97- Sünnet
Ebû Hanîfe´nin (ıadıyailahu anh) hüküm verirken itimat ettiği ikinci delili Sünnettir. Mertebe itibariyle Kitaptan – Kur´ân´-dan sonra gelir. Zira dînin esası, asıl ana direği, feyizli kaynağı Ki-tap´tır. Sünnet ondan sonra gelmektedir. Sünnet, Kitab´ın umumî ve küllî esaslarını boyan eder, ona yardımcıdır. O, Kitab´a tâbidir. Sünnetin Kitab´tan sonra gelen bir delil olduğuna dair eserler çoktur. Muaz b. Cebel´in Hadîsi de bunu gösterir. Hz. Peygamber, Hz. Muaz´ı Vali gönderirken :
Ne ile hükmedersin, diye sordu. Muaz da :
Allah´ın Kitabiyle, dedi.
Kitab´ta buîamazsan
Resûlûllah´m Sünnetiyle .hükmederim.
Onda da bulamazsan
Kendi re´yimlc ietihad ederim.
Burada, Kitap´lan sonra Sünnet gelmektedir.
Hz. Ömer de Kadı Şureyha şöyle yazmıştır: «Sana bir nıes´e-le arzolundukta Kitabullah ile hükmet. Kilabullah´ta delili bulunmayan bir emir olursa ResûIûllah´ın Sünnetinde olanla hükmet.» Abdullah b. Mcs´ud diyor ki: «Sizden birinize hüküm için bir mes´e-le arzolunursa, Allah´ın kitabında olanla hükmetsin; eğer Kur´ân´da delili bulunmayan bir mes´ele gelirse, Rcsûlullah´ın hükmettiği gibi Sünnetle hüküm verirsin,» Abdullah b. Abbas´tan da buna benzer sözler rivayet olunmuştur.
Ebû Hanîfe´nin de fıkıhda mukarrer tuttuğu yol budur. Ebû Hanîfe´nin hüküm verirken esas tuttuğu asıllardan bahsederken geçen sözümüzün başında izah ettiğimiz veçhile, bunu Ebû Hanî-fe bizzat böylece tasrih etmiştir. Hanefiyye fukâhası delâleti kat´i olan Kur´ân´la sabit şeyle zannî olan Sünnetle sabit şey arasında fark yapmaktadırlar. Kur´ân´la sabit olan emirler farzdır. Zannîyül-sübut Sünnetle sabit emirler vâcibtir. Nehiyler de buna göredir. Delâleti kat´i olan Kur´ân´la nehydilenler haramdır. aZnnî olan Sünnetle sabit olan nehiyler kerâhet-i tahrimiye ile mekruhtur. Zira hem sübut ve hem de istidlal bakımından mertebece Sünnet Kur´ân´dan sonra gelmektedir.[1]
98- Ebü Hanîfe´nîn Sünneile İstidlali Mes´elest
Ebû Hanîfe´nin fıkhı mes´eleleri hallederken Sünnete ne derece itimat ettiği hususu fukahâ arasında münakaşa mevzuu olmuştur. Onun Hadîse itimadını az göstermek istiyenlerden- bâzıları -onun kıyası Sünnete takdim ettiğini bile iddia etmişlerdir.
Bunu etraflıca izah etmek uzun boylu incelemeğe muhtaçtır. Onun hallettiği mes´eleleri, rivayet ettiği Hadîsleri araştırmalı, Hadis rivayet olunan mesele hakkında onun fıkhı görüşü nedir, bunu bilmeli. Hadîse uygun mu, yoksa muhalif mi düşüyor Eğer Hadîs bulunan şeyde görüşü muhalifse bunu Hadîsi bilerek mi yaptı, yoksa Hadîs ona ulaşmamış mıydı Hadîsi bildikten sonra muhalefet ettiyse, kitaptan veya meşhur Hadîsten bir asla dayanarak mı muhalefet etti; yoksa böyle bir asla dayanmaksızın mı Bunları incelemek büyük bir cehd sarfını ister. Bunları hakkiyle beyan eden ve izhar etmek demek Ebû Hanîfe´nin fıkıh görüşünü tam bir surette beyan etmek demektir. Bu suretle onun fıkhının muhayyer vasıfları meydana çıkar. Onun hakkında söylenen öğü-cü ve yerici sözlerin nasıl olduğu görülür. Bu büyük imanın fıkıhtaki usulünü inceliyen usul ulemasının takdir ettiklerine yönelmeden fürû´ mes´delerinden Sünnete itimadı derecesini Öğrenmeğe kalkışmadan önce İmâm-i A´zam´a edilen bir ithamı reddedelim ki, o da kıyası haber-i vahide takdim etmek, bâzı ulema nezdinde sıhhati kabul edilen Hadîsleri reddeylemek mes´elesidir.
Ebû Hanîfe, Allah ona bol bol rahmet eylesin, sağlığında daba Sünnete muhalefetle itham olunmuştur. Ölümünden sonra onun kadrini küçültmek istiyenlerin bunu sık sık ileri sürdüklerini gö-rüyoruz. Ebû Hanîfe bizzat kendisinden bu töhmeti reddetmektedir. Rahmetli şöyle derdi: «Bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi söyleyen yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nas bulunduktan sonra kıyasa ihtiyaç mı kalır »[2]
Bu sözüyle Ebû Hanîfe işin hakikatini bildirmektedir. Diyor ki, nas bulunmadığı zaman ancak kıyasa baş vurulur, nas bulunursa kıyasa gitmeğe hacet kalmaz.
Hattâ Ebû Hanîfe şunu da tasrîh etmiştir ki: «Şiddetli zaruret olmadıkça kıyas bile yapmaz. Şöyle diyordu: «Biz ddetle zaruret varsa ancak o zaman kıyas yaparız. Zira mes´elenin delilini evvelâ Kitaptan, Sünnetten veya Ashab-ı Kiramın fetvalarından aranız. Onlarda delil bulamazsak meskût bırakılan bu mes´eleyi de hakkında nas olanlara kıyasla hüküm veririz.»[3]
Başka bir rivayette şöyle demektedir: «Biz evvelâ Kitap´tan alırız. Ashabın ittifak ettikleriyle amel ederiz. Eğer ihtilâf ederlerse o zaman aradaki müşterek illet dolayısiyle bir hükrnü diğerine kıyas ederiz, tâ ki mânâ açık olsun.»[4]
Allah razı olsun, Ebû Hanîfe´nin şöyle dediği rivayet olunur: «Biz evvelâ Kitabullah ile, sonra Resulünün Sünneti iîe amel ederiz. Sonra Ebû Bekir´in, Ömer´in, Osman´ın ve Ali´nin sözleriyle amel ederiz.»
Başka bir sözünde şöyle diyor: «Anamın, babamın başı için Resûlullah´tan gelen can başüstünedir. Bizim ona asla muhalefetimiz yok. Ashabdan gelenleri ihtiyar ederiz. Başkalarının dediklerine gelince, onlar adamsa bizler de adamız.» (Yâni onlar gibi biz de ietihad ederiz.)
Rivayet olunduğuna göre. Halife Ebû Cafer Mansur ona mektup yazarak, «Bana ulaştığına göre sen kıyası, Hadîse takdim eder-mişsin» demiş. Ebû Hanîfe buna şöyle cevap vermiş: «Yâ Emîr´el-Mü´mînîn, iş size ulaştığı gibi değildir. Ben evvelâ Kitabullah ile amel ederim. Sonra Resulünün Sünnetiyle, sonra Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali Hazretlerinin hükmettikleriyle, sonra diğer Ashabın ahvâliyle hüküm veririm, Sonra da, eğer aralarında ihtilâf varsa, kıyas yaparım… [5]
99- Kıyası Sünnete Asla Takdim Etmez
İmâm-ı A´zam Ebû Hamfe´den bu hususta rivayet olunan söz-îer bunlardır. Görülüyor ki, ona yapılan iftira ona kadar gelmiş. O bunu reddediyor, inkâr ediyor, hem de şiddetle reddediyor. Halifeye gönderdiği cevapta bunu kaydederek tarih huzurunda resmen tescil ediyor. Onun için kesin olarak diyoruz ki, Ebû Hanîfe´nin Mezhebi kıyası Hadîs üzerine asla takdim etmez, hattâ cesaretle şunu söyliyebiliriz ki, Müslüman fukahâsı arasında kıyası, sahih Hadîs üzerine tercih eden asla yoktur. Bir rivayeti reddederler, Kur´ân-ı Kerîm´e ve din esaslarından birine muhalif râvinin sözünü kabul etmezler. Fakat bunun mânâsı kıyası Hadîs üzerine tercih etmek, Hadîsi bırakıp ta kıyası almak değildir. Belki de bunun mânâsı, din, ahkâmından kat´i olan bir esasa ve fikrî hüküm nizâmına muhalif olan rivayeti tasdik etmemek demektir. Çünkü zan-nî olan delil, kat´i olan asıl Önünde duramaz. Kat´i olan alınır, zannî olanın sıhhati kabul edilmez. Bunun izahı ileride haber-i vâhid bahsinde gelecektir.
100- Delil Olarak Aldığı Hadîsler: Mütevatir Hadîs
Şimdi îmâm-ı A´zam´ın hangi Hadîsleri kabul ve hangilerini reddettiğini beyâna başlıyalım:
Hadîs ve usul uleması râvilerinin sayısına göre Hadîsleri üç kısma ayırırlar; Mütevâtir, meşhur ve haber-i vâhid olan Hadîsler. Hicretin ikinci asrında haber-i. vâhidlere (Ahbâr-ı Hâssa) tabir olunurdu.
Mütevâtir Hadîsi ve haberi Fahr´ül-ÎIâm Pezdevî şöyle tarif eder:
«Yalan üzerinde anlaşmalarına ihtimal verilmiyecek ve sayılmayacak kadar sayısı çok bir cemaatın rivayetine mütevâtir denir. Bunlar hem çokluk ve hem de adaletleri ve yerlerinin ayrı ayrı olmaları bakımından yalan üzerinde birleşmelerine ihtimal bile verilmez. Onun için rivayetleri doğrudur. Yalnız bu rivayetin baştan somına kadar böyle gelmesi şarttır. Bu cemaattan yine böyle bir cemaatın nakli lâzımdır. Kur´ân-ı Kerîm´in nakli işte böyle olmuştur. Beş vakit namaz, namaz rek´atlerinin sayısı, zekâtın miktarı, benzerleri de böyle naklolunmuştur.[6] (1)
Mânâ bakımından mütevalir Hadîsler mevcuttur. Fakat metni aynen rivayet olunmuş mütevatir Hadîsler nâdirdir. Ve tevatüründe ittifak hâsıl olmamıştır. Lâf zan tevatüre misâl şu Hadîs-i şeriftir: «Bilerek, benim üzerimden yalan söyleyen kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.» Manen mütevâtire misâl çoktur: «Ameller niyete göredir. Her kişi niyet ettiğine göre karşılık bulur. Bir kimse Allah ve Resulü için hicret,ederse hicreti Allah ve Resulüne olur. Hicreti elde etmek istediği dünyalık veya almak istediği bir kadın için olursa, o zaman da hicreti onlara olur,»
Mütevatir Hadîs iîm-i yakîni icabeder. Ulemanın ekserisi «Mütevâtirden hâsıl olan ilim, müşahadeye dayanan ilim gibidir.» demişlerdir. Bir kısmı İse: «Mütevatir olan haber yakın değil, tu-mânîten icabeder» derler. Tumânînetin mânâsı onlara göre şüphe ve vehim arız olma ihtimalini taşır. Bu görüşlerini şöyle izah ederler : Tevatür bir takım haber-i yâhidlerin bir yere toplanmasiylc meydana geliyor. Haber-i vâhidlerin her biri teker teker yalan olma ihtimali vardır. Bu muhtemellerin birbirine katılmasiyle ihtimal kesilmiş olmaz. Eğer ihtimal kesilmiş olsa ve bir araya toplanmakla yalan muhal olsa, caiz olan şeyin gayri mümkün olması icabeder. Zira caiz ve mümkün olan yalan gayri mümkün oluyor. Bu ise bâtıldır. Bâtıla götüren şey de bâtıldır. Yâni yalan ihtimali kesilmek de bâtıl olur. Mantık da, ameli vakıalar da bunu te´yit ederler.
Doğru olmiyan haberlerin topluluk arasında t e vâ türen yayıldığı, kabul edildiği, halkın seleften bunu böylece aldığı olmuştur. Halbuki bunun çürük olduğu meydandadır, yalan olduğuna delil vardır.
Cumhur ise mütevatir haberin müşahadc gibi ilm-i yakın ifade ettiğini şöyle isbat ederler: insanlar fıtratları icabı buna alışmışlardır. İnsanlar babalarını mütevatir haberlerle bilirler. Oğullarını da müşahade ile görüp bilirler. Kıble-Kâbe cihetini tevatürle bilirler, evlerinin yönlerini müşahade ile bilirler. Demek tevatür de müşahade gibi sağlam bilgi kaynağıdır.
