünnetten bir deli! bulamazlarsa, o zaman fukahanın meşhurları rey´ine yönelirlerdi. İçlerinde Hz. Peygamber´in hadisini doğru bellemiş olmakta şüpheye düşerek ona yalan isnad etmiş olmamak için hadis rivayetinden kaçınanlar da vardı.
İmran b. Hüseyn´in şöyle dediği nakil olunur: «And olsun ki, eğer istesem, Hz. Peygamber´den iki gün hiç aralıksız hadis rivayet edebilirim, fakat beni bundan alıkoyan şudur: Hz. Peygamber Aieyhisselamın ashabından bir çokları da , ben gibi ondan hadis-i şerif dinlediler, ben gibi onun yanında bulundular. Bakıyorum, onlar öyle hadisler rivayet ediyorlar ki, hiç de dedikleri gibi değil! Onlar böyle yanıldıkları gibi ben de yanılmaktan, benzetmekten korkuyorum.
Ebû Ömer Şeybâni şöyle demiştir: «Ben İbni Mes´ud´un yanında bir yıl beraber bulundum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu, demezdi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu dediği zaman onu bir titreme kaplardı ve şuna benzer söyledi, buna yakın birşey dedi, derdi. İbni Mes´ud hadise bağlanarak Hz. Peygamber hakkında yalan söylemiş olmak durumuna düşmektense, reyiyle fetva verip onun sorumluluğunu yüklenmeyi tercih ederdi. Herhangi bir mesele hakkında kendi reyiyle fetva verdikten sonra şöyle derdi: Bu benim görüşümdür. Eğer doğru ise bu Allah´ın bir lütfudur, eğer yanlış ise o da benden ve şeytandandır.» Rey´i, ashab-dan birinin rivayet ettiği bir hadise uygun düşerse, o zaman sevinçten uçardı. Nasıl ki, mufavvaza meselesinde böyle olmuştu: Ona mihri misliyle hükmetti, ashabdan biri çıkıp Hz. Peygamber Aleyhisselam´ın da bu konuda onun gibi hüküm verdiğini söyleyince pek sevinmişti.
Gerçekten Ashab-ı Kiram, dinî vicdanlarından kopup gelen iki türlü duygu içindeydiler: Birisi: Meydana gelen olayları çözmek için Hz. Peygamber´den çok hadis rivayet etmek. Fakat bunda bilmeyerek yanılıp yalana düşmek tehlikesi var. Dehlevî, Huccetul-Lâhil Bâliga kitabında şöyle der: «Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) ashabdan bir grubu Kûfe´ye gönderirken demiştir ki: Sizler Küfe´ye gidiyorsunuz. Siz öyle bir cemaata varacaksınız ki, onlar, arı uğultusu gibi gür sesle Kur´an okuyorlar, onlar size gelip hadis soracaklar, rivayeti az
yapın!» İkincisi: Hz. Peygamber´den bir eser naklolunmayan hususta kendi reyleriyle hüküm vermek. Fakat bundan da kendi görüşlerine qöre birşey için haram veya helal demeye karışmaktır. İçlerinden bir kısmı eser naklolunmayan hususta fetva vermekten çekinir, ancak hadis rivayetini seçerdi. Bir kısmı da Hz. Peygamber´den naklolunmuş bir sünnet bulunmayan hususlarda rey´i seçer, fetva vermekten kaçın-mazdı. Eğer sonradan bu konuda hadis bulunduğunu anlarsa, rey´in-den hadisin hükmüne dönerdi. Ashabın bir çoklarından bu rivayet olunmuştur. Hz. Ömer de bunlardan biridir. Ashab-ı Kiram´dan bir kısmı rey ile hüküm verirlerdi ki bunların başında Ömer b. Hattab, Zeyd b. Sabit, Ali b. Ebû Talib ve Abdullah İbni Mes´ud hazretleri gelmektedirler.
