202- Maslahatın Müstakil Bîr Asıl Olup Olmadığı:
Geçen bahsimizde İslam Dininin mesâliha ne kadar önem verdiğini anlattık. Bu arada beyan ettik ki, insanlar arasındaki muamelatta olan maslahatları bilmek ve idrak etmek mümkündür, fakat ibadetler-dekileri tam olarak idrak mümkün olamaz. Bu konuyu bahsederken alimlerin kavillerini de aktardık, onlara göre muamelatta mükellefin anladığı mânaları dini maslahatlar da mülahaza etmiştir. Fakat ibadetler böyle değildir. Matlup olan Mesâlih-i Mürsele´nin kaidelerini bildirdik. İslam´da muamelatın meşru kılınmasındaki maksat ve mânaları belirttik. Bu arada şuna da işaret ettik ki, nasslar maslahatı şüphesiz ki ihtiva eder. Ancak ulema maslahatın müstakil bir asıl olup olmadığı anda ihtilaf etmişlerdir. Şöyle ki, maslahatın muteber şartlarını haiz olan her emir, bu maslahatın nev´ine nassdan bir şahit olmasa da, meşru bir emir (iş) sayılır mı Bunda ihtilaf var. Ancak, bu maslahatın nev´ine nassdan bir şahid varsa, o zaman ulemanın ittifakıyle bu maslahat şer´i bir emirdir, nassda bu mülâhaza olunmuştur. Çünkü bu, nass üzerine yapılan kıyasla sabit olan bir´yerde sabit olmuş itibar edilir.
203- Mesalih-i Mürsele Hakkında Dört Görüş:
Şimdi burada bu sözleri biraz tafsil etmek istiyoruz. Şöyle ki: Nev´inin muteber olduğuna dair şahid olacak has bir nass bulunmayan maslahatlara Mesalih-i Mürsele denir. Bunların fıkıhta muteber bir asıl olup olmadıkları fukaha arasında üzerinde durulan bir konudur. Karâfî, bütün fukahanın bunu delil aldığını iddia eder, bunu cüz´iyatta, fer´i meselelerde delil saydıklarını söyler, ancak külliyatta asıl olmasını çoğu inkar etmiştir. Bu hususta o şöyle der:.«Mesâlih-i Mürsele´yi bizden başkaları inkar ederler. Fakat fer´i meselelerde, bakarsın, mutlak maslahatla ta´lil yapıyorlar. Ona itibar için şahid aramaya kendileri istekli değil, belki mücerred münasebete itimad ediyorlar, bu ise Maslahat-ı Mürseledir.[1]
Onun bu iddiası ister sahih olsun, ister olmasın, şu muhakkaktır ki, has bir nassın şahid bulunmadığı maslahatları muteber olup olmadığında ulemanın görüşü muhteliftir. Bu, asıl olmada değil de, Karâfi´nin zannettiği gibi, en azından ne miktarda alınmasındadır. Bu hususta ulemanın dedikleri dört kısma ayrılır:
1- Şafiller ve onlardan yana olanlar, şâri´den, bir şahidi olmayan Mesalih-i Mürsele´yi delil almazlar. Çünkü onlar ancak nassları ve bir de asıl İle füru´ arasında bir bağlantısı esas olan kıyas ile nass üzerine hamlolunanı alırlar. Nass bulunan hükümle, kıyasla ona ilhak edileni delil sayarlar. Eğer Karâfiye bakarsak, bize göre kıyas olmadan maslahat-ı mürseleyi almaları çok nadirdir.
2- Hanefîlerle onlara uyanlar ki, bunlar kıyasla istihsani alırlar, istihsan hakkında onlar nederse desinler, istihsan mutlak mesâliha itimaddan hali değildir. Eğer insafla söylemek lazımsa, onların istinbatlarında mesalih, Şafiîlerden daha çoktur, ancak onların usulünde mesa-lih bir asıl sayıldığından ona itimadlan nadirdir.
3- Mesalihi almakta aşırı gidenler, hatta bunlar halkın muamelatında maslahatı nass üzerine tercih ederler, onunla nassı tahsis yaparlar, icma´ı tahsis yaparlar. Yani ulema nassia bir emirde icma´ etseler bu bazı yönlerden maslahata muhalif bulunsa, maslahat buna tercih olunur ve bu tahsis sayılır. Bunu söyleyen Necmeddin Tufî´dir.
