67- Emevı Devrini Görmesi, Abbâsîlere Yetişmesi
Ebû Hanîfc Hazretleri, Emevî halifelerinden Abdu´l-Melik b. Mervan zamanında, 80. hicrî senesinde doğdu, 150 senesine kadar yaşadı. Abbasîler devrine yetişti. Emevîlerin en kuvvetli olduğu çağları, sonra da zayıflayıp yıkıldığını gördü. Abbasî devletinin burulmasını, kuvvetlenip gelişmesini müşahede etti. Hayatının çoğu, 52 senesi, Emevller zamanında geçti. Büyüyüp yetişmesi, ilminin en yüksek noktasına çıkması, fikri olgunlaşıp kemâle ermesi hep o devirdedir. Ömrünün 18 senesi Abbasîler devrine raslar ki, bu ihtiyarlık çağı demektir. Bu yaşta insan, şahsiyetine yeni bir şey kat-raaz. Çünkü o zamana kadar fikirleri mecrasını ve istikametim bulup yerleşmiş, ilmî metodu kurulmuştur. Artık fikir mahsullerini harice bol bol verir, kendisi az almaya başlar, hiç almaz diyemeyiz. Çünkü insanın akıl araştırıcıdır, daima bilmediği şeyleri bilmeye özenir, her an öğrenmek ister. Bilhassa ihlâs sahibi ulemâ böyledir. Onlar daima daha fazla eser verip tesir bırakırlar. Buna göre Ebû Hanîfe´nin Emevîler devrinde aldıkları, Abbasilerden daha çoktur diyebiliriz. Emevîler devrinde ilim toplamış, Abbasiler devrinde harcamıştır.
68- Çağlar Arasındaki Münasebet Ve Benzeyiş
Ebû Hanîfe´nin yaşadığı devri teşkil eden: Emevî devri ile Abbasîler devrinin başı olan bu iki devir arasında, ilim ruhu ve bilhassa dînî ruh bakımından büyük bir fark yoktur. Abbasî devrinin başlan, Emevî devrinin sonunun devamı demektir. Önce baş-hyanların neticesinden, eskiden gelen yolun devamından ibarettir. Asırların ve devirlerin ilmî ve içtimaî ruh bakımından birbirine benzemesi, yekdiğerine karışan nehirleri andırır. Coşarak akan sulan, renk ve tat bakımından bir fark yapmaz. Ancak geçtikleri topraklardan aldıklan şeyle hafif bir fark olabilir, Asırlar da böyledir. Milletler akar gider. Devletin tütumu´ve siyasî rengi hafif bir fark yapar. Esas kök yerinden kopmaz, o sabittir; ümmetlerin ni-hu değişmez. Devletin hızlandırılmasına veya kısmasına göre ya ağır veya sür´atle yürür. Er veya geç yine de gayeye ulaşır. Emevî devletinde hakim olan ilmî ve içtimaî ruh devletin değil, kitlenin eseri idi, onu topluluk yarattı. O ilmi, Sahâbe´nin bıraktığı ilim servetinden ilim alan mübarek cemaat meydana getirdi. O ilim onların elinde çiçek açtı, en olgun meyvelerini verdi.
Diğer taraftan, ekseri îslâmiyeti kabul eden fakat eski medeniyetlerine ve ilimlerine sahib olanlar bu ilimlerin bir kısmiyle Arap-çayı da besliyorlardı. Ya fikirlerini beyan etmek veyahut Farsça-dan ve diğer dillerden yaptıkları tercümelerle yeni yeni ilimlere kapı açmışlardı. Başka dillerden Arapçaya tercüme işi Emevî devrinde başladı. Kelile ve Dimme´yi tercüme eden Abdullah b. Mukaffa´ daha çok Emevî devrinde yaşadı. Din ilimleri Abbasîler devrinde daha da gelişti, tercüme eserleri çoğaldı ve yayıldı. Bu, kemiyef bakımından böyledir, fakat keyfiyet bakımından böyle değildir. Tercüme işi Emevî devrinde başlamış, Abbasîler devrinde genişlemiş ve ilerlemiştir.
69- Her İkî Devrîn Hususiyetleri
Ebû Hanîfe her iki devirde yaşadığına göre, gerek Emf.vî ve gerekse Abbasîler devrindeki siyasî hayattan kısaca bahsetmemiz icabediyor. Ondan sonra da içtimaî ve ilmî hayata göz atarak Ab-bâsîîerin ilk devirlerinden nasıl geliştiğini belirteceğiz. O devirde îslâm âleminin fikrini meşgul eden mes´elelere temasla akide, siyaset, fıkıh ile olan münasebetlerini açıklacağız.