Mantık görüşleri de insanların eskidenberi kabul edip uyuştukları bu cihetin doğruluğunu isbat etmektedir. İnsanlar çeşit çeşit tabiatlarda, türlü türlü meşreblerde yaratılmışlardır. Uyuşup birleşemezler. Eğer bir haberde birleşirse bu ya işitme suretiyle olur, yâni hepsi onu Öyle işitmiştir. Veya bu uydurma bir şeydir. Hepsinin ayni şeyi uydurması olamaz. Çünkü öyle sayılmıyacalc kadar çok kalabalık bir insan kitlesinin ayni şeyi uydurup onda birleşmeleri mümkün değildir. Öyle olunca bu birleştikleri haberi behemehal duymuş ve işitmiş olmaları lâzımdır. Böylece mütevâ-tir haber kat´i ilim ifade etmiş olur.[7]
Mütcvâtir Hadîsler Ebû Hanîfe´yc göre şüphesiz ki hüccettir, delildir. Tevâtüren bilinen haberi inkâr etliği duyulmamıştır.
101- Meşhur Hadisler
Meşhur Hadis, birinci veya ikinci tabakada bir râvi tarafından rivayet olunup da sonra yalan üzere ittifak etmelerine ihtimal vcrilmiyen bir cemaatın rivayet ettikleri Hadîstir. Keşf´ül-Esrâr sahibi diyor ki:
«Hadîsin meşhur olmasına itibar ikinci ve üçüncü hicret asir-îanndadır. Muteber üç asırdan sonra meşhur olmağa itibar yoktur. Çünkü sonraları bütün haber-i vâhidler şöhret bulmuş, yayılmıştır, fakat onlara meşhur denilmez. Onlarla kitaba ziyade yapmak caiz olmaz.
Hadîs ve usul ulemasınca Hadîs-i meşhurun tarifi budur. Meşhur Hadîse müstafiz de denir. Meşhur Hadîsin hükmünde ihtilâf olunmuştur. Bir kısmı onu haber-i vâhid hükmünde sayıp oni´n gibi zan ifade eder, demişlerdir. Ve amel hususunda delil tutmuşlardır. Hanefiyye ulemasından bâzı tahric sahiplerine göre ise, meşhur, mütevâtür gibidir, yakın ifade eder, yalnız müşahede gibi zaruret yoliyle değil de istidlal suretiyle ifade eder. Yine Hanefiyye ulemasından bir kısım tahric sahiplerine göre ise: İlm-î yakın değil de, tumânînet ifade eder. Mütevâtirin altında, haber-i vahidin ise üstündedir. Onunla Kitaba ziyade yapmak caiz olur.
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin mezhebindeki tahric uleması meşhur Hadîsle Kitab´a ziyade yapılmasında birleşiyorlar. Çünkü o haber-i vâhid olan Hadîslerden daha kuvvetli bir mertebededir. Yalnız ilm-i yakîn ifade etme hususunda mütevâtir derecesine ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf etmişlerdir. Onunla istidlal etme ve Kitab´a ziyade yapma hususunda ise müttefiktirler.
Meşhur Hadisle Kitab´a yapılan ziyadelerden biri reem cezasıdır. Bu meşhur Hadîsle sabittir. O da: «Dul dulla zina yaparsa yüz değnek ve taşla recm cezası vardır.» Hadîsidir. Yine meşhur haberle sabittir ki, Hz. Peygamber, Mâiz zina yaptığı zaman onu recm etmiştir. Mest üzerine mest etmek de Hz. Peygamber´dcn meşhur olarak nakille sabittir. Yemin kefareti orucunu birbiri ardı sıra tutmak da, Abdullah b. Mes´ud´dan rivayet olunan Hadîs-i meşhurla sabittir. Âyete ziyade bunlarla yapılmıştır..
Bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin Mezhebindeki iürû´ mes´eîelerini inceliyen tahric sahipleri onlara bakarak, Ebû Hanîfe´nin meşhur Hadîsleri yakîn mertebesinde veya ona yakın bir derecede tuttuğuna hükmediyorlar. O derece ki, Ebû Hanîfe meşhur Hadîsle Kur´ân´ı tahsis yapıyor, onunla Kur´ân´dakı ahkâma ziyade ediyor, demektir. Tahric sahiplerinin tevatür gibi yakîn ifade edip etmemesi bakımından meşhur Hadîsin kuvvet derecesinde ihtilâf etmeleri, rivayet olunan fürû´ ahkâm mes´eleîerinde tesirini göstermiyor.
102- Haber-i Vâhît, Haber-İ Hâssa
Haber-i vâhid denen Hadîse gelince – Şafiî ve onun arasındakiler, buna (Haber-i Hâssa) derler – bu bir veya iki veya daha ziyade kimsenin rivayet edip şöhret derecesine ulaşmıyan Hadîstir. Haber-i vâhid olan Hadîslerin Hz. Peygamber´e ittisali zann-ı râcıh üzeredir, yoksa ilm-i yakîn yoliyle değildir. Onun için ulema bunlar hakkında : «İttisal var, fakat şüpheli» demişlerdir. Keşfül-Es-râr sahibi şöyle diyor: «Bu haberin ittisalinde sureten ve manen şüphe vardır. Sureten şüphenin sübutu şöyledir: Hz. Peygamber´e ittisal kat´i olarak sabit olmuş değildir. Manen şüpheye gelince: Ümmet onu kabulle karşılamadı… Bunlarda adede itibar yoktur. Yâni haberin vârisinin müteaddil olması, haber tevatür ve meşhur derecesine ulaşmadıktan sonra, onu haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.»[8]
103- Haber-i Vahidin Hüccet Olması
Haber-i Vâhid denen Hadîslerde böyle bir ittisal şüphesi mevcut olduğundan, ictihad yapılan asırlarda bunlarla ihticac yapmağı, hunları hüccet tutmağı inkâr eden müetehitler bulunmuştur.[9]
Zira Hz. Pcygamber´in lisanından yalan Hadîs uyduranlar çoğalmış, sahih Hadîsler, sahih olmayanlarla karışmış. Hadîsin Hz. Pcygambcr´c ittisali şüphesine bunlar da karışınca onu hüccet saymamışlar. İmam Şafiî bu gibi adamlarla Basra´da bu hususta münakaşalarda bulunduğunu söylüyor. Basra, eskidenberi Mutezilenin yuvasıdır. Orada muhtelif dinlerden, türlü fırkalardan adamlar vardı. Bu söze kail olanhir yâni haber-i vahidi delil olarak al-miyanlar şüphesiz ki, Şafiî´den Önce de mevcuttu. İmâm-ı Ebû Ha-nîfe´nin asrında da vardı. Zira Peygamber lisanından yalan söylemek, sahih olan ve sahih olımyan Hadîsleri ayırd etmek Ebû Ha-nîfe zamanında da bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu. Onun zamanında Hadîsleri ölçen kaideler henüz tamâmiyle kurulmuş değildi. Sahih Hadîsler henüz toplanmamıştı. Çeşitli hevâ´ve delâlet sahipleri takını takım her yerde mevcuttu. Her grup kendisini haklı görüyordu. Ümmet ise fukahâsı ve muhaddisleriyle, kendini korumağa çalışıyordu. Onlar da bu zifiri karanlık ortasında ümmete Hak yolu gösteriyor, ışık tutuyorlardı.
Onun için cumhur fukahânm görüşü, haber-i vâhid olan Hadîs eğer mevsuk ve âdil bir kimse tarafından rivayet edilirse onu kabul etmekti. Onu itikat hususunda değilse def amel hususunda delil ve hüccet sayarlardı. Zira itikat, şüphe bulunmiyan yakînî deliller üzerine kurulmak lâzımdır. Çünkü itikat demek, delile dayanan kat´î ve sarsılmaz bir bilgiye kanmak demektir. Onun için şüpheli olan zannî bir şey bunda delil olamaz. Amel ise tercih üzerine kurulur. Mutlak ihtimâli kaldırmak değil de, delilden neş´et etmiyen ihtimâli nefi´ etmek kâfi gelir. Hadîsi rivayet edenin âdil,
mevsuk bir kimse olması doğruluk cihetini yalan cihetine galip kılar. Yalan ihtiniali delilden neş´et etmemiş olur. Delilden neş´et etmîyen ihtimâle ise itibar yoktur. Doğruluk ihtiniali delili te´yit eder. Onun için muktezasiyle amel lâzım gelir. İnsanlar dâvalarında, muamelelerinde ve işlerinde bu yol üzere yürürler. Eğer bu işler hiç şüphe ihtimali olmıyan delillere dayanmak lâzım gelseydi, bütün işler dururdu, insanların, umuru muattal kalırdı, bir hakka hükmedilemez, bir bâtıl def olunamazdı. Çünkü ihtimalsiz delil bulmak güç.
105- Ebû Hanîfe Haber-1 Vahidi Delil Alan Fukahâdandır
Ebû Hahîfe – Allah ondan razı olsun – haber-i vâhid Hadîsleri kabul eden ilk fukahâdandır. Onları hüccet olarak alır, onlara baş vurur, şayet görünüşe muhalif bir sahih Hadîs bulursa, görüşlerini onlara göre düzeltir. Hz. Ömer´in fetvasını öğrenince kölenin verdiği aman hakkındaki görüşünden nasıl döndüğünü yukarıda söylemiştik. Haber-i vâhid voliyle kendisine rivayet olunan Sahabe fetvası hakkında böyle hareke teden Ebû Hanîfe´nin, ayni yolla rivayet olunan Peygamber´in Hadîsi hakkında nasıl hareket edeceğini siz söyleyin. Haber-i vâhid Hadîsleri nasıl delil olarak alıp kabul ettiğine misâl getirmek istemiyoruz. Okuyucunun Önünde İmam Ebû Yusuf´un Kitab´ül-Âsân ile İmam Muhatnmed´in Ki-tab´ül-Âsân durmaktadır. Bu iki kitaba şöyle serî´ bir göz atış, Ebû Hanîfe´nin haberi vâhidleri nasıl kabul ettiğini, fıkhım onların üzerine nasıl kurduğunu, onların nassile nasıl amel ettiğini, onlardan hükümlerin illetlerini nasıl çıkardığını, sonra kıyas uydukça olara nasıl kıyas yaptığını, insanların maslahatına nasıl çalıştığını okuyucuya açıkça göstermeğe kâfidir. Biz değerli okuyucuya o iki kitaba bakmağı tavsiye ederiz. Bu iki kitabın sıhhatın-da, nisbetinde asla şüphe yoktur.
Ebû Hanîfe bunları talebeleri arasında böylece takrir ederdi. Onlar bunları üstadlanndan aldılar. Görüyoruz ki, imam Muham-med (EI-Asl) kitabında haber-i vahidin delil olduğunu isbat için sahih asardan deliller getiriyor. O, Hanefiyye Mezhebi usulünü bilen herkesin malûmu olduğu veçhile, mezhebin görüşünü aynen nakleder, en ince teferruatına kadar düşünceleri tasvir eder. As-hab-ı Kiram´ın haber-i vâhidleri nasıl kabul ettiklerine ve Peygamber´in onları bu hususta nasıl takrir ve ikrar ettiğine dair Hz. Peygamber´in sözlerinden, Ashabın haberlerinden bir sürü delil gösteriyor. Hz. Peygamber´in irtihalinden sonra haber-i vahidi kabulu kimse inkâr etmemiştir. Bâzıları yalnız bu hususta ihtiyatlı davranmış olmak için bâzan haber-i vahidi başka bir haberle tevsik etmek ister veya yeminle takviye eder. Bütün bunlar gönlü yatışsın, kalbine kanaat´gelsin diyedir. El-Asl´da istihsan babında bunları hep zikretmiştir.
Irak fıkhının habcr-i vahide nasıl itimat ettiğini göstermek için sana o kitaptan kısaca bâzı örnekler verelim:
îmam Muharnmed, ninenin mîrası hakkında Mugire b, Şa´be´-nin haberini naklediyor. Hz. Ebû Bekir´in Önünde Hz. Peygam-ber´in nineye altıda bir hisse verdiğine şahadet etti. Ebû Bekir de ona: «Seninle beraber başka bir şahit daha göster» dedi, O da Muhammed b. Seleme´yi getirdi. O da ayni tarzda şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisse verdi. İşte bu bir onda haber-i vahidi kabul etti. Yalnız başka bir
Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer b. Hattab´ın yanında Ebû Musa El-Eş´arî şu Hadîs-i şerifi rivayet eder : «Biriniz üç defa izin istersiniz de izin verilmezse dönüp gitsin.» Hz. Ömer, Hz. Peygam-ber´in böyle buyurduğuna başka bir şahit daha getir! dedi. O da Ebû Said Hudri´yi getirdi O da ayni surette şehâdet etti.
İmam Muhammed bu iki haberde Ebû Bekir´in ve Ömer´in şahit isteme mese´îesini şöyle izah ediyor: «Bu şahitleri onlar ihtiyaten istediler, yoksa bir kişinin haberi kâfi idi.»