4- Dördüncü grup mutedillerdir, bunların görüşü en samimidir, makuldür. Bunlara göre nass olmayan yerlerde Mesalih-i Mürsele muteberdir. Mâlikîlerin çoğu bu görüştedir. Mâlik´le ilgili olduğundan Tufî´nin ve bunların görüşleri hakkında biraz konuşalım:
204- Tufî´nin görüşü: Muamelatta Maslahat Esastır:
Muamelata dair nassların karşısına mesalih ile duranların bayraktarı Tufî´dir. Bu görünüşünü: Zarar ve zararla mukabele yoktur.» Hadis-i şerifini şerheden meşhur Maslahat Risalesinde yazar. Maslahat, nassa veya icma´a tearuz ederse, maslahata muhalif olan bu ikisine, tahsis ve beyan suretiyle maslahatın tercih edilmesi gerekir. Bilmiş ol ki mezkûr hadisden istifade ederek takrir ettiğimiz bu yol, İmam Mâlik´in aldığı gibi Mesâlih-i Mürsele´yi alma sözü değildir, bu ondan daha beliğdir. Bu ibadetlerde ve şer´i miktarlarda nassîara ve icma´a dayanmaktır, muamelatta ve diğer hükümlerde maslahatı itibar etmektir. Biz maslahatı ibadetlerde değil de, muamelâtta itibara aldık. ıÇünkü ibadetler, Allah´ın hakkıdır, ona mahsustur, miktar, keyfiyet, zaman ve mekan itibariyle onları hakkıyla bilmek mümkün değildir, onları ancak Allah bildirir. Ku! onları kendisine gösterildiği şekilde yapar. Bizden birinin uşağı Hadimi, efendisinin kendisine verdiği emirlere aynen uyar, onun razı olacağı şeyleri yaparsa, o zaman ancak itaatli bir hizmetçi sayılır, bu da öyledir. İbadetler teabbudidir. Filozoflar vakta ki akıllarına bağlanıp dinleri reddettiler, Allah´ın gazabına uğradılar, saptılar, sapıttılar. Mükellef olan kulların hukuku böyle değildir. Onfarın hükümleri idari, siyasidir. Kulların maslahatları için konmuş hükümlerdir. Bunlarda maslahat muteberdir, ona dayanır. Burada: Şeriat onların maslahatlarını daha iyi bilir, onun delillerinden alalım, denemez. Çünkü biz de şöyle deriz: «Bizce rAukarrerdir ki, maslahat dini delilerdendir, onların en kuvvetlisi, en has olanı odur. Öyleyse maslahatı temin için onu öne alırız. Sonra bu, mesalihi akıl, örf ve âdet mecrasından gizli olan ibadetler hakkında söylenmesi doğru olur. Kulların hukukuna aid maslahatlar, bunlar örf, âdet ve akıl hükmünce malumdur. Nasslar bunları ifade ve beyan etmediğine göre, bunları. beyan bize düşer.»[2]
205- Muamelatta Maslahatın Tercihi Sebepleri:
Görülüyor ki, Tufî maksadını açıklıyor: İnsanlar arasındaki muamelelerde maslahat nassa ve icma´a tercih olunur. Hatta o daha ileri giderek maslahat, en kuvvetli delildir, diyor. Risalede şunları söylüyor: Maslahatla diğer deliller ya ittifak ederler, ya ihtilaf halinde olurlar. Eğer ittifak ederlerse, ne âlâ, ne güzel. Nasıl ki hadlerdeki beş hükümde yanı: Kazil ve mürtedin katlı,hırsızın elinin kesilmesi, iftira haddi ve serhoşluk cezası,, bunlar nass, icma´ ve maslahat delilleri ile basittir. Diğer bazı delillerde ittifak vardır. Eğer ihtilaf ederlerse, herhangi bir suretle aralarını tevfik etmek mümkünse, o yapılır, mesela, bazı deliller bazı ahkâm ve usule hamlolunur, ancak bunda maslahatı ihlal etmemek ve delillerle oynamak şarttır. Eğer aralarını cemi´ ve tevfik mümkün olmazsa, maslahat, diğerlerine tercih olunur. Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Zarar ve zararla mukabele yoktur.» Bu, maslahata riayet için zararı defetmeyi gerektirir, öyleyse maslahat takdim olunur. Zira kullara aid hükümlerde maslahat siyaseti maksuddur. Diğer delilleri vesile gibidirler, maksadin.vesiieye takdimi vacibdir.»[3]
Tufî görüşünü İsbat için deliller getiriyor, onlardan biri de mezkûr hadis-i şerifi ve şu ayet-i kerime: «Ey insanlar, size Rabbinizden; öğüd ve kalblere şifa geldi. O mü´minlere hidayet ve rahmettir. De ki, bu Allah´ın bir fazi ve keremi ve rahmetidir. Bununla sevinsinler, o topladıklarından çok hayırlıdır.» Hükümlerinde maslahatı da taşıyan ayetleri delil olarak gösteriyor: «Kısasda sizin için hayat vardır» ayeti de bunlardandır. Maslahatın nassîara takdim olunmasını da kendine delil yapıyor: Nasslar neshi kabul eder, fakat maslahat neshi kabul etmez! Nasslar neshtan salim olsa da, tahsisten salim değildir.