134- Ulemanın Merkezi Medine Olmuştur:
Ashab-ı Kiram devrinden sonra onların talebesi sayılan Tabiin geldi. Tabiîn çağında iki önemli iş vardır ki, onların fıkıh içtihadında tesiri olmuştur:
1- Müslümanlar bir takım bölük ve kollara ayrıldılar. İhtilaf fırtınası çok şiddetli ve sarsıcı esiyordu. Birbirlerine karşı çok sert ve amansız davranıyorlardı. Birbirlerine küfür, fısk, isyan kelimelerini fırlatmak onlar için kolay bir şey haline gelmişti, hatta birbirlerine ölüm oklarını atıyorlar, kılıç çekiyorlardı. Böylece ümmet: Hariciler, Şiiler, Emevİler diye bölündü. Bunlardan birine katılmayıp Allah tarafından gelen bu belaya çaresiz razı olarak fitneden uzak kalanlar da vardı. Hariciler de aralarında Ezarıka, Bazıye, Necdat ve diğer adlarla türlü fırkalara ayrıldılar. Şia da birbirine uymaz fırkalara ayrıldılar. Hatta Şia da öyle şaz, aykırı görüşlü olanlar vardı ki, İslam´dan bile çıktılar, şayed girmişlerse! Öyleleri de vardı ki, müslümanları İfsad etmek için İslama girmiş görün-düler, yalancıktan müslüman oldular. Dinin ana direğini dikmek onların umurunda bile değildi. Onların emeli İslam´ı temelinden sarsmaktı. Böylece kendi milletleri, eski kuvvetlerini ve saltanatlarını kazanacaklar, en azından onların bağımsızlığına son vermiş olan müslümanlardan öc alacaklar veya müslümantâr kavga karanlığında yaşayacaklar, Allah´ın nuru sönüp gidecekti. Bu çalkantıların neticesi olarak bazı kimselerde dini duygular azaldı, yalan yayıldı, Hz. Peygamber Aleyhissela-mın ağzından yalan hadis uyduranlar çıktı. Bu durum mü´minlerin büyüklerini endişeye düşürdü. Bu türlü uydurma hadisleri önlemek için tedbir almaya başladılar. Bunun için sahih ve sabit olan hadisleri tesbit etmeye koyuldular. Sabit hadisleri, sahih sünneti tedvin etmeyi düşünen Ömer b. Abdülaziz olmuştur (Allah ondan razı olsun).
2- Siyasi nüfuz ve kuvvet Medine´den başka yerlere intikal etti. Bu, önce Hz. Ali´nin hilafeti Küfe´ye nakil etmesiyle başladı. Sonra Emeviler Şam´ı devlet merkezi yaptılar. Medine ilim merkezi olarak kaldı, bu da ahval ve şartlara göre bazen kuvvetli, bazen zayıf olduysa da çoğunlukla ilim hareketi canlanmıştır. Hz. Osman devrinin sonlarına doğru ulema muhtelif bölgelere dağılmışlardı. Bunların her bölgede ta´bileri bulunuyordu ve bunlar ilim atmosferine hakimdiler. Bu sayede islam beldelerinin her birinde ilim merkezi meydana geldi. Kûfe´de, Basra´da ve diğer yerlerde medreseler kuruldu. Fakat fitne kazanı kaynayıp huzursuzluk çoğalınca, ileri gelen ulema, Hicaz´ı emin bir yer olarak seçip Medine ve Mekke´ye yerleşmeye başladılar. Çünki Emeviler çağında Hicaz ülkesi, fitnelerin en az olduğu yerdi. Huzur ve emniyet olan yerde İlim ve araştırma olur. Onun için Medine Tabiîn devrinde ilmin geliştiği bir yer olmuştur, başka şehirlerde de bazt ilimler varsa da Medine başta gelir. Onun için Ömer b. Abdülaziz, halife olup da İslam ümmetine dini umurunu gerçek yönüyle öğretmek isteyince, Medine´den başka yere müracaat etmedi, Medine ulemasının yardımını istedi^Ebû Bekir b. Hazm´e hadisleri toplamasını emretti. Medine ule-masfrti memleketin her tarafına dağılarak vardıkları yerlerde ilim rehberi olmaya teşvik etti.
135-Tabiîn Devrinde de Rey ve Rivayet Yolu Sürdü:
Gördük ki, sahabe çağında Ashab-ı Kiram başlıca iki gruba ayrılmıştı. Bir kısmı rivayeti çok yapar, reyle fetva vermekten çekinirdi. Diğer bir kısım da rey taraftarıydı, rivayeti az alırdı. Ancak sahih hadisleri kabul ederdi. Tâbi´in devrinde bu iki grub arasındaki görüş ayrılığı daha da açıldı. Her iki grubun taraftarları kendilerinden öncekilerden daha geniş sahaya açıldılar. Rivayet taraftarları yollarına daha çok bağlandılar. Her tarafı saran fitnelerden kurtuluşu bunda aradılar. Çünki onlarca kurtuluş ancak sünneti almakla mümkündür. Diğer grub ise baktı ki, Hz. Peygamber Aleyhisselam adına yalan hadis söylüyorlar. Ona güvenleri azaldı, yeni olaylar karşısında rey´le hüküm zaruret halini aldı. Böylece ortaya iki fıkıh metodu çıktı. Rey fıkhı, hadise dayalı rivayet fıkhı. Her iki fıkhın da meşhur alimleri vardı. Rey fukahası, eser fukahası.