İmam Muhammed haber-i vahidin kabulü hususuna, kocasının diyetinden kadının mirasçı olmasına dair, Hz. Ömer´in Hadîsiyle de delil getirir. Hz. Ömer baştan kadına ondan mîras vermiyordu. Nihayet Dahhâk b. Süfyan Kilâbi, Hz. Peygamber´in ona Eşyem Dababi´nin diyetinden eşine mîras vermesini yazdığını haber verdi. 0 da onun sözünü kabul etti.
Yine imam Muhammed şu rivayeti söylüyor: Hz. Peygamber Dihyet´ül-Kelbî´yi İslama davet için bir mektupla Kayser´e gönderdi. Bu da bir delil idi. Hz. Ali´nin de şöyle dediğini naklediyor: «Hz. Peygamber´den işitmediğim bir Hadîsi bana başka birisi söylerse, ondan bunu duyduğuna yemin ettirirdim. Yalnız Hz. Ebû Bekir Hadîs rivayet ederse o doğru söyler.» îmair Muhammed bunu rivayet ettikten sonra şöyle izah ediyor: «Yemin istemesi Hz. Ali´nin ayrıca bir mezhebidir. Hattâ o şahide bile yemin ettirirdi, davacıya beyyine ve şahitle birlikte yemin ettirirdi. Râviden de yemin isterdi. O bununla şunu demek isterdi: Râvi´nin haberi yeminiyle tezkiye edilmiş olur. Lâkin hakkında zevçlerden her birinin şehâdetleri gibi yekdiğerini tezkiye içindir. Yalandan masun olmıyan bir kimsenin haberi yeminle tezkiye edilmedikçe hüccet olamaz. Ancak Hz. Ebû Bekir müstesnadır. Zira Hz. Peygamber´in ona sıddîk demesi onun haberini tezkiye etmeğe kâfidir.»
106- Haber-i Vahidin Kabulüne Misaller
İşte îmam Muhammed´in din umurunda haber-i vahidin kabul edildiğini isbat için getirdiği misâllerden bir kaçı bunlardır. Hilâl, aybaşı haber-i vâhidle sübut bulur, bir şeyin haram veya helâl olduğuna deli! olur: Bu tmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin Mezhebinde kabul edilmiş bir kaidedir. Talebelerine bunu takrir etmiş, onlar da bunu kabul ederek almışlardır. Din bahsinde haram ve helâl hususunda bir çok deliller getirmektedir ki, onlardan bir kaçım yukarıda zikrettik. Ebû Hanîfe´ye göre din umurunda haber-i vâ-hid kabul edilince haber-i vâhid olan Hadîslerin hüküm İstinbatın-dan kabul edilmemesi nasıl olur da makul sayılır Bu Hadîslerin bâzan müteaddit yollarla rivayet edildiği de olur.
107- Haber-i Vâhîdîn Kabulü Îçîn Şartlar: Zabt Ve Adalet
Ebû Hanîfe´den rivayet olunan füru´ mes´elelerden ve onun usulünden anlaşılıyor ki, haber-i vâhid olan Hadîsleri delil olarak almakta ve onları kabul etmektedir. Kıyasları ve kaideleri için onları sened tutmaktadır. Gerek Ebû Hanîfe ve ashabı ve gerekse onlardan gelen Hanefiyye fukahâsi, rivayetin kabulü için, diğer fukahâ ve bütün muhaddisler gibi râvı de adaleti ve zabtı şart koşarlar. Yalnız Hanefiyye zabtın mânasını tefsirde diğerlerinden daha titiz ve şiddetli davranmaktadırlar. Meselâ Fahr´ül-îslâm Pezdevî usulünde bunu gayet ince tefsir etmektedir. Orada diyor ki:
«Zabta gelince: Bunun tefsiri şöyledir: Sözü lâzım geldiği gibi dikkatle işitmektir. Sonra onun mânasını murat olunduğu vecih üzere anlatır. Sonra onu büyük bir dikkatle hıfzetmektir. Sonra onu hıfzında tutmağa devam edip eda edinceye kadar, nefsine itimat etmiyerek onu arasıra müzakere yoliyle kontrol etmektir…
Zabt iki türlü olur: 1- Metnin aynı ibareyle ve lügat mânâ-siyle bellenmesi, 2- Buna ilâve olarak fıkıh ve şeriat mânâsını da bilmesi. Bu zabtın en kâmil olanıdır. Zabt mutlak olarak söylendi mi kâmil mânâsına gidilii. Onun için yaratılışında veya müsamaha gösterişinde gafleti fazla ulan kiirsenin haberi hüccet olarak kabul olunmaz. Zira onda zabtın birinci kısmı yoktur. Yine bunun içindir ki, muâraza hâlinde, fıkıhla maruf olan kimsenin rivayeti, fıkıhla maruf olmıyamn rivayetine tercih olunur.»[10]
Bundan da görülüyor ki, Hanefiyye zabtı gayet ince tefsir etmektedirler. Onun kâmil ve tam mânâsını, râvinin fakıh olmasına şâmil tutmaktadırlar. Bununla beraber rivayetin kabulü için râvinin fakıh olmasını şart koşmazlar- Yalnız onu tercih hususunda muteber tutarlar, îki rivayet birbiriyle tearuz ederse: Râvilerden biri fakıhtır, diğeri ise fakıh değil, işte o zaman fakıh olan râvinin rivayetini tercih ederler. Çünkü o daha belleyişli, daha ince araştırıcı ve dîni daha çok anlayışlıdır.
Râvinin fıkhı dolayısiyle tercih edilişim Ebû Hanîfe´nin İmam Evzâî ile yaptığı bir mübahasede Ebû Hanîfe´nin lisanından duymaktayız. O münazarayı nakledelim:
«Süfyan b, Uyeyne rivayet ediyor: Ebû Hanîfe ve Evzâî Mekke´de Dâr-üI-Hayyâtinde buluştular. Evzâî Ebû Hanîfe´ye dedi ki:
Siz rükûa varırken ve rükûdan kalkarken neden ellerinizi kaldırmıyorsunuz Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:
Çünkü Resûlullah´ın rükûa giderken ve rükûdan doğrulur-ken ellerini kaldırdığına dair sahih bir rivayet yok ta ondan kaldırmıyoruz.
Nasıl olur, Zührî Sâlim´den, o da babasından, o da Resû-lullah´tan olmak üzere rivayet etti ki, Hz. Peygamber namaza başlarken rükûa varırken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırdı.
Hammâd İbrahim´den, o da Alkame´den ve Esved´den, onlar da îbn-i Mes´ud´dan rivayet ettiler kî; Hz. Peygamber ancak namaza başlarken ellerini kaldırırdı. Ve bunu artık yapmazdı. Bunun üzerine Evzâî dedi ki:
Sana Sâlim´den, babasından Hadîs rivayet ediyorum. Sen kalkıp bana Hammâd, İbrahim´den şöyle şöyle rivayet etti diyorsun. Ebû Hanîfe´nin cevabı şöyle oldu:
Hammâd, Zührî´den daha fakıh idi. İbrahim Nahaî de Sâlim´den daha fakıh ti. Alkame de Abdullah b. Ömer´den aşağı değildir. İbn-i Ömer´in Sahabelik fazileti varsa Esved´in de bir çok faziletleri vardır.»
Bu rivayetin sonu başka türlü de rivayet olunur, şöyle ki:
«ibrahim Sâlim´den daha fakıhtır, eğer Sahabelik fazileti olmasa, Alkame, Abdullah b. Ömer´den daha fakıhtır, Abdullah ise o bildiğin Abdullah[11] Yâni Abdullah b. Mes´ud´un fıkıhtaki derecesine bu zikrolunmalardan hiç biri yetişmez.»
Bu münazara da bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe tercih esnasında râvinin fıkhını göz önünde tutuyordu. Daha fazla fakıh olanı, fıkıh bilgisi az olan üzerine takdim ederdi. Onun için fakıh ohnı-yan râvinin rivayeti, fakıh olanın rivayetine tearuz edemez. Çünkü birinci daha iyi beller, daha kuvvetle hıfzeder, daha kâmil olarak anlar, uyulmağa daha lâyık olur.
Bu münazaranın işaret ettiği diğer cihet şudur: Her fakıh kendisinden ilim aldığı ve rivayet ettiği muhaddisten yana olmakla, onun tarafını tutmaktadır. Bu ise muhît taassubunun menşeidir. Daha ince bir tabirle: Her muhitin, oraya gelen Sahabeden aldıkları ve rivayet ettikleri Hadîsleri tutmağa başlamaları demektir.
Şems´ül-Eimme Serahsî, Ebû Hanîfe nezdinde rivayetin azlığını zabt hususundaki şiddetiyle izah ediyor ve bir de bunun sebe* bini Hadîs rivayetini az yapan selef-i saliha uymasında buluyor. Ve şöyle diyor:
«Ebû Hanîfe´nin rivayetleri azdır. Hattâ ona bâzı dil uzatanlar, onun Hadîs bilmediğini bile söylerler. Halbuki iş hiç de onların sandıkları gibi değildir. O asrında en iyi Hadîs bilendi. Fakat zabtın kemâl şartına riâyet ettiğinden onun rivayeti az olmuştur.»[12]
108- Haber-i Vâhîdle Kıyas Tearuz Ederse
Görülüyor ki, Ebû Hanîfe haber-i vahidi kabul ediyor ve onu almakta asla tereddüt etmiyor. Fakat mezhebinin fukahâsının, râvinin zabtı işinde ortaya çıkardıkları gibi, gayet titizlik gösteriyor. Rivayetler tearuz ettiği takdirde fakıh oîan râvininkini tercih ediyor. Râvilerin içinden fukahânın Hadîsini diğerlerinkine takdim ediyor. Daha fakıh olanın Hadîsini de daha az olandan ileri tutuyor.
Ulema arasında ihtilâf mevzuu olan cihet şudur: Ebû Hanîfe´-ye göre haber-i vâhid kıyasla tearuz ederse kıyasa muhaliftir diye haber-i vâhid reddolunur mu´ Kıyasa muhalefet Hadîste illet sayılır mı Yoksa kıyası oirakıp Hadîs mi kabul olunur. Çünkü nas oian yerde kıyasa yer yoktur. Fakıh râvinin Hadîsi kabul olunup da diğerleri red olunur Yoksa kıyas kapısını kapamadıkça bu şartla o da kabul edilir mi
işte görüşlerin çarpıştığı noktalar bunlardır. Evvelâ ulema arasında ihtilâf yeri şudur: Kıyasa veya islâm fıkhından maruf her hangi bir umumî asıl ve kaideye muarız olan haber-i vahidin kabul edilip edilmiyeceği ciheti. İkinci olarak Ebû Hanîfe´nin bu husustaki durumu nedir ve hangi görüş acaba onun re´yidir. Biz evvelâ ihtilâfı anlatalım, sonra da ikinci noktaya gelerek rivayetlerin ışığı altında Ebû Hanîfe´nin görüşünü anlamağa çalışalım.
109- Muhaddîsler Haber-Î Vâhîdî Kıyasa Takdim Ederler
Yukarıda geçtiği üzere haber-i vâhidle kıyas tearuz edince bu hususta ulema ihtilâf etmişlerdir. Hadîs uleması ve fukahâsmca haber-i vâhid kıyasa takdim edilir. Çünkü kıyas ve re´y nas bulunmayan hususta muteberdir. Halbuki haber-i vâhid dahi olsa mademki bii1 nas mevcuttur, öyleyse kıyasa yer yoktur. Çünkü kıyasa ancak zaruret halinde gidilir. Burada Hz. Peygamber´e nisbet edilen bir nas bulunduğundan zaruret yok demektir. Hem kıyas zan-nîdir. Haber-i vâhid de sübut itibariyle zannîdir. Hz. Peygamber´e nisbet olunan bir zan ile bir fakıha nisbet edilen zan tearuz edince mantık, Hz. Peygamber´e nisbet olunanı tercihi icabeder. Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi kibar ashab onlardan sonra da kibar tabiîn, kendi görüşlerine muhalif bir Hadîs naklolunca hemen re´ylerinden dönerlerdi. Meselâ Hz. Ömer kadına kocasının diyetinden mîras vermezdi, fakat Dahhâk Kilâbi Hadîsini rivayet edince bu re´yini terketti. Abdullah b. Ömer de Râfi´ b. Hadîc´in rivayet ettiği Hadîsle müzâraa hakkındaki görüşünden döndü. Ömer b. Abdulaziz ayıpla red esnasında mahsulün bayia reddine hüküm etmişken «Haraç damanladır» Hadîs-i şerifi rivayet olunca bu hükmünü bozmuştur. Bunların benzerleri sayılmryacak kadar çoktur.
işte Hadîs fukahâsınm mesleki budur. Hadîs bulunduğu zaman onlar kıyasa yer vermiyorlar, isterse bu Hadîs haber-i vâhid olsun. Râvinin fakıh olmasını da şart koşmuyorlar. Kıyasa muva-fık olmasını da aramıyorlar. Sonraları imam Şafiî bu mesleğe girmiş, bunu Risalesinde tamamiyle beyan etmiştir. Onun içindir ki, umumî asıllara ve maruf kaidelere muhalif bulunduğundan dolayi imam Mâlik´in bâzısını reddetmiş olduğu bir çok Hadîsleri kabul etmiş, onları delil olarak almıştır. Kur´ân âyetlerini ve meşhur Hadîsleri araştırarak bunu söyliyen Hanefiyye fukâhasından Ebû Hasan Kerhî´dir.