Buna itiraz olarak: Maslahatlar şüphesiz gözetilmiştir. Sâri´ delilleri onlara alâmet kılmıştır. Delilleri almadan onları almak şâri´in emrini ta´dil etmektir, denirse, cevap verilir: Maslahatı asıl kılan Şâri´dir. Onu
takdim etmek bazı usulü diğerine takdim etmek sayılır. Sâri1 insanların maslahatını daha iyi bifir, maslahatları dini delillere yerleştirmiştir. Onları tanımak için alamet kılmıştır denirse, cevabımız şudur: Kutların mesalihini en iyi bildiğine, evet deriz. Kulların mesalihen riayeti delillere bırakması, yerinde değil! Biz onun delâleti, ancak Hz. Peygamber´in «zarara zararla mukabele yoktur» hadis-i şerifine müstenid olan râcih bir şer´l delille bırakırız. Nasılki icma´ı diğer delillere takdimde siz bunu söylüyorsunuz, sonra Cenab-ı Hak âdeten, mesahilimizi bilmek için bize yol göstermiştir. Maslahata yol olup olmaması ihtimalli müphem bir şeyden dolayı onu bırakamayız.»[4]
206-Tufî´nin Görüşünün Eleştirmesi:
Maslahat konusunda Tufî´nin tutumu böyle. Görüldüğü gibi o me-sâliha riayeti nasslara takdim ediyor. Hatta icma´ın îe´yid ettiği nasslar-dan bile ileri tutuyor. Bu tercih işi insanların muamelatına dair olan meselelerdedir, Çünkü Allah´ın dini teşri´ etmekten maksadı, maslahattır. Nasslar ve diğer vesileler hep ona irşad içindir. Eğer maslahat ve vesileler olmadan gerçekleşirse, ona muarız olana takdim olunur, Çünkü maksad, vesileden mukaddemdir, tercih olunur.
Biz onun bu sözünü eleştirmek istiyoruz: Konuya dalmazdan önce, tutumlarını beğendiğimiz fukaha İle onun arasındaki niza´ noktasını belirtelim. O, fukaha da, ona şahid olan hâs bir nass olmasa da, maslahat bizatihi kaim bir fıkıh aslı itibar etmektedirler. Çünkü, iki ihtilaf arasındaki tartışma noktasını tesbit etmek niza´ı kesmek için birinci esastır. Hatta Sokrat´a göre iki kişi arasındaki ihtilafın esas niza´ mevzuunu tarafların bilmemesidir. Eğer bilseler ihtilaf kesilir, anlaşma tamam olur.
Nass bulunmayan yerde maslahat bizatihi kaim bir asıldır, delil olur, diyenlerin birleştikleri nokta şu: Muhakkak veya ilim ve zannı galibe göre maslahat bulundu mu, o matlubtur, alınır. Ancak niza´ yeri, maslahat bulunur. Sübut ve delaleti kesin nass da bulunur da aralarında tearuz varsa ne olur Tufi´ye göre bu tearuz tahakkuk ederse, maslahat nassa takdim olunur. Mâlikîlere ve Tufî´den gayri olanlara katılan Hanbelilere göre, nassın bulunduğu yerde muhakkak maslahat vardır, maslahat olsun da ona kafi bir nass tearuz etsin, bu olamaz, böyle birşey sezilirse, bu fikir sapıklığından, düşünce şaşkınlığından, heva ve hevesten, kötü arzudan ileri gelir, bu geçici bir menfaat düşkünlüğüdür. Bu sübuti kafi ve delâleti açık olan, hakim sari1 tarafından gelen kati bir nass karşısında duramaz, fakat ancak böyle bir hüküm, senedi ihtimalli, zahirin delaleti gibi delaleti zanni bir nassla sabit ise dururn değişir. Bilindiği gibi İmam Mâlik zanni ile sabit olanları tahsis eder, kafi olan asıla itimad eder ki ona göre racih olduğu kesin yolla sabit olan maslahat bu sınıftandır. Ortada birbirine muarız iki asıl var, birinin senedi veya delaleti zanni, diğerinin ise kafidir. Bu durumda kafi zanniye tercih olunur. Nass haber-i vahid İse, senedi zayıftır, metni şaz sayılır. Racih bir maslahata muhalif olduğunda, fayda sağlayan, zararı defeden maslahata tearuz edince, dinen matlup olana muhalif sayılır, red olunur.
Nasslarla maslahatların tearuz halinde Mâliklerin tutumu budur. Ne kadar isterdik ki, Hanbeli Tufî de Mâlikllerin durduğu bu hadde dursun, onlara uysun. Fakat o haddini aştı, haddi geçti, Maslahatlar, kafi naslara muarız olur hesap etti. Bu yanlış zanna şunu da ekleyerek maslahatlar ümmetin icma´ına karşı durur dedi. İhtilafın kertik yeri burasıdır, söz burada kopar.