Bu iki grubun arasındaki ihtilafın temeli, sünneti temel olarak almak hususunda değildi. Sabit olan hadisi, sahihi, sünneti almakta ihtilaf yoktu. İhtilaf reyle fetva vermekte, rey ile meseleleri çözmekteydi. Rivayet taraftarları, zaruret olmadıkça reyi almıyorlardı. Bunu, muztar kalan bir müslümanın domuz eti yemesine benzetirlerdi. Onunla mesele çözümlüyoriardı. Bir de ancak olmuş meselelere cevap veriyorlardı. Rey ehli ise bu konuda ellerinde sabit bir hadis olmayınca meseleleri çoğunlukla rey ile çözüyorlardı. Hatta içlerinden bazıları yalnız vâki meselelere cevap bulmakla yetinmiyor, vukubulmamış meseleler far-zederekonlaracevap hazırlıyorlardı. Ulemaca kabul edilen şey şudur ki, hadis ehlinin çoğu Hicaz´da rey ehlinin çoğu iselrak´da idi. Onun için, Hicaz fıkhı, Irak fıkhı denir. Medine fukahası, Irak fukahasını sünnete uzak kalmış sayarlar. Dinde reyle fetva veriyorlar, derler. Irak fukahası bunu kabul etmez. Bunu ileride açıklığa kavuşturacağız.
136- Hadis Uydurma Sebepleri, Ulemanın Sahihleri Seçmesi:
Tabiîlerin devri de böyle geçti. Onlardan sonra gelen Tebai Tabiin ve diğerleri çağında, Hz. Peygamber adına hadis uydurma işi durmadı. Kadı îyâd, bu yalancılardan bazısını ve yalan söylemelerinin sebeplerini şöyle anlatır: Bunlar türlü türlüdür. Bir kısmı Hz. Pey-gamber´in asli dememiş olduğu şeyleri, alay için uydururlar, zındıklar bunlardandır. Bir kısmı ise dindarlık ve sofuluk taslayarak zanlannca sevap umarak yaparlar, fazilete teşvik için fezail ve Regaib hadislerini uyduran cahil sofular gibi. Bir kısmı şöhret kazanmak, garip bir şeyle ^ nam salmak için yaparlar, fasıkolan hadisciler gibi. Bir kısmı kendilerine delil yapmak için taasub yüzünden uydururlar bid´atcılar ve rrtutaassıb mezhebciler gibi. Bazıları da dünya ehlinin arzularına uymak, isteklerine özür yolları bulmak için uydurur. Hadis ehli ve ilim; ricaralimlerince bu sınıfların her biri malumdur, onları tanırlar. Öyleleri de vardır ki, hadisin metnini uydurmaz, fakat-zayıf olan bir hadise sağlam ve kuvvetli bir sened uydurur. Bazıları senedleri karıştırır, ziyade yapar. Başkala-nna karşı gariplik göstermek, kendini cahil sanmasınlar diye bunu yapanlar da olmuştur. Bir kısmı işitmediği bir sözü, işittiğini İddia ederek yalan söyler, görüşmediği kimseyle görüştüm tüyerek ondan hadis nakleder. Öyleleri de vardır ki, ashabdan birinin sözünü, Arapların ata sözlerini veya filozoflardan birinin lafını alıp onu Hz. Peygamber´e nisbet eder.[1]
Tabiilerden sonra, ictihad devrinde, mezheblerin kurulduğu çağlardaki bu yalan dalgasının esmesi iki şey doğurdu:
1- Hadis alimleri, özellikle içlerinde fakih olanlar, sadık olanları seçmek için rivayetleri incelemeye yöneldiler. Temizi çürüğünden ayırmak için, karışmış olanları ayıklamaya başladılar. Hadis rivayetlerini incelediler, onların hallerini, hayatlarını öğrendiler. Rivayeti doğru, emin olanı, olmayandan ayırıp tanıdılar. Onları doğruluk, sıdk bakımından mertebelere ayırdılar. Sonra hadislerin metinlerini tetkik ettiler. Onlar üzerinde çalıştılar. Dine uygunluğu tarttılar, meşhur ve sahih olduğunda şüphe olmtyan Hadislerle karşılaştırdılar. Meşhur hadislere muhalif olanı reddettiler, sonra büyük alimler sahih olan hadisleri yazmaya yöneldiler. İmam Mâlik Muvatta´ı yazdı. Süfyan b. Uyenne Sünen ve Adab´da El-Camîi topladı. Süfyan Sevrî fıkıh ve hadiste Camii Kebir i te´lif etti.
