1- Ticarî Muamelelerin Ebû Hanîfe Üzerindeki Te´sîri
İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe-Allah ona rahmet eylesin çarşı – pazardaki alış veriş işlerinde vukufu olan bir tacirdir. Vaktini: Ticaret, ilim ve ibâdet için gayet âdilâne taksim etmişti. Geceleri ibâdet ve niyazla geçiren bir âbid, sabahlan kabakuşluk vaktine kadat alış – veriş yapıp kazanan bir tacir ve işiyle gücüyle meşgul bir iş adamı. Öğle namazını kıldı mı ilim üzerine düşer, fıkhî İncelemeler, müzâkere yapar, mes´eleleri halle meşgul olur, kaideler kurar, usuller tesbit ederdi. O mâlî mes´elelerde mâlî hukukta kendi ticaret görüşlerinin tesiri altında idi. Ticaretle ilgili akidlerde ticaretin içinde bulunan, örflerini bilen bir tacir sıfatiyle düşünüyor, insanların muamelelerini tanıyor, Kitap ve Sünnetin naslarına vâkıf olduğundan şer´î naslarla insanların muamelât ve taâmülîeri-nin arasını buluyordu.
2 – Îstlhsânı Neden Delil Olarak Çok Alırdı
insan bunu iki şeyde gayet iyi görüyor:
1- îstihsâna vermiş olduğu büyük inayet ve ehemmiyette, öyle ki istihsânda onun payesine kimse erişemezdi. Muhammed b. Hasan´ın şöyle dediği rivayet olunuyor: «Ebû Hanîfe kıyaslarında Ashâbiyle münazaralarda bulunurdu, ona muâraza ederler, onu sıkıştırırlardı. Fakat: Ben istihsân yapıyorum, dedi mi artık ona kimse erişemezdi. Çünkü istihsân da öyle deliller bulur, öyle mes´e-leler çözerdi ki, ona teslim olmaktan başka çare kalmazdı.»[1]
Onun istihsâm alması, o yoldan mes´eleler çıkarıp halletmesi ancak insanlann maslahatlarını kavraması, onların teamüllerini tanıması ve İslâm dîninin kabul ettiği şeyleri iyi bilmesi sayesindedir. O en gizli illetleri çıkarır, münasib vasıflan bulur, onların üzerine hükümleri kurardı. İşte bütün ince noktalara vâkıf olarak yaptığı.gizli kıyaslarla, zahir kıyasları reddederdi. Bu gizli kıyaslar muttarid -ahkâmı bozuyordu. İşlerin içyüzüne vâkıf olmıyan fakîh bunları kavrayamaz.
îstihsânı çok yapmakla beraber Ebû Hanîfe´nin mümtaz olduğu işte bu ticarî akıl görüşü, Kitap ve Sünnetten nas olmıyan yerlerde örfü İslâm fıkhının bir aslı i´tibâr etmesine sebep olmuştur. Onun i´timâd ettiği usûlü inceleyip araştıranlar bunu tasrih etmişlerdir. Yukarıda da naklettiğimiz gibi Sehl b. Müzâhim şöyle diyor: «Ebû Hanîfe´nin usûlü: Mevsuk olanı almak, çirkin olandan kaçmak ve halkın muameleleri ve işleri neyle kaim oluyor, nasıl doğru gidiyor ona bakmaktır. İşleri kıyasla halleder, kıyas sökmezse o zaman istihsan yapar. Istihsân da yürümezse Müslümanların teamülüne ve örfe baş vurur.
İttifakla kabul edilen mâruf Hadîsi alır, kıyas kabil oldukça ona kıyas yapar, sonra istihsâna müracaat eder, hangisi daha mevsuk ise onu alır.[2]
Görüyorsun ki o, insanların muamelelerini ve işlerini gördükleri kaideleri nastan sonra ikinci dereceye koyuyor, onu kıyastan Önce bir delil olarak alıyor, kıyasın illeti açık değilse örfü takdim ediyor, yoksa kıyası takdim eder. Çünkü o daha mevsuktur. Bundan başka ahvalde kıyasa muânzsâ istihsan daha mevsuktur.
2- Görüyoruz ki, Ebû Hanîfe´nin fıkhında ahş-veriş ahkâmına son derece Önem veriliyor, bunlar tafsilâtıyle ele; alınıyor, çarşı pazarda pazarlık muameleleri etrafiyle beyân olunuyor. Bunlar bize ictihadlarm hüküm sürdüğü bir asırda ticaret örflerinin ne gibi ahkâm doğurduğunu göstermektedir. Bu bayi´îerden bâzıları şunlardır: Murabaha, tevliye, vedîa, işrâk, selem,[3] Bunların ahkâmını zikredelim:
Ebû Hanîfe´den naklolunan fürû´da, imam Muhammed´in kitaplarında ve diğerlerinde bu akidlerin ahkâmı beyân olunmuştur. Belki de bu mes´delerin aksamını beyâna ve fürû´unu izaha teşebbüs eden Hanefî fıkhı olmuştur. Zira bu fıkhın imamı, bu akidler hakkında konuşurken tacirlerin muamelelerini yakından görmüş onların arasında yaşamış bir tacir fakîhtir. Bunları anlar ve anlatırken, insanların ne yaptıklarına ve aralarında cereyan eden muamelelerin akışına bakmaksızın yalnız usuller kuran ve mes´eleler çözen değildir.
Bu akidlere dair tafsilât verilirken, Ebû Hanîfe´nin ticaret yaptığı o ticaret hayâtının ışığını görüyoruz. Murabaha, tevîiye, iş-râk ve selem yoliyle elbise ahş-verişinden bahsederken kumaş taciri Ebû Hanîfe´yi görüyoruz. Elbise hakkındaki örf ve âdetlere vâkıf, asnndaki halkın muamele tarzlarını biliyor, hattâ bakıyoruz kif elbiselerin envâını anlatıyor, hassalarını söylüyor, onlar hakkındaki teamülü beyân ediyor. Mübadele yollarını gösteriyor, vasıflarına, hususiyetlerine işaret ediyor. Anlıyoruz ki bunlardan bahseden fakıh bu hususta tecrübe sahibidir, bunların her birinin envâına tamamiyle vâkıftır.
3- Ticarî Akîdlerî Dört Asla Bağlıyor: 1- Semen Ve Bedelin Malûm Olması, 2- Rîbadan Kaçınmak, 3-
Örf Ve Âdet, 4- Tîcaret Namusu Ve Ahlâkı
Ebû Hanîfe ve ashabı bu akidlere dâir ahkâmı dört usûle bağlıyorlar:
1- Bedeli bilmek, tâ ki nizâa götürecek şekilde bilinmeden kalmasın. Onun için murabahada, tesliyede, işrâkda asıl fiyatı bilmek lâzımdır. Murabahada kâr da ma´lûm olacaktır. Selemde res-i mal – sermaye – peşin verilen para ile sonra teslim olunacak mal belli olacaktır. Çünkü bunları bilmemek nîzâa götürür. Şeriatta akdin esası, bedelin tam bîr surette ma´lûm olmasıdır, ma´lûm olmazsa nizâa götürür. Akidde bir kelime mühim rol oynar, bir kelimeyle tarif ileride insanlar arasındaki dostluğu yaralayıcı husumetlerin önünü alır, işlerin karışmasına mâni olur, mahkemeleri boş yere meşgul etmeğe meydan vermez, işte bu gibi lüzumsuz .lizâiara meydan vermemek için akidde her şeyin tam olarak ol-ııası behemehal lâzımdır.
2- ikinci asıl, ribâdan ve ribâ şüphesinden sakınmaktır. Bu slâmda her nevi satışlarda umumî bir asıldır. Zira ribâ bütün envâiyle islâm fıkhında akidler arasında en menfur bir tasarruftur. Kur´ân ve Sünnet onu şiddetle meneder. Hz. Peygamber´in şöyle dediği rivayet olunur: «Bir dirhem ribâ kişinin otuz üç defa zina etmesinden daha fenadır. Eti haramla beslenen ancak ateşe lâyıktır.»[4] Ebû Hanîfe ribâyı men hususunda çok şiddetli hareket eder. Hattâ dâr-i harbe Müslümanla harbî arasında ribâyı meneder.[5]
Ribâ jnademki bu derece haramdır, ribâ bulunan veya ribâ şüphesi olan hiçbir akid helâl olmaz, sedd-i zerâyi, için fâsid sayılır. Bâtıl yoluyla malları yemekten korumak için bu akid bozulur. Mâlî islâm akidîerinde esas; akdi yapanlar nazarında ve şeriat nazarında iki taraf için müsavi olmaktır. Halbuki ribâda ziyâdelik vardır, o kabul olunmaz, mahkeme, ribâ bulunan akde itibar vermez.
3- Örf: Nas olmıyan yerde akidlerde örfe göre hüküm verilir. Örfün kabul ettiği alınır, Örfün kabul etmediği terk olunur. Meselâ murabahada ilk fiyatı söylerken Örfe göre ona ilâvesi câri olanlar ilâve olunabilir. Örfe göre ilâvesi câri olmayanlar ise ilâve olunamaz. Elbisede boyacının ve terzinin ücreti Örf öyle câri olduğundan fiyata ilâve olunur. Kâsânî bu hususta şöyle diyor:
«Sermâyeye temizleyici, çırpıcı, boyacı, yıkayıcı, örücü, terzi simsar ücretlerinin ilâvesinde bir beis yoktur. Örfe göre murabaha, tevliyede hepsi birden satılır. Çünkü tüccar arasındaki âdete göre -bu gibi masrafları sermayeye ilâve ederler, onu sermâyeden sayarlar. Müslümanların örf ve âdetleri mutlak hüccettir. Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki: «Müslümanların iyi ve hoş gördükleri şey Allah indinde de iyidir.» Yalnız şu kadar varki, satarken: Bunu şu kadara aldım, demez, belki: Bana şu kadara mal oldu, der. Çünkü birincisi yalan olur, ikincisi ise doğrudur. Çoban ücreti, baytar ücreti ve kendi nefsi için sarfettikleri, bunlar sermayeye ilâve olunmaz. Birinci akid e lâzım gelen ilk fiyat üzerinden murabaha ve tevliye yoliyie safılır. Çünkü tüccar arasında bu gibi masrafların sermayeye ilâve âdeti yoktur. Bu hususta i´timad ve istinad âdetdir.[6]
4- Ticarî muamelelerde dördüncü esas emânettir, ticarî namustur. Zaten bütün Islâmî akidlerin aslı emânete dayanır, çünkü insanların – birbirleriyle muamelelerinde faziletin başı emânettir. Murabaha, tevliye gibi akidlcrin fikhî esası odur. Zira müşteri fiyatı söylerken bâyiin bu sözüne şahitsiz ve yeminsiz inanmaktadır. Onun namusuna emniyet etmektedir. Öyleyse her nevi hıyanet ve töhmetten onu korumak lâzımdır. Kâsânî bu mevzuda şunları söylüyor: «Emâneti korumak için ne lazımsa yapmak vâcibdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Ey îman edenler, Allah´a ve Resulüne hiyânet etmeyin, bilip dururken. emânetinize hiyânet etmiş olursunuz.» Hz. Peygamber Efendimiz de: «Bizleri aldatan bizden değildir.» demiştir.[7]
işte ticarî akidler, muameleler hakkında Ebû Hanîfe´den naklolunan ve mes´elelere tatbîk edilen usul ve kaideler bunlardır. Bunlar Ebû Hanîfe´nin dîn temayülleri ve takvâsiyle birleşmekte, onun ticaret ve pazar işlerindeki tecrübelerine uymakta, onun umumî fıkıh usul ve sistemine muvafık düşmektedir.
Şimdi bu akidîeri ve muameleleri kısaca inceleyelim: Bundan maksadımız mücerred hükümleri beyan etmek değildir. Bunları zikretmekten gayemiz, îslâm pazarları ve fukahâsınin bunlar hakkındaki görüşlerine dair, bâzı gölgeli noktalar kalsa da, mümkün mertebe açık bir fikir vermeğe çalışmak, tüccar arasında câri olanlar hakkında Kitap ve Sünnetten ve diğer îslâm usul ve kaidelerinden nasıl ahkâm alındığını beyan etmektir. Bundan sonra re´y ve kıyasci fukahânm üstadı olan muttaki tacir Ebû Hanîfe´nin daha doğrusu, insanların muamelelerine ve ahvâline vâkıf olan muttaki elbise taciri îmâm-ı A´zam´ın aklî ve fikrî cephelerden görüşlerini izah edeceğiz.