207- Tufî´nin Delilleri Geri Teper:
Tufî´nin getirdiği deliller, onun iddiasını isbata yarayacak kesinlikte değildir, belki onlarla iddiası arasındaki bağlantı boş bir şeydir. Şâri´ın kafi nassları, maslahata zıd olur gibi önemli ve büyük bir iddiaya kalkışanın iddiasını neticelendirmeye yaramaz. Hatta kendi iddiasını jsbat için sevkettiği mukaddimeler, muhalifine delil olur, hatta muhalif jarafın daha çok işine yarar: «Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüd bönüllerdekine şifa geldi…» (Yunus: 57) ayeti dini nassların maslahatları ihtiva ettiğini açıkça gösterir, yoksa maslahatlara muarız ihtimalini jgösterir yeri yoktur. Çünkü ayetteki: Öğüd, hidayet, rahmet ve şifa, bunların maslahata aykırı olması asla düşünülemez. Yoksa, öğüt, hidayet, şifa ve rahmet olmaktan çıkarlar* öyleyse bunlar maslahattır ve nassda vardırlar. Tufi´nin kendisine delil tuttuğu ayetler, gösteriyor ki, nasslardaki hükümler de maslahat vardır. Akılların muteber saydığı hakiki maslahatlara muarız birşeyin, dini nasslarda bulunmasına imkan yoktur. Bunda şüphe etmek imkansızdır. Hadis-i şerife gelince, o dinin, zararı ve zararla mukabele etmeyi yasakladığını haber veriyor. Bu şekilde hüküm getiren bir dinin nassları, nasıl olurda maslahata muarız olur Maslahat zararı defediyor, nass da defediyor. Öyle olunca, nasslaria maslahatlar arasında tearuz bulunduğunu farzetmek, batıldır. Tearuz batıl olunca, delaleti ve sübutu kafi olan nassa, maslahatı takdim de batı! olur.
208- Maslahat Bunların Neresinde) Tufî Söylesin:
Sıra Tüfî´nin şu görüşünü tartışmaya geldi, onun zannına göre: Maslahat yolu acıkmış, maslahata yol olması da, olmaması da muhtemel mübhem birşeyden dolayı onu terketmek doğru değilmiş!
Burada görüyoruz ki, Tufî maslahata tam inanmış ve kendini ona büsbütün kaptırmış. Keşke zaman ona imkan verseydi de bizim çağımıza kadar yaşayıp bu günlere erişse ve görseydi. Çağımızda sosyal çatışmaları, meselelerin düğümlenmesini, çare arayan ilim adamlarının bunlar karşısında şaşırıp kalmasını, görüşlerin ayrılığını, mesleklerin zıdlaşmasını, acaba bunlara ne derdi Biri tüm maslahatları bir işte görüyor, ona göre açık ve doğru olan sade bu, diğerleri onun tersine bir görüşte. Felsefedeki meslek ayrılıkları, umumi boğazlaşma sathına yayılıyor, halk arasına iniyor. Bu anarşist şu sosyalist, o büîün kuvvetiyle kapitalizmi destekliyor, bu biraz daha ılımlı ve mutedil, öte tarafta faydası umuma aid olsun diye maden ocaklarının devletleştirilmesini isteyenler, beri yanda toprakların bütün milletin malt olmasını iddia edenler, şunlar mirası kaldırmayı arzu ediyorlar, diğerleri onu caiz görüyor… Her bölük kendi havasında. Herkesin maslahat görüşü başka, Tufî buna ne buyurur. Kafi nasslar ribayı haram kılmıştır. Sermaye taraftarları ise maslahatı, ribayı kayıt altına almakta buluyorlar. Hiç olmazsa bazı ahvalde müsaade istiyorlar, Allah Tealanın: «Eğer tevbe ederseniz, ana sermayeniz sizindir, ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.» (Bakara : 279) ayet-i kerimesinin, bazı hallerde, bazı kişiler için tahsis edilmesi görüşünü ileri sürüyorlar. Ve emsali şeyler açık bir iş için nassı terkeden mi olalım Haberiniz olsun, helal de belli, haram da belli. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler var. Zamanların doğurduğu şüpheli şeylerden bizi koruyacak olan kafi naslara itimad-dır, felah onda, nûr onda. Hiç şaşmayan, eğri olmayan ana cadde o dur. Ona sarılmak, hiç kopmayan sağlam sapa tutunmaktır.