110- Râvî Âdil Ve Fakıh İse Haberi Kıyastan Öne Alınır
Hanefiyye fukâhasından îsa b. Ebân da diyor ki: Eğer haber-i vahidin râvisi âdil ve fakın olursa onun haberini kıyasa takdim etmek vâcibdir. Yoksa ictihad mevzuu olur. Buna delil olarak şunları zikreder:
Sahabe arasında kıyas kabul edip fakıh olmıyan râvinin haber-i vahidini reddetmek meşhur bir iştir. Abdullah b. Abbas, Ebû Hureyre´nin ateş değen şeyin abdesti bozduğunu rivayet ettiğini duyunca :
Ateşte ısıtılmış sıcak suyla abdest alsak, bu abdest olmaz mı demiştir.
Keza yine onun : «Cenazeyi taşıyan kimse abdes´t alsın» diye rivayet ettiğini İşitince:
Kuru çubuklara değmekle abdest bozulur mu demiştir.
Hz. Ali de (Berva) Hadîsini kıyasla reddetmiştir ki, o da mihir tesmiye edilmiyen kadın, kocası ölünce mihri misil alır, Hadîsidir. Buna benzer haberler Ashabdan ve tabiînden pek çok rivayet olunur.
Yine buna delil olarak şunları zikrederler: Kıyas, Sahabenin ve selefin icmaı ile hüccettir. Haber-i vahidin ise Hz. Peygambere ittisalinde şüphe vardır. Öyleyse icmâen sabit olan, kıyasla sabit olan, haber-i vâhidle sabit olandan daha kuvvetli olur. Kıyas haber-i vâhidden daha kuvvetle sübut bulmuştur. Çünkü râvi yanılabilir, yalan söylemek ihtimâli vardır. Halbuki kıyasta böyle bir-şey yok. Kıyasın tahsise de ihtimali yoktur. İhtimali olmıyan delil ihtimâlli olandan elbette daha evlâdır.
işte onlar böyle bir sürü delil bulup getiriyorlar ki, neticede bunların hepsi haber-İ vahidi zedeleyicidir, şayet mukaddimeleri doğru ise. Hem bunlar yalnız fakıh olmıyan râvinin haberi hakkında da değil, umumîdir. Ancak şunu da kaydedelim ki, delillerin esası mukaddemelerinde düşünülecek yerler vardır. Çünkü bunlar hepsi kıyas, kat´idir, onda ihtimal ve şüphe hiç yoktur, esası üzerinden yürümektedirler. Halbuki kıyasa her cihetten ihtimal girebilir. Çünkü kıyasın esası: Hükme medar olan vasfı (illeti) bulup çıkarmaktır. Halbuki nasla bildirilen şeyin vasıfları arasından bu vasfı tâyin etmek bir emr-i zannîdir. Zira hükümde müessir olan bu vasıf olması ihtimali olduğu gibi, bu vasfın olmaması da ihtimal dahilindedir. Belki “hükümde müessir başka bir şeydir. Bundaki ihtimal de haber-i vâhiddeki ihtimalden az değildir. Belki bundaki ihtimal ondan daha kuvvetlidir. Çünkü sübutun aslına girmektedir, halbuki haber-i vahide dahil olan ihtimal asılda değildir. Çünkü şüphe yanılma ve unutma gibi arızî şeylerden geliyor. Halbuki aslolan: zabtı, belleyişi yerinde bir şahısta bunların bulunmamasıdır.
Kıyasın bâzan haber-i vahide takdim eden bu görüşü izahı bırakmazdan önce şu ciheti belirtmeliyim ki: «Onlar, râvi Sahabî fa-kıh olmadığı takdirde kıyas, onun rivayet ettiği haber-i vâhidlerin hepsine takdim olunur, demiyorlar. Belki de râvi fakih olmadığı takdirde kıyassa muhalif olan haber-i vâhid birdenbire reddolun-maz, müctehid onda i´mâl-i fikir eder, ictihad yapar, eğer bu habere tahric vechi bulursa, meselâ kıyas kapısını büsbütün kapamıyorsa, onu kabul eder. Bakarsın bir kıyasa muhaliftir, fakat bâzı bakımdan başka bir kıyasa uygundur, o zaman da terk zabtı sağlam olan râvinin haberi terk olunmaz, ancak her bakımdan kıyasa karşı ise o zaman zaruretten bırakılır.» sözlerinin mânâsı budur.
Bütün bunlar, râvi âdil olduğu takdirdedir. Fakat râvi mechulse, adaleti bilinmiyorsa, böyle olan râvinin kıyasa muhalif olan haberi bu görüş sahiplerine reddolunur, kıyas alınır, Müctehid de her hangi bir suretle kıyasa uygun bir çıkış aramağa uğraşmaz.[13]
Fahr´üMslâm, Isâ b. Ebâ´nm bu görüşünü müdafaa etmektedir. Hattâ bu görüş, Ebû Hanîfe´nin ve ashabının görüşü olduğunu bile iddia etmiştir. Bizim bu husustaki görüşümüz başkadır. Onu bu mevzuun sonunda açıklayacağız.
111- Ebû Hüseyin Basrî´nîn Güzel Bîr Îzahı
Ebû Hüseyin Basri haber-i vahidin muhalefeti mes´elesini gayet güzeî izah etmektedir. O kıyası dört kısma ayırmaktadır:
1- Kat´i nassa dayanan kıyas : Mensus olan hüküm, sübutu kat´i olan bir nasla sabittir, illet de bu nasta tasrih edilmiştir veya nasta söylenmiş gibidir. Böyle bir esasa dayanan kıyasa, haber-i vâhid tearuz edemez. Çünkü bu kıyasla sabit olan, nasla sabit olmuş hükmündedir. Nasla bildirilen hüküm kat´i illet nasta soy leniyor, haber-i vâhid ise zannîdir, kat´i nas önünde duramaz. Ha-ber-i vâhid reddolunur. Hz. Peygamber´e nisbeti doğru değilmiş demek olur.
2- Kıyas zannî bir asla dayanır, illet de nasla değil de, istin-bat voliyle sabittir. Bu takdirde arada tearuz varsa haber-i vahit kıyasa takdim edilir. Çünkü haber-i vâhid hükme sarahatiyle delâlet ediyor, kıyas ise hükme bilvasıta delâlet eder. Kıyasa her bakımdan zan girmektedir. İlletin istinbatma zan giriyor, kıyasın dayandığı asıl da zannî idi. O da haber-i vâhid gibi sübut bakımından da zannî. Böylelikle onu her taraftan zanlar kaplamış oluyor.
Haber´i vâhid kıyasa tercih olunur.
Ebû Hüseyin Basri´ye göre birinci kısımda haber-i vahidi, ikinci kısımda da kıyası reddetme hususunda ulema arasında ic-ma1 vardır.
3- Kıyasın aslı zannî bir nasla sabittir, illet de bu zannî nas-da tasrih edilmiştir. Bu halde haber-i vâhidle kıyas arasında tearuz olur. Bu takdirde haber-i vahidin kıyas üzerine tercih edilmesinde ulemanın icma´ım müellif iddia ediyor. Çünkü sübut bakımından her ikisi de zannî, fajtat haber-i vahidin hükme delâleti sarahat yoliyledir.
4- İllet tasrih edilmeyip çıkarılmıştır. Kıyasın dayandığı asıl kat´idir, Kur´ân veya mütevâtir Hadîstir. İşte bu suret ulema arasında ihtilâf mevzuudur.[14]
Ebû Hüseyin Basri´nin kıyasın haber-i vahide muârazası hakkında zikrettiği kısımlar bunlardır. îlk üç kısımda gösteriyor. Fakat ulema, fukahâ arasındaki ihtilâfı böyle bir suretle kaydet-meksizin mutlak olarak zikrederler.
112- Her Devirde Ulema Kendi Usulüne Uymfyan Haber-i Vâhidleri Kabul Etmemiştir
Hakikaten, İmam Şafiî´yi ve ondan sonra gelen Zâhiriyve fu-knbâsmı bir tarafa ayırarak, görüyoruz ki, Sahabe asrından baş-lıyarak ietihad asırlarının sonuna kadar bütün fukahâ, Kur´ân´ dan veya meşhur Hadîslerden aldıkları her hangi bir usul ve esas f;âideye muhalif olan haber-i vâhidlcri bırakmışlar ve onların Hz. Peygamber´e nisbetini kabul etmemişlerdir.
Hz. Âışe: «Ailesinin ağlaması yüzünden ülü azap görür.» Hadîsini reddetmiştir. Çünkü Kur´ân-ı Kerîm: «Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez,» diye bir esas koymuştur. Keza «Gözler onu kavrayamaz» Âyetinden anladığına göre Hz. Peygamber´in Kabbını görmesi Hadisini reddetmiştir. Yine o İbn-Abbas´ia birlikte: Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği Kaba daldırmadan önce elleri yıkama Hadisini reddetmiştir. Çünkü İslâm ahkamının mec-mûmdan anlaşılan bir asıl vardır ki, o da güçlüğü kaldırmak kolaylık göstermektir. Bunda ise güçlük olduğundan bu esasa aykırıdır. Buna benzer misaller çoktur.
Medine fukahâsının üstadı olan İmanı Mâlik Hazretleri de umumi asıllara muhalif olan bâzı haber-i vâhidleri reddederdi. ´(Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölürse velisi ondan ötürü oruç tutar.» Hadîsini reddetmiştir. Ganimetin taksiminden önce deve ve koyun efi pişirilmiş olan çömleklerin dökülmesi hakkındaki Hadîsi, güçlüğü gidermek esasına dayanarak reddetmiştir. İhtiyacı olanlara taksimden önce yemek yemeğe müsâade etmiştir. Ibn´ül-Arabî diyor ki: Hadîs sabit olduğu halde sedd-i zerâyi
aslına dayanarak Şevvalden altı gün oruç tutmaktan menelmiştir… Köpeğin yaİadîğı kabı, bir temiz toprakla olmak şartivle, yedi defa yıkamak lâzımdır diyen Hadîsi reddetmiş ve şöyle demiştir: “Hadîs bize kadar geldi. Fakat hakikati nedir, bilmiyorum.» Ibn´ül-Arabî diyor ki, çünkü Hadîs iki esasa muâzırdır; Birisi «Av köpeklerinin tuttukları avı yeyin» Âyeti, diğeri de: Temizlik illeti biriliktir. Köpek de diridir. îmarn Mâlik de Irak fukahası gibi Mu-sarrât Hadîsini reddetmiştir ki o da şudur: «Develeri ve koyunları,, yelinîerine süt toplasın diye sütlerini sağmamazhk yapmayın. Böyle bir hayvan alan müşteri, sağdıktan sonra sütü az bulursa muhayyerdir, isterse onu ahkor, isterse reddeder, süt için bir sâ burma da verir.» Çünkü bu: Haraç tazminledir, kaidesine aykırıdır. Birde b\r şeyi telef eden ya onun mislini verir, yahutta kıymetini verir. Başka cinsten bir yiyecekle o borç ödenmez. Mâlik bu Hadîs hakkında şöyle diyor: «O Mutâvat´da yoktur, sabit de değildir.»
Bu nakl. ettiklerimizden görülüyor ki, Hicaz ehlinin imamı olan Sünnet fakıhı Mâlik Hazretleri de kat´i bir kaideye muhalif bulduğu haber-i vâhidleri bazan reddetmektedir.
113- Îbn-i Abdulber´e Göre Ebû Hanîfe´nîn Görüşü
Kıyasa muarız olan haber-i vâhidler hakkında ulemanın görüşleri ve ihtilâfları bunlardır. Şimdi bu karışık ve kalabalık gö-. rüşler içinde Ebû Hanîfe´nin görüşünü bilip Öğrenmek istiyoruz.
Bu mes´elede Ebû Hanîfe´nin görüşünün hakikati nedir, bunda ulema ihtilâf etmişlerdir. İbn-i Abdulber şöyle diyor: «Hadis ulemasından bir çokları, âdil râvİlerin haber-i vâhidlerinden çoğunu reddettiğinden dolayı Ebû Hanîfe´ye taanda bulunmağı caiz görürler. Zira o, nezdinde toplanan Hadîslere ve Kur´ân´ın mânasına bu haber-i vâhidleri arzederdi. Onlara uymuyanları reddeder ve ona şaz adım verirdi.»
Bu sözden çıkan netice şudur: Ebû Hanîfe Kur´ân-ı Kerîm´in mânasına muhalif olan Hadîsleri reddederdi, ister nasdan alınmış olsun, isterse ahkâmın illetlerini araştırmak suretiyle çıkarılmış olsun. Kur´ân´m mânalarına ve herkesçe kabul olunan hadîslere uygun düşmiyen Hadîslere şaz adını veriyor.