4- Selem : Câhîlîyet Devrinde Ve Müslümanlar Arasında Carî Bîr Muamele
Kemal b. Humam diyor ki: «Beyi´: Mutlak beyi´, mukâyada, sarf ve selem nevilerine ayrılır. Zira beyi´: Ya seraen-para ile bir malı satmaktır, yahut da mal ile mâl almaktır, bu da mukâyada, mübadeledir.[8] Bu taksime göre selemin hakikati: Aym mukabilinde borç olarak satmaktır. Para peşin, mal sonra verilir. Kâsânî şu tarifiyle bunu kasdetmektedir: «Bilmiş ol ki, selem ecil ile âcili almaktır, ileride verilecek şey mukabilinde peşin para almaktır.[9]
Selem, Araplar arasında câhiliyet devrinde de bilinen bir muamele idi. O, ticâret yapılan her yerde bulunan bir muameledir. Mademki Mekke ve Medine eski asırlardan beri birer ticâret merkezi idiler, şüphesiz ki, orada selem câri ve mâruftu. Bunun tarzı şöyledir: Bir şahıs, cinsini ve vasfım bildiği, teslim alma yerini ve zamanını tayin ettiği bir malın parasını peşin olarak verir, sonra malı bekler, vakti gelince teslim alır.
Islâmdan önce şarkla garb arasındaki ticâret denizden değil karadan yapılırdı. Arabistan bu ticâret yollarının geçidi idi. Iranla Bizans – Roma arasındaki ticâret buradan geçerdi. Arabistan´da şimalden cenuba, Kızıl Denizden Basra Körfezine doğru olmak-üzere ticâret yolları vardı, kervanlar ticâret mallarını taşırlardı. Mekke ile Medine bu kervanların yolu üzerinde bulunuyordu. Yemen ile Suriye, Şam ticâret yollan buradan geçerdi. Mekke ile Medine şehirlerinde ticâretle iştigal bağları vardı. Bizanstan aldıkları malı Yemen´e götürürler: iran´a satarlar, İran´dan aldıklarını Suriye´ye ve oradan da Bizans´a naklederlerdi. Onun için iki istikamette sefer yaparlardı: Yazın Suriye´ye, kışın Yemen´e giderlerdi, Kur´ân-i Kerîm buna şöyle işaret ediyor:
«Kureyş´in ülfet için, kış ve yaz seferlerinde düzenliğe kavuşturduğu için, bu beytin Rabbine kulluk etsinler ki, o onları açlıktan kurtarıp doyurdu, korkudan kurtarıp emniyete kavuşturdu.» (Kureyş Sûresi)
Selem dediğimiz akd bir memleketten diğer memlekete mal nakleden ticarî muamelelerde kullanılmazdı. Belki yerli halk arasında yapılırdı, îbn-i Abbas diyor ki: «Hz. Peygamber, Hicrette Medine´ye geldiğinde baktı ki Medineliler meyve alışında bir sene veya iki sene evvelinden peşin para veriyorlar. Hz. Peygamber buyurdu ki: «Selem yaparken ölçü, tartı ve müddet belli olarak yapılsın.»
,Hz. Peygamber´in ıkrân veçhile Müslümanlar arasında selem muamelesi devam etti. Buhârî, Abdullah b. Ebî Evfâ´dan naklediyor. «Bizler Hz, Peygamber´in asr-i saadetlerinde, Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm için peşin para verip malı sonra alıyorduk, yâni selem yapıyorduk.»
5- Fütuhat Genişleyince Tîcârî Muamelelerin Çoğalması, Irk´dakl Canlı Ticâret Hareketi
İslâm fütuhatının genişlemesi, başka ülkelerin islâm hakimiyetine geçip bir çok milletlerin Müslümanların bayrağı altında toplanması ticâretin genişlemesine ve türlü ticâret şekillerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden selem de çoğaldı ve nevilere ayrıldı. Çünkü bu yolda ticârete ihtiyaç vardır. Onda ticâreti teşvik edici bir meziyet mevcuttur. Bundan hem müşteri, hem de bayi´ istifâde etmektedir. Kemal b. Humâm buna işaretle şöyle diyor: «Müşteri kazanmak ister. Bu ise selem yoliyle daha kolaydır. Zira peşin olduğundan satıcısı kıymetten behemehal biraz düşer. Bu da müşterinin karinadır. Satan da kârdadır. Zira onun cîa o anda paraya ihtiyâcı vardır. Satacağı mal ileride paraya tahavvül edecektir. Hâlen para değildir, satma kudretine mâliktir. Hâlihazırdaki ihtiyâcı ileride olacak kudret-i maliyesiyle karşılanır. Böylece iki taraf da kârdadır.»[10]
Selem akidleri çok yapıldığından onun kaidelerini ve nevilerini tesbit etmek zarureti hâsıl oldu. Âkidler arasında ihtilâfı önleyici kayıtlar konuldu. Ticarî nizam için zarurî olan bu muamele nîzama bağlandı. Ticâret emtia ve mallarını bir şehirden diğer şehi-re, bir ülkeden diğer ülkeye nakletme usûle kondu. Böylelikle her memleket başka memleketlerin hayratından nimetlerindan faydalanır oldu.
Belki de selemi ilk nizâma koyan, ahkâmını zabteden, âkidlerîn riâyet edeceği kayıtları belli eden Irak fukahâsımn fıkhı olmuştur.
Zira Irak´da ticâret dâiresi çok genişlemiştir. Oraya dünyanın her tarafından envâî mallar gelirdi. Hindistan´dan, Sind´tcn, Mâ-verâünnehir´den, Horasan´dan, Azarbeycan´dan ve diğer ülkelerden her türlü mal âdeta akardı. Canlı bir ticâret hareketi vardı. Elde olan hazır mallar pazarlarda satılır, hazır olmıyan mallar için de selem yoliyle pazarlıklar yapılırdı. İslâm Deyctinin merkezi Irak´a intikal edince bu hareket daha da arttı, hızîandı Evvelâ hükümet merkezi Küfe idi. Sonra Bağdad oldu. Bunlar hep fıkıhta en çok ictıhad yapıldığı devrede idi. Hicaz ise böyle değildi. Zira Hilâfet merkezi evvelâ Hicaz´dan Şam´a sonra da Irak´a naklolununca Hicaz´ın ticarî ve iktisadî önemi azaldı. Orada fakîha bol malzeme verecek, türlü karışık ticâret mcs´eîeleriyle onun zihnini açıp işletmeğe sevk edecek mcs´clclcr yoktu. Halbuki bunlar Irak´ta çoktu. Onun içindir ki, Irak fıkhı her bakımdan Hicaz fıkhını geçmiştir.
6- Ebü Hanîfe Bu Hareketli Pazarlarda Nîzâ Sebeplerini Gördü
İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe Hazretleri türlü mallarda dolup ta şan, çeşitli muamelelerle dalgalanan, muhtelif aîiş-verişler yapılan bu pazarlarda bir tacir olarak geldi. O da bu pazarların içine daldı, ticâreti denedi, orada neler oluyor, nizâa ne gibi şeyler sebebiyet veriyor, bu nizâlar nasıl önlenebilir, bunları hep gördü. Ticârette akidden maksat nizâı defetmektir. Ahş-verişi kavgaya götürmeme li. Bu yüzden insanlar birbirleriyle kavga etmemeli. Zira niza´ haddizatında islâm dîninin Önlemeğe çalıştığı, ortadan kaldırmağa uğraştığı bir şeydir, Akidde niza´ cahâlet yüzünden doğar. Onun için nizâa sebep olan veya olmak ihtimâli bulunan her şeyin ortadan kaldırılması, onun açık meydana çıkarılması lâzımdır. Selem muamelesi nizâa daha müsaittir. Çünkü âkideyn arasındaki alâka mücerred i´cap ve kabul ile sona ermiyor alâka ileride mal teslim edilinceye kadar sürüp gidiyor. Teslim müddeti ve yeri, malın vasfı ve saire hep nizâı mûcib olur şeylerdir, şayet tam bir surette belli edilmezlerse. Ebû Hanîfe ticâret hayatında bunları gördü, tüccar arasında nelerin nizâa sebep olduklarını müşâ´ade etti. Bunun için fıkhıyle bu ihtilâflara giden yollara sed çekmek, sebeplerini ortadan kaldırmak, niza´ kapılarını kapatmak istemiştir.
7- Nîzâ I Önlemek İçin Tedbîrler, Fıkhî Hükümler
Selemde nizâa götüren altı şeyin belli edilerek tam bir surette tâyin olunması şarttır; teslim edilecek malda:
1- Cinsin. 2- Nev´i muhtelif olanlarda nev´in. 3- Miktarın, 4- Vasfın, 5- Müddetin, 6- Teslim edilecek yerin tâyini şarttır.
Âkidlerin taahhütlerini yerine getireceklerinden tamâmiyle emin. olabilmek için Ebû Hanîfe, malın akid vaktinden teslim vaktine kadar pazarda mevem olmasını şart koşuyor. Bu tâyin edilmesi gereken şeylerde esas ikidir:
1- Hz. Peygamber´in şu Hadîs-i şerifidir: «Selem yapan kimse ölçüsünü, tartısını ve müddetini belli etsin.»
2- Bu şeylerin malûm olmaması nizâa sebep olur. Nizâa sebep olan şeyleri ortadan kaldırmak için akdi yaparken bunu temin etmek lâzımdır.
Şüphesiz ki nev´in belli olmaması nizâa götürür. Zira müşte-*ri nev´in en âlâsını ister, bayi en ednâsmı seçmek ister. Vasfın ma´-lûm olmaması da böyledir. Müşteri en iyi vasıflarını seçer, bayi en âdisini vermek ister. îşte böyiece cinsin, nev´in, vasfın mikdârın bilinmemesi nizâa sebep. olur.
Şems´ül-Eimme Serâhsî Mebsut da cinsin, nev´in ve vasfın bel-iî edilmesi zarureti için şöyle bîr ta´lîl yapıyor: «Bu akidden murad kârdır, kazançtır. Bu ise ancak maliyeti bilmekle olur. Maliyet ise cinsin, vasfın ve mikdârın değişmesiyle”değişir. Her iki taraf akidden maksûd olan kârlarının ne olduğunu bilmeleri için bunların belli edilmesi lâzımdır.»
8- Selem: Mekîlât, Mevzûnât Ve Adedîyyât-ı Mutekârîbede Yapılır
Mikdârın belli olabilmesi için selemde teslim edilecek malın ölçülen, tartılan veya birbirine benzer sayılabilen (adediyât-ı mütekatribe) şeylerden olması lâzımdır. Zira nizâa sebep olan cehaleti “Undan kaldıracak olan bilgi, mikdârı ve vasfı bilmektir. Bu ise ölçülen, tartılan şeylerde olur.-Çünkü cinsini, nev´ini vasfını beyan etmekle beraber miktar da malûm olursa, artık nizâa götürecek kadar mühim birşey kalmaz. Bâzı az şeyler varsa da onlar nizâa sebep olmaz ve onları ortadan kaldırmak mümkün de değildir. Kgcr bu gibi ufak-tefek cehaletlerin de ortadan kaldırılması şart koşulmuş olsa o zaman selem akdi yapmak mümkün olmazdı. Çünkü küçük farkların izâlesi gayet güçtür, onlann önüne geçmek ancak göz önünde duran, görüien hazır bir malı satın almakla kabil olur. Halbuki selemde mal ileride teslim olunacaktır.
Selem tabiatiyle vasıfla yapılan bir satıştır. Çünkü o veresiye satıştır. Borç deyn vasıfla tarif olunur. Tarif yaparken . nev´in, cinsin, vasfın ve miktarın tâyin ve beyan olunması lâzımdır. Mikdârın tâyini aralarında fark olmıyan birlikleri beyanla olur. Meselâ kilo ile ölçülen, tartılan şeylerle tane ve parçaları birbirine yakın olduğu ve bâzı metre ile satılanlar böyledir.