209- Tufî İddiasını İki Çürük Temele Dayamıştır:
Maslahatların hepsi açık, yolu belli değildir. İçlerinde beyana muhtaç olmayanlar da var, tarife muhtaç olanlar da vardır, bazıları ise iltibas içindedir, açık, aydın değildir. İnsanlar özel ve genel hayatta öyle meselelerle karşılaşırlar ki, doğrusu nedir/maslahat nerededir, bunu kestiremezler. Bazı işlerde de maslahat yönü kapalı olur, incelemek, araştırmak gerekir. Hangi şeyde maslahat olduğunda insanların ittifak etmesi güçtür, hatta bazen mümkün bile olmaz, Kur´an ve hadis nassla-rında buna muarız görünen olabilir. Bizim ile Tufl veya Tufî İle maslahatta mutedil olanlar arasında ihtilaf iki noktadadır:
1- Tufî davasında iki mukaddimeye dayanıyor; her ikisi de kabul olunacak gibi değil. Birincisinde bütün maslahatlar açıktır, aydındır, müphem değildir. Bunlara itimad, açık olan ve müphem olmayan şeye itimad etmektir, diyor. Bize göre maslahat herşeyde bilinemez, nassa bakmalı. Öyle işler vardır ki, onlar da maslahat yönü kesin olarak bilinemez. O zaman nass ona ışık tutan bir nur olur. Görüşler ayrı ayrı olabilir, nasslar ise sağlamdır. İkincide ise, nassla maslahat tearuz eder, her ahvalde nasslar maslahata alâmet olmaz, diyor. Halbuki hiçbir kesin maslahat yoktur ki, senedi ve delaleti kafi olan bir nass ona aykırı olsun. Tufl sözünü isbat için hiç bir misal göstermiş değildir ki, onda maslahat kesin olsun da, kafi bir nass ona muarız olsun. Ne kadar arasa böyle bir misal gösteremez..
210- İzz b. Abdüsselam´ın Dedikleri:
Yukarıda geçenlerden anlaşıldığı üzere dünyada maslahatları çok girift, menfaatler dolaşıktır, zararları karışıktır. Halis maslahatın bulunması mümkün değil. Kişi ancak râcih olan maslahatı alır, zararı en çok olanı defeder. Burada yapılacak iş, İzz b. Abdüsselam in dediği gibi racih maslahatı, mercuh zarara takdim etmektir ve en güzel şey de budur. Evet, maslahat karşısında racih zararı defetmek de güzel bir şeydir. Hükema bunda ittifak halindedir, diyenler bunu getirmiştir. Doktorlar hastada en büyük derdi gef etmeyi tercih ederler. Küçüğüne bakmazlar, hastanın sağlığını sağlamak için ne gerekirse onu yaparlar, önemli olanı tedavi ederler. Din ruha baktığı gibi, tıb bedene bakar. Sıhhat ve afiyet için maslahatı celbeder, zararlı olanı defeder. Hastalığın defi için uğraşır, sıhhat için faydalıyı alır. Hepsini defetmek veya hepsini cefb ve temin etmek güç olursa, o zaman tercih yapılır.[5]
Ekser ahvalde maslahatlarla zararlar bu kadar karışık ve birbirine dolaşık olunca, bunları kesin surette ayırmaya yol yok. Madem ki öyledir, öyleyse kat´Lnassa tearuz edecek nitelikte maslahat olmaz. İşte Mâlik´le Tufî arasında ayırım bu.
211- İmam Mâlik Mutedil bir Fakihtir:
Artık Tufî´yi aşırılıkla bırakıp İmam Mâlik´e ve itidaline dönelim. Muamelatta maslahatı alıyor ve onu müstakil bir delil sayıyor. Başka bir şeye istinad etmiyor. Ona has bir şahid bulunsun, bulunmasın, maslahat nerede bulunursa onu alıyor. Buna fukaha dilinde Mesalih-i Mürsele denir. İmam Mâlik, Mesalih-i Mürsele´yi alır. Zannî nassiar onunla tearuz ederse, maslahat tercih edilir. Nass tahsis edilir veya senedi zayıf bulunur. Eğer muarız nass yoksa, doğrudan alınır. O maslahatın mânasını aniamada derin vukuf sahibi olarak bu hususta serbest atılım yapan bir fakihtir. Bunda şâri´in maksadına uyar, onun gayesi dışına çıkmaz. Dinin usulünden bir asılı bozmaz. Aldıklarına Mesaiih-i Mürsele denildi. Onun bu serbest atilimi, istirsalini ayıplayaniar olmuştur, onun bağlılığı sıyırıp attığını, teşri´ kapısını açtığını sandılar. Heyhat, o böyle şeyden ne uzaktır, Ailah rahmet eylesin, o kendisi için fıkıhta ittiba´ yolunu seçmiştir. Hatta bazıları onu kendisinden öncekilerin mukallidi gibi gösterirler. Doğrusu o Allah´ın dininde basiret sahibi bir fakihtir.[6]
212- İmam Mâlik Maslahatı Almayı Ashabdan Öğrendi:
İmam Mâlik, Mesafih-i Mürsele´yi müstakil bir asıl delil olarak almada başkalarına tâbi olan birfakihtir. Yeni birşey çıkarmış değildir. Bid´atcı değildir.