2- Ehli Rey fukahası, Hz. Peygamber hakkında yalan söylemiş olmak korkusuyla, rey ile fetva vermeye hız verdiler, görüşlerine göre fetva vermekten geri kalmadılar.
137- Irak´ta Rey, Hicaz´da Hadis Fıkhı Yayıldı:
Irak rey fıkhı yatağı olarak şöhret buldu. Hicaz, özellikle Medine-i Münevvere hadis fıkhı yurdu olarak tanındı. Bu görüş öyle yerleşti ki, İslam fıkhı tarihinde bu belirgin bir çizgi olarak kabul olundu. Biz de hiç şüphe etmiyoruz ki, rey fukahası Irak´ta, Hicaz´daki kardeşlerinden daha çoktu. Hadis îukahası da Hicaz´da birincilerden daha fazlaydı. Fakat Irak fıkhının hepsinin rey fıkhı olduğuna hükmedemeyiz. Hicaz fıkhının hepsinin de hadis fıkhı olduğunu söyleyemeyiz. Çünki Irak fukahası da hadisi ve eseri alıyordu, Hicaz´da da rey muteberdi. Yukarıda görüldüğü üzere, Medine fıkhını temsil eden yedi fukaha ki, bu fıkhı en iyi onlar tasvir ederler, onların en büyüğü olan Said b. Müseyyeb, rey´le fetva vermekten hiç çekinmezdi, hatta ona cerî; cesur, atılgan adını vermişlerdi. Rey´de atak olmayan, her konuda fetva veremez, esere bağlanıp kalana da atılgan lakabı verilemez. Atılgan adı, esere dayanıp kalmayan, birçok meseleleri çözen kimseye bu vasıf verilir. Fetva verdiği konuda hadis ve eser bulamayınca rey´Je fetva veren bu niteliği taşır. Urve b. Zübeyr ile Ebû Bekir b. Ubeyd b. Abdurrahman b. Haris istisna edilirse, yedi fukahanın geri kalanları fetva hususunda atılgan sayılacak niteliktedirler, rey kullanırlar.. Onlardan bir kısmı hadi-´ si, Allah´ın kitabına meşhur ve ma´ruf olan sünnete arzetmedikce kabul etmezdi. Bu ise önlerinde hadis yoksa, durup kalarak rey´te fetva veremeyenlerin yapacağı birşey değildir.
Iraklıların rey´le, Medinelilerin eserle şöhret bulmalarının sebebi, Medine fukahasının Mürsel ve Münkati hadisleri alıp birincilerin bunları almaması olamaz. Çünki Iraklılar da, Medineliler gibi bunları alıyorlardı. Hatta Tabiin ve Tabai Tâbi´in zamanlarında, Ebû Hahife ve Mâlik devirlerinde hadis isnad etmek meşhur bile değildi. Çünki onlar güvendikleri kişilerin mürsel hadislerini kabul ederlerdi. Hadis rivayetinde onların dikkate aldıkları şey mevsuk ve emin olmaktı. Vaktaki, ulemanın rivayet edenlere güveni kalmadı, o zaman senetleri zikretmek zaruri oldu, isgat
yapıldı.
138- Medine Fukahası da Reyi Alır:
Gerçek şudur ki, madem fıkıh vardır, mutlaka rey´de lazımdır. Reysiz fıkıh olamaz. Fakat ekoller, üstadlarının görüşlerine, onlarca sabit olan âsâr ve Hadislere göre muhtelif olmuştur, kimisi az, kimisi çok olmuştur. Medine fıkhını oluşturan yedi fukahanın fıkıh maddelerini âsâr teşkil ediyorsa da, şunu da bilmemiz gerekir, yine bu fukaha rey ile meşhur olan ashabın fıkıhlarını nakledenlerdir. Hz. Ömer´in fıkhını, Zeyd b. Sabitin fıkhını bunlar naklettiler. Bunların ikisi de çok defa rey´le fetva verilen rey taraftan idiler, eser bulunmayınca durup kalmazlardı. Fakat nedense, Medineliler, Irak fukahasına ulaşan hadis malzemesinin, kendi fıkıhlarını oluşturmaya kafi gelmez diye onlara taş atıyorlardı, yani bunun üzerine sahih rey fıkhı kurulamaz demek istiyorlardı.