114- Fahr´ül-Îslâm Pezdevî´ye Göre Ebû Hanîfe´nîn Görüşü
Fahr´ül-îslâm, Ebû Hanîfe´nin ve ashabının mezhebini şöyle anlatıyor: Haberi vahidin râvisi maruf Ashabdan biri olursa, meselâ: Hulefâyi Râşidîn (Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali), Abdullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Zeyt b. Sâbİt, Muâz b. Cebel,
Ebû Mûsâ el-Eş´arî, müminlerin anası Hz. Aişe ve emsali gibi fıkıh ve dikkati iie meşhur olan Ashabdan birisi rivayet ederse, o zaman kıyas üzerine tercih olunur. Şayet Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik ve Emsali gibi adalet ve hıfz ile maruf; fakat fıkıh ile tanınmamış bir Sahabî tarafından rivayet edilirse, eğer kıyasa uygun düşerse onunla amel olunur .kıyasa muhalif ise ancak zaruret ve kıyas babını kapaması sebebiyle terk olunur. Fahr-üi-îsîâm bu sözünü şöyle açıklıyor: Bunun izahı şöyledir: Hz: Peygamber´in Hadîsini bel-lemek gayet mühimdir. Manen nakil aralarında şayi idi. Eğer râvinin fıkhı noksansa, Uz. Peygambcr´in Hadîsinin mânâsını iyi kavrayamaz, onu güzel ihata edemez. Ondan bazı şeylerin gitmesinden emin olunmaz. Ona böyle bir şüphe arız olur, halbuki kıyasta bu yoktur. İhtiyatlı hareket olunur. Râvinin fıkhı noksansa, sözünden maksadımız mukayesedir, yoksa onları hâkîr görmek Allah korusun, aklımızdan bile geçmez. İmam Muhammed, Ebû Hanîfe Hazretlerinden onun Enes b. Mâlik´in mezhebini hüccet tuttuğunu, onu taklit ettiğini nakleder. Ebû Hureyre´yi elbette daha muteber tutar. Bizim ashabımızın mezhebi şudur: Onların emsalinin Hadîsleri red d olunmaz. Ancak kıyas kapısı tıkanırsa o zaman başkadır. Çünkü kıyas kapısı tıkanırsa Hadîs, kitabı veya meşhur Hadisi nâsih olmuş olur, icmâa muarız olur. Nasıl ki Ebû Hureyre´den rivayet olunan Musarrat Hadisi böyledir.»[15]
115- İbn-i Emîr Hac Ne Dîyor
İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin ve ashabının mezhebi olmak üzere Fahr´ül-tslâm´m zikrettikleri bunlardır. Fakat Tahrir şerhi Takrir ve Tahbirde zikrolunanlar bunlara uymaz. Orada Ebû Ha-nîfe´nin Mezhebinin de Şafiî ve Hadîs fukahâsının mezhebleri gibi olduğu kaydolunuyor ki: Haber-i vâhid kıyas üzerine mutlak surette takdim edilir, ister râvi fakih olsun, ister olmasın, ister kıyas kapısı tıkansın, ister tıkanmasın. İşte oradaki ibare aynen şöyledir: «Haber-i vâhid kıyasa tearuz ederde aralanın te´Iif de mümkün olmazsa ekseriyete göre haber mutlak surette takdim olunur, Ebû Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel böyle diyenlerdendir.»[16]
116- Haber-i Vâhîdîn Kıyasla Tearuzunda Ulemanın Çeşîtli Görüşleri
Bu naklettiğimizden görülüyor ki, kıyasla haber-i vâhid teâruz ettiği zaman Ebû Hanîfe´nin füru´ mcs´elelerden çıkarılan görüşleri hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. îbn-i Abduîber´in sözü, Ebû Hanîfe´nin kıyası takdim ettiğine işaret ediyor. Fahrül-ts-lâm yukarıda kaydettiğimiz izahatı veriyor. Diğerleri ise onun her ahvalde haber-i vahidi taktım ettiğini söylüyor. Hatla haberle kıyas arasını bulmak mümkün olmasa, râvi fakıh olmiyan bir Sa-habî dahi olsa böyle yapıyormuş.
İşin doğrusu bu hususta Ebû Ilanîfe´den türlü türlü füru´ meseleler nakîolunmaktadir. Bâzısında Hadisi alıyor, kıyası terk ediyor. Diğer bâzısında kıyası alıyor, haber-i vahidi bırakıyor.
Birinci neviden olarak şunları kaydedelim: Habcr-i vahidi alıp kıyası terk ediyor: Namazda kahkahayla gülmek abdesii bozduğuna dair Hadîsi alıp kıyası terk ediyor. Rivayet- olunduğuna göre kör bir adam bir kuyuya yuvarlanmış, Hz. Peygamber de Ashabiyle namaz kılarlarmış, bâzıları gülmüşler. Hz. Peygamber onlara abdest alıp yeniden namazı kılmalarını buyurmuş. Namaz kılarken kahkahayla gülmenin abdesti bozması kıyasa muhaliftir. Çünkü kahkaha namaz dışında abdesti bozmaz. Zira abdesti bozan, mahallerden çıkan birşey değildir. Bununla beraber Ebû Hanîfe ve ashabı bu haberi tercih edip almışlar, haber-i vahidi kıyasa takdim etmişlerdir. Namaz kılarken kahkahayla gülmek abdesti bozar demişlerdir. Namaz dışında bozmasa da burada haber-i vâ-hid kıyasa tercih olunmuştur.[17]
Yine bu neviden biri de Ebû Hureyre´nin Hadîsidir. Bir kimse orucunu unutarak yiyip içse orucu bozulmaz. Bu Hadîsi Ebû Hureyre rivayet eder. Bu bir habcr-i vâhiddir. Kıyasa takdim olunmuştur. Kıyasa göre yiyip içmek orucu bozar. Ebû Hanîfe bu haber-i vahidi kıyasa takdim ettiğini tasrih etmiş ve şöyle demiştir: «Eğer bu rivayet olmasaydı, kıyasla bozulur derdim.»
Bu nev´iden misâlleri pek çoktur: Onları saymağa lüzum da yok. Zira fıkıhta mukarrer bir kaidedir ki Hadîsle kıyas terk olunur ve buna istihsan namı verilir.
îkinci nevi misâller: Yani haber-i vahidi bırakıp kıyasla amel olunan mes´eleler de vardır. Yukarıda zikri geçen[18] develeri ve koyunları sütlü göstermek için sağmamak Hadîsi bu nevidendir.
Bu haber kıyasa muhalif olduğundan reddedilmiş, kıyasla amel olunmuştur.[19]
Memeye süt toplansın diye sağmamayı ayıp ve akdde aldatma da saymıyorlar. Müşteri kendisi aldanryor, hurma [20]Hadisi de bu nevidendir. Onu da Zeyd b. Sabit rivayet eder. Hz. Peygamber hurma üzerindeki hurmaların götürü-pazar kuru hurma ile mübadelesine müsâade etmiş… Ebû Hanîfc ve ashabı kıyasa muhalif diye bu Hadîsi reddederler. Çünkü hurma ribâ cereyan eden mallardandır. Ancak misli misline olursa caizdir, fazlası haramdır. Halbuki götürü satışta ribâ şüphesi vardır, haram olur.
Kur´â Hadîsi de bu nevidendir. Hadis şöyle rivayet olunur: Aliı köleyi, efendileri öldürürken azat etmiş, başka malı da yok, üçte birine tasarruf edebileceğinden Hz. Peygamber köleler arasında kur´a çekmiş, ikisine isabet etmiş, dördü köle olarak kalmışlar. Ebû Hanîfe bu Hadîsi reddediyor. Çünkü; kıyasa muhaliftir; Çünkü efendileri boşaymca azatlık bu kölelerin hepsine vâki oldu .îcmâen sabittir ki azatlık bir defa vâki oldu mu artık bozulmaz. Hürriyet ve neseb öyle şer´î hakikallerdir ki bir defa sabit oldular mı bozulmazlar. Öyle ise bu altı kölenin hepsi de azat olmuştur. Yalnız ölen kimsenin tasarrufu malının 1/3 ün de câri olduğundan dört kölenin kıymeti nisbetinde mirasçılar bu altı köleden para isterler. İşte kıyasa muhalif olduğundan haber-i vâhidleri Ebû Hanîfe böyle rededdiyor.
Fakat burada şunu kaydedelim ki, ikinci misâlde haber-i vâhid reddolunuyor. Halbuki onu Zeyd b. Sabit rivayet ediyor. O ise Sahabe arasında fıkhı en iyi bilenlerdendir. Ferâiz ilminde yüksek bir mevkii var. Onun rivayet etmiş olduğu Hadisin red sebebi kıyasa muhalefet olmaz. Çünkü fakın olmiyan râvinin haberi reddo-
lunur. Halbuki Zeyd b. Sabit fakıhtır, hem de ne fakıh! Öyleyse bu tahlil doğru değildir.
117- İki Görüşün Münakaşası
İşte bir kısım misâl getirdik. Bâzılarında haber-i vâlıîd alınıyor, kıyas bırakılıyor, diğerlerinde kıyas alınıyor, haber-i vahi d terk ediliyor. Umumî ve küllî kaidelere uyuluyor. Bunlara benzer misâller daha çoktur.
Önümüze iki türlü görüş çıkıyor : Biri İsâ b. Ebân´m görüşü ki; ona göre, haber-i vahidin reddi sebebi, kıyasa karşı olması ve râvinin de fakıh olmamasıdır. İkincisi Kerhî´nin görüşü ki; ona göre de Ebû Hanîfe âdil ve mevsuk olan râvinin haber-i vahidini daima tercih etmektedir. Şayet o bâzı haber-i vâhidleri red-dettiyse bu kıyasa muhalefetinden başka bir sebepledir.
Getirdiğimiz misâller ışığında ve Ebû Hanîfe´nin bize kadar ulaşan sözleri ışığı altında şimdi bu iki görüşü birbiriyle ölçelim. Şunda şüphe yok ki gösterilen misâller ve Ebû Hanîfe´nin naklolunan sözleri İsâ b. Ebân´ın ve Fahr´ül-İslâmın çıkardıkları neticelere uymamaktadır. Bu da üç sebepten ileri geliyor:
1- Kahkaha Hadîsini Ma´bed Cühcnî rivayet ediyor. Halbuki o fıkıhla maruf olmıyan bîr râvidîr. Hadîsin meşhur olduğunu iddia hiç delile dayanmamaktadır.
2- Hurma Hadîsini Zeyd b. Sabit rivayet ediyor. Eğer fakıh olrmyan râvinin Hadîsi kıyasa muhalif olması re d sebebi olsaydı, onların kaidesince bunun kabul edilmesi lâzımdı. Çünkü, fakıh olan râvinin Hadîsi kıyasa muhalif de olsa, muvafık da oîsa kabul olunur diyorlar. Zeyd b. Sabit ise fakihtır.
3- Oruçlu kimse unutarak yeyip içse orucu bozulmaz Hadîsi hakkında; Ebû Hanîfe bunu kabul ettiğini ve kıyası reddettiğini söylüyor. Hadîsin râvisi Ebû Hurcyrc´dir, Fahr´ül-İslâm ve İsâ b. Ebân onun Ashabın fukahâsından olmadıkını söylüyorlar. Demek kıyasa muhalifte olsa burada gayri fakıh râvinin Hadîsi kabul olunuyor.
Bunlardan başka şu cihette var. Ebû Ifanîfe´den ve ashabından nakloîunana göre: Kıyas nas olmıyan yerde yapılır. Kıvasa muztar kalınca gidilir. Onun için bizce Fahr´ül-İslâm´ın´ ve îsâ b. Ebân´ın ortaya attıkları Ebû Hanîfe´nin görüşünü ´;ım açıklıyor değildir.