Sayılan şeyler iki türlüdür[11]. Biri mütefâvit, birlikleri birbirine uymayıp fiyatları değişir, karpuz ve emsali gibi. Değerleri taneleri birbirine yakın olup kıymetleri tüccarca farklı olmıyan şeylerdir, yumurta vesaire gibi. Birbirinden farklı olmıyan makine âletleri ve yedek parçaları, fabrika nâmûlâtı gibi tüccar arasında muteber usulle satılanlar da buraya dâhildir.
Ebû Hanîfe bu birbirine yakın adetlerde son derece şiddetli davranır .ticarî tecrübeleri onu buna sevk etmiştir. Hasan b. Ziyâd Lü´îü´nin rivâ3ret ettiğine göre o birbirine yakın oldukları halde deve kuşu yumurtalarında selemi menederdi. Çünkü tacir Ebû Hanîfe, deve kuşu yumurtalarında ticâretten anlar bir tacir sıfatiyîe düşünüyor; Onlar yalnız yenmek için alınmıyor, kabuklan zînet olarak da kullanılıyor. İstimali, insanların örfüne göre değişir. Onun için Kemal b. Humâm diyor ki: «Bu işin vechi ,örfe göre, maksada bakılmalıdır. Eğer örfe göre deve kuşu yumurtaları, çöl halkı örfünde olduğu gibi, yemek için satılıyorsa o zaman zahir ri-vâye ile amel olunur.[12] Eğer örfe göre maksat, Mısır´da ve diğer ülkelerde olduğu gibi, kabuklarım elde edip kandil zincirlerinde kullanmak ise, o zaman bu rivayetle amel olunur, selem yapmağa cevaz verilmez.[13]
Sözün delâletinden anlıyoruz ki Ebû Hanîfe zahir rivayete göre devekuşu yumurtalarım diğer yumurtalar gibi addetmekte idi. Fakat baktı ki .ticârette devekuşu yumurtaları başka maksatla satılıyor, bu müşahedenin verdiği seîâhiyetîe onları diğer yumurtalardan ayırdı, çünkü zînet veya kandillerde kullanılmak üzere alan-larca onun kıymeti kabuğundadir.
9- Tavsifle Tâyini Mümkün Olan Şeyler
Selemde teslim edilecek malın ölçülen ve tartılan bir mal olması kâfi gelmez. Mikdân belli edilecek ve vasıfları, adiyle tâyin olunacak ki, bu vasıflarla onu ayırmak mümkün olacak, arada gayet cüzü farklar kalabilirse de bunlar nizâa sebep olmaz. Eğer vasıflarını söylemek mümkün değilse, vasıfları söyledikten sonra yi-o zaman selem caiz olmaz.[14]
Bu asla göre Ebû Hanîfe, ette selem yapmağa cevaz vermiyor. Çünkü et her ne kadar tartıîsa da vasfı bir kaid altına alınamaz. Mikdânm ve vasfını tâyinden sonra yine nizâa sebep olacak meç-hûl şeyler kalır. Ve bunları ortadan kaldırmak mümkün olmaz. Bu cehalet, bu kapalılık iki cihetten gelir:
1- Ette matlûb olan et kısmiyle beraber matlûb olmıyan kemik de vardır. Az kemikli, çok kemikli olma bakımından îstenen
et farklı olur, bayi´ ile müşteri arasında bu yüzden niza´ çıkar. Müşteri az kemikli ister, bayi´ ise kemiği de sokuşturmak ister.
2- Et umumiyetle ya yağlı, ya arık olur. İnsanların istekleri muhteliftir. Kimi yağlı ister, kimisi yağsız. Bu vasıf ile kalkmaz. Belki nizâa götürür.[15] Onun için ette selem yapılmaz, görerek almalıdır.
Etin kemiksiz olması şart koşulunca, Ebû Hanîfe´ye göre onun selem suretiyle satılması caiz midir, değil midir îbn-i Şucâ, Ebû Hanîfe´nin buna cevaz vermediğini rivayet ediyor. Bu ise zahir ri-vâyeye uymuyor. Çünkü zahir rivâyeye göre et kemikli olsun, kemiksiz olsun Ebû Hanîfe´ye göre selem yasaktır. Eğer seleme mâni´ cehalet yalnız birinci surette gelseydi o zaman îbn-i Şucâ´ın rivayeti doğru olurdu. Fakat cehalet ikinci suretten de geliyor. Etin arık ve semiz olması da seleme mâni´dir. Yalnız kemiksiz olmasını şart koşmak nizâı ortadan kaldırmağa kâfi gelmez.
10- Etîn Selem Suretiyle Satılmasına Neden Cevaz Vermiyor
Etin selem suretiyle satışı hakkında Ebû Hanîfe´nin gröüşü budur. Onu bu görüşe sevk eden iki şey vardır:
1- Alış – verişte nizâı mümkün olduğu kadar menetmek. Zira niza kadar ticâreti ifsad eden, kazancı alıp götüren birşey yoktur. Niza eden taraflar kârı yerler, mahkemelerde sarfederler. Bundan başka niza insanların birbirine darılmasına, gücenmesine sebep olur. Halbuki bu günahtır. Ebû Hanîfe ticâret yapayım derken insanların birbirine düşman kesilmesini istemiyor. Ticâret geçinmek, halkı menfaatlandırmak için yapılır, küstürmek için değil. Onun için nizâı ortadan kaldırmak için çalışmak, nizâa sebep olacak alış – verişlerden uzak kalmak lâzımdır:
2- Ticâret işlerinde geçirdiği tecrübeler sayesinde insanların bu gibi alış-verişlerinde neler istediklerini,biliyor. Alıp satanları gördü, ne yüzden niza yaptıklarına vâkıftır. Bu hükümlerini verirken oturduğu yerden ezbere vermiyor. Bunlar mücerret nazariyelere dayanan kuru görüşler değil, hayattaki tatbikattan alınmış tecrübelere müstenid amelî, kıymeti olan görüşlerdir.
îmam Ebû Yusuf´la İmam Muhammed, bu hususta üstadlan Ebû Hanîfe´ye muhaliftirler. Onlara göre âkîdler arasında selemde tâyin edilmesi gereken şeyler tâyin olunmuştur. Et, tartılan şeylerdendir. Vasfı da belli. Diğer tartılan şeylerde olduğu gibi o da selem suretiyle satılır., O tartılan şeylerden olduğu içindir ki onda da ribâ cereyan eder. Diğerleri gibidir. Kemikle karışık olması seleme mâni değildir. Nasıl ki hurmanın çekirdeği var, fakat selem caiz oluyor.
Görülüyor ki, Ebû Yusuf´la Muhammed, delillerinde nazariyeye kaçıyorlar, mukayese ediyorlar, teşbih yapıyorlar. Ebû Hanîfe ise mukayeseye kaçmıyor, zira mukayeseler ve teşbihler, insanların isteklerini yerine getirmek, nizâı yatıştırmak için yeter değildir. Ebû Hanîfe insanların etin semiz veya arık olması, kemiğin az veya çok konulması yüzünden kavga ettiklerine şahit oldu. Bu ines´e-le hurmanın çekirdeğiyle ölçülemez. Çekirdek yüzünden kavga olmuyor, ama kemik yüzünden oluyor. Nizâa mâni olacak, ihtilâfı önleyecek vasıfların konulması bu mes´eîede faydasız ve neticesiz kalıyor. Onun için: Nizâa müeddi olan her cehalet akdin sıhhatma mânidir, umumî kaidesine istinaden et satışında selemi menetti.
11- Ölçülebilen Şeylerde Selem Hangî Şartlarla Câîzdîr
Ölçülen tartılan ve birbirine yakın adetli şeylerde selem böyledir. Arşın, endaze, metre gibi Ölçülerle Ölçülen şeylerde kıyâsa göre selem yapılamaz. Çünkü bunları kısımlara bölmek onlara zarar verir. Onların birlikleri, bir cüz´leri, mecmuunün mikdânna göre kıymeti değişir. Meselâ bir dönüm arazinin kıymeti on dönüm içinde başkadır, yüz dönüm içinde başkadır. Hisse-i şâyiasız olursa fiyat yine değişir. Kıyâsın iktizâsı budur. Fakat elbiselik kumaşlar, yapağılar vesaire gibi tâyin edilmesi ve nizâa götürmiyecek bir surette vasıflarının belli edilmesi mümkün olan bâzı ölçülen şeylerde istihsânen selemi caiz gördüler. îstihsâmn yolu budur: Halk arasında bu teamül olmuştur. Ebû Hanîfe, teamül, mevsuk olduğu zaman Kitap ve Sünnetten bir nassa muhalif de değilse, onunla kıyâsı tsrkeder. Zira kumaşın nev´i,” vasfı, uzunluğu ,eni, kalınlığı beyan ve tâyin olununca ortada nizâa sebep1 olacak bir şey kalmaz ve sebm de caiz olur.
Ebû Hanîfe, misliyattan olmadığı halde, halk arasındaki câri teamüle uyarak elbiselerde ve kumaşlarda selemi tecviz ederken nizâa müeddî olabilecek mechûliyetîeri ortadan kaldıracak bir surette teslim edilecek malın tayinini şart koşmaktadır. Böylelikle âkıdin akdi yapmaktan maksadı tamâmiyle bilinir, arada kavgaya sebep kalmaz. Sğer cinsin, nev´in, uzunluğun ve genişliğin söylenmesi tarif ve tâyin için kâfi görülmezse tartının beyan edilmesi zarurîdir, eğer tartının muhtelif olmasiyle kıymeti değişirse o zaman şu kadar kilo diyerek tartı miktarı belli edilmelidir. Hâsılı ni-zâa sebep olan herşey ortadan kaldırılmalıdır.
Ebû Hanîfe Hazretleri kumaş taciri idi. Onun için bu hususta onun sözü tecrübe geçirmiş, bu işleri iyi bilir “bir kimsenin sözü olarak alınır, mücerred nazarî kıyaslarla bakan bir nazariyecinin sözü gibi alınmaz.
Bakıyoruz ki, ipeklilerde selem yapılırken uzunluğun ve enin beyaniyîe beraber veznini-tartılmasını da şart koşuyor. Çünkü ipeğin maliyeti ancak bunların beyâniyle belli olur. Kumaşlarda uzunluğun ve genişliğin beyanı, çarşı-pazarda mâruf olan ölçü ile olur. O takdirde mikdân belli olur, teslimi mümkün olur ve ihtilâfa düşülmez.