Şah ve Dehlevî ekollerin muhtelif olması konusuda şöyle der:
«Tâbil´nden olan her alimin kendine özgü bir mezhebi oldu. Her diyarda bir imam vardı, mesela: Medine´de Sald b. Müseyyeb, Salim b. Abdullah İbni Ömer, bunlardan sonra Zühri, Kadı Yahyab. Sald, Neblab. Ebû Abdurrahman gibi alimler, Mekke´de Atâ b. Ebû Rebah, Kûfe´de İbrahim Nehâi ve Şa´bı, Basra´da Hasan Basri, Yemen´de Tavus b. Keyan vardı. Yüce Allah, ilim aşıklarının susuzluğunu onlarla kandırdı, onlara sarıldılar, onlardan ilim, sahabe fetva ve kavillerini aldılar. Bu alimlerin mezhepleri kendi incelemeleri eseriydi. Onlara halk fetva sordu, onlar da cevaplandırdı. Meseleler soruluyor, davalar onlara arz olunuyordu. Saîd b. Müseyyeb, İbrahim ve Emsali bütün fıkıh bablarını derlemişlerdi. Her babda, seleften aldıkları bir usulleri vardı. Saîd b. Müseyyeb, arkadaşlarına göre Haremeyn ehli fıkıhda en sağlamdı. Onların fıkhının temeli: Abdullah İbni Ömer´in İbni Abbas´ın ve Hz. Aişe´nin fetvaları ile Medine kadılarının verdikleri hüküm ve yargılardı. Bunlardan mümkün olanları topladılar, sonra onları süzüp tedkik ettiler.»
İbrahim Nehai ve arkadaşlarına göre: Abdullah İbni Mes´ud ve arkadaşlarının fıkhı en sağlam fıkıhtı. Alkame, Mesruk´a şöyle demişti: «Abdullah´tan daha sağlam ve mevsuk olan var mı » Ebû Hanife de olmasaydı Alkame, Abdullah İbni Amr´dan daha fakihdir derim. Abdullah ise, işte o bildiğin Abdullah! Onun mezhebinin temeli, Abdullah İbni Mes´ud´un fetvaları ile Hz. Ali´nin kaza ve fetvaları yanı sıra Kadı Şureyk´in ve diğer Küfe kadılarının hükümleridir. Bunları elinden geldiği kadar derlemiştir. Medine ehlinin asarını Medine fukahası nasıl işlediy-se, o da meseleler kurup çıkarmıştır. Böylece fıkhın her babında meseleler oluşmuştur. Safa b. Müseyyeb, Medine fukahasının dili ve tercümanıdır. Hz. Ömer´in yargılarını, Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği hadislerle en iyi bilen oydu. İbrahim, Küfe fukahasının dilmacıydı. Bu ikisi bir hususta konuşurlar ve bunu bir kimseye nisbet etmezlerse, bu sarahat veya işaret yoluyla çoğunlukla seleften birine mensuptur. Onların bu dediklerini beldelerinin fukahası toptan kabul ettiler, onları aldılar. Onlara göre yeni meseleleri çözdüler.»[2]
Şah Veliyullah, başka bir yerde şöyle demektedir: «Her âlimin seçtiği, kendi beldesinin mezhebi ve üstadlarıdır. Çünki o, onların dediklerini en doğru bilir, onların usulüne en çok uyar ve riayet eder. Gönlü onların faziletine bağlıdır. Hz. Ömer ve Osman, Abdullah İbni Ömer, Hz. Aişe, İbni Abbas, Zeyd b. Sabit ve onun yetiştirdiklerinden Saîd b. Müseyyeb ki bu Hz. Ömer´in yargılarıyla, Ebû Hureyre´nin hadislerini en iyi bilendir. Keza Urve, Saiim,*Atâ, İbni Yesar, Kasım Ubeydullah b. Abdullah, Zühri, Yahya b. Saîd, Zeyd b. Eşlem ve Rabia´nın yolları, Medine ehline göre diğerinden daha çok uymaya layıktır. Çünki Hz. Peygamber Medine´nin fazilet ocağı olduğunu beyan buyurmuştur; Medine her çağda fukaha yurdu, ulema yatağı olmuştur. Onun için, gördüğün.gibi, İmam Mâlik onların mesleğini tuttu. Abdullah İbni Me-sud´un ve arkadaşlarının mezhebini Hz. Ali´nin, Kadı Şureyh´in ve Sa´bi´nin yargılan ve İbrahim´in fetvaları, Küfe ehline göre alıp uymaya layıktır.»[3]
139- Rey ve Hadis Fukahası Üç Noktada İhtilaflı:
İslam merkezleri arasındaki ihtilaflar, özellikle Irak ile Hicaz´ın fıkıh usulündeki ayrıcalıkları hakkında Dehlevî böyle diyor ve bu doğru bir sözdür. Yedi fukahanın hayatını anlatırken dediğimiz gibi, Irak ile Hicaz arasındaki ihtilaf, bu çağdaki ifadeyle dedikleri gibi rey fukahası ile hadis fukahası arasındaki ayrılık, usul ve metod ayrılığı değildir. Onların hepsi de kitaptan almakta ittifak halindedirler. Kitapta olmayan hususlarda Hz. Peygamber Aleyhisselamtn sünnetinden almakta beraberdirler. Muttasıl veya Mürsel Hadisi delil almakta eşit tutarlar, ancak onları delil alma miktarında vukuf derecesinde farklıdırlar. Her iki grub da sahabe kavillerini delil alırlar. Ancak bu iki grup üç noktada ihtilaf halindedirler.