70- Sîyasî Durum
Evvelâ siyasî hayata bakalım. Bilindiği gibi Emevî devleti, Hulefayı Râşid´în devrinden sonra kuruldu. îslâmda Halife seçi-im çeşit çeşit olmuştur. Sabık Halîfenin namzet olarak gösterdiği seçkin ve mümtaz Müslümanlardan seçilirdi. Hz. Ömer´in halife seçilişi böyle oldu. Veya sabık Halîfe namzet göstermeden seçilirdi. Hz, Ebû Bekir´in ve Hz. Ali´nin seçilmesi böyle yapıldı. Veya-r hut bunların ikisi arası bir usulde Şûra yoîiyle intihab olunurdu. Hz. Osman´ın seçilmesi bir Şûra hey´eti tarafından idi. Emevî devleti kurulunca hilâfet usulü saltanat çevrildi. Emevîyye devletinin kurucusu olan Muâviye´yi Müslümanların büyük bir cemaatı Halîfe olarak seçti ise de ondan sonra gelenlerin, bu makama onlan Müslüman cemaatlerinin kendi hürriyet ve iradeleriyle seçtiklerini iddia etmeye hakları yoktur. Onlar o makama kendileri konmuşlardır. Zaten kargaşalıklar bu yüzden çıkmıştır. Bu kargaşalıklara Emevî devrinde sık sık raslanır. Bunlar bastınlsa bile zahirde böyledir. Kalbler kinle kaynaşmaktadır. Bu halifelerin çoğu, Müslümanlar arasında büyük mevki ve itibar sahibi olan zevata, eza ve cefadan bile çekinmezlerdi. Din duygulan bile onların bu gibi işleri yapmasına mâni olamazdı. Meselâ Muâviye´nin oğlu Yezid, kendisine karşı gelen Medinelilere neler yapmadı. Bunlar F.nsâr´ı Kiram oğullarıdır, demedi. Medîne-i Münevvere´yi ordusuna mubah kıldı. Dinin yasak ettiği şeyleri sanki helâl imiş gibi işlediler. Hz. Peygamber´in torunu Hz. Hüseyin, islâm´da müesses hükümet nizamına ve esaslarına uymadığı için Yezid´i tanımıyor ve ona karşı. çıkıyor. Yezid´in adamları onu en feci şekilde şehit ediyorlar. Hz. Peygamber´e karabetine veya din hürmetine riayet edilmeyerek mübark kanını döküyorlar! Kız kardeşleri yâni Hz. Peygamber´in kerîmesi Fatma anamızdan doğma kızlar esir gibi tutuluyor ve esir muamelesi yapılarak Ye2id´e götürülüyor. Eme-viyye devletinin sonralarına doğru Hz. Ali ile Hz. Fatma´nın evlâtlarının ve sülâlesinin hükümete karşı ayaklanmaları birbirini takip ediyor. Onlara da kılıç atılıyor, katil faciası devam ediyor. Zeyd b. Ali öldürülüyor. Oğlu Yahya ve Yahya´nın oğlu Abdullah öldürülüyor. Ehl-i Beytin sevgililerine karşı Emevîlerin yaptıkları yalnız bunlardan ibaret değildir. Minberler üzerinde Hz. Ali´ye lanet okumak bir sünnetmiş gibi zarurî bir emir hâline gelmişti. .Bu bid´atı Ebû Süfyân´m oğlu Muâviye ortaya çıkarmıştır. Müslü-. manlar bunu fena gördüler, hiç beğenmediler. Hattâ Hz. Peygamber´in zevcelerinden Ümmü´l-mü´mînin Ummü Seleme Muaviye´ye bir mektup göndererek Müslümanların hissiyatına tercüman olmuş ve şöyle demiştir: «Siz minberleriniz üzerinde Allah ve Resulüne lanet okuyorsunuz demektir. Çünkü Hz. Ali´ye ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Allah da, Resulü de onu sevdiler.» Bu minberlerde lanet okuma bid´atı sürüp gitti, nihayet Emevîlerin âdil halifesi Ömer b. Abdülaziz onu yasak etti.
71- Emevîlerde Araplık Temayülü
Emevîlerde kuvvetli bir Araplık temayülü vardı. Bunun tesiriyle İslâm öncesi Arap medeniyet ve hayatına ait çok şeyleri dirilttiler. Bu medeniyet mirası içinde hoşa gidip öğülecek bâzı ci-hitler yok değildi. Fakat Emevîler bu milliyetçilikte çok aşırı gittiler, Arap obniyan unsurlara karşı milliyetçilik işini taassup derecesine vardırdılar. Onların haklarını çiğnediler. Halbuki onlar âa şeriat nazarında diğer Müslüman kardeşleriyle müsavi idiler. Zira İslârnda bütün insanlar müsavidir. Arabın Arap olmayına bir üstünlüğü yoktun Üstünlük takva iledir. Fakat Emev´ler mevâli olanlara çok zulüm yaptılar. Hâttâ orduyla gazaya gittiklerinde ganimetten hisse almak hakkından onları mahrum bıraktılar. Böylelikle Allah´ın ganimet hususundaki hükmüne karşı geldiler. Bunun için mevâlî, Emevİere karşı ayaklananların safında yer aî-dılar, Emevlerin idarelerini tanımadılar.
îslâm ülkeleri, bu gibi sebepler yüzünden fitneler içinde çalkalanıyor, fesat içinde yüzüyordu. Ara sıra sükûnet bulsa da bu zahirî idi, külün altında ateş sönmüyordu. Zaman oluyordu, ayaklanmalar yatışıyordu, fakat fitne gizli gizli devam ediyordu. Erae-vî devletini bir daha belini doğrultamayacak şekilde yıkmak için gjzli çalışmalar hiç durmuyordu. Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi için daima propaganda yapılıyordu. Sessizce yapılan bu çalışmalar nihayet muvaffak oldu: Emevî devletini temelinden uçurdu yerine Abbasî devleti kuruldu.
72- Abbasilerden Gördükleri
İşte Emevilerin hüküm sürdükleri müddetçe yaptıklarının kısaca bir levhası. Bunlar arasında halk kitlelerini galeyana getirecek yerler yok değil. Seyyiat ve hasenâtiyle o levha meydanda, herkesin gözünün önünde. Ebû Hanîfe bu dünyaya gözlerini açtığı zaman Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî zorbalarından Haccâc b. Yûsuf Sekafî idaresinde yaşadı, Haccâc öldüğü zaman Ebû Hanîfe onbeş yaşında idi. Bu yaştaki genç, çok şeyleri anlar. Haccâc´m sert ve şiddetli idaresini gördü. Bunlar, Arap soyundan olmıyan bu genç üzerinde derin tesirler bıraktı. Emevî devleti hakkında hükmünü vermesinde bunların tesiri oldu. Yaşı ilerledikçe bu hükmü de kuvvetlendi, çünkü Emevîlerin Ehl-i Beyte karşı yaptıkları cinayetleri gözüyle gördü. Hâttâ Emevîlerin zulmüne kendisi de uğradı. Onu tazyik ettiler, hapse attılar onların elinden Mekke´ye kaçarak Beytullah´a sığınmak suıetiyle kurtulabildi.