Ebû Hanîfe ehl-i vukufun-b il irki silerin sözünü kabul etmektedir. Teslim edilecek malda ihtilâf çıkınca onların hükmüne müracaat eder. Meselâ müşteri, kumaşın iyi cins olmasını şart koş-sa, sonra mal teslim edilirken aralarında ihtilâf çıkıp müşteri iyi cins olmadığını, bayi´ de iyi cinsten olduğunu iddia etse Ebû Ha-nîfe´ye göre: Hâkim bu san´ata vukufu olan iki kimseyi bilirkişi tâyin eder. Çünkü hâkimin kendisinin bü ihtilâf edilen mes´elede bilgisi muteber değildir. O biı işden anlamaz. Bilgisi olan kimselere müracaat eder. Nasıl ki istihlâk edilen malın kıymetini bilmek için de böyle yapılır. Serahsî bu hususta şöyle diyor: «Burada asıl olan Cenâb-ı Hakk´ın şu âyetidir: «Bilmediğiniz takdirde bilenlere ´Sorunuz.» Eğer bilirkişilerin her ikisi de bu mahn iyi olduğunda ittifak ederlerse, her ne kadar son derecede İyi olmasa da yine, müşteri o malı almağa mecbur edilir. Çünkü malı satan kimse koşulan şartlan yerine getirmiş sayılır. Mahn iyi olması şart koşulmuştur, bu mala da iyi denmek yerindedir. Çünkü iyi mahn iyi olmasının sonu yoktur. îyinin iyisi vardır. En iyi malın ortasında ondan daha iyisi olabilir.»[16]
Yine görüyoruz ki, Ebû Hanîfe kumaş ve dokumalarda her memleketin kendi sınaî hususiyetini i´tirâf etmektedir. Zira o bu işte tecrübesi olan, her sınıfın hususiyetinden anlıyan bir tacirdir. Onun içindir ki, selemde kumaşın muayyen bir memleketin ve şe-hirin dokuması olması şart koşmağa cevaz verir. Meselâ Herat [17] dokuması diye şart koşulur. Bunun aksine olarak buğday mahsulâtında bu şart koşulamaz. Meselâ Herat buğdayı denip selem yapılamaz. Serahsî bunun sebebini şöyle anlatıyor: «Bunun sebebinde denildi ki, Herat kumaşı dâima bulunur, halbuki Herat buğdayı bulunmayabilir, çekirge istilâsına uğrar, mahsulâtı mahveder, teslim zamanı buğday bulunmaz. Fakat bu zayıftır… aradaki farkın asıl sebebi şudur: Kumaşın Herata nisbeti, yâni Herat Kumaşı denilmesi cinsi beyan içindir, yerini tâyin için değildir. Herat kumaşı demek, muayyen bir tarzda dokunan kumaş demektir, ister Herat´ta dokunsun, ister başka yerde dokunsun, o muayyen tarzda dokununca, Herat kumaşı vasfını taşır… Herat kumaşı demek, alelıtlak kumaş demek gibidir. Yâni bu cinsi beyan içindir. Herat buğdayı deyince iş değişir. Çünkü Herat buğdayı demek Herat topraklarında yetişen buğday demektir. Başka topraklarda yetişen buna girmez. Öyle olunca Herat buğdayı demekle mekân tâyin edilmiş olur, o yerin buğdayı bir âfet sebebiyle bulunmayabilir ve tesli mde mümkün olmaz. Selem de yapılmaz.»[18] Bundan çıkan netice şudur: Hanefiyye fıkhına göre kumaşların, dokumaların bir şehir veya memlekete nisbeti onların san´at tarzını beyan içindir, yerini tayin için değil. Pazar işlerinden anlayan, alış-verişte halkın ahvâlini bilen Ebû Hanîfe´nin görüşü budur.
12- Selemde Malın Akilden Teslîm Zamanına Kadar Bulunmasındakiihtilâflar
Selemin sıhhati için Ebû Hanîfe, teslim edilecek malın akid zamanından teslim zamanına kadar pazarda veya insanların elinde mevcut olmasını ve böyle devamı şart koşmuştur. Ebû Hanîfe ye bu şartta İmam Mâlik ve Şafiî muhalefet etmiştir. İmam Mâlik akid ve teslim zamanında bulunmasını şart koşmuştur. Arada devamını şart koşmuyor. İmam Şafiî ise yalnız teslim zamanında mevcut olmasına lüzum görmüyor.
Bu ü§ imam arasındaki ihtilâfın neticesi şudur: Ebû Hanîfe akid zamanından teslim zamanına kadar malın mevcut olmasını şart koştuğundan arada mal yok olursa o zaman akid bâtıl olur. îmam Mâlik, başında ve sonunda mevcut olmasını şart koşuyor, arada malın mevcudu kalmasa da akid bâtıl olmaz, imam Şafiî´ye göre teslim .zamanı malın mevcut olması yeter Çünkü ona göre akdin îcâbı, teslim müddeti geldiği zaman malı teslim etmektir.
İmam Mâlik´in re´yini, Abdullah b. Abbâs´ın şu rivayeti te´yid etmektedir. Diyor ki: Hz. Peygamber Efendimiz Medine´ye geldiklerinde baktı ki, meyveleri bir veya iki sene önceden peşin olarak satıyorlar. Kim selem yaparsa ölçüsü, tartısı belli olsun, dedi. Halbuki yaş yemişler böyle bir sene gibi uzun müddet durmaz. Bununla beraber Hz. Peygamber onların yaptıkları- selemi ikrar etti.
Ebû Hanîfe´nin delili şu iki asıla dayanır:
1- Te´cîl edilmiş olan borçlar ölüm hâlinde hâlen ödemeye döner. Selemde teslim edilecek mal bâyiin zimmetinde bir borçtur. Vefatı hâlinde resenin, murislerinin diğer borçlan gibi onu da ödemeleri lâzımdır. Ölüm zamanı belli olmadığından her an malın mevcudiyeti. lâzımdır.
2- Bey´in şartlarından biri de bâyiin malı teslime kudretidir. Bu kudretin devamı için malın bulunması lâzımdır. Mal yoksa teslime kudret kalmaz. Onun için akid zamanından teslim zamanına kadar malın devamı şarttır.
Bu iki esasa dayanarak Ebû Hariîfe ve ashabı akid zamanından teslim zamanına kadar malın mevcut olmasını şart koşmuşlardır. Çünkü bâyiin her an ölmek ihtimâli vardır. Ölünce de borcun hâlen ödenmesi lâzımdır. O zaman akdin îcâbı borcu ödemek vâcib olur. işte malın bulunması bunun için lâzımdır. Demek akid vaktinden teslim müddetinin geleceği zamana kadar malın bulunması îcâbeder.
Burada şöyle denilebilir: Bâyiin hayatta olduğu belli ve sabit, onun devamı farz olunur. Asil budur. Ölüm ihtimâli, sabit ve .malûm olan hayat karşısında uzak bir şeydir, nazarı i´tjbâra alınmamalıdır. Akid zamanında hayat sabittir, devamı farz edilir. Bu Şafiî´nin usulüne uygundur. îstishâb kaidesidir. Bir şeyin bulunduğu hâl üzere kalması asıldır. Fakat Hanefiyye´ye göre istishâb-ı hâl hukukun ıskatına mânidir, hukuku inşâ edip ihdas etmez.
Serahsî bu mevzuda diyor ki: «Hayatı hâlen ma´lûm, asıl olan onun devamıdır, ölmek ihtimâl-i mevhumdur, denirse cevabında deriz ki: Evet öyledir. Fakat onun o vakte kadar hayatta kalması istishâb-i hâl yoliyledir. Malının mülkünde kalması hususunda muteberdir, fakat miras., hususunda değil. Ölümle işe mirascıhk karışıyor. Ölüm hâlinde teslime kudret için malın daima mevcudiyeti lâzımdır.[19]
Serahsî´nin deîil tarzı böyle. Kâsânî ise Ebû Hanîfe´nin re´yi-ni izah ederken başka yol tutuyor; diyor ki: «Teslime kudret hâlen sabittir. Teslim zamanındaki vücudunda şüphe var; araya helak girmek ihtimâli mevcut. Eğer.o zamana kadar kudret devam ederse varmış demektir. Ondan evvel helak sabit olmaz. Sübûtunda şek var demektir.»[20]
Sözün hülâsası malın teslim zamanına kadar mevcut bulunmasını şart koşmak teslim vaktinde vücuduna mâni bütün şüpheleri kaldırmak içindir. Zira teslim sırasında malın mevcudiyeti şüpheli bir şeydir. Acaba o zaman mal bulunacak mı, yoksa bu-Iunmryacak mı Ortada bir.aldatma olmasın diye akid zamanı malın mevcut olması şart koşulduğu gibi, teslim zamanına kadar da bu mevcudiyetin devamı lâzımdır, böylece teslime kudret tahakkuk etmiş olur.
13- Akid Zamanında Teslîm Vaktîne Kadar Maun Bulunması Nîçîn Lâzım
Ebû Hanîfe´nin selemde teslim edilecek malın akid zamanından teslim zamanına kadar mevcut olmasını şart koşması, tam mânâsiyle, tüccarı her nev´i aldatmadan ve teahhüdünü yerine getirmekten âciz kalma şüphelerinden kurtarmak için ileri sürülen bir görüştür. Öyle ki akdi .yapan bayi´ her zaman teahhüdünü yerine getirebilsin, istenildiği vakit malı teslim edebilsin. Eğer istenildiği zaman malı teslim edebileceğinden kat´iyetle emin değilse, teslime kudret tahakkuk etmiyor demek olur. Bu kudreti sağlama bağlayabilmek için´ malın akid zamanından teslime kadar mevcudiyeti şart koşuluyor. Böylelikle aldatma, teslimden acz ortadan kaldırılmış oluyor.
îşte bundan da görülüyor ki, Ebû Hanîfe ticâret işlerinde ilti şeyin üzerinde titremektedir: 1- Emânete son derece riâyet etmek, 2- Aldatmadan ve şüphe uyandıracak şeylerden uzak kalmak.
Akidde her nevi aldatma ve aldanma şaibesinden uzak kalma düşüncesi, Ebû Hanîfe´yi bu şartı koymağa sevk etmiştir. Bu suretle akdin tamam olması mümkündür. Fakat teslim zamanı gelip geçtikten sonra teslim işi tamam edilmese de Ebû Hanîfe bu şarta müsamaha gösteriyor, halkın elinde mal bulunmaz olsa bile akid bozuluyor, demiyor. Çünkü akidde aldatma, şüphe ve zannı kalmamıştır, teslim müddeti geçmiştir. Teslim edilecek malın mevcudiyeti akid zamanından teslim vaktine kadar devam etmiştir. Akid takarrür etmiştir. Akdin takarrür ve sübûtundan ve mukarrer vaktinde ahkâmına uygun olarak teahhüdün yerine getirilmesi imkânı hâsıl olarak, aldatma şüphesi ortadan kalktıktan sonra, ..malın her hangi bir arıza dolayısiyle bulunmayışı bu akdi bozmaz. Çünkü nasıl olsa müddet dolmuştur, tekrar mal bulununca teslim etmek mümkün olur. [21]
14- Malın Teslim Yerinin Tâyin Edilmesi Hususundaki İhtilâflar
Görüldüğü veçhile Ebû Hanîfe akidlerde her nevi aldatma ve cehalet şüphe ve zannından uzak kalmağa son derece önem verdiğinden eğer taşıma ve nakil masrafı olacaksa selemi yaparken âkidlerin malın teslim edileceği yeri tâyin etmelerini şart koşmuştur. Ebû Yûsuf´la Muhammed ise bunda ona muhaliftirler. Onlar şart koşmuyorlar. Eğer akidde teslim mahalli zikrolunmazsa akdin yapıldığı yer teslim mahalli olur diyorlar.
Doğrusunu söylemek lazımsa, Ebû Hanîfe´nin de ilk re´yi bu idi. Sonra bu re´yini değiştirdi, yerin tâyinini şart koştu. Bu acaba neden icabetti Satışlarda bunu îcâbettiren sebepler mi gördü Teslim yerine belli olmaması nizâa sebep olduğunu, ticâreti aksattığını mı müşahede etti Bİze kalırsa bunun nizâa sebep olduğunu gördü. Bu sebepleri ortadan kaldırmak, nizâa götüren yollan tıkamak için bunu şart koştu.
Evvelâ Ebû Yûsuf´la Muhammed´in delillerini, sonra da Ebû Hanîfe´nin delilini zikredelim. Ebû Hanîfe de bidayette onların re´yinde olduğundan bu re´y onun birinci re´yi, sonra zikredeceğimiz de ikinci re´yi demektir. Buna yalnız fıkıh kaidelerinden değil, tecrübelerinden de yardîmlanarak kail oldu.
Birinci görüşün delili : Teslim yerini zikre hacet yoktur. Teslim yeri zikrolunmaymca akid yeri teslim yeri olarak teayyün eder. Bu da üç şeyden ileri gelir:
1- Akid yeri, iltizam mahalli demektir, öyle ise iltizam edilen ve uhdeye alınan şeyin orada ifâsı lâzımdır. Nasıl ki, ödünç para alındığı yerde ödenir, istihlâk yeri de tazmin yeridir.
2- Teslim edilecek mal, sermaye-semen karşılığı verilecek bir borçtur. Sermaye akdin yapıldığı yerde Ödenmesi lâzımdır. Zira selemde sermayenin akid mahallinde kabz olunması şarttır. .Akîdler arasındaki müsavata riayetten her ikisinin alacağı şeylerin bedetterinin teslim yeri bir olmak lâzımdır. Ancak başkaca bir şey şart koşulursa ona riayet gerekir. Mutlak olarak yapılan akidde teslim yeri akid yapıldığı yer olmak lâzım gelir.