a) Baktı ki Hz. Peygamber Aleyhisselam´ın Ashab-ı Kiramı onun zamanı saadetlerinde olmayan bir takım şeyler yapmışfar, mesela Kur´an-ı Kerim´i bir mushaf halinde topladılar, Çünkü maslahat bunu gerektirdi. Hafızların ölmeleriyle Kur´an´ın bir kısmının unutulmasından korktular. İrtidat hareketlerinde çok sayıda hafızların öldüğünü görünce, Hz. Ömer endişelendi, halife olan Hz. Ebû Bekir´e mushaf halinde toplanmasını söyledi. Sahabe bunu tasvip ve kabul ettiler ve Mushaf yazıldı..
b- Hz. Peygarnber´den sonra yine Ashab-ı Kiram, içki içene 80 değnek had cezası verilmesinde ittifak ettiler. Bunda maslahat mürsele deliline dayandılar. Baktılar ki, içki hezeyan yaptırarak, namuslu kadınlara iftiraya, laf atmaya sebep oluyor, iftira cezası verildi.
c- Hulefa-i Raşidin, san´at erbabının mala yaptıkları zararı ödemelerine ittifak ettiler, aslında o mal onlarda emanet sayılır, emanet tazmin edilmez, fakat baktılar ki, eğer tazmin ettirilmezse insanların eşyasını, mallarını korumada ihmal gösterecekler. Halbuki insanların buna ihtiyacı da var. Ellerindeki emanet malı korumada dikkatli olsunlar diye tazmin ettirildi. Hz. Ali şöyle demiştir: «İnsanlar buna layık oldu..»
ç- Hz. Ömer, şüphelendiği valilerin kazandıkları mallarından hesap sorardı. Valilik nüfusuna dayanarak servet yapmalarını önlemek için bunu yaptı. Valilik makamının maslahatını bunda gördü; bu nüfuzu kullanarak helal olmayan yolla mal kazanmaya mani oldu.
d- Rivayete göre Hz. Ömer, su karıştırılmış olan sütleri dökmüştür. Bunu hileyi önlemek, hile yapana ceza için yapmıştır. Halkı aldatmayı önlemekte, umumun maslahatı var.
e- Yine Hz. Ömer, bir kimseyi, müşterek surette öldüren cemaatı kısas yaparak öldürmüştür. Çünkü maslahat bunu gerektirir. Maktul masumdur. Katiller kanma girmişlerdir. Hepsi katle iştirak etmişlerdir. Hepsinin bu işte parmağı vardır. Eğer bir cana, bir can alınır dersen, bunlar cezasız kalacak, bu ise suça teşvik olur, kati suçunu müştereken işlemişlerdir, hepsi katlolunur. Kan dökmeyi önlemek maslahatı bunu gerektirir… 357
213- İmam Mâlik, Umumun Menfaatini Gözeterek Maslahatı Aldı:
Ashab-ı Kiram´ın fukahasının bıraktığı bu zengirvfıkıh malzemesi, İmam Mâlik´e ışık tuttu. O da onların yoluna koyuldu. Dinin maksat ve ruhundan ayrılmamak şartıyle onların mesleğini tuttu. Gerek umumi, gerek hususi meselelerde vermiş olduğu fetvalarda ve hükümlerde maslahatı gözetti.
a- Umumi meselelerde maslahatı gözettiğine açık delil: Daha layık olanı varken mefdul´ün ondan daha üstünü bulunan kimsenin halife olacağına fetva vermiş olmasıdır. Çünkü bu yapılmazsa, işler fesada varır, karışır. Dünyada insanların umuru çığırından çıkar, istikrar bozulur. Bir saat kargaşalık ve anarşide, yıllarca yapılamıyacak otan zulüm ve kötülükler işlenir. Onun için istikrarı korumak lazımdır. Nakil olunduğuna göre Ömer b. Abdülaziz´den sonra hilafet salih bir kimsenin veliahd yapılması düşünüldü. Ondan sûnra-haüfelik sırası Abdülmelik oğlu meşhur Yezid´indi. Ömer b. Abdülaziz, eğer salih bir kimseyi veliahd yaparsa, Yezid, haksız yere hak iddiasına1 kalkışır.isyan eder fitne kopar diye korktu. Çünkü fitne ıslahı kaabil olmayan fesadlar doğurur. Umumi maslahatı düşünerek bunu yapmadı.[7]
b- Yine umumun maslahatını gözettiği meselelerden biri de şudur: «Beytilmal bomboş kalır, ordunun ihtiyacını karşılayacak para bulunmazsa, İmam (Devlet Başkanı) zenginlerden kafi gelecek kadar para alır. Beytilmale para toplanıncaya kadar böyle yapar. Çünkü maslahat bunu gerektirir. Sonra bunu yaparken de diğer maslahata riayet eder: Bu paraları mahsulün toplandığı hasad zamanı, meyvelerin devşi-rildiği vakitlerde yapar. Tâ ki tahsis olunan bu paraların toplanması zenginleri ürkütmesin, canlarını sıkmasın. Bundaki maslahatlar açıktır, eğer adil imam (Başkan) bunu yapmazsa devlet sarsılır, ülke fitnelere maruz kalır, ülkeye göz dikenlerin istilasına maruz olur. Biri şöyle diyebilir: İmam zenginlerden böyle vazife alacağına Beytülmale istikraz yapar. Şâtıbî buna şöyle cevap veriyor: Buhran zamanlarında, darlık vakitlerinde istikraz, eğer Beytülmale gelir sağlayacak bir gelir ümidi varsa, yapılır. Bir gelir beklenmezse, gelir yolları zayıfsa, gelir yetmezse, o zaman bu yola başvurup zenginlerden toplamaktan başka çare kalmaz.[8]
214- Umumi Maslahata Uygun Bir Meselesi Daha:
Haram her yeri kaplasa, helal kazanç yollan tıkansa, oradan başka yere gitmek güç olsa, insanlar ihtiyaçlarını gidermek için helal kazanç yolu bulamadıklarından, istemeyerek de olsa, zaruret dolayısıyle o habis kazançlarından yerler. Çünkü onları yemezlerse, dara düşecekler, meşakkat çekecekler, muztar kaldığı zaman, haram olan leşi ve domuz eti yemeye ruhsat olduğu gibi, bu durum da onlara benzer. İhtiyaçları kadar yerler. Eğer ihtiyaçtan kadar yemezlerse iş yapmaktan ve kazanmaktan aciz kalırlar. Böyle sıkıntı içinde yaşamak helake götürür, br dinin harab olmasıdır.