Abbasî devleti işte böyle korkunç bir devirden sonra emniyet ve hürriyet getirmek va´diyle iktidara gelmişti. Ebû Hanîfe´nin ümîdi büyüktü. Onların şefkatli ve merhametli bir idare kuracaklarını umuyordu. Onlar birçok felâketlere uğradıktan sonra bu mevkie gelmişler, zulmün acısını tatmışlardı. Halka merhamet elini uzatmaları beklenirdi. Onun için Ebû Hanîfe, bu ümitle Ebu´l-Ab-bas Seffâh´a seve seve elini uzatarak gönül rizasiyle ona bîat etmişti. Hayatını anlatırken kaydettiğimiz gibi fukahânın arzularına tercüman oimuş, arkadaşları adına tatlı ve güzel konuşmuştu. Fakat Ebû Cafer Mansur´un devri gelince iş değişti. Devlet nüfuzunu takviye için rıfk ve mülâyimet tanımayan bir şiddet ve sertlik göstermeye başladı. Ehî-i Beyte eza ve cefa yaptı. Onların ileri gelenlerini zindanlara tıkü. Hz. Ali taraftarlarının kanları hesapsız akıtılır c)du. Ebû Hanîfe baktı ki, Mansur´un idaresi, Emevîierin idaresinin devamından başka bir şey değil, değişen şey yalnız kuru bir isimdir. Dış değişmiş, iç aynıdır. Yukarıda uzun boylu anlattığı üzere devletle arası bu yüzden açıldı, Ebû Hanîfe´ye eza ve cefâ yapılmağa başlandı ve ölümü de bu yüzden oîdu.
Ebû Hanîfe Irak´da yaşadı. Doğup yetişmesi orada oldu. Ders halkasını orada kurdu. Emevîler devrinin sonunda ve Abbasiler devimin başında Irak şehirleri halkı çeşitli unsurlardan müreşek-kiîdi. Araplarla beraber İranlı, Rum, Hindli ve saire gibi muhfeîi& milletlerle dolu idi. Bu şekilde topluluklarda içtimaî hadiselerin de çok karışık olacağı şüphesizdir. Çünkü muhtelif unsurların muhtelif tezahürleri vardır. Hâdiseler hüküm ister. îslâm şeriatına göre bir hâdise ya mubahtır ona cevaz verilir veyahut da haramdır, men-olunur. Bu gibi çeşitli hâdiseleri inelemeck fakîhin fikir ufkunu genişletir. Onun zihnini açarak mes´ejeler hakkında hüküm verr.îeğe hazırlar. Faraziyeler yürütmeğe alıştırır. Ayrı ayrı mes´eleleri umumî bir kaide altında toplayacak kıyaslar bulmağa sevkeder.
73- Çeşît Çeşit Fırkaların Ve Taifelerin Merkezi
Irak muhiti saydığımız bu içtimaî belirtilerden başka bir hususiyeti daha hâizdir ki o da -muhtelif dînî fırkaların yatağı olmasıdır. Gulât-ı Şîa ve mu´tedilleri oradadır. Mu´teziler oradadır. Ceh-niiyye, Kaderiyye, Mürcie ve saire hep oradan çıkmıştır. Bu itibarla orası canlı bir fikir hareketi kaynağı halinde idi. Zaten Irak´ın eski zamandan beri türlü fikir cereyanlarının çarpıştığı bir yer olduğu anlaşılıyor. Onun için tbn-i Ebû´l-Hadîd, Nehc´ül-Belâga şehrinde çeşitli Şîa- fırkalarını Irak´da türeme sebeplerini araştırırken şöyle diyor:.
«Râfızâlerle Hz. Peygamber´in devrinde yaşayanlar arasındaki fırkalardan biri de şudur: Râfizîler hep Irak´da, Küfe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman hevâ ve hevesine uyan acaib inanç sahipleri, türlü mezheb erbabı yetiştirir. Bu iklimin insanları her şeyi incelemek isteyen görüş sahibi olurlar. İnançların ve düşüncelerin aslını araştırırlar. Mezheplere karşı gelirler. Kısralar zama-mnda Mani, Disan, Mazdek vesaire hep burada çıktı. Halbuki Hicaz´ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihnine benzemez.»
Bundan da anlaşılıyor ki, Irak hem eskiden ve hem de İslâmiyet devrinde akideler ve inançlar hakkında muhtelif re´ylerin ve görüşlerin kaynaştığı bir yer olmuştur. Bu da şundan ileri gelmektedir: Orada gayet eski zamanlardan beri türlü din salikleri, çeşitli cemaatler yaşamaktadır. Eskiden orada türeyen mezhebler birbirine karışan çeşitli akîdlerin ve halitası gibidir. Dîsaniye ve Manilik, Putperestlik ve Senevliğin Hıristiyanlık prensipleriyle karışmasından ibarettir. Orada çıkan dînî fırkaların çoğunda bu hal görülür, îki akidenin mezcinden başka bir akide meydana çıkarmak kolaydır.
74- Gayrî Müslimlerin Yıkıcı Fikîrlerî Neşirleri
Ebû Hanîfe´nin yaşadığı Irak işte böyledir. Emevîler devrinde ve Abbâsîlerin ilk çağlarında burası çeşitli fikir ve mezheplerin kaynaştığı yerdi. Bunlar Müslümanların akidelerini bozmak, din işlerinde onları şaşırtmak için gizlice aralarına sokulurlardı. Müslümanlığın kolay ve açık cihetlerini bile akıl Önünde güçleştirmek veya kurcalamak isterlerdi. Kaza ve kader bahisleri, irade mes´e-lesi gibi ince mes´eleleri ortaya çıkardılar, insan, iradesinde acaba hür müdür ki, kendisine teklif ve emirler vermek ma´kul olsun ve yaptıklarına bir ceza terettüp etsin. Yok, insan iradesinde hür de-ğilde o zaman teklifin hikmeti nedir [1]
Bu mücadeleler, Müslümanlar arasında gizli bir tertip ile kur-calamrdı. Maksat Müslümanların dîni sarsılsın, islâm düşmanları dîne hücum edecek gedik bulabilsin. Aynı zamanda başka dinlerde olanlar îslâmiyete meyil ederek Müslüman olmasınlar diye araya bir set çekmek istiyorlardı.