3- Bayi´ akid mahallinde parayı teslim aldığından teslim edilecek mal, müşterinin ondan alacağı bir haktır. Bu borcun tahakkuk yeri akid yeridir, bu hakkın mülkiyeti orada sabit olmuştur. Bir şeyin mülkiyeti yeri, teslim yeridir. Bir kimse bir yerde birşey satın alırsa onun teslim yeri orasıdır.
îşte birinci görüşün delilleri bunlardır. Bunların hepsi fıkhî kıyaslardır,,hepsi de mükemmel ve sağlam. Akid kaideleri gayet ustaca tatbik olunmaktadır.
İkinci görüşün delilleri şunlardır:
1- Teslim mahallinin tâyin olunmaması nizâa müeddî olan bir kusurdur. îşte bu esas onu re´yini değiştirmeğe sevk etmiştir. Zira teslime istihkak, bâzan uzun bir müddetten sonra olabilir. Aradan uzun zaman geçince o yer teslime müsait olmayabilir. Yahut orada teslim güçleşir. Tâyini mümkün olmaz. Meselâ şöyle dediği rivayet olunmaktadır: «Eğer deniz ortasında gemî üzerinde selem akdini yapsalar müddet gelince teslim yeri olarak akdin yapıldığı yer yâni gemi mi taayyün etmiş olacak acaba »[22] Görülüyor ki Ebû Hanîfe tecrübelere dayanarak teslim yerinin belli t-dilmemesi nizâa götürdüğünü söylüyor. Akdin yapıldığı yerin teslim yeri olarak taayyün edeceği nizâı kaldıracak şekilde bir şey ifade etmiyor.
2- Akid bizatihi muayyen bir yeri îcâbetmez. Eğer öyle olsaydı şartla onun değiştirilmesi caiz olmazdı. Çünkü bu, akdin muk-tazasma muhalif olurdu. Fakat şartın değiştirilmesi ittifakla caizdir. Demek ki akid, bizatihi bir yeri tâyin etmiyor.
Buna karşı şöyle denebilir: Örfe göre muteber olan veya nasîa vârid olan şartlarla akid ahkâmına ziyade yapılabilir. Meselâ: Mutlak bey´in hükmüne göre akdin sonunda müşteri için mülkiyet sabit olmaz.
Eğer bu bir kıyas ise onun bir kıyasla reddi de mümkündür. Birinci delil amelî olup reddî mümkün değildir. Yalnız teslim yeri tayin olunmayınca akdin yapıldığı yer teslim “yeri olarak taayyün ettiğini isbat için zikrettikleri kıyaslarla şunlar.vârid olabilir: İstihlâk ve karzde istihkak akid yerinde taayyün eder. Çünkü istihkak te´cil olunmuş değildir, sebep bulunduğu gibi derhal istihkak sabit olur. Ödenecek yerin, sebebine bulunduğu yer olduğunu i´ti-barda bir zarar yoktur. Sermaye de böyledir. Akid bulununca, ma-hall-i akidde vâcib olur. Öyleyse ödenecek yer de orasıdır. Onun için mahallin değiştirilmesi caiz değildir. Teslim edilecek mal buna kıyas olunamaz. Çünkü bu istisnaî akidde iki bedel arasında müsavat kaziyyesi sabit değildir. Çünkü bunda yâni selemde bedellerden biri peşindir, diğerinin teslimi ise müddetle te´hir olunmuştur. Eğer mekânda, mahalde imüsâvât sabit olsaydı, zamanda da müsavat lâzım gelirdi. Fakat zamanda müsavat yok, çünkü akdin tabiatı bunu îcâbediyor. Semen-para peşin, mal sonra teslim olunacaktır. Zamanda müsavat olmayınca mekânda da müsavat arayamayız.
Ebû Hanîfe istidlalini evvelâ amelî noktaya tevcih ediyor, sonra onu kıyaslarla takviye ediyor. Onun fıkhı esası budur. Ebû Yûsuf´la Muhammed ise onun birinci re´yine sarılıyorlar ve nazarî bir yol tutuyorlar.
15- Malîn Teslim Yerî Hangî Surette Akdîn Yapıldığı Yer Olur
Ebû Hanîfe île Sahibeyn arasındaki bu ihtilâf, teslim edilecek mal, nakli ve tekâlifi îcâbettiğİ .takdirdedir. Şayet nakli ve tekâlifi yoksa gerek îmâm-i A´zam ve gerekse arkadaşları teslim edilip ödenecek yerin tâyinini şart olmadığında müttefiktirler. Fakat Ebû Yûsuf´la Muhammed yine teslim akdin yapıldığı yerdir, asîma bağlıdır. Çünkü iltizam yeri orasıdır. Ticârette tecrübesi olan Ebû Hanîfe´ye göre ise teslim nerede olursa olur, şartın ona faydası yoktur. Şart Iâğıv hükmündedir, akid ile mekân taayyün edemez. Çünkü mahal tâyini iltizam içindir. Burada ise masraf ve tekâlifi mûcib bir şey olmadığından iltizam yoktur,´ Nerede olsa teslim edilir, nizâı mûcib birşey olmaz. Serahsî bu hususta diyor ki: «Bir fayda sağlamayan şart muteber değildir. Taşıması ve masrafı ol-mıyan bir şeyin maliyeti mahallin ihtilâfiyle değişmez. Az bulunması veya bol olmasiyle muhtelif olur. Taşıması, masrafı olan şeylerin maliyeti ise yerin ihtilâfiyle fark olur. Buğday ve odun şehirde ve köyde mevcuttur. Fakat şehirde müşteri bunları köydekin-den daha pahalı alır. Çünkü nakil masrafı var. Demek mahallin değişmesiyle fiyat farklı oluyor.»[23]
Ticaret işlerinde geniş vukuflu olan Ebû Hanîfe, malın teslim yeri mes´eksinden bahsederken taşıma ve nakil masrafı varsa onları nazarı itibara alıyor. Onun görüşleri amelî tatbikattan, çarşı -pazar işlerinden edindiği tecrübelere istinad etmektedir.
16- Sermayenîn Malûm Olması Lazımdır
Beyân ettiğimiz veçhile selemde sermayenin bildirilmesi» sıhhatinin şartıdır. Bu da onun mikdarını, cinsini, vasfını beyanla veya aynen ona işaretle yapılır. Sermaye kryemî olan nevi´den ise işaretle tâyin kâfi olduğunda Ebû Hanîfe ve arkadaşları ittifak etmişlerdir. Eğer mislî denen neviden ise o zaman işaret kâfi gelmez, işaretle beraber cinsin, nev´in ve mikdarın da beyan olunması lâzımdır. Tâyin ile muayyen olan nevide bile bu lâzım gelir. Ebû Hanîfe´ye göre bu böyle olup Süfyan Sevrî de bu mes´elede ona muvafakat etmiştir. Ebû Yûsuf´la Muhammed ise muhaliftirler.,
Görüyoruz ki, Ebû Hanîfe kendi mantığına uygun hareket etmektedir. Akid bedelini mümkün olan her vasıta ve yolla tâyin etmeğe çalışıyor. Kıyemî olanlarda işaretle iktifa ediyor, çünkü onun en mükemmet tarifi böyle yapılır. Mİslî olanlarda işaretle tarifi kâfi görmüyor. Çünkü işaretle beraber mikdarını da söylemek suretiyle bu tarifi daha tam yapmak mümkündür. Demek daha ziyade tarif yapmak mümkün olduğu yerde aziyle iktifa etmiyor. Ebû Yûsuf´la Muhammed´e göre ise, mademki kabz ayni mecliste yapılıp tamam olacaktır, o takdirde işaretle tâyin kâfidir. Her iki tarafın nokta-i nazarlarını izah edelim:
Sahibeynin delili şudur: Sermayeyi tarif etmek, nizâa müeddî olan meehuliyeti kaldırmak içindir, işaretle tâyin edilince ortada meçhul bir şey kalmaz, bundan başka tarife lüzum yoktur. Bunda kıyamî ile mislî arasında fark yapılmaz. ,Çünkü her ikisine, de işaret yapılınca tarif edilmiş olurlar. Kıyemîde işaretle tarif kâfi oi-duğuna göre mislide de kâfi görülmelidir.
Ebû Hanîfe´nin noktai nazan şöyledir: Mislî olanlarda mikdarın belli olmaması bazen teslim edilecek malın meçhul olmasına sebep olur. Teslim edilecek malın bilinmemesi ise nizâa götürür. Bunu biraz izah edelim: Mislî olanların kısımlarına ayrılması onlara zarar vermez, istihkak bâzan bir kısmında tahakkuk eder, teslim edilecek malın kalan kısmında mukabili de kalır. Eğer sermayenin mikdarı mdûm olmazsa istihkak eden kısmın mikdar; kalana nisbetle malûm olmaz. Böylece teslim olunan kısma ne düşüyor, ne kadar para ödenecektir bu biiinmez Böylelikle mikdarın belli olmaması teslim edilecek inalda nizâa müeddî olur. Nizâa müeddî olan cehalet ise akdin fesadını mûcibdir.
Görülüyor ki, Ebû Hartîfe´nin görüşü daha ziyade amelî cihete, tatbikata dayanmaktadır. Belki de bunlara ticarî hayatta tesadüf etmiştir. Görüşü bunlara dayanmaktadır. Noktai nazarını onlara istinad ettirmiştir.
17- Sermayenin Ve Maun Muhtelif Nevilerden Olması
Bu ihtilâf üzerine dayanan diğer bâzı mes*elelerde ihtilâflar da aralarında vukubulmuştur.
1- Sermaye mukabilinde iki nevî mal gösterilse: Meselâ sermaye 100 liradır, bunun mukabilinde iki nev´i pamuk teslim edilecektir. Ebû Hanîfe´ye göre her nev´i pamuğa sermayeden ne mik-dar tekabül ettiğini beyan etmek şarttır. Ebû Yûsuf´la Muhammed ise bunu şart koşmuyorlar. İcmâlen tarifi ve kabzı kâfi görüyorlar.
2- Bâzan sermaye iki nev´i olur; teslim edilecek mal ise bir nev´i olur. Meselâ sermaye altın ve gümüş para olur, mal da bir nev´i pamuk olur, tam olarak da tarif edilir. Bu surette Ebû Hanîfe´ye göre akid fâsiddir. Ebû Yûsuf´la Muhammed´e göre ise akid sahihtir. Dedâyi´ sahibi bu iki mes´eledeki ihtilâfın yukarıdaki asıla dayandığım şöyle anlatıyor:
«Bu asıla dayanmalarının vechi şudur: Ebû Hanîfe´ye göre mikdarın malûm olması şarttır. Bir sermaye karşılığında iki nev´i mal gösterilince sermayenin onlara göre ayrılması lâzım. Bu İse yapılmadığından her mala tekabül eden sermaye hissesi malûm olmuyor. Sermayenin meçhul olması ise selem akdini bozar. Ebü Yûsuf´la Muhammed´e göre ise sermayenin mikdarmı bildirmek şart değildir. Onun malûm olmaması akde zarar vermez.»[24]
18- Sermaye Akîd Meclisinde Verilmezse Selem Bâtıl Olur
Ebû Hanîfe ve Sâhibeyn (Ebû Yûsuf´la Muhammed) arasında ittifakla kabul olunduğuna göre selemde malı teslim edecek olan âkid tarafı sermayeyi kabul ve kabzetmeden akid meclisi sona ererse, selem akdi bâtıl olur. [25]Çünkü selemde para peşin olarak verilmelidir, mal borçtur, para da teslim edilip, kabz tamam olmazsa borçla satılmış, deynle deyn akid yapılmış olur ki, bu caiz değildir.