Şâtıbî bunun dinin maksatlarından bazısına uygun olduğunu söylüyor ve ,öyle “diyor: Bu şer´in tasarruf atına uygundur. Buna aynen nass yoksa da, muztar olan kimseye leş, kan ve domuz eti vesaire gibi habis-pis şeyleri yemeye cevaz verdi. İbnül-Arabi doyunca yemenin cevazında ittifakı nakleder, Zaruret halinde başkasının malını almayı caiz gördüler. Yukarıki hal bundan noksan değil.
215- Maslahatı Alırken Dikkat Ettiği Noktalar:
Bunlardan görüyoruz ki, İmam Mâlik (Allah ondan razı olsun), fıkıh ´ hükümlerini çıkarırken, toplumun ihtiyaçlarına çare bulma, onların hayır ve salahına olacak şeyleri gözetme esası üzerinde yürümüştür. Toplumun işlerini kolaylaştırmaya çalışmıştır. Güçlük, darlık, zorluk, sıkıntı ve . meşakkat olmasını istememiştir. Mâliki mezhebini inceleyip onun istin-bat usulünü tanıyanlar şunu tesbit etmişlerdir: Mâlik, Mesalih-i Mürse-leyi almakta atılımlarının dayanağı mesabesinde olan şeyler şunlardır:
a- Aldığı maslahat ile dinin maksatları arasında uygunluk bulunması: Öyle ki, dinin asıllardan bir asılla veya kafi delillerden biriyle asla zıd düşmemeli, dinin te´minini kasdettiği maslahatlara uygun bulunmalı, ya aynı cinsten veya ona yakın olmalı, has bir delil ona şahid olmasa da, garib ve şaz olmamalı.
b- Haddizatında mâkul olmalı, akıl ondaki münasebeti anlama akıl sahiplerine arz olununca onu kabul etmeli.
c- Onu almak dinde lazım olan bir güçlüğü kaldırmalı. Eğer bu maslahat mâkul bir şekilde alınmazsa insanlar için güçlük doğacak nitelikte olmalı. Allah Teala şöyle buyurmuştur: «Dinde sizin için güçlük
kılmadı..»[9]
Bu kayıtlarla bağlı olması onun geçmişlere bağlılık kaydını atmadığını gösterir. O, insanların umurunu, heves ve arzularına göre yürütmez. Bir zaruret olmadıkça asla nassı bırakmaz, Zaruretlerin kendine göre hükümleri vardır. Hür ihtiyar varken uyulması gereken bazı vacib-lerin ıztırar halinde düşmesi caizdir; bu kafi nasslarla sabittir (Aç ölmemek için yemeye ruhsat var).
216- Maslahatı Alanlar Çoktur:
Söylediğimiz gibi İslam fıkhı mesaliha itibar eder. O, onları temin için geldi. Bütün hükümlerde bunu dikkate almıştır. Ancak fukaha arasında ihtilaf şuradadır. Nassdan veya Hz. Peygamber´in îi´ilinden bir şahit olmadıkça hüküm istinbatında onu müstakil bir asıl itibar edip etmemektedir. Eğer bir benzerlik varsa, o zaman bunu kıyasın bir nevi sayarak almakta ittifak vardır. Mâlik ve Ahmeti bu alınır demişlerdir. Hanefi Bere ve Şafîîİere gelince; Hanefiler bunu istihsan adı altında almaktadırlar. Bu örf ve âdetin, maslahatın veya zaruretin hükmüne girmektedir. Netice itibariyle bu celb-i menfaat, defi mefsedet veya fayda sağlamak, güçlük gidermek mânasına gelmektedir. Hanefî Mezhebi kaidelerine müracaat eden kimse, onlarda mesaliha itimad eden bir çok kaideler bulunur. İbn-i Nüceym´in Eşbâh ve Nezairine (ve Suyûtl´nin aynı adiı kitabına, Desûsî´ninTesisün-Nezâirine bak) orada maslahatı celb, mazarratı defi kaideleri bulursun.