Biz, Ebû Hanîfe´nin re´yi haber-i vâhid dahi olsa Sünneti; illeti müstenbat olan kıyasa tercih etmektir, deyen görüşü kabul fdiyoruz. Ulemanın ekserisi de Ebû Hasan Kerhî´nin çıkardığı görüşe meyletmişlerdir. Keşf´ül-Esrâr, Ebû Hasan Kerhîden m şöyle naklediyor:
«Bu söz (Yâni îsâ b. Ebân´ın sözü) bizim ashabımızdan naklolunmuş değildir. Onlardan naklolunan kavil, haber-i vahidin kıyasa takdim edilmiş olduğudur. Görmüyor musun, onlar oruçlu kimse unutarak yiyip içerse orucunun bozulmadığı hakkında Ebû Hureyre´nin haberiyle amel ediyorlar, halbuki bu kıyasa muhaliftir. Onun için Ebû Hanîfe: «Eğer rivayet olmasaydı kıyasla bozulur derdim» demiştir. Ebû Yusuf´tan naklolunduğuna göre o Mu-sarrat Hadîsini kabul etmiştir. Müşteriye muhayyerlik hakkı tanımıştır. Ebû Hanîfe´nin şöyle dediği sabittir: «Allah´tan ve Resulünden gelen can baş üstüne.» Seleften hiç birisinden râvinin fakıh olmasının şart koşulduğu duyulmamıştır. Anlaşılıyor ki bu söz, sonradan çıkmıştır. Yeline süt biriktirme ve hurmayı götürü mübadele ve emsali Hadîsler için şöyle cevap veriyor: Bunlarla ameli bizim ashabımız, kitaba ve meşhur Hadîse muhalif olduklarından dolayı terk etmişlerdir, yoksa râvinin fakıh olmaması yüzünden değil. Çünkü satılık hayvanı sağmak Kitap ve Sünnetin zahirine muhaliftir.[21] Ağaç üzerindeki hurmaları mübadele keza Sünnete muhaliftir, yoksa râvinin fakıh olmaması yüzünden reddedilmiş değildir. Şu da var ki biz Ebû Hureyre´nin fakıh olmadığını kabul edemeyiz. O fakıh idî. içtihat şartlarından hiç biri onda noksan değildi. Sahabe zamanında fetva verirdi. O zaman yalnız fakıh müctehit olanlar fetva verebilirdi. Ashab-ı Kiramın yücele-rindendi. Hz. Peygamber ona hıfzla dua etti. Allâhu Teâlâ da duasını kabul buyurdu. En çok hadîs belleyenlerden oldu. Hadîsleri ve namı âleme yayıldı.»[22]
118- Haberi Vâhîde Muhalif Kıyasların Sebebî
Bu tahlilden çıkardığımız netice şudur: Ebû Hanîfe illeti r.ıüstenbat olan kıyası, vasıflar tearuz edip emareler uyuşmayınca Hadîse tercih etmezdi. Râvi olan Sahabî fakıh değilse haber-i vahidi kıyasa takdim ettiğine dair sonradan mezhep adamlarının, daha doğrusu bâzılarının çıkardıkları neticenin îmam´ı A´zam Ebû
Ranîfe´ye nisbeti doğru değildir. Çünkü bu onun dayandığı esaslara uymuyor, ondan naklolunan sözlere muhalif düşüyor, onun hallettiği mes´elelere aykırı geliyor.
Ebû Hanîfe´den naklolunan öyle mes´eleler buluyoruz ki, onlar haber-i vâhidlçre muhaliftir. Acaba onlara bilerek mî muhalefet etti Onları bilmiyorsa acaba neden terk edip başkalarını delil tuttu
Bunlara cevap verebilmek için şu i-ki şekli farzedelim:
Şöyle farzedersek iş hiç dolaşık olmaz: O Hadîsleri bilmiyordu, onun için içtihat ederek re´yle hüküm verdi. İçtihat ve is-tinbat ederken o Hadîsler malûmu olsaydı, onları gqz önünde tutar, nazarı itibare ahr, mes´elelerin hükümünü onlara göre verirdi! Böyle farzetmek kolay birşey, fakat buna Hanefî Mezhebindeki içtihatların büyük kısmı sağlam olmıyan bir esasa dayanmış oîur. Onun için haber-î vâhidlere her muhalefet ettiği yerde bu faraziyeyi yürütemeyiz.
Onun için başka türlü düşünmek ve bu haber-i vâhidlerden bâzısına bilerek muhalefet ettiğim farzetmek icabediyor. Hüküm verirken o haber-i vâhidleri bildirdi, fakat bâzı bakımdan onları reddediyordu. Bâzı ulemanın dediği gibi, bu reddin sebebi râvi Sa-babînin fakıh olmaması, kıyasa karşı gelmesi değildi.
119- Irak Fıkhının Hususiyetleri
Hz. Peygamber´e nisbet olunan bâzı rivayetleri Ebû Hanîfe Hazretlerinin ne gibi sebepler altında reddettiğini anlıyabilmek için Irak fıkhının içtihadını bütün nevileriyle şöyle bir gözden geçirmemiz icabediyor :
Ebû Hanîfe nazarında ilim olacağı olan Küfe fıkhı; Abdullah b. Mes´ud, Ali b. Ebû Tâlib ve Ömer b. Hattâb (Allah cümlesinden razı olsun) hazerâtının fetvalarına dayanmaktadır. Hz. Ali Efendimiz Hilâfeti esnasında Kûfe´de ikamet ederken ilmi oraya yayıldı. Abdullah b. Mes´ud´un hayatının uzun bir kısmı orada geçti. Ibn-i Mes´ud içtihad ve fetva yolunda Hz. Ömer´in meslekini tutuyordu. Re´ye kıymet veren bu zatların ilmi Kûfe´de yayıldı. Ashabın fukahasından olan bu büyük simaların fıkhım Kûfe´de Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Meşruk b. Ecda´ gibi zatlar alıp neşrettiler. İbrahim Nahaî de onlardan aldı. Ebû Hanîfe´nin üstadı olan Hammâd geldi, bu zikrolunan zatlardan İbrahim´in aldığı fıkhı alıp talebesine aktardı. Bununla beraber Hadîs ehline daha yakın olan Şa´bî´nin ilminden de kattı. Fakat Hammâd´da; Hz. Ümer, Hz. Ali ve îbn-i Mes´ud´un fıkhını hâmil olan ibrahim Na-Jıaî´nin tesiri daha çoktur.
Madem ki ibrahim Nahaî Hammâd´a bu üç zatın (Ömer, Ali ve îbn-i Mes´ud Hazeratmm) fıkhım nakletmiş, Hammâd da sonra o fıkhı öylece Ebû Hanîfe´ye aktarmıştır, Öyleyse onların Hadîs Lenkidî hakkındaki düşünce tarzları ve rivayete gösterdikleri son derece dikkat ve titizlik görüşü behemehal naklolunmuş, onlara geçmiştir. îbn-i Mes´ud, Hz. Peygamber´in bir Hadîsini naklederden, onun demediği bîr şeyi nakletmiş olmak korkusuyla kendini bir titreme alırdı. Re´yle fetva vermekten çekinmezdi. Hz. Ömer de, Hz. Peygamber´in demediği birşey söylerler de yalan yaparlar korkusuyla halkı az rivayet etmeğe davet ederdi. Hz. Ali, âdil ve mevsuk dahi olsa Hz. Peygamber´den bir Hadîs rivayet eden kimseyi rivayetini yeminle tezkiye etsin diye yemin vermeğe davet ederdi. Bundan yalnız Hz. Ebû Bekr´is-Siddîk´ı müstesna tuttu. İşle onlar, Hadis hakkında böyle titiz davranırlardı.
Madem ki Ebû Hanîfe bunların kendisine naklolunan fetvaların ve hüküm verme tarzlarının tesiri altında kalmıştır, öyleyse râvilerin rivayetlerini kabul hususunda gösterdikleri fazla dikkat tarzı da onun üzerinde aynı tesiri bırakmış olacağı şüphesizdir. Râvileri tanımazsa, adalet derecelerini bilmezse elbette titiz davranır. Belki de Ebû Hanîfe sözlerini gönlü yatışmadığı bâzı kimselerin rivayetlerini reddetmiştir, her nekadar bunu açıklamıyorsa da, red sebebi bu olsa gerektir. Zira o, kimseye dil uzatmaz, insanlar etrafında şüphe uyandırmak istemezdi. Gönlünün yatıştığı şekilde fetva verip onların rivayetlerini bırakmakla iktifa etti, ses çıkarmadı.
120- Muhtelif Fıkıh Medreselerînîn (Ekollerinin) Kurulması
Hakikaten Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devirlerintJe .:ikıh ekollerinin kısımlara ayrılması sebebiyle her ekol kendi râvilerine fazla itimadîa sarıldı. Başkalarının naklettikleri ilim ve rivayetleri öyle kolay kolay kabul etmezlerdi. Bu hususta Şahveliyyullah Dehlevî şöyle diyor:
«Tabiîn ulemasından her bir âlimin kendi seviyesine göre bir mezhebi oldu. Her memlekette bir adam meydana çıktı. Meselâ Medine´de Said b. Musayib ve Salim b. Ömer, bu ikisinden senra 7,ührî, Kadı Yahya b. Said, Rebia b. Abdurrahman geldi. Mekke´de
Atâ b. Ebî Rebâh meydana çıktı, Kûfe´de İbrahim Nahaî ve Şa´bî doğdu. Basra´da Hasan Basri, Yemen´de Tavus b. Keysân, Şam´da Mekhûl yetişti. Halk, ilim aşkiyle yanan ciğerlerinin susuzluğunu söndürmek şevkiyle onların ilimlerine sarıldılar. Bu ulemanın rnezhebleri ve tahkikatları kendiliklerindendir. Onlardan fetvalar sordular, mes´elelerin hallini istediler. Onlardan hüküm vermelerini dilediler. Onlar da bunu yaptılar, Said b, Museyyib, İbrahim Nahaî ve emsali bütün fıkıh bablan hakkında bilgi sahibi idiler. Fıkhı toplamışlardı. Her babda seleften aldıkları bir usulleri vardı. Said b. Musayyip ve arkadaşları Mekke ve Medine halkının fıkıhta en kuvvetli olduğuna kani idiler. Onların mezhebi erinin esas dayandığı: Abdullah b. Ömer´in, Hz. Aişe´nin ve Abdullah b. Abbâs´ın fetvâlariyle Medine kadılarının verdikleri karar ve hükümlerdir. Allâhu Teâlâ´nm nasib etliği kadar onları topladılar, sonra onları ibret ve mukayese nazariyle gözden geçirip incelediler.»
«İbrahim Nahaî ve arkadaşlarına göre ise: Abdullah b. Mes´-ud ve arkadaşları fıkıhta en kuvvetli, en müdakkîk idiler. Nasıl ki Alkame, Mesruk´a şöyle demiştir; «Onlardan bir tanesi olsun Abdullah (İbn-i Mes´ud) tan daha kuvvetli midir » Said b. Musayyib Medine fukahâsmm konuşan lisanı idi. Hz. Ömer´in hükümlerini, Ebû Hureyre´nin Hadîslerini en iyi belleyen o oldu. İbrahim Nahaî ise Küfe fukahâsımn lisanıdır.[23]
Böylece her Sahabenin rivayetlerini, fetvalarını, hükümlerini, içtihat yollarım ve kıyas tarzını alan her muhît onların tesirinde kalarak her muhitin kendine mahsus bir görüşü oldu, muhît ayrılıkları başladı. Her muhitteki fukahâ, menkul ve müstenbat fıkıh hükümlerini kendinden öncekilerden tevarüs etti. Ve işte bu muhit ayrılığı yüzünden her mühît kendi ulemasının naklettiklerine, hükümlerine ve fetvalarına daha çok itimat etti. Her muhi-lm halkı, orada daha fazla şüyu, bulan Hadîsleri, fetvaları aldı ve fukahâ onlara göre hüküm verdiler. Başka muhitte kabulü pek kolay değildi. Herkes kendi muhitinde olana daha güveniyordu.
Yukarıda Şahveüyyullah Dehlevî´nin ileri sürdüklerinden, Ebû Hureyre´nin rivayetleri Irak fıkhında neden bu kadar azdır ve ayni mevzuda Ebû Hureyre´den rivayet olunmuş Hadîs varken neden Irak fukahâsi yine kıyasa gitmiştir, bunu anlamış oluyoruz. Zira Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği Hadîsleri belleyip hafz ve rivayet edenler Said b. Museyyip ve Medine´liler olmuştur. Kûfe´li-ler Abdullah b. Mes´ud´un Hadîslerini ve fetvalarını belleyip rivayete kendilerini vermişlerdir. îsa b. Ebâ´nin ve Fahr´ül-îslâm´ın dedikleri gibi Ebû Hanîfe´nin Ebû Hureyre Hadîslerine bâzan muhalefeti, onun fıkhı olmayışından değil ,bu Hadîslerin muhît ayrılıkları yüzünden Irak halkına ulaşmamış olmasındandır. Çünkü muhît ayrılıkları araya öyle setler çekiyor ki onları aşmak biraz güç oluyor.
Sonraları ise ekoller birbiriyle karıştı, tanıştı, fukahâ ulema temasa geçtiler, bir memlekette olan Hadîsler başka memlekete de yayıldı. Görüşler birbirine yaklaştı. Her biri diğerinde olanı aldı. Irak fıkhıyla Hicaz fıkhı karıştı. Muhtelif istikâmetlere yönelimler birbirine yaklaşmağa başladı. Fakat bunlar Ebû Hanîfe´den sonra oldu.
121- Irak Fukahâsının Rivayetlerinde Dikkatli Hareket Sebebleri
Muhît başkabği yüzünden olan türlü yönelimler sebebiyle h j muhît kendi fukahâsımn rivayetine muhalif olan başka muhitin rivayetini reddederdi. Çünkü talebeler -daLnâ üstadlarından aldıklarını tercih ederler. Bundan başka üstadlanni tanımış ve onlara gönülleri yatışmış olduğundan onların rivayetlerini elbette hiç tanımadıkları kimselerin rivayetlerinden daha üstün tutarlar. Onların meslekleri, üstadlarının mesleğine uygundur.