Hz. Peygamber Efendimiz: Nesîenin nesîe ile, veresiyenin veresiye ile satılmasını menetmiştir. Selemin iktizası sermayenin yâni paranın peşin olmasıdır. Önce para verilmelidir ki, selem denebilsin, selemin mânâsı bu demektir. Hadîs-i şerifle rivayet olunduğu veçhile: «Selem yapan kimse parasını malûm ve muayyen ölçü mukabilinde versin, selem yapan muayyen Ölçüde şeyler karşılığı selem yapsın.» Demek selemde paranın peşin olması, teslim edilmesi şarttır.[26] Örfe ve şer´a göre bu akdin îcabi sermayenin peşin verilmesi, teslim edilmesi lâzımdır.
Sonra gelen îmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe´nin bu görüşüne iştirak etmişlerdir. İmam Mâlik de asıl fikri kabul etmiştir, onun için akidde bir şartla sermayenin teciline cevaz vermemiştir. Fakat kabzın bir iki gün gecikmesine müsamaha gösterir, akdi bâtıl saymaz. Akdin sahih olarak kalması için ayni mecliste paranın alınmasını şart koşmuyor. Aynı zamanda uzun te´ci-le. de cevaz vermiyor.
Serahsî, tmam Mâlik´in mezhebim şöyle anlatıyor:
«Sermaye tecil edilmiş olmamak suretiyle bir iki gün sonra kabzetse dahi selem caiz olur. Çünkü bu alelusul satıştaki para mesabesindedir, onun o mecliste kabzı şart değildir. Mâlik´in görüşü bpyle. Fakat selemde paranın hâlen verilmesi şarttır. Çünkü mukabilinde olan mal te´cil olunuyor. Hem para, hem mal müeccel olursa haram olur. Bir, iki gün kazbı terk etmekle helâllik sıfatı ortadan kalkmış olur..»[27]
Akid bâtıl olmasın diye sermayenin akid meclisinde kabzolun-ması lâzımdır, ister vasıfla bilinen mislî şeylerden olsun, ister tâyinle muayyen olanlardan olsun, fukahânın dediklerine göre sermaye aynı olduğu takdirde akid meclisinde kabulünün lüzumunu kıyas îcabetmez. Çünkü kabz zarureti deyn, deyn ile borç borca mukabil satılmış olmaması içindir. Halbuki bu surette deyn, deyn karşılığı değil, deyn ayn karşılığıdır. Zira tâyin ve o esas dahilinde akdin tamam olması sermayede mülkiyetin mücerred akitle, selemde malı teslim edecek olan akim tarafa geçmesi demektir. Onun hakkım tâyin için kabza lüzum yoktur. Çünkü hak onun olmuştur, başka bir şeye lüzum kalmamıştır.
Kıyas böyledir. Fakat fukahâ sermaye ayn olduğu takdirde de kabzı istihsânen lüzumlu gördüler. îstihsânın yolu şöyledir: Hüküm galip ve şayi olana göredir, az ve nâdir olanlara göre değil. Ekseriyetle alış-verişte sermaye veya semen (para) tâyin ile muayyen olmaz, onun için bu ciheti göz önünde tutarak kabza lüzum vardır. Nâdir olan hâle bakılmaz.
19- Selemde Muhayyerlik Şartı Olmaz
Akid bâtıl olmasın diye o mecliste olduğundan fukahâ, akdin hükmünü geriye bırakmayı îcabeden muhayyerlik şartlarım menet-tiler, âkidlerden birine veya her ikisine nisbetle hükmü lâzım kıl-mıyan şartları muteber tutmadılar.
Onun içindir ki, âkidlerden biri için muhayyerlik şart koşulmasına cevaz vermezler. Çünkü muhayyerlik şartı kabza mâni olur. Çünkü kabzın tam olmuş sayılması için akidle sabit mülkiyet üzere olması lâzımdır. Muhayyerlik şartı ise akdin hükmünün tamâmiyle sabit olmasına mânidir, böylelikle akid kat´i I eşmemiş olur. Bâyi´in sermayede mülkiyeti sabit olmamıştır, kabzdan evvel meclisten ayrılmak akdi bozar. Eğer âkidlerden biri kendisi için malûm bir müddet zarfında muhayyerlik şart koşmuşsa ve bu şart üzere meclisten ayrılsalar, bu akid sahih değildir, hattâ mecliste kabz tamam olsa bile, bu kabz kat´î mülkiyete dayandığından sahih olmaz.
Fakat akid meclisi dağılmadan önce muhayyerliği şart koşan kimse muhayyerlik hakkından vaz geçse ve sermayeyi de kabz ve tesellüm etse bu takdirde akid sahih olur. Çünkü kabz mecliste tamam olup da butlanı mûcib olan sebep ortadan kalkınca akid sahihtir. Kabz akdin sıhhati için şart değildir, belki akdin sahih olarak devamı şarttır. Ve borçla borç satma sebebiyle arız olan butlanı def içindir, imam Züfer, bu mes´eîede muhalif kalıp akid sahih diyor, çünkü umumî kaideye göre: Fâsid olarak doğan akid fesad sebebinin ortadan kalkmasiyle sahih akde dönmez. Nasıl ki ödeme müddeti gayri malûm olarak te´cilli bir satış yapıyorsa, müşteri te´cil hakkından vaz geçip parayı peşin verse, Züfer´e göre, bu akid sahih akde inkılâp etmez. Halbuki Ebû Hanîfe´ye ve Sâhibeyne göre fesad sebebinin zail olmasiyle akid sahih olur.
Hıyâr-i rü´yet de sabit olmaz. Sermaye deyn olduğu takdirde sabit olmadığı gibi selem malında da sabit olmaz. Çünkü bunlarda rü´yetin sübûtu birşey ifade etmez. Zira bunlar zimmette borçtur, muayyen değildir. Halbuki hıyar ı rü´yet muayyen olan1 umurda sabit olur, vasıfla bilinen umurda sabit olmaz.
Fakat sermaye tâyin suretiyle muayyen ise rü´yet muhayyerliği de, ayıb muhayyerliği de sabit olur. Çünkü bunlar red yokyle ifade – ederler.
20- Selem Hakkındaki Görüşlerden Çıkan Netice
İşte Ebû Hanîfe´ye göre selem yoliyle yapılan akdin bâzı hü-. kümleri bunlardır. Onlara şöyle kuş bakışı bir göz atmış bulunuyoruz. Bu hükümlerde ve incelemelerde ilk göze çarpan şey şu oluyor: Bunlarda ticâret işlerine tamâmiyle vâkıf bir tacir ruhunu görüyoruz. Halkın ahvâlini ve muamelelerini biliyor. Ticaret yollarına, çarşı – pazar işleri usûlüne tamâmiyle vâkıftır. Ahş-veriş yapanlar arasında neler riizâa sebep oluyor, onları ortadan kaldıracak çareler nedir, bunları mükemmel tanıyor. İşte bunların ışığı altında mes´eleleri inceliyor ve ona göre hüküm veriyor. Ebû Hanîfe´nin yaptığı budur.
21- Murabaha, Tevlîye, Îşrak, Vedia Akidleri Ve Bunların Tarifleri
Bu ticarî akidler Ebû Hanîfe devrinde tüccar arasında çok yapılan bir muamele idi. Ebû Hanîfe´nin Kitabullah´m ve Sünnetin ışığı altında din-i Hanîfin ruhuna uygun olarak çıkardığı bu fıkıh hükümleri, devrinin ruhuna ve halkın örf ve âdetine de muvafıktır. Din-i islâm´ın umumî hükümleriyle bunları birleştirmek, bilhassa al iş-verişlerde emânete riayet etmek, niza´ uyandıran herşey-den uzak kalmak için bu ahkâma sarılmak lâzımdır..
Biz bu kısımda Ebû Hanîfe´nin bu mâmelelere dair ortaya koymuş olduğu bâzı hükümlerden bahsedeceğiz. Bunlar bize bir tacir sıfatiyle fakıh Ebû Hanîfe´nin düşüncelerini dînî ruhunu ve İslama nasıl sarıldığını gösterecektir.
Bu bahsin tafsilâtına girişmeden Önce bu akidlerden her birini tarif edelim, tâki okuyucu onları tanımış olsun.
Fukahâ semene göre beyi´ akidlerini dört kısma ayırırlar:
1- Müsâveme, yâni götürü pazarlık suretiyle yapılan satıştır. Burada müşteri bâyi´in o malı kaça aldığıyla hiç mukayyed olmaz. Verdiği paranın ne kadarı kârdır, bunu hiç hesaba katmaz, toptan bir fiyat verir, alır.
2- Murabaha : Bayi´ malı satarken müşteriye onu kaça aldığım, üzerine ne kadar kazanç ilâve ederek ne kadar kârla sattığını söyler, yüzde on veya onbeş kâr alıyorum, der-
3- Tevliye: Bâyi´in elindeki malı hiç kârsız olarak aldığı fi-yala başkasına satması, devretmesidir.
4- Vedia : Bâyi´in elindeki malı almış olduğu fiyattan kıra-ı*ık daha ucuza satmasidır.
İşte fiyat veya para bakımından satış akidleri böyle dört kısma ayrılır. Diğer bir kısım satış daha vardır ki, o da tevliye dediğimiz üçüncü kısma dahildir. Buna şirket veya işrak namı verilir. O da şöyledir: Bâyiin satın almış olduğu şeyin bir kısmını ona tekabül eden fiyatla satmasıdır. Bu tevliyenin bir nevidir. Çünkü kendine kaça mal olduysa kârsız bir satıştır, yalnız malın tamamını değil de, bir kısmını satmaktan ibaret bir akiddir.
22- Bu Akidlerde Birinci Fiyatın Bilinmesi Neden Şarttır
Görülüyor ki murabaha, tevliye, işrâk, vedîa muamelelerinde fiyatın takdiri birinci fiyata dayanıyor, çünkü ona bağlıdır. Zira sunraki fiyat ya birinci fiyata müsâvî olur, ya ondan az olur, veya ondan çok olur. Onun için Ebû Hanîfe ve ashabı, birinci fiyatın ikinci müşteriye malûm olmasını şart koşuyorlar. Bu akdin sıhhati için lüzumlu bir şarttır. Çünkü murabaha yoliyîe şu kadar fazla ile, veya tevliye suretiyle veya vedîa yoliyîe şu kadar kırarak sana şu malı sattım, dese ve birinci fiyatı beyan etmese, bu satış fâ-siddir. Fakat ayni mecliste birinci fiyat malûm olursa satış sahih olur. Birinci fiyat malûm olmadan meclis dağılırsa artık satış bozulur, sahih olmaz. Eğer birinci fiyatı ayni mecliste bayi´ söylerse, müşteri muhayyerdir, İsterse satışı kabul eder, yahut satışı fesh eder, bâtıl olur. Müşteri muhayyerdir, çünkü onun âkde razı olup olmadığı şüpheli. Zira razı olması mevzuu bilmesiyle olur. Fiyatı bilmemesi bir noksandır. Çünkü bir şeyin fiyatı belli olmadıkça pahalıya mı alıyor, ucuza mı, bilmiyor, fiyat bilmeyince rızası tam sayılmaz. Rızası olup olmadığı şüpheli kalır. Bu ise muhayyerliği icabeder.
23- Fiyatlar Arasındaki Mümâselet
Birinci fiyatla ikinci fiyat arasında mümâselet tam olabilmek için Ebû Hanîfe ve ashabına göre birinci fiyatın mislî olması yâni pazarlarda onun mislî bulunması lâzımdır. Kıyemî olmaması, pazarda mislî bulunrmyan neviden olmaması icabeder. Çünkü ikinci fiyatın takdiri, birinci fiyat üzerinden oluyor, öyleyse cinsi, nev´i, sıfatı bir türlü olmalıdır. Ve bu takdirde zan ve şüphe kanşmıyan bir ölçü ile yapılmalıdır. Bu ise ancak misliyatta kabildir.