1- Medinelilerce Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman´ın ve fetvaları ile İbni Abbas´ın,Hz. Aişe´nin fetvaları ve Ebû Hureyre´nin hadisleri daha makbuldür. Irakhlarca ise İbni Mes´ud´un hadis ve fetvaları, Hz. Ali´nin kaza ve fetvaları, Ebû Musa EI-Aş´arVnin kazaları, Kadı Şureyh´in kazaları önde gelir. Bu noktadaki İhtilaf üstad ihtilafıdır, metod ihtilafı değil.
2- Hadis ve âsâr serveti Medine ulemasında daha çoktur. Böyle olunca âsâre itimad daha fazladır. Onların fıkıh malzemesini sahabe kavilleri ve fetvaları teşkil eder. Meseleler daha çoktur ve boldur. Görüşleri bu âsâre dayanır, hükümlerini onlardan alırlar.
3- Tabiinin fetvaları, Medine´deki müctehidierce muteber tutulurdu, onlara saygılıydılar. Çok defa onlara uyarlardı. Irak fukahasınca ise Tâbi´inin görüşleri ilzam edici sayılmaz. Onun içindir ki, Ebû Hanife´den şu nakil olunur; O, kendini sahabenin görüşleriyle mukayyed tutar, onların kavilleri dışına çıkmazdı. Fakat TâbiTnin görüşleriyle kendini bağlı saymaz, onlar ictihad eden kişilerse, onlar nasıl ictihad ettilerse, onun da ictihad hakkı vardı.
Bu sözden çıkan mantıki netice şudur ve tarih de bunu böyle isbat etmiştir:
a- Medine ehlinde rey mevcuttur, hem de az miktarda değildir.
Çünki fıkıh olunca, nasslardan istinbat da vardır. Hakkında nass olmayan meseleleri hakkında nass olanlara hamletmek pek tabii bir şeydir, bu bedahet yoluyla sabittir. Ve işte rey´de budur.
b- Medine ehlinin rey´i, rivayet olunan asardan almadır. O, onlara benzer, onun dairesinde yürür, rey´e dayalı istinbat onu andırır.
c- Irak ehlinde rey, Medine ehlinden daha çoktur, Medine´de âsâr daha fazladır, Irak´da ise daha azdır. Onun için onlar kendi görüşleriyle ictihad etme yolunu tuttular, Tabil´lerin fetvalarına bakmadılar.
Irak fukahasının rey´i, kıyas ve istihsan ile Irak ehlinin ört ve adetlerine dayanıyordu/Medine fukahasının rey´i ise, çoğunlukla akli kıyaslara değil, mesalihe, Medine ehlinin örflerine dayanıyordu. Medine örfleriyle Irak örfleri arasındaki fark,. Medine ile Irak arasındaki farklar gibidir. Irak türlü milletlerin, türlü inanç fırkalarının, bid´atçıların ve sapık cereyanların yurdu idi, çeşitli dinler yatağıydı. Medine ise bir İslam yurduydu, İslam orada doğdu, orada gelişti, oradan ışıklarını saçtı. Ashabın ve Tabiîlerin âsârı oradaydı. Oranın örfleri şüphesiz ki İslam´dan alınmaydı, birçok ahvaide İslam ilkelerinden alınmaydı.