Bu gizli gizli sokulan tertipler Müslümanları şüpheye düşürmek, onların görüşlerini parçalamak, aralarında fikir ayrılıkları uyandırmak için yapılıyordu. Bu garip fikirlerin Müslümanlar arasında niza ve çatışmalar uyandırmak için ortaya atıldığında hiç şüphe yoktur. Abbasî devri muharrirleri arasında bu gizli ellere işaret edenler olduğunu görüyoruz. Câhız bazı risalelerinde, Hıristiyanlığı korumak için Müslümanlar arasında ne gibi fikirler uyandırmak lâzım geldiği hususunda Hıristiyanların kendi aralarında, kararlaştırdıkları şeyleri bize sayıp dökmektedir.
Bâzı Hıristiyan tarihlerinde de böyle şeyler görüyoruz. Meselâ Hişam b. Abdülmelik zamanına kadar Emevîlerde devlet hizmetinde bulunmuş olan Şamlı Yuhanna din hususunda Müslümanlarla nasıl mücadele yapacaklarını Hiristiyanlara öğretmiş.
Türâs-ı İslâm eserinin kaydettiğine göre, o şöyle diyormuş:
Eğer Müslüman sana: Mesih hakkında ne dersin diye sorarsa :
O, Kelimet´ullahtır, de. Sonra Müslümana:
Kur´ân´da Mesih nasıl zikrolunmuştur diye sor. Ve Müslüman ona cevap verinceye kadar hiçbir şey söyleme. Çünkü Müslüman ister istemez şu cevabı verecektir: «îsa b. Meryem Allah´ın Resulüdür, Meryem´e ilkaettiği kelimesidir. Ondan bir ruhtur.»
Bu cevabı aldıktan sonra ona şunu sor:
Kelimetu´llah ve ruh mahlûk mudur, yoksa gayri´mahlûk mudur
Eğer mahlûktur, derse ona de ki:
Ezelden Allah vardı fakat ne kelimesi ve ne ruh vardı.
Bunu söylersen Müslüman-., susup kalacaktır. Çünkü bu ka-naatta olan kimse Müslümanların nazarında zındıktır.»
Açıkça görülüyor ki, Yuhanna kendilerine delil olacak şeyleri hazırlıyor, Müslümanları nasıl izlam edeceğini araştırıyor, sonra kendi dâvasını müdafaa için Allah Kelâmının kadim olduğu mes´e-lesini bu işe karıştırıyor. Halbuki bu mes´elenin bu dâvada hiç yeri yoktur ve ona asla faydası olamaz. Çünkü kelime´nin Allah´a izafet ve nisbeti, ruhun Allah´tan olması bu ikisinin kadîm olduğuna delâlet etmez. Zira Cenâb-ı Hakk´ın yaratmış olduğu kelime, kadîm değildir. Onun yarattığı ruh da böyledir. Hz. İsâ´ya Kelimetu´lîah denildi. Çünkü o Allah´ın mücerred «Ol!» demesiyle oluverdi. Araya baba vasıtası girmeksizin bir «Ol» kelimesiyle oldu. Onun için Kelimetu´lîah denildi. Ona ruh denilmesine, gelince, onun olması, umumî tabiat kanunlarına göre canlılar için ilk madde olan meniden değildi. Şahıslar en bariz haliyle vasıflanırlar.
Bundan sonra Yuhanna îslâm prensiplerini tenkîd edici fikirleri onlara şöyle aşılıyor: Taahhüdü zevcâttan, talâktan, hülleden bahsediyor. Sonra Peygamberimiz hakkında yalan ve iftiralar başlayarak şüpheler uvandırmniia gayret ediyor; Hz. Peygamber´in Zeyneb binti Çahş ile aşk hikâyesini uyduruyor. Sonra Hacer-i Esver´i takdis etmek Haçı takdîs etmek gibidir, diyor.
O yalnız bu kadarla da iktifa etmiyor. Belki de münakaşacıla-nna Müslümanları kader, insan iradesi,[2] iradenin hürriyeti mes´elelerine dalmağa sürüklemelerini öğretiyor. Böylece Müslü-manın zihnini karıştırıyor, onun aklım bir sürü tartışma ve münakaşa çöllerine atıyor. Onların1 arasında bir sürü karışık fikirler uyandırıyor. Maksat Müslümanları şaşırtmak, aralarına tefrika sokmak, sapık düşünceler ve kanaatler ileri sürerek onları ayrı ayn fırkalara bölmek; fikir ayrılıkları yaratmaktır. Ne yazık ki, bunları yapan da Emevî hükümdarlarının kendisine kucak açtığı, hem kendisini ve hem de babasını saraylarında besleyip yetiştirdikleri bir adamdır!
75- Fîkîr Çarpışmaları Ve Tercüme İşleri
Bu fikir çarpışmaları yanısıra diğer bir fikir hareketi daha vardır ki, o da Emevîlerin zamanında başlamış, Abbasîler devrinde meyvesini vermiştir. Bu da Yunan devrinde başladı. İbn-i Hallikân diyor ki: Hâlid b. Yezîd b. Muâviye Kureyş içinde çeşitli ilimleri en iyi bilen idi. Onun kimya-tib hakkında sözleri vardır. Bunları iyi bildiğini gösterir risaleleri vardır. Bu ilimleri Meryânüs Rumi naramdaki bir keşişten öğrendi. Onun bu konuda üç risalesi mevcuttur. Birisi mezkûr Meryânüsle aralarında cereyan edenleri, ondan öğrendiği ve gösterdiği rumuzları ihtiva eder.