Kiyemiyâta gelince; bunların zan ve tahmin karışmadan sâbİt bîr ölçü ile zabt altına alınmasına imkân yoktur. Cinsi, nev´i, sıfatı ve miktarı malûm olursa ikinci semenin de onun cinsinden ve nev´inden olması, onun vasfını caiz bulunması mümkün olur., Tev-h´yede birinci miktarında, murabahada ondan malûm miktarda fazla, vediada malûm miktarda ondan noksan olması icabeder. Halbuki kıyemiyâtta bu´mümkün olmaz…
24- Satılan Malın Fiyatına İlâve Olunacak Masraflar
Bayi´ sattığı malı arttırmak, büyütmek için her ne kadar masraf yaparsa bunlar asıl semene – fiyata ilâve olunur. Fiyattan sayılır. Meselâ sattığı elbise olursa temizleyici, terzi, komisyoncu ücretleri; satılan mal hayvansa çoban, sürücü, alaf ve diğer masrafları katılır. Kısacası örfe göre sermayeye katılması teamül olan herşey fiyattan sayılır, ticâret örfünde fiyata ilâve âdet olmıyan masraflar fiyata dahil edilemez. Bu hususta en doğru kaide ticâret örfüdür. Fiyata ilâve olunacak masraflar hakkında diğer bir kaide daha vardır: Sûreten veya manen maliyeti arttıracak şeyler sermayeye – fiyata ilâve olunur. Dikiş, temizleme, hayvanı besleme suretten maliyeti arttırır. Malı bir yerden başka bir yere nakletmekte manen onun maliyetini arttırır. Hammal ücreti de böyledir. Çünkü malın kıymeti şehirden şehire farklı olur. Malı ticaret için bir şehirden başka şehire, bir memleketten başka memlekete nakletmek onun kıymetini arttırır. Serahsî bü hususta şöyle diyor:
«Murabahada tüccarın örfü muteberdir. Örfe göre sermayeye katılması âdet olanlar katılır, âdet yoksa katılmaz. Veyahut da satılan malın sureten veya manen maliyetini arttıran masraflar fiyata dahil edilir. Temizlenme ve dikiş, bunlar Öyle vasıflardır ki elbisenin maliyetini arttırırlar. Bir yerden bir yere nakletmek de manen kıymeti arttırır. Çünkü nakil ve taşıma masrafı ve tekâlifi olan şeylerin kıymeti, bir yerden başka yerdekinden farklı olur. Onun bir yerden başka yere nakli, nakliye masrafını icâbettirir… Fakat bu masrafları da satın aldığı fiyata yâni sermayeye katarak: «Ben bu malı şu kadara aldım» derse, bu yalan olur. Çünkü bu satın alış fiyatı değildir. Burada şöyle demelidir: «Bu bana şu kadara mal oldu.» Çünkü yaptığı masraflarla hakikaten ona p kadara mal olmuştur.»[28]
25- Bîrîncî Bâyî´ Fiyatı Artırırsa Veya Îndîrme Yaparsa
Birinci bayi´ fiyatı artünrsa, müşteri de bunu kabul etse ve murabaha yoîiyîe satsaf bu takdirde fiyat arttırılmış olan fiyat olur. Çünkü fiyata yapılan zammı müşteri kabul edince, bu ziyade aslına mülhak olur. Bu mes´eîede Imarn Züfer, üstadı Ebû Hanîfe´ye muhaliftir, îmanı Şafiî, Züfer´in görüşüne iştirak etmiştir. Onlara göre bu ziyade bir nev´i hibe kabilindendir, akdin aslına karışmaz. Diğer hibeler gibi onun teslimini şart koşarlar.
Ayni ihtilâf fiyattan yapılan indirmede de câridir. Fiyattan bir miktar düşülüp indirme yapılırsa, murabaha ve tevîiye Ebû Hanî-fe ile îmam Ebû Yûsuf, ve imam Muhammed´e göre indirilmiş fiyat üzerinden satılır. îmam Züfer ile îmam Şafiî´ye göre ise murabaha ve tevlîye indirimsiz olarak esas fiyat üzerinden yapılır. Çünkü onlara göre bu indirme bir hibedir veya bir nev´i ibradır. Akde katılmaz.
Onîann delili şudur: Semen akidde bir ivaz karşılığıdır, satılan malm hepsi birinci akidîe müşterinin malı oldu. Bu akid durdukça onun mülkiyeti durur, mal onun mülkiyetinde durdukça ona ivaz olarak bir ziyade yapmak mümkün olamaz. Çünkü bu kendi mülkünden bir ivaz olmuş olur. Bu ise caiz değildir. Fiyat indirmesi böyledir. Çünkü akidle semenin hepsine müstahak olduktan sonra onun bir kısmı semen olmaktan çıkmaz. Meğer ki akid o kısımda o miktarda feshedilmiş olsun. Fesih ise böyle yapılamaz.[29]
Ebû Hanîfe´nin delili şudur: Akid, akidlerin nzasiyle tamam oldu. Akdİn esası akidlerin rızasıdır. Mademki nzaîarıyla akdi yaptılar, rızalanyla onu bozmak da haklarıdır. Alış-veriş insanlar arasında kazanç ve kâr için yapılır. Bunda gönül rızasına, cömertliğe, güzel muameleye ve birbirine insanları bağlıyan merhamet duygularına i´timat olunur. Bu sebeple bâzan akidler az kârdan çok kâra veya çok kârdan az kâra akdin vasfının değiştirirler veyahut da hiç kâr olmamak üzere uyuşurlar. Meşru´ bir vasıftan diğer meşru´ bir vasfa akdi bozmak caizdir. Akid, akidler arasında kaimdir, onu kaldırmak veya devam ettirmek ikisinin rızasına bir haktır. Onda tağyir tasarrufuna da mâliktirler. Çünkü bir şeyiiı vasfında tasarruf, aslında tasarruftan daha kolaydır. Mademki akdin aslında tasarrufa haklan vardır, vasfında .tasarruf haklan evlâdır.
Görülüyor ki Ebû Hanîfe bu ihtilâfta tam bir amelî tacir ve tam nazarî bir fakihtir. Muhalifleri ise yalnız fıkhî kıyasa saplanıp kalıyorlar. Bakınız, Ebû Hanîfe yapılan tenzilâtlı veya zammı asıl akde ilâve etmekle son derece merhametli ve şefkatli bir tacir olarak hareket ediyor. Tüccarı birbirine bağlayan iyi muameleye önem veriyor. Onun nazarında ticâret hoş muameledir, yapılan akidler insana yapışıp kopmıyan birşey farz olunmamahdır. Müşteri bâzan aldanabilir. Bayie müracaat edip te ondan fiyattan bir miktar düşmesini rica ederse bayi bunu yapabilmelidir. Çünkü insanların birbirine itimadı, güveni, iyi muamelesi bu müsamahayı îcabeder. Keza bayi´ de zarar görmüş olduğundan bahisle müşteriden fiyatı arttırmasını isterse, iyi ticaret muamelesi icabı bunu kabul etmeli, fiyatı art firmalıdır. Ticarî muameleler böyle anlayış ve emniyet esası üzere gitmelidir. Bu ondan bir hibe değildir, ibra da olmaz. Bunun esası ticarettir, ticaret işîer böyle olmalıdır. Tüccar arasında mukarrer iyi muamele ve anlayış bunu îcabeder.
26- Îlk Fiyatın Bîldîrîlmesî Niçîn Lâzımdır
Bu satışlarda fiyat mademki birinci fiyata dayanıyor, öyleyse birinci fiyatın söylenmesi behemahal lâzımdır. O bilinmelidir, satışa razı olup olmamak ona bağlıdır. Bayi´ birinci fiyatı doğru olarak söylemiyerek hıyanet yaptığı anlaşılırsa veya fiyatı fazla gösterdiği veyahut da veresiye iken peşin alınmış gibi görterirse bunların hepsinin akdin lüzumunda tesiri vardır.
Bunları biraz îzah edelim :
Eğer birinci fiyat veresiye ise ve murabaha yapılırken söylenmez de sonradan veresiye olduğu anlaşılırsa Ebû Hanîfe´ye göre murabaha veya tevliye suretiyle satın alan kimse muhayyerdir, dilerse satışa razı olur, dilerse fesheder. Çünkü murabaha ve tevliye satışları emânet üzere yapılır. Müşteri bunlarda bayie ve onun ticarî namusuna i´timâd etmiş, onun emânetine güvenmiştir^ Bâyiin bu emânete hıyanet etmeyip onu koruması lâzımdı. Adetâ bu emânete riayet zımraen şart koşulmuş gibidir. Emânet şartı bulunmayınca muhayyerlik hakkı lâzım gelir, tıpkı malın kusursuz olması şartı gibi.
Birinci fiyatın veresiye olduğunu beyan etmek lâzım geliyor. Bunu söylemek, müphem bırakmak hıyanet sayılıyor ve muhayyerlik hakki veriyor, çünkü veresiye satışta fiyat, peşin satıştan daha yüksek olur. Halkın Örf ve âdeti böyledir. Murabaha ve tevliye yaparken bâyiin bunu söylemesi lâzımdır. Tâ ki müşteri her şeyi bilsin ve her şeyi bilerek bu satışı yapmış olsun.
Birinci satışta, para bîr- şeyden sulh bedeli olarak gösterilmiş ise “bunu da beyân etmek lâzımdır. Çünkü ekseriyetle sulh yapılırken fiyat kırılır. Âkidlcrdcn biri hakkının bir kısmından vaz geçer, aradaki nizâi kaldırmak, husûmeti gidermek için böyle yapılır. Onun için bâyiin birinci fiyatın sulh bedeli olduğunu söylemesi lâzımdır. Her nevi şüphe ortadan kalkmalıdır. Çünkü akid emânete dayanıyor. Emânet üzerine yapılan her akidde şüpheler ona razı olup olmama hakkını verir, âkid için fesih hakkı olur.
27- Bâyil Fiyatı Yanlış Göstererek Ticarî Namusa Hıyanet Ederse
Bayi´ eğer fiyatın miktarında hıyanet ederse, meselâ asıl fiyat 20 olduğu halde bayi´ 25 olarak gösterirse, sonra müşteri bunu öğrenirse, Ebû Hanîfe´ye göre murabahayı yapan müşteri muhayyerdir, isterse mutabık kaldıkları fiyat üzerinden akdi kabul eder, isterse fesheder. Tevliyede İse fiyatı, birinci fiyat üzerine indirir, îmam Ebû Yûsuf ise bu hususta şöyle diyor: Her ikisinde de fi-, yatı, birinci fiyata indirir. Demek tevliyede birleşiyorlar, murabahada görüşler ayrılıyor. îmam Muhammed ise her ikisinde de muhayyerlik hakkı vardır, diyor. Demek murabahada birleşiyorlar, tevliyede ayrılıyorlar.
îmam Muhammed´in görüşü şöyledir: Müşterinin akde rızâsında bir şüphe hâsıl olmuştur. Çünkü o akde muayyen bir fiyatla râ-zi oldu, anlaşıldı ki fiyatta hıyanet vardır, onun için muhayyerlik hakkı sabit olur, nasıl ki mal kusurlu çıkınca muhayyer olur. Satış malın her kusur ve ayıbdan salim olması şartiyledir. O vasıf bulunmazsa muhayyerlik hakkı sabittir. Birisi arzu ettiği bir vasıfta olmak üzere bir mal alsa mal o vasıfta çıkmayınca onu kabul edip etmemekte muhayyerdir.
Ebû Yûsuf´un delili şu : Birinci fiyat, ikinci fiyatın takdirinde esas tutulmuştur. Âkidîerin bey´a rızâları bu şart üzeredir. Fiyatta hıyanet olduğu meydana çıkıp da birinci fiyatın hakikî mikdarı anlaşılınca her iki âkid de onu kabule mecburdurlar. Fiyattaki fazlalık indirilip birinci fiyat üzerinden âkid câri olur. Çünkü onların akde rızâları birinci fiyat üzerinden îdi. Şimdi hıyanetin açık-lanmasiyle bu fiyat belli olmuştur. Ziyade lâğv olunur, işe hile karıştıran tarafın bundan faydalanmasına meydan verilmez.
Ebû Hanîfe´nin delili şu iki emre dayanıyor :
1- Akidde akidlerin sözlerinin maksadına hürmet etmek: Meselâ tevliyeden maksat kârsız satıştır. Murabahada ise bir iniktar kâr bulunacaktır. Fiyatta hıyanet olduğu meydana çıkınca bu kelimelerin medlullerinin tahakkuku cihetine gidilir. Çünkü.bu kelimelerin medlullerinin tahakkuku ile müşterinin akidden maksadı da tahakkuk eder, o zaman müşteri akdi tenfiz eder, müşterinin maksadı tahakkuk etmezse o zaman muhayyerlik hakkı .sabit olur.