Şafiî ise, İmamül-Haremeyn´in dediğine göre, bazen Mesalih-i Mürseİe´yi alır, ancak bu mesalihin, muteber mesalihin benzeri olmasını şart koşar. Sübkî ise şöyle demektedir: Şafiî mutlak olarak mesalihi almada Mâiik´in sözüne yaklaşmaktadır. Ancak muteber mesalihe benzer gördüğü maslahatta hükmü ona ta´lika cevaz verir ve şeriatta mukarrer usulle sabit hükümlere müstenid olana bağlar.[10] Şâtıbî Ebû Hanife´n; görüşünün de böyle olduğunu söyler. İtisam´da şöyle der: Şafiî ve Hanefîlerin büyük kısmı, sahih bir asıla dayanmayana sarılır, ancak sabit mânaya yakın olması şarttır.
Muteber maslahata veya sabit mânalara benzer maslahatı almak, kıyasın nevilerinden biridir. Mutlak maslahatı almak ve onü bizatihi kaim bir müstakil ast! itibar etmek sayılmaz.
Bu konuda Şafnlerle Hanefîleri bir tutmak, üzerinde durulacak bir şeydir. Çünkü Şafii istihsanın hiç bir nev´ine müsaade etmez. Ebû Hanife ise, istihsani alır ve hemde çok kullanır. O, zaruret veya örfe uymak, meşakkati kaldırmak, maslahatı gözönüne almak suretiyle genel kaidelerden bir nevi´ istisnadır. Beyan ettiğimiz veçhile, o maslahatı celb, zararı defi1 kaidesini kullanmak demektir.
217- Maslahatı Almada En Doğru Yolu O Tuttu:
İslam fıkhında maslahatın yeri böyledir. İnsanların muamelelerinde 0 ilk planda tutulur! Uzak, yakın gayeyede gözetilir. Fukaha onu delil almada ittifat etmişlerdir. İhtilaf onu almada değil, nassdan bir şahidi olmaksızın sırf akılla onu idrak etmeye ne derece itimad olunacağın-dadır. Bazıları Tufi maslahat hususunda aklın hükmüne itimadda aşın gittiler. O derece ki, aklın hükmüyle maslahat kati nassla muarız olursa, onu tahsis eder, kafi surette sabit icmada tahsis eder, dediler. Bu sözde kabul olmayan aşırılığı beyan ettik. Diğer bir kısmı nasslarda durup akıl maslahatı idrak edemez, dediler. Şüphesiz ki, bu da dünya maslahatlarını anlamadan geri durmaktır ki, makbul birşey değildir. Hz. Peygamber Aleyhisselam «Siz dünya işinizi daha iyi biiirsiniz» buyurmuştur. Hicret yurdu imamı doğru yolu tutmuştur. Maslahat hususunda aklın hükmünü aşırı tutup, haddi geçmedi, kafi nasslara ve kafi icma´a muarız kılmadı. Aklı daraltıp maslahatları kavramaz, demedi. Bu ikisi arasında orta bir yol tuttu, ifrat ve tefrite sapmadı. Böylece kezhebi itidali aşmadan geniş, verimli bir mezheb oldu. İnsanların dertlerine deva buldu, insanların örf ve adetlerini, toplumun durumunu, çevreyi dikkate alarak uygun yolu tuttu, ne bid´atcılığa kaçtı, ne de doğru yoldan saptı. Hakk´a uydu. Geçenlere tâbi olup onlardan ayrılmadı. Doğru yolu gösteren Allah Tealadır.
——————————————————————————–
[1] Karâfi, Tenkihul-füsûl, S. 200.
[2] Tufi, Maslahat, Menar Dergisi, C. IX, S. 769 Menar tefsiri, C. VII, S. 194.
[3] Tufî, Maslahat Risalesi, Menar Dergisi, C. IX, S- 767.
[4] Tufî, Maslahat Risalesi, Menâr dergisi, S. 762.
[5] izz b. Abdüsselâm, Kavatd-ı Kübrâ C. 1, S. 3.
[6] Şâtıbî, l´tisam, C. II, S. 311.
[7] Şâtıbî, İ´tisam, C. II, S. 305
[8] Şâtıbî. l´tisam, C. II, S. 298.
[9] Şâtıbı, l´tisam, C. II, S. 307.
[10] Tahrir Şerhi, C. III, S. 150.