Abbasîler devrinde tercüme hareketlerinin canlanmasiyle başka milletlerin fikir ve felsefesiyle´yaRTndan temas imkânı genişledi. Böylelikle Yunan, Iran ve Hind tefekkür ve görüşleri Müslümanlar tarafından bilinmiş ve îslâm düşüncesi üzerinde bunların tesiri olmuştur. Bu tesir çeşitli yönlerden olmuştur ve bu, felsefeyle meşgul olanın aklının ve dîninin kuvvet derecesine göre değişir. Aklı doğru, îmanı sâdık olan kimse, karşısına çıkan felsefe düşüncelerine akıl kuvveti ve îman ihlâsiyle hâkim olur, onların tesiri altında kalmaz. Onları hazmeder körü körüne onlara uymaz, onları kendine uydurmak fikrini, idrakini genişletir, aklını parlatır. Aklı hafif olanlar ise o fikirleri kaldırmaz, onların karşısında ezilir, eski ile yeni arasında şaşırır kalır. Fikir anarşisi içinde bocalar durur. Kararsızlıktan bir türlü kurtulamaz. Onun için bakıyoruz ki, bâzısı şair, bazısı muharrir, bazısı ilim adamı olmak üzere bir takım kimseler o nevi fikirlerle karşı karşıya gelince onîara dayanamamışlar, onları hazmedememişler, dimağları bu yabancı fikirlerin istilâsına uğramış şaşırıp kalmışlar!
Bu saydıklarımızın yanı sıra diğer bir zümre daha vardır ki, onlar da zındıklardır. Bunlar İslâm cemaatını fesada uğratacak düşünceleri ilân edip yayarlar, îslârm yıkacak şeyleri ortaya sürmekten çekinmezlerdi. îslâmı sarsmak, Müslümanları küçültmek için her hiyleye başvururlardı. Bunların içinde bazıları îsîâm hakimiyetini kaldırarak, yerine eski Iran hâkimiyetini diriltmek isterlerdi. Nasıl ki Mehdi devrinde Abbasî devletine karşı ayaklanan Mukanna Horasanı bunu yapmak istemişti.
76- Bu Hercümerc Îçlnde Ebû Hanîfe
işte bu saydığımız şeylerin cümlesi, Irak´da fikir münazaraları çıkmasına, birbirine zıd ve aykırı görüşler ve kanaatler arasında boğuşmalara sebep olmuştur. îmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe işte böyle bir asırda yaşamıştır. Bu fikir boğuşmalarının asıl merkezi Irak´tı. Hiç şüphesiz ki, îmâm-ı A´zam bunlara karışacak, bu bahislere o da dalacaktı. Fakat o bunlara, dînini tamamiyle anlayan, îmanı kuvvetli bir Müslüman sıfatiyle daldı. Sapık fırkalara, çeşitli mezheplere karşı vukufla ve şerefle îslâmı müdafaa etti. Türlü dînî fırkalarla mücadelede onun sağlam bir görüşü, şerefli bir mevkii haiz olduğu şüphesizdir. Ondan bu hususta naklolu-nanlar onun akîdeye dair görüşlerini teşkil eder.
77- Tedvinîn Başlaması Ve Dîn Îlîmlerî
İşte o devirdeki felsefe ve fikir temayülleri ve bunların o büyük fakîh Ebû Hanîfe üzerindeki tesirleri böyledir. Şimdi de bu asırdan, biraz da din ilimleri bakımından bahsedelim :Sadr-ı îslâmda ilim şifahî idi, yâni başkalarından dinlemek suretiyle alınırdı. Fakat sonraları ilim sahası genişleyip bazı kimseler muhtelif ilimleri öğrenmeye başlayınca, Emevî devrinin sonlarında ulemâ ilmi tedvin etmeğe yâni yazı ile tesbit etmeğe başladılar. Dînî ilimler ve Ulûm-ı Arabiyye birbirinden ayrıldı. Her iklimde, kendilerini o ilme veren ihtisas sahipleri yetişmeğe başladı. Her ilmin esasını ve kaidelerini tesbit edenler çıktı. Emevî devri sonlarında fukaha, fıkıh ilmini, muhaddisler Hadîs ilmîni tedvine başladılar. Hicaz fukahası : Abdulîah b. Ömer´in Âişe´nin, İbn-i Abbas´ın fetvâlariyle onlardan sonra gelen Medine´deki kibâr-i Tabiînin fetvalarını topluyorlardı. .Onları inceliyorlar,, onlardan hüküm çıkarıyorlardı. Irak fukahası ise Abdullah b. Mcsud´un fetvâlariyle Hz, Ali´nin hüküm ve fetvalarını, Kadı Surayh ve diğer Küfe kadılarının verdikleri mahkeme kararlarını topluyorlar, onlardan hüküm çıkarıyorlar ,yeni hüküm verme yollarını buluyorlardı. Abbasîler devri gelince Hadîsler de fıkıh bablan üzere tertiplenerek tedvin işi gayet genişledi.
îş yalnız bu saydıklarımıza münhasır değildi. Şiâ fukahâsı da kendi re´y ve görüşlerini toplayıp tedvin ediyorlardı. Milano´da bazı îslâm eserleri bulundu. 122 hicrî yılında şehid edilen imâm Zeyd b. Ali´ye mensup fıkha dair yazma bir eser bunlar arasındadır. Elde mevcut ve matbu olan Kitab-ul Mecmû´çla bu imâma nis-bet olunmaktadır. Bu nisbet sahih olsun olmasın, muhakkak olan bir cihet varsa o da îmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe zamanında Şia´nın Zeydiye konulan maruf ve belli görüşleri ve re´yleri vardı. Ebû Hanîfe bunlardan haberdardı. Tercüme-î hâlinden biliyoruz ki, onun Zeyd b. Ali ile daima münasebeti vardı. Cafer Sâdık´la, Mu-hemmed Bâkır´la ilmî münasebet bağları mevcuttu. O, îmâmiyye-nin oniki imâm ve îsmâiliyye imamlarının fıkhını biliyordu.