2- Murabahada fiyatta hıyanet meydana çıkınca, bunda-aranan mergub vasıf kaybolmuş olur. Çünkü müşteri o malı alırken fiyatla kazanç arasında muayyen bir nisbet gözetir.. O malın değeri nedir, ne kadar kâr bırakır, bunları arar, arada bir mukayese yapar, şimdi fiyatta hıyanet olduğu meydana çıkınca bunlar alt üst olur. Böyle akde rızâsına şüphe hâsıl olur, müşteri muhayyerdir, isterse akdi kabul eder, isterse fesheder.
îşte bu iki esas tatbik olununca murabaha ile tevîiye ´arasında fark vardır. Çünkü tevliyede fiyatta hıyanet bulununca akid haki-katından çıkar, kelimenin delâlet ettiği mânâ kalmaz. Kelimenin delâlet ettiği mânâ tahakkuk etsin, alman fiyata olsun diye birinci fiyata indirmek lâzım gelir. Müşterinin burada muhayyerlik hakkı yoktur. Çünkü muhayyerlik hakkı sabit olsa iki ihtimâlden biri bulunur: Akid var, fakat lâfzın medlulünden dışarı çıkmış olur. Zira akid tevîiye olmak üzere yapıldı, onu fazla fiyatla kabulde murabaha mânâsına çevirmek vardır, müşteri muhayyer olup bunu yapar. Bu ancak yeni bir akidle yapılabilir. Onun için tevliyede müşterinin muhayyerliği olmaksızın fiyatın birinci fiyata indirilmesi lâzımdır.
Murabahada fiyatın mikdârında hıyanet olduğu anlaşılırsa akid asıl mânâsından çıkmış sayılmaz, lâfzın medlulü bozulmaz. Çünkü murabaha birinci fiyat üzerine yapılan bir ziyade ile, yâni kârla satıştır. Hıyanet bulunsa da bu mevcuttur. Fakat müşteri muayyen bir kâr mikdarı üzerinden razı olmuştu. Şimdi ise birinci fiyatın düşük olması hasebiyle bu kâr haddinin daha yüksek olduğu anlaşılıyor,´ onun için müşteriye muhayyerlik hakkı vardır.
Görülüyor ki bu mese´lede Ebû Hanîfe, akdi her nevî hıyanet-, ten ve şüpheden uzak tutmağa son derece önem veriyor. Akidde âkidlerin söyledikleri kelimelerin medlulünü gerçekleştirmeğe dikkat ediyor. Çünkü.âkidler söyledikleri sözleri tutmalıdır, ondan dönmemelidirler. Gayri meşru´ yollardan birşey elde etmeğe çalışırlarsa, önlerinde bütün yollan kapalı bulmalıdırlar. Akdin sahih olabilmesi için her nevi hîle ve hıyanetin ortadan kalkması lâzımdır.
İşte çarşı – pazarda halkın alış – veriş âdetlerine vakıf olan Ebû Hanîfe´nin bu tacir fakih sıfatiyle görüşleri böyledir. Alış-veriş işlerinin sakat taraflarını biliyor, onları düzeltmek için meşru bir tarzda çareler arıyor, derdine göre derman bulup veriyor.
28 – Ebü Hanıfe Tîcaret Ahlâkına Önem Verir
Ebû Hanîfe´nin fıkhın bu babındaki görüşlerinde yalnız ticâret ve pazar işlerinde tecriibesi olan, insanlarda muameleler yapan, onların nasıl renkten renge girdiklerini gören bir tâfcir fikrini görmekle kalmıyor, bunlarda ayni zamanda emânete son derece riâyet eden emin bir tacirin düşüncelerini görmüş oluyoruz, öyle ki, insanların tanıdıkları emânet derecesinin üstünde bir emânet örneği veriyor. Bir tacir sıfatiyle Ebû Hanîfe´nin emânete ve ticaret namusuna bu kadar önem vermesi, onun en yüksek noktasına yükselmesi, hattâ ahlâkçıların ve din adamlarının istedikleri ahlâkın bile daha üstünden seslenmesi boş yere değildir. Ticarî akidler-de böyle mükemmel bir hukuk sistemi kuruyor ve en yüksek ahlâkı istiyor.
Bakıyoruz, tacir Ebû Hanîfe kendisinden maliyet fiyatına bir elbiselik istiyen kocakarıya ipek elbiseyi iki dirheme veriyor. Kocakarı bundan bir şey anlamıyor ve hayretle:
Oğlum benimle eğleniyor musun, diyor.
Asla, aklımdan böyle birşey geçmedi, dinle, diyor ve anlatıyor; Ben bunu diğer bir eşiyle 22 dirheme almıştım. Birini 20 dirheme sattım, bu bana 2 dirheme kaldı demektir, o da size kıs-metmiş, aî güle güle kullan! îşte emin tacir böyle olur.
Sonrç fıkıh meselelerinde bu muameleye benzer kaideler kuruyor, meselâ murabaha babında şöyle dediğini görüyoruz: Bir kimse birşey satın alsa, sonra onu kârla satsa, sonra tekrar satın alsa ve bu defa onu murabaha yoliyle satmak istese, bundan önceki kârlarım düştükten sonra kalan asıl sermaye fiyatı üzerinden murabaha yoliyle satabilir. Meselâ 20 liraya bir mal satın alsa, bunu 25 liraya satsa, sonra aynı malı 20 liraya alsa, beş lira kârını sermayeden düşer, bu hesaba göre o malın sermayesi 15 lira imiş gibi, onun üzerinden murabaha yoliyle satabilir. Çünkü fiyatlarda düşme var demektir.
îmam Ebû Yûsuf´la İmam Muhammed bu hususta muhaliftirler. Onlar son aldığı fiyat üzerinden satar, önceki kârlar nazan i´tibâra alınmaz, diyorlar. Onların delili şudur: Önce yapılan akid lere burada i´tibâr olunmaz, çünkü onların hükmü geçmiştir.
Sonuncu akdin ise hükmü kâmildir. Murabaha yapılırken bâ-yün mülkiyeti bu akidie sabittir. Murabaha buna dayanır, muteber olan budur, binâenaleyh bu son fiyat üzerinden murabaha yapar.
Ebû Hanîfe´nin delilleri ise iki esasa dayanır:
1- Bu akidde muteber olan emânettir. Akid bu akdi ancak emânet esası üzerine yaptı. Şimdi ortada bir şüphe uyanıyor. Şüphe, hıyanet gibi akidde müessirdir. Nasıl ki ribâ şüphesi, ribâ gibi akidde tesir eder.
2- Sonuncu akid, ondan önceki akidlerden büsbütün kopmuş değildir.Çünkü akdin mevzuu birdir, satilan ayni maldır,değişmemiştir.Sonuncu akid eski kârı te´kîd etmektedir.Çünkü bayi´, kusur muhayyerliği ile reddedebilirdi.Sonuncu akid ile önceki akid takarrür etmiş olur. Böylece öndeki kâr da takarrür eder… Sonraki akidie böylece bağlantısı olduğundan onu nazarı i´tibâra almamak olamaz.
işte Ebû Hanîfe´nin delili bu iki esasa dayanmaktadır. Hıyanetten ve hıyanet şüphesinden kaçınmak için son akdin eskisiyle olan münâsebeti, geçen akiddeki kâr, bunların hepsi beyân olunmak lâzımdır. Bunlar beyan olunmadıkça murabaha yapılamaz. Bütün kâr düşüldükten sonra kalan sermayedir ve kâr sermaye zikrolunarak konur.
29 – Ticarî Muameleler, Ticaret Namusuna Dayanmalıdır
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe, İslâm fıkhının bâzı. ticari akidleri-ne mahsus olan bu babîardaki düşünce ve görüşlerinde tam mânâsiyle ticarî emniyete dayanıyor, emanet esası üzerine gidiyor, insanların ahvâline vâkıf olduğundan ve onların alış-verişteki muamelelerini ve âdetlerini bildiğinden bu emânet esasına sımsıkı sarılmakta ve onu muhafazaya çalışmaktadır.
Biz burada bu mes´eleleri zikrederken fıkhın bu bahislerini bütün tafsilâtiyle noksansız olarak tam bir surette izah etmeğe kalkışmadık. Maksadımız Ebû Hanîfe´nin akıl ve zekâ kudretini, fıkhı düşüncelerini göstermek için bâzı örnekler vermektir. Ticarette emâ içte riayete ne kadar dikkat ettiğini, ticaret ahlâkını muhafazaya ne derece önem verdiğini ve fıkıh mes´elelerind bunu
nasıl teberuz ettirdiğini göstermeğe çalıştık. Bunu yapabildikse ne mutlu bize.
——————————————————————————–
[1] Mekkî, Menâkıb-i Ebû Hanîfe c. I, s. 179.
[2] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. I, s. 82.
[3] Murabaha: Maliyet üzerine ma´lûm bir kâr ziyadesiyle bayün bir gey satın asıdır,
Tevliye: Ziyâde yapmadan aldığı fiyata satmasıdir.
îşrâk: Kârsız olarak malın bir kısmını satıp başkasına ortak yapmaktır
Vedîa: Fiyatından daha aza satmaktır.
Selem: Para peşin, mal sonra verilmek üzere peyle satıştır.
[4] Serahsi, Mebsut, c. XII, s. 110.
[5] Serahsî, Mebsut, c. XII, s. 123.
[6] Kâsânî, Bedâyi´, c. V, s. 223.
[7] Kâsânî, Bedâyi´.´c. II, s. 225.
[8] Kemâleddin b. Humân,, Feth´ül Kadîr, c. V, s. 323
[9] Serahsi, Mebsut. c. XII. s. 124. İbn-i Humâm bu tarifi tenkid eder
«Doğrusu peşin parayla ileride teslim olunacak şeyi satmaktır. der. Selemde mal sonra verilir.
[10] Kemâleddin b. Humân, Feth´ui-Kadir c. V, s. 324
[11] Selemdeki bu adet taksimini Serahsî, İmam Ebû Yusuf´tan nakleder.
[12] Zahir rivayete göre Ebû Hanife devekuşu yumurtalarını diğer yumurtalar gibi sayıyla tarif eder
[13] Kemâleddin b. Humâm, Feth´ül-Kadir c. V, s. 326 ne farklar kalıyorsa, tâyin olanan şeyler birbirinden mütefâvit ise
[14] Kâsânî, Bedâyi´, c. V, s. 208.
[15] Şems´ül-Eimme Serahsî, Mebaut, c. XII, s. 137, Kâsânî, Bedâyi´, c. V. s. 210.
[16] Şems´ül-Eimme Serahsî, Mebsut, c. XII, s. 153.
[17] Horasan´da bir şehirdir, dokumaları meşhurdur.
[18] Serahsî, Mebsut, c. XII, s. 175.
[19] Serahsi, Mebsut, s. XII, s. 135.
[20] Kâsâni, Bedâyi´, c. V, s. 211.
[21] Aynı eser. Züfer buna muhaliftir. Ona göre akid bozulur, sermaye geri alınır. Çünkü halkın elinde mal bulunmayınca teslimden acz var demektir.
[22] Serahsi, Mebsut, c. XII, s. 138.
[23] Serahsi´nin mahallin ihtilâfiyle fiyatlar değişmez dediği, nakil masrafı olmıyan kısım hakkında da teslim yerini şartın faydası olabilir. Meselâ yolda soyulma tehlikesi vardır.
[24] Kâsâni, Bedâyi´, c. V, s. 202.
[25] Parayı kabzetmeyince akid bâtıl olur diyoruz. Kar^ selemin sıhha-tinin şartıdır, demiyoruz, çünkti akid bidyette sahih olarak mün´akid olur.
[26] Kâsânî, Bedâyi´, c. V.
[27] Serahaî, Mebsut, c. XII, a, 144.
[28] Şems´ül-Eimme Serahsi, Mebsut, c. xm, s. 80.
[29] Şems´ûl-Eimme Serahsî, Mebsut, c. XHI, s. 84.