140- Medine Fukahası Her Tabaka´da Rey´i Almıştır:
Bu araştırma sonucu vardığımız şey şudur: Bazı pazarların sözlerinden anlaşıldığı üzere, Medine´de rey az değildi. Çünki Medine fukahasının her tabakasında Rey sahibi olan fukaha bulunuyordu ve bunların o fıkhın oluşumunda yeri vardır. Sahabe tabakasında Hz. Ömer ve Zeyd, İbni Abbas ve başkaları vardı. Tabii tabakasında bulunan yedi fukâhadan beşi rey taraftarı idiler. Onlardan sonra gelen tabakada Rebiatül-Rey, Yahya b. Sald, Kesir b. Ferkad ve Leys b. Sa´d´ın İmam Mâlik´e yazdığı mektup da geçtiği üzere bunlardan yaşlı nice fukaha vardı. İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) Medine ulemasının bu ilmine varis oldu. Şah dehlevi bu konuda şöyle der: «İmam Mâlik Hz. Pey-gamber´in hadislerini bilmede en eminleri idi. Senedler hususunda en mevsuktu. Hz. Ömer´in kazalarını, Abdullah İbni Ömer´in, Hz. Aişe´nin ve ashabın yedi fukahasının kavillerini en iyi bilendi. Rivayet ilmi ve fetva onunla ve onun emsaliyle ayakta durdu. Bu iş ona verilince: Hadis okuttu fetva verdi, herkes ondan istifade etti ve gayet güzel yaptı.»[4]
İmam, Mâlik madem ki bütün bunların ilmini alıp topladı, onların metodunu takip etti, şüphe yok ki, o hem rey fakihi ve hem de hadis alimidir. Onun için İbni Kuteybe onu rey fukahasından saydı, yalnız âsâre bağlanıp kalanlardan saymadı.
141- Rey Fukahası İle Hadis Fukahası Yaklaşması:
İşte rey ve hadis fıkhı budur ve onlann yurdlan bunlardır. Daha doğrusu rey fıkhının çok olduğu, hadis fıkhının çok olduğu yerler buralardır. Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, İmam Mâlik Hazretleri hadis alimidir, bununla beraber rey´de büyük yeri olan bir fakihtir.
Doğrusu şudur ki, İmam Mâlik çağında fıkıh ekolleri birbiriyle karşılaşmaya, aralarında ilim alış verişi başladı. Hac mevsiminde her diyardan gelen alimler toplanırlar, ilim müzakereleri yaparlar, fıkıh ve hadis ilimleriyle ilgili her türlü maarif konularını görüşürler, konuşurlardı. Bakıyorsun, Ebû Hanife, Mâlik ile görüşüyor, her ikisi birer ekolün üstadı fıkıh meseleleri hakkında konuşuyorlar, ayrıldıkları zaman her ikisi de birbirlerinin görüşlerini takdir edip saygı gösteriyorlar. Bakıyorsun Leys b. Sa´d ile Mâlik İbni Enes, hitab ve yazışma yoluyla birbirleriyle ilim müzakeresi yapıyorlar. İmam Mâlik türlü fıkıh meselelerine dair Ebû Hanife´nin ölümünden sonra oğlu ile görüştüğü vakit, ona babasının bazı meseleler hakkında görüşünün ne olduğunu sorup öğreniyor. Ebû Hanife´nin baş talebesi olan İmam Ebû Yusuf âsâr ve hadis ilmi çalışmalarına yöneliyor, onları delil olarak kullanıp görüşlerini onlarla te´yid ediyor, daha önce kararlaştırdığı bir görüşe kail oluyor. İbni Cerir Taberî onun hakkında şöyle der: «O, hadis bellemekte çok ma´ruf idi. O bir hadis alimini yakalar, ondan 50-60 hadis beller, sonra oradan kalkıp onları insanlara yazdırırdı.» Ebû Hanife´nin ikinci meşhur talebesi İmam Muhammed hadis öğrenmeye sarıldı. Servi´den hadis öğrendi, sonra üç yıl İmam Mâlik´e devam etti ve ondan hadis okudu. Bu devamı süresince İmam Muhammed ondan hadis belledi ve İmam Mâlik´ten hadis rivayet etti. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Ebû Hanife´nin görüşlerini öğrenmeye meraklı olan İmam Mâlik, karşılaştığı meseleler hakkında Ebû Hanife´nin görüşlerini elbet talebesi İmam Muhammed´e sormuştur. Bu.suretle İrak fıkhı ile Medine fıkhı arasındaki açıklık, gitgide daralmış, hatta birleşmiştir, her ikisi de rey´de müşterektir.
142-Rey Nedir
Bu kısaca bakışta Medine fıkhını, rey ve eser fıkhını anlatmaya çalıştık. Netice olarak şunu diyebiliriz ki, İmam Mâlik´in öğrenmiş olduğu fıkıhta rey´in de büyük payı vardır, hadis ve sünnete olan bağlılık çok kuvvetli olduğu şüphesizdir. Kaldı ki, o çağda sözü edilen bu rey nedir O, hakkında nass olmayan bir emri, nassla sabit olan bir hükme, aradaki rnüşterek illet dolayısıyla ilhak etmek suretiyle yapılan fıkıh kıyas mıdir Yoksa bundan daha umumi bir şey midir Sahabe ve Tabiin çağında rey kelimesini araştıranlar bunun yalnız kıyasa mahsus olmadığını görürler. Bu, kıyasa ve başkasına da şamildir. Daha sonraları mezheblerin kurulduğu vakitlerin başlarına geldiğimizde, yine bunun böyle geniş anlamda olduğunu anlarız. Fakat daha sonraları mezhebler kurulup yerleştikten sonra, her mezhebin rey anlayışı ve yorumu birbirinden farklı olduğunu görüyoruz.