Irak fukahâsı rivayeti kabul hususunda sıkı davranmağı Abdullah b. Mes´ud, Ali b. Ebû Tâlib, Ömer b. Hattâb gibi Ashabın ulularının mesleğinden aldılar. Bu sebeple Sahabe fetvasını Hz, Peygamber´e nisbetinde şüphe ettikleri rivayete tercih ederlerdi. Hattâ Küfe fukahâsımn âsâr Hadîse en fazla sarılanlarından olan İmam Şa´bî bile şöyle derdi:
«Peygamber zikrolunmaksızın Ali bize daha sevgilidir.» yâni Hadisin nisbetinde şüpheli olduğu halde Hz. Peygamber dedi demektense güvenerek Hz. Ali dedi demek bana daha sevgilidir, çünkü Hz. Peygamber´e bilmiyerek yalan söz nisbet etmekten korkardı. Rey fukahâsımn imamlarından olan İbrahim Nahaî şöyle diyor: «Abdullah dedi ki, Alkame dedi ki demek bize daha sevgilidir.»[24]
Görülüyor ki onlar rivayeti kabul hususunda gayet titiz hareket ettiklerinden, Hz. Peygamber´e nisbetinde şüpheli oldukları bazı rivayetleri reddedip Sahabi fetvalarını aldılar.
Irak fukahâsının rivayeti kabul hususunda bu kadar şiddetli hareket etmelerinin diğer bir sebebi de şudur: Onlar Hadîs rivayeti işinde.titiz davranan Sahabeden ilim aldıklarından başka, Irak, gerek Tabiîn ve gerekse onlardan sonra gelen Tebe-i Tabiîn ve diğer fukahâ zamanlarından muhtelif din erbabının ve çeşitli fırkaların merkezi idi. Bütün Şia fırkaları, Haricîler, Mürcie, Ceh-ıniye, Kaderiyye hep orada idi. Dehrîler ve zındıklar da orada çık> ti. Bunlar din ile eğlenmek ve kendi grublannı desteklemek için Hz. Peygamber´in ağzından yalan uydurup, yalan Hadîsler söylüyorlardı, Peygamberin demediklerini rivayetten çekinmiyorlardı* Irak fukahâsı bunları gördüler, Hz. Peygamber adına yalandan Hadîs uydurduğuna şahit oldular. Bu sebeple Hz. Peygamber´e yalan nisbetinden kaçınmak için onlarda şüphe uyandı. Yalan nîs-bet etmemek için rivayetten kaçındılar. Günahtan korktular. Din umurunu gayet iyi muhafaza etmek için yalnız tanıdıkları ve ilmî usullerini doğru buldukları kimselerden rivayeti kabul ettiler. Bu yüzden öyle rivayetleri reddettikleri oldu ki, onlar tanıdıkları kimselerce mevsukturlar. Fakat Irak´lılar onları tanımadıklarından reddetmişlerdir. Çünkü Iraklılar çok yalan Hadîs uydurulduğunu gördüklerinden çok titiz idiler, hassas davrandılar. .
122- Irak Fukahâsının Kur´ân´a Verdiği Önem
Görüyoruz ki, Irak fıkhı kelimelerin elfâzm umum ve şümulünü alıyor. Kur´ân-ı Kerîm´in beyânlarına sarılıyor. Yine yukarıda geçen bahislerde öğrendik ki, onlara göre Kur´ân-ı Kerîm´in hâslarının beyâna ihtiyacı yoktur. Bu itibarla hâssın mevzuuna dair olan Hadîsleri kabul etmediler. Hicaz fukahâsınca, o Hadîsler hâssın beyanı kabilindendir. Fakat Iraklılar onları almıyor. Onlarca Kur´ân´ hâsları açık olup beyâna hiç ihtiyaç bulunmadığından hâssı beyan eder mânada olan Hadîslerin Hz. Peygamber´e nisbetini reddederler. Bu da râviîerin çoğunun rivayetinde şüphe etmelerinden ileri gelmiş olacak.
Yine onlarca haber-i vâhidler, Kur´ân-ı Kerîm´in umumlarına muânz olacak bir dereceye yükselemezler. Bunun için haberi vahid âmmı tahsis edemez. Kur´ârı´m umumları şümulü üzere yürür. Ve ona -muhalif olan rivayetin Hz. Peygamber´e nisbeti red-dolunur. Çünkü Hadîs Kur´ân-ı Kerîm´in nassını nesih edemez.
Tahsîs ise onlara göre nesih mertebesine yakındır. Hattâ Ashab-tian ve Tabiînden bîr çokları tahsîs yerine nesih tabirini kullanırlardı. Onların hükmüne göre Kur´ân´daki âmlara haber-i vâhid muarız olamaz, çünkü rivayette şüphe vardır. Hâs da onlarca beyâna muhtaç değildir. Rivayetlere böyle bir zanla baktıklarından i´ctvâ verirken hükümlerini Kur´ân´m eîfâzmm umumundan veya hususundan aldılar. Bu mevzuda başkalarınca sıhhati kabul olunan Hadîsler de mevcuttur. Onlarca sıhhati sabit olmadığından almadılar. Sonra gelenler zannettiler ki. Hadîs dururken kıyasla hüküm vermeleri kıyası haber-i vahide takdim etmelerinden ileri geliyor. Halbuki mese´le hiç de öyle değil.
123- Haberi Vâhid Usule Dayanan Kıyaslara Tercih Olunur Mu
Demek, oluyor ki, Ebû Hanîfe kıyası haber-i vahide alelıtlak tercih ediyor değildi. Zira Ebû Hanîfe´nin kıyaslarına muhalif bulunan haber-i vâhidler esasında bu rivayetlerin doğruluğunu bilerek kıyas onlara tercih etmiş değildir. Kıyasla amelin sebepleri, bâzılarına kısaca işaret ettiğimiz veçhile bambaşkadır.
Şunu da söyleyelim ki, öyle kıyaslar yar ki, İslâm Şeriatının ^hkâmmm mecmûu´ndan alınmıştır, ulema onları kabulde birleşiyor, kat´ı naslar o usulü beyan ve ifade ediyor, bu usul kat´î usule dayanan kıyaslara da takdim olunur mu Bu usullere dayanan kıyaslan bu hususa dair varit olan haber-i vâhidlere bakarak reddeder miyiz Acaba Ebû Hanîfe bu gibi usule dayanan kıyaslan, haber-i vahide taâruz ediyor diye reddeder miydi tetkik isteyen noktadır. Ebu´I-Hüseyin Kerhî yukarıda söylediğimiz gibi, kıyasın illeti nasta varsa veya kat´î bir asla dayaniyorsa-ki asi kat-i olunca feri´ de kat´î olur-böyle olan kıyasın haber-i vahide takdim edildiğinde ulemanın ittifak üzere olduklarını söylüyor. Böyle olan haber-i vâhid şaz addolunur diyor. Acaba Ebû Hanîfe de bu ittifak eden ulema arasında mıdır
İşte bu noktanın biraz aydınlanması ve izahı icabetmektedin. Yorucu tafsilâttan kaçınarak kısaca İzaha çalışalım:
124- Kati Ve Zannî Olan Deliller
Şeriatın dayandığı deliller iki kısma ayrılır: Kat´î deliller, zannî deliller. Şüphesiz ki haber-i vâhidler zannî olan kısmmdan-dır. Bütün fukahâ arasında ittifakh bir mes´eledir ki, zannî delil ile kat´î delil birbiriyle.karşılaşınca kat´î olan alınır, zannî olan bırakılır. Bu kaide akla uygundur, menkul da bunu kabul eder. Menkulün özü budur. Din umurunun kat´î olarak malûm olanları yanında zannî olanları zaif kalır. Kat´î olana muarız olan zannînin hükmü şaz sayılır, metni bozuk, râvileri çürük addolunur.
Kat´î deliller: Kat´î olan veya nasla sabit değilse de dînin sabit ahkâmının mecmuundan alınan umumî kaidelerdir: Dinde güçlük yoktur. Kimse kimsenin günahını yüklenmez. Sedd-i zerayi, kaideleri ve emsali gibi şeriatın birinci kaynağı olan Kur´ân´m bildirdiği kaideler böyledir. İlletleri kat´ bir asılla bildirilen kıyaslar da kat´îdir. Ahkâm-ı Şer´iyyenİn mecmuundan alman kavaid-i külliye bunlar hep kat´îdir. Cumhur ulemaya göre böyle nasîara ve bu usule dayanan kıyaslarla haber-i vâhîd reddolunur. O hallerin Hz, Peygamber´e nisbeti kabul olunmaz. Bâzılarının çıkardığı şekilde, hüküm verirken haberi biliyorsa Ebû Hanîfe´nin bâzı. haber-i vâhidleri reddetmesi, diğer bâzılarını kabul eylemesi işte buna göre ayarlanır. Meselâ Ebû Hanîfe unutarak yiyip içenin orucu bozulmadığı hakkındaki haber-i vahidi kabul ediyor. Zira bu her ne kadar kıyasa muhalifse de her hangi bir kat´î asıla taâruz etmiyor. Şatıbî diyor ki:
Ebû Hanîfe namazda kahkahayla gülmek abdesti bozar Hadîsini kıyasa takdim etti. Çünkü mes´elede icmâ´ yok… Kur´a Hadîsini reddetti,[25] çünkü usule muhaliftir. Usul ise kat´idir, haber-i vâhid zannîdir. Azatlık kölelerin hepsine şâmildir. Azatlık bir yerde vukubuldu mu onun reddi mümkün olmadığına icmâ´ vardır.»[26]
Ebû Hanîfe´nin, Kur´ân´m nassiyle veya kat´i surette fer´de de mütehakkık olan nasla sabit bir illetle tearuz ettiğinden dolayı satılık hayvanın yelinine süt toplama Hadîsini ve böyle diğer Hadîsleri reddederken dayandığı bir nokta vardır.
Usûle muarız olan zannî Hadîsler hakkında ulemanın görüşlerini Şâtıbî, İbn´ül-Arabî´den şöyle naklediyor: «Îbn´ül-Arabî de: d; ki: Haber-i Vâhid Şeriat kaidelerinden herhangi birine muhalif olursa onunla amel caiz olur mu Ebû Hanîfe amel caiz olmaz, dedi; İmam Şafiî caizdir, dedi: İmam Mâlik ise mes´elede tereddüt etti; onun sözü meşhurdur: Ona göre muteber olan şekil şudur: Eğer Hadîsi diğer bir kaide destekliyorsa onu alır, eğer Hadîs yalnız kalırsa terkeder. Meselâ köpeğin yaladığı kabın temizlenmesi mes´elesine bakalım: Mâlik diyor ki: Bu Hadîs iki büyük asla karşıdır: Biri: «Onların tuttukları avları yeyin.» Âyetidir. Diğeri deher diri olan temizdir, köpek de diridir, demek ki o temizdir.»
Hurmaları ağacın üstünde iken götürü – Pazar satmağa gelince; vakıa ribâ kaidesi buna çarpmaktadır, fakat Örf kaidesi bunu destekliyor. Ebû Hanîfe ise aynı illetten dolayı yaş hurmanın kuru hurma ile satılmasını meneden Hadîsi almadı.»[27]
Burada Ebû Hanîfe´nin re´yi ile İmam Mâlik´in re´yi arasındaki fark zikrolunuyor: Ebû Hanîfe kat´i olan aslı takdim ediyor. Mâlik ise Hadîsi başka bir kaide desteklemediği takdirde aslı takdim ediyor.
Fakat işin doğrusu şöyle olmak gerek: Eğer Hadîse başka bir kaide muvafık olup onu destekliyorsa o zaman her bakımdan usul muhalif olmamış olur. Belki iki asıl kaide birbirine taâruz eder. Asıllardan biri Hadisin mevzuuna uygun ikinci asıl ise Hadîse aykırı demektir. Şüphesiz ki Hadîsin mevzuu böyle olunca Ebû Hanîfe´ye göre bu Hadîs usule muhalif denemez. O takdirde Ebû Hanife katı bir aslın desteklediği haber-i vahidi asla reddetmiyor,her hangi bir asla uygun olmayıp şaz haber-i vahidi reddediyor. Hurma Hadîsinde Hanefiyye ile Mâlikiyye arasındaki ihtilâfın esası: Hanefiyye bir asla uygun olan Hadîsi reddediyor da Mâli-kiye onu reddetmiyor, mes´elesi değildir, belki ihtilâfın esası bu Hadis, Hanefiyye nazarında daha kuvvetli olan meşhur bir Hadîsle taâruz edince, meşhurla amel olunur, haber-i vâhidle değil. Burada da öyledir. Demek bu mes´eîe kıyas babının dışındadır.