78- Çeşîtlî Münazaralar
O asır, münazaralar, mübahaseîer asrı idi. Muhtelif dînî fırkalar arasında, Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında. Haricîlerle başkaları orasında bu gürültülü münazaralar durmadan devam ediyordu. Sapık fırkalar diğerleriyle boğuşuyor Mu´tezile Ehl-i Sünnete çatıyor, Ehl-i Sünnet ulemâsı doğru ve sağlam İslâm akidelerini müdafaaya çalışıyorlardı. Ulemâ bu münazaralar için bir yerden başka yere giderlerdi. Yukarıda geçtiği üzere birçok sapık fırkalarla mücadele yapmak için Ebû Hanîfe Basra´ya 22 defa gitmiştir. Bazı Basra ulemâsı da münazaralar yapmak için Kûfe´ye gelirlerdi.
Hac mevsimi, ulemâ bir araya toplanınca fıkıh münazarası mevsimi halini alırdı. Bakarsın Ebû Hanîfe Evzâî ile münazara yapıyor, îmâm Mâİik´İe mübahase ve müzakerelerde bulunuyor. Fukahârın mübahase ve münakaşaları, sapık fırkalarla yapılan münazaralardan çok daha hayırlı ve yararlı oluyordu. , .
Bu münazara ve münakaşalara bazan memleket taraftarlığı, hemşehrilik,gayret ve taassubu da karıştığı olurdu. Basra ve Küfe uleması iki cepheye bölünmüştü. Birbiriyle münakaşa yaparlardı. Herkes memleket gayreti güderdi. Kendi memleketi kazanırsa pğü-nür, yenilirse yerinirdi. Hattâ bu halin bazan seçkin, ve halis ulemâ arasına bile sokulduğu olurdu. Bu kabilden bir olayı nakledelim :
Yusuf b. Hâlid es-Semtî´nin[3] Ebû Hanîfe ile ilk defa görüşmesine dair olan o hâdiseyi îbn-i Bezzazı Menâkıb´ından dinleyelim : «Hilâl b. Yahya er-Re´y diyor ki: Yusuf b. Hâlid es-Semtî anlatırken dinledim; şöyle dedi: Ben Osman el-Bettî´nin dersine devam ederdim. OA Hasan Mutezilî ve îbn-i Şîrîn mezhebine kayardı. Onların mezheplerini öğrendim. Bu hususta münazaralarda bulundum. Küfe ulemâsını da görüp onların mezheplerini de öğrenmek istediğimden Kûfe´ye gitmek üzere kendisinden müsaade istedim. Ve Küfe´ye gittim. Bana Süleyman A´meş´i tavsiye ettiler. Çünkü .Hadîsde en kıdemli âlim o idi. Hadîsde soracak bazı mes´elelerim vardı. Onları muhaddislere sormuştum. Fakat hiç birisi bilememişti. A´meş´in halkasına oturdum. Ve bunları ona açtım:
Getir göreyim, dedi. Yanına vardım. Bana:
İhtimal ki sen de Basrahlar, Kûfelilerden daha bilgili dersin. Hayır, hayır, Kûfe´nin sahibi aşkına bu böyle değildir. Basra ancak hikayeci, veya rüya tabircişi veya ağlayan yaşcı çıkarır. Val-Iah şu Kûfe´de, Arablarmdan değil, Mevâlîsinden olan o tek adam yok-mu, işte o hepsine yeter, öyle mes´eîeler bilir ki, onları ne Hasan, ne İbn-i Şîrîn, ne Katâde, ne Osman el-Bettî bilir, ne de başkaları.
A´meş konuşurken öyle kızmıştı ki, asâsiyle bana vuracak diye korktum. Sonra yammdakilerdcn birine dedi ki:
Bunu Nu´mân´ın (Ebû Hanîfe´nin) meclisine götür, vallah onun en küçük talebesini görse, mahşer halkının hepsine cevap yetiştirmeğe kadir olduğunu anlar.
İçime öyle bir korku girdi ki, derecesini Allah bilir. Adam kalktı. Ben de arkasından yürüdüm. Mescidden çıktıktan sonra:
Nu´mân, Benî Haram mahallesinde bulunur. Orada sor, c bu mes´eîeleri en iyi bilendir. Benim işim var oraya kadar gidemi yeceğim, sen yürü dedi.
Ben de sora sora aramağa başladım. En sonunda Benî Ha ram mahallesine geldim. İkindi vakti olmuştu. Baktım Öteden bi: adam geliyor, güzel yüzlü, temiz elbiseli. Arkasından da O´na ben zer bir oğlan var. Yaklaşınca selâm verdi. Sonra minareye çıktı Güze! bîr ezan okudu. Anladım ki, Nu´mân bu zat olacak. Minare den inince iki rek´at namaz kıldı. Namaz kılışı Hasan ve îbn-i Sî rî´nin namazlarına çok benziyordu. Etrafında talebeleri topland; öne geçti. Onlara namaz kıldırdı, tıpkı Basrahlann namazı gib Namaz tamam olup selâm verince arkasını mihraba dayadı, yi zünü cemaata döndü. Onları selâmladı. Sonra yanmdakilerde her birine hal-hatır sordu. Sıra bana gelince:
Sen yabancısın galiba, Basrah mısın dedi.
Evet, dedim.
İsmin nedir diye sordu.