İbni Kayyım, Sahabe ve Tâbi´inden naklolunan rey´i şöyle yorumlar: Fikir ve teemmülden sonra kalbin karar kılıp aldığı şey, emarelerin taâruz ettiği yerde doğruyu öğrenme arzusudur. Sahabe, Tâbiî´lerin ve onların yolunu tutanların fetvalarını araştıran kimse, görür ki, rey´in rnanası onlara göre, nass bulunmayan hususta fakihin vermiş olduğu fetvadır. Bu hususta müftü, dinin ruhunun umumundan anladığına uygun ve kendi görüşünce umumi «hükümlere muvafık fetva vermeye itimad eder veyahut nassia sabit olan emre benzer ise, o zaman benzeri, benzer olana ilhak eder. Buna göre rey: Kıyas, istihsan, Mesâlih-i Mürsele ve örfe şamil olmuş sayılır.[5] İmam Ebû Hanife ve talebeleri, kıyası, istihsanı örfü alırlar. İmam Mâlik ve arkadaşları kıyası, istihsanı ve Mesâlih-i Mürsile´yi alırlar. Mâliki mezhebinde Mesâlih-i Mürsele meşhur olup önemli yer alır. Bu sayede mezhep yumuşaklık kazanmış olup muhtelif çağlarda halkın karşılaştığı her meseleyi çözmeye elverişli bir hal almıştır. Mâliki mezhebinde istihsan da böyledir, o da geniş ve bol yer alır. Onun için Mâlik: İstihsan ilmin 9/10 dur, demiştir. Fakat bu, nass olmayan, sahabe ve Tabiî fetvası bulunmayan, ehl-i Medine ameli cereyan etmeyen hususlardır.
——————————————————————————–
[1] Tafsilat için bak: Merhum Muhammet! Hudarî, Teşrii İslam Tarihi, S. 87
[2] Şah Veliyullah Dehtevî, Huccetullâhi´l-Balığa C. 1, S. 143
[3] Aynı Kaynak, S. 44
[4] Şah Dehlevî, Huccetül-Baliğa, C. 1, S. 145
[5] Hanelilerden İbni Hasan Kerhl istihsanı şöyle tarif eder: Daha kuvvetli bir delil dolayısıyle benzerleri hakkındaki hükmü bırakıp mesele hakkında başka bir hüküm vermektir. Bu tarife göre bazı fukahanın İstihsan, kıyası hafidir, demeleri de girer. Mâliki Mezhebine göre ise istihsan: Külli delil mukabilinde cüz´i maslahatı almaktır. Maksad, mutlak maslahat olmayıp, daha kuvvetli bir delile dayanandır. İbni Arablnin Ahkâm-ı Kur´an´daki tarifi de buna uyar:j İstihsan, daha kuvvetli olan delil İle ameldir. Bazı Malikllerin tarifi, Hanefilerin tarifine yakındır. Şatıbl, Muvafakat1 ında şöyle der: İstihsanın iktizası Mürsel istidlali kıyasa takdimdir. İstihsan; yapan kimse, mücerred arzusuna uyuyor değildir. Şâri´in kasdettiği umumî maslahatı gözönüne alıyor demektir.
Mesâlih-i Mürsele ise: Aklın kabul ettiği, fakat şeriatın ilga veya itibar suretiyle bir kaide´ koymadığı bir şeydir. Muteber olması kabule münasıb bir yönü olmasıytedir. Bu yolla kıyasa! girer. Mâlikllerce istihsan ve Mesâlih-i Mürsele mânaca birbirine yakındır. Baksana onlar, istihsanı: Külli delil karşısında cüz´i maslahatı almak, diye tarif ederler. Bu Mesâlih-i Mürsele´ye´ yakınsa da aralarında ince fark vardır. İmam Mâlik´ten naklolunan şu: İstihsan, ilmin 9/10 dur, sözü Mesalih-i Mürsele´yi de içine alır. Mâlikllerce bunlar birbirine yakınsa da Hanefîierce ayrıdır. Aradaki ince farkı yerinde inşaallah açıklayacağız. –