Ben de ismimi, nesebimi söyledim. Sonra künyemi sord Künyemi söyleyince:
Osman el-Betti´nin dersine devam edenlerden misin dec
Evet, dedim.
Eğer o bana yetişseydi, kavillerinin çoğundan vaz geçeri
Sonra bana:
Soracağın mes´eleîeri sor bakalım, dedi. Arkadaşlard: önce sen başla. Çünkü sen garîbsin. Senin gibi fıkıh meraklıların hak-ı takaddümü vardır. Yeni gelen yabancı, dehşet verir; her ( lenin de bir haceti vardır.
O gün mes´eleîeri ben sordum, o cevap verdi. A´meş´le aram dakî geçeni de ona anlattım. Allah selâmet versin ona, memleke nin ismini başkasiyle yükseltmek istiyor…
Hasan-ı Basri ve lbn-i Şîrîn, bu iki faziletli zat, A´meş´in dediklerini doğru çıkarır şekilde birbirlerine atıp tuttukları olur* Ibn4 Sîrin, Hasan-ı Basrî´ye tariz yapar: Sultandan atiye ve ihs kabul ediyor, muhal şeyleri rivayet eyliyor, arzusuna göre söylüy Tsadere kail, sanki yerin sahibi o, iş onun elindeymiş gibi konuşuyor. îbn-i Şîrîn söylediği için bir gün Hâlid el-Hazzâ, meclisini bile terketti…»
Hasan da tbn-i Şîrîn´e ta´riz yapardı: Bir tulum suyla abdest alır, sabahleyin ise üç tulum suyla oğuna oğuna yıkanır. Kendine azap veriyor. Peygamberin sünnetinin hilafını yapıyor, rüya tabir ediyor sanki Yâkub Aleyhi´s-Selâmın âlinden. Bırak onu sen lâzım olanı öğren. Milletler sizden önce birleşmemişler ve birleşe-mezlcr. Allah´u Teâlâ buyurur ki: «İhtilâf üzere devam ediyorlar, ancak Rabb´ının acıdıkları müstesnadır.» Onları bunun için yarattı. Eğer böyle olmasaydı, takdirât cereyan etmezdi. Tabiatîer türlü türlüdür. Herkes kendi yolunca işliyor. Kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbımiz en iyi bilendir, dedi ve sonra sükût etti.
Yûsuf b. Hâlid es-Semtî diyor ki: Sonra ona :
– îhtilâf mevzuu olan şu kader mes´elesi hakkında ne dersin diye sordum. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
Bilindiği gibi Basrahlar Kûfeliler kader mes´elesinde ihtilâfa düştüler. Bu mes´eîe gayet müşkil bir iştir. Bu, insanların halline takat getiremiyecekleri bir meseledir ki, anahtarı kaybolmuştur. Eğer anahtarı bulunursa içinde ne olduğu bilinir. Bunu ancak Allah tarafından gelen haberci açar, Allah indinde olanı o haber verir. Fakat bu devir geçti. Bizim dediğimiz iki kavli arasında orta bir kavildir. Ne cebriyecilik, ne de büsbütün tefviz. Allah´u Teâlâ kullarına takat getirmiyecekleri şeyi teklif etmez. Onlardan yapamıyacaklarım istemez. İşlemedikleri bir şeyden dolayı onlara ıkab etmez. Bilmedikleri şeyler hakkında münakaşaya dalmalarına rızası yoktur. İçinde bulunduğumuz ahvali Allah en iyi bilendir. Doğru ve sevap olan, O´nun nezdindedir. Biz içtihad ederek doğruyu araştırıyoruz. Her müetehid isabet eder. Allah bilmiyecekleri bir şey hususunda içtihad yapmalarım asla emretmez. Allah her niyaz edenin veiisidir. Herkes O´nun rızasını arar. Allah bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeye muvaffak buyursun.»[4]
79- Yûsuf Semtî´ye Verdiği Cevaptan Alınanlar
Yûsuf b. Hâlid Semtî´nin Ebû Hanîfe ile ilk görüşmesine dair sözler işte böyledir. Bunlar herkesin kendi memleketinde nasıl taraftarlık yaptığını gösterir. Basrahlar kendi ulemâsını ve onların bilgilerini öğüyorlar, Kûfeliler kendi, ilim adamlarım göklere çıkarıyorlar. Bu hâdise bize Hicaz ulemâsı ile Irak ulemâsı arasındaki cidalin sebeplerini biraz açıklamaktadır. Hicaz ve Irak´ın iki cepheye ayrılması yalnız görüş ve usul farkından ileri geliyor değildi. Buna muhît ve memleket tarafgirliği de karışıyordu. Bu bize aynı zamanda ulemâ arasındaki ihtilâfları da göstermektedir. Aralarında arasira sert tenkidler oluyormuş demek. Tabiînden olan Hasan ile îbn-i Şîrîn her ikisi de değerli din âlimlerinden oldukları halde, usûl ayrılığı yüzünden birbirlerini tenkid ediyorlar!
Ulemâ arasında bâzı mes´elelerde şiddetli ihtilâflar olduğunu görüyoruz. Muhaliflerini dille yaralayanlar var. Ebû Hanîfe, asrının ruhunu işte böyle gayet iyi biliyor, ulemâyı ve onların ruhunu anlıyor. Kendisi fikir istiklâlini muhafaza ediyor. Aklını hakem yapıyor, o hadiselerin içine nüfuz eden bir araştırıcı sıfatiyle her şeye vâkıf bir mütefekkirdir.
Aklı onu şaşırtıp boş meydanlarda djU^tmuaz. Aklını gücü yetmiyecek bir şeye zorlamaz. însan fikrinin fcavramıyacağı şeylere zihnini yormaz. O, kader mes´elesiin” anahtarı kaybolmuş bir mes´ele addediyor, ne doğru!
80- Îçtîmal Ve Fikri Cereyanlar
İşte Ebû Hanîfe zamanındaki fikrî ve İçtimaî yönelimlerin ana hatları bunlardır. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz. Onun şahsî tefekkürâtına taallûk edenleri yeri gelince c-v a bahis konusu yapacağız. Bunların bir kışını itikad ve kelâmaaKİ mezhebine, bir kısmı da fıkhı içtihadlarınıı taallûk eder…
Bu ihtilaflı mes´elelerin bayında re´y ve Hadîs meselesi gelir ki, o asırdaki fukahâ arasında en hararetli münakaşa mevzuu olmuştur. Diğer bir ihtilâf mevzuu ise Sahabenin ve Tabiîn fetvaları mes ´e leşidir.
Bunlardan sonra dînî fırkalırdan siyasî cereyanlardan da bahsedeceğiz. Çünkü Ebû Hanîle bunlarla mübahaselerde bulunmuştu, bu hususta da görüş sahibi biı zattır.
——————————————————————————–
[1] Kaza ve kaderden, insan iradesinin hür olup olmadığından bahis gayet eskidir. îslâmiyetin ilk çağlarında da bu mes´ele ortaya tıfc-mıştir. Fakat Hulefâ-yı Raşidîn devrinde o kadar kuvvetle bahis mevzuu olmadı; şiddetli münakaşaları mucib değildi. Rivayet olunduğuna göre bir hırsızı yakalayıp Hz. Ömer´e getirdiler. Ona:
Niçin çaldın diye sordu.
Çaldımsa Allah´ın takdiriyle çaldım, Allah böyle takdir etmiş dedi. Hz. Ömer hiçbir şey demedi, yalnız emir vererek hırsızın elini kestirdi ve dayak attırdı. Kendisine neden böyle İki ceza verdiği soruldu.
El kesmek hırsızlıktan, dayak da AHâh´a yalan, ve iftirasından dolayı, cevabını verdi.
Kader mes´elesini bâzıları çok kötüye kullanmışlardır. Hz. Osman´ın katline iştirak: edenlerin bâzıları Osman´ı kendileri öldürmediğini, onu Öldüren Allah olduğunu bile ileri sürmüşlerdir. Evini muhasara ettikleri zaman ok atarken Osman´a:
Bu okları sana atan Allah´tır, diyorlardı, Hz. Osman onlara şu güzel cevabı verdi:
Yalan söylüyorsunuz yalancılar! E£er oku atan Allah olsaydı hedefe isabet etmez miydi
Hz. Ali devri gelince Hilâfet mes´elesi etrafında münakaşalar çoğaldı. Sonra mürtekib-i kebire yâni büyük günah işleyenler mü´min mi, kâfir mi mes´elesi ortaya çıktı. Kaza ve kader mes´elesi de böyle İbn-i Ebi Ha-did Nehcü´l-Belâga şerhinde naklediyor. Bir ihtiyar Hz. Ali´ye şunu sordu:
Bizim Şam´a (Sıffin Harbine) yürümemiz Allah´ın kaza ve kaderiyle miydi Bunu bize söylemelisin.
Hz. Ali şu cevabı verdi:
Nebatları, çimenleri bitiren, mahlûkata can veren Allah aşkma derim ki, hangi yere ayak bassak ve hangi yere konsak bu ancak Allah´ın kaza ve kaderiyle değil de nedir
öyle ise bizim yorulmamız boşuna, bizim için mükâfata, ecir, ve sevaba hak kazanmak yok gibi.
Ey ihtiyar, siz giderken Allah size gidişiniz İçin büyük ecir verdi. Dönüşte de dönüşünüz için ecir verdi. Çünkü siz bunları yaparken zorla, yaptırmış, buna mecbur edilmiş değildiniz. Bunları arzunuzla yaptınız,
. Bizi kaza ve kader sevketmedi mi
Yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş Öyle olsaydı, sevap ve ıkab bâtıl olurAu. Vaad ve vaide, emir ve nehye lüzum kalmazdı. Günah işleyene Allah ıkab etmez, iyilik sahibini de öğrenmezdi. İyilik yapan Ögülmeğe, kötülük yapandan daha müstahak sayılmazdı, Eu gibi saçma sözler putlara tapanların, şeytanın ordularının, yalancı şahitlerin, doğru görmeyen körlerin sözleridir. Onlar bu ümmetin Kaderiyesi ve Mecûsileridirler. Allâhu Teâlâ kullarına muhayyer bırakmak suretiyle emretti. Sakındırmak için de nehyetti. Kolay olan şeyleri teklif etti Zorlayarak isyana boynundan çekerek itaata mecbur etmedi. İnsanlara peygamberleri boşu boşuna göndermedi. Gökleri, yerleri ve bunlar orasında olan şeyleri boş yere yaratmadı. «Böyle şeyler kâfirlerin zanlandır. Yuh] olsun kâfirlere, onlara cehennem var.»
Bunun üzerine yine sorduiar:
öyleyse bizi sevkeden kaza ve kader nedir
O, Allah´ın emri ve hükmüdür, dedi ve arkasından şu âyet-i kerîmeyi okudu.
«Rabbin ancak O´na tapmanızı emir buyurdu.» İhtiyar sevinerek kalktı ve:
Sen o zâtsın ki, itaati sayesinde kıyamet günü Allah´ın rızası umulur. Dînimizin anlıyamadığımız yerini bize açıkça izah ettin. Allah sana bunun en güzel ecrini versin.»
[2] Bunlar, Türâs-ı İslâm kitabından ve Eb. Lovis Şeyho´nun Mah-tûtât-ı Arabiyye eserinden alınmadır.
[3] Abdü´1-Hayy Leknevî Pevâid-i Behiyyi´de bu kelimeyi Simtî olarak harekeler.
[4] İbn-i Bezzâzî, Menakıb-ı İmam-ı A´zam. c. I, s. 85 ve devamı. –