125- Haber-i Vâhîd Hakkında Ebû Hanlfe´nîn Görücünün Hulâsası
Haber-i vâhidler hakkında Ebû Hanîfe´nin görüşünün özeti şudur: Haber-i Vâhid kıyasa taâruz etmiyorsa kabul eder. Eğer kıyasa muhalifse, bakılır; eğer kıyasın illeti zannî bir asıldan alınmışsa veya asri kat´i de olsa illet yannî ise veyahut kat´i asıldan alınmış, fakat feri´de tatbiki zannî ise yâni kıyasa bir zannîlik karışıyorsa yine haber-i vahidi alır, kıyası bırakır. Çünkü haber-i vâhid de her ne kadar zannî ise Hz. Peygamber´e nisbet olunuyor. Peygamber´inSünnet´i, Şeriatı beyan ve ahkâmını tafsîi edicidir.
Fakat haber-i vâhidler, kat´î olarak sabit olan Şeriat usulünden umumi bir asla muarız ise ve bunun fer´a tatbiki de kat´i ise o zaman Ebû Hanîfe kıyası alıyor, haber-i vahidi zaif sayıyor, Hz. Peygamber´e nisbetini kabul etmiyor. Şüphesiz olan umumî kaideyle hükmediyor.
Demek oluyor ki, Hanefiyye Kur´ân´ın umumlarını alıp Ktır´-ân´ın hâslarım da beyâne muhtaç görmediklerinden, Küfe râvile-rine ve Irak fukahâsma tam güvenleri olup Medine râvilerinin rivayetleri Irak´a ulaşmamış bulunduğundan bu gibi sebeplerle bâzı haber-i vâhidierin bulunduğu yerde Ebû Hanîfe´nîn Kur´ân´ın umumlarını ve kıyası alıp onlarla amel ettiği naklolunmuş tur.
126- Ebû Hanîfe´ye Göre Mürsel Hadîsin Hüccet Olduğu
Mürsel Hadîs: Hadîsi rivayet ederken duyduğu kimseyi atlayıp doğrudan Hz. Peygambcr´dcn rivayet olunan Hadistir. Meselâ Tâbi olan râvi, Sahabi olan râviyi zikretmeyip, Hadîsi kimden duyduğunu söylemeyerek doğrudan: «Hz. Peygamber buyurdu, dedi» diye rivayet eder. Bu tarife göre Mürsel Hadisi Tabiî rivayet eder. Fahr´ül-îslâm bunu daha geniş tutar ve: Peygamber´e kadar olan senedi zikrolunmıyan Hadîse Mürsel namını verir.
Bu tarife göre Sahabeden biri bizzat Resûl-i Ekrem´den işit-meyipte diğer bir Sahabîden duyduğu Hadîsi (Peygamber dedi) diye rivayet ederse bu Sahabenin Mürseli olur. Tabii Sahabîyi zikretmezse Tabiînin Mürseli olur. Her asırda âdil ve mevsuk râvi senedi athyarak Mürsel Hadîs rivayet edebilir. Hanefiyye diyor kî: Ashabın, Tabiîlerin Mürsel olarak rivayet ettikleri Hadîsler kabul olunur. Onlardan sonrakilerin Mürselleri kabul olunmaz. Hanefiyyenin bu görüşüne karşı diğer iki görüş vardır: Birisi muhaddislerin büyük bir gurupun re´yi olup Müslim Sarihi Nevevî onu cumhur muhaddisinin görüşü addediyor. Takrib şöyle kaydediyor:
«Mursel, Cumhur-ı muhaddisine göre zaîf Hadîstir. Fukahâ´ nin ve usul sahiplerinin çoğu buna şöyle delil getiriyorlar: Râvi meçhul olunca onun hâli bilinmediğinden dolayı rivayeti kabul olunmuyorsa, Mürsel olan rivayet evveliyetle kabul olunmaz. Çünkü senette râviyi Hz. Peygamberle birleştiren râvinin Tabiî veya sahabî olması ihtimali vardır. Tâbi olunca zaif olmak ihtimali olduğu gibi mevsuk olma ihtimali de mevcuttur. Senette zikrolun-inıyan bu Tabiînin Sahabîden veya zaif veya mevsuk bir Tabiîden rivayet etmiş olması ihtimâli vardır. Bütün bu ihtimallerle beraber onun hüccet ve delil olmasına imkân yoktur.»
fkinci görüş İmam Şafiî´nin görüşüdür. O da Mürselleri iki şartla kabul ediyor:
1- Mürsel Hadîsi rivayet eden Tabiî bir çok Ashabİa görüşmüş olan kibar-ı Tabiînden olacak, Said b. Museyyab gibi. O, As-habdan bir çoklariyle görüşmüştür.
2- Mürsel Hadîsi takviye eden karineler bulunacak. Meselâ;
a) Ayni Hadîs diğer bir sencdle muttasıl olarak rivayet olunur. Bu Mürselin en kuvvetli olanıdır.
b) O mânada ulemanın kabul ettiği başka bir Mürsel rivayet olunur. Bu ikinci derecedir.
c) EhM ilimden bâzı kimselerin Mürsel Hadîstekine uygun olarak fetva vermiş olmalarıdır.
işle bu-tarzda bir şeyle Mürsel Hadîs takviye olunmuyorsa o zaman amel hususunda kabul edilmez, kimseyi ilzam eden bir de-lii olamaz.
Şartlan bulunduğu takdirde Hadîs-i Mürseîle amel kabul olunursa da yine müsned kuvvetinde değildir. Çünkü senedi Hz, Pcy-gamber´den kopmuştur. Hz, Peygambere senedi muttasıl olan Hadîs gibi hüccet olamaz. İmam Şafiî bu hususta diyor ki: «Mürselin ismi açıklandığı zaman rivayet etmekten çekinen bir kimseden alınmış olmak ihtimali vardır. Eğer onun gibi başka bir Mürsel Hadîse uygunsa her ikisinin ayni yerden çıkmış olmaları ihtimâl vardır, öyle ki tesmiye olunsa kabul edilmez.»[28]
127- Hanefiyyece Mürsel Hadislerin Kabulüne Misaller
Mürsel Hadîs hakkındaki mezhepler bunlardır. Görülüyor ki Hanefiyye Mezhebi Mürsel Hadîsleri kabulde gayet geniş kapı açıyor, hattâ Teba-i Tabiînin mürsellerini alıyor. Sahabe devriyle birleşen Tabiînin mürsellerini kabul etmekle kalmıyor, üçüncü asra gelerek Tebaı Tabiînin Mürselini de kabul ediyor.
Ebû Hanîfe´ye nisbet olunan Müsnedîere ve El-Âsar kitaplarına şöyle seri´ bir bakış bu iu bize açık olarak göstermektedir. Meselâ İmam Yusuf´un Kitab´ül Âsâr´ından her hangi bir sahifeyi
açsan, orada Ebû Hanîfe Hazretlerinin delil olarak Mürseİ Hadîsleri görürsün.
Bâzı misâller gösterelim:
a) Ebû Yusuf´tan o Ebû Hanîfe´den, o Zeyd b. Ebî Enîse´den, o da Mısır halkından bir adamdan, diyor ki: Bir gün Hz. Peygamber çıktı, bir eline ipek, bir eline altın almıştı: Bunlar Ümmetimin erkeklerine haram, kadınlara helçl dedi.»[29]
b) Ebû Yusuf´tan, o Ebû Hanîfe´den, o Heysem´den, o da Peygamber´den rivayet eden bir. kimseden naklolunur: Ramazan, ayı girince Hz. Peygamber çok namaz kılar, orucunu tutardı Ramazanın son on günü olunca izarını kuşanır, geceleri ibadetle geçirirdi.[30]
c) Ebû Yusuf´tan, o Ebû Hanîfe´den, o Hammâd´dan, o İbrahim´den, Hz. Peygamber Efendimiz Hz. Âişe´ye buyurdular ki:
Ebû Bekir´e söyle, halka namazı kıldırsın.
Ebû Bekir bu emri alınca Hz. Aişe dedi ki: Babam ihtiyardır, kalbi yumuşaktır, Hz. Peygamber´in makamına durunca dayanamaz, Hz. Ömer´e emretsin, dedi.
Hz. Âişe diyor ki: Bunu Peygamber´e arzettim bana tekrar:
Ebû Bekir´e söyle, halka namazı kıldırsın, dedi. Bunu ona ulaştırınca bu defa haber saldı: Sen ve.Hafsa bana yardımcı olun, Ebû Bekir ince ve yumuşak kalblidir, deyin: Ömer´e emir buyursun, dedi. Bu defasında Hz. Peygamber:
Siz Yusuf´un dostlarısınız, Ebû Bekir´e emret, buyurdu. Böylece namaz kılındı. Hz. Peygamber de biraz hafifledi. îki kişiye dayanarak namaza çıktı. Hz. Âişe: «Senin takatin yok, kendini yoruyorsun!» dedi. Hz^ Peygamber de: Benim göz bebeğim namazdır, dedi ve mescide girdi. Ebû Bekir, Resul-i Ekrem´in geldiğini hissetti ve geri çekilerek yerini ona vermek istedi. Hz. Peygamber, de ona işaret ederek: Yerinde dur, dedi. Hz. Peygamber oturdu, Ebû Bekir onun sağında ayakta durdu., Hz. Peygamber tekbir aldı, sonra Ebû Bekir tekbir aldı, onun tabiriyle cemaat da tekbir aldı. Ebû Bekir Hz. Peygamber´in namazını takip ederdi, cemaat da Ebû Bekir´in namazına uyardı.[31]
d) Ebû Yusuf´tan, o Ebû Hanîfe´den, o Hammâd´dan, o İbrahim´den, Hz. Peygamberden rivayet ediyor: Buyurmuştur ki: «Hayvanların kendiliğinden yaptığı zarar hederdir, kuyu kazarken veya yer altından maden çıkarırken düşüp Ölen hederdir.[32]
e) Ebû Yusuf´tan, o Ebû Hanîfe´den, o Heysem´den, naklediyor: «Hz. Peygamber Efendimiz Asefanda ihramda iken Hz. Meymûne ile evlendi.[33]
128- Mevsuk Râvilerin Mürsellerî Makbuldür
Bunların hepsi Ebû Hanîfe´nin rivayet ettiği Hadîslerdir. Görülüyor ki, o ikinci ve üçüncü tabakanın Mürsellerini de kabul etmektedir. Hanefiyyenin ondan sonra Mürselleri kabulü onun re´-yine uyaraktır, yoksa bunu onun füru´ meselelerinden çıkarmak suretiyle atmış değildir. Ondan yayılan rivayetlerin sarahatma uymuşlardır, bu cihet açıktır. Yalnız şunu belirtelim ki: Ebû Hanîfe iyice tanıdığı ve mesleklerini beğendiği kimselerin Mürseîle-rini kabul ederdi. Onlara güveni vardı, şüpheye yer yoktu. İbrahim Nahaî üstadının üstadıdır. Ebû Hanîfe onun tesiri altında kalmıştır. Onun fıkhını rivayet eder, ona bâzan muhalefet, bâzan muvafakat eder. Her iki halde de ona güveni vardır. Onun rivayet ettiklerinde şüphesi yoktur. Irak vaizi olan Hasan Basri´ye de ayni itimadı vardı. Ebû Hanîfe´nin Mürsellerini kabul ettikleri hep böyle mevsuk kimselerdir. Ebû Hanîfe´nin böyle mevsuk kimselerin Mürsellerini kabul eîmesi, alelıtlak her Mürseli kabul ettiğine delâlet etmez. Öyleleri vardır ki ondan muttasıl senetle yapılan rivayet bile kabul değildir, nerede kaldı ki Mürselleri kabul olunacak. Onun için
diyoruz ki, Ebû Hanîfe´nin rivayet ettiği kimselerden Mürselleri kabul etmesi her Mürseli kabul ettiğini göstermez. Şüphesiz ki o, Mürseli kabul ederken râvisi olan Tabiînin veya mevsuk kimselerden olmasını göz Önünde tutmuştur. Onların ancak mevsuk kimselerden rivayet ettiklerini, zaif rivayetleri almadıklarını bilir. Gönül yatışmıyacak kimselerin rivayetleri alınmaz. Onun için Ebû Hanîfe her Tabiînin veya Tebe-i Tabiînin Mürsellerİni kayıtsız ve şartsız delil olarak kabul ediyor demek doğru olmaz.
129- Ebû Hanîfe Asrında Mürsel Hadîs Rivayeti Çok Şuyû Bulmuştu
Öyle anlaşılıyor ki Ebû Hanîfe Hazretlerinin asrında Mürsel Hadisleri kabul etmek olağan bir işti. Çünkü Ebû Hanîfe´nin görüştüğü mevsuk Tabiîler veya onların talebeleri. Hadîsi bir çok Sahâ-
bîden rivayet ettikleri zaman isimleri saymayıp Sahabeyi zikretmediklerini sarahaten söylerlerdi. Hasan Basri şöylo derdi; «Dört Sahabe bir Hadîsi rivayette bir araya toplandı mı ben onu Mürsel olarak rivayet ederim.» Yine o diyor: «Size bana filân rivayet etti diye adiyle söylersem o zaman bilmiş olun ki o yalnız onun Hadîsidir. Ne vakit: Resûlullah dedi, dersem, bilin ki onu ben yetmiş veya daha çok Sahabiden işitmişimdir.» A´meş´in şöyle dediği naklolunuyor: «îbrahim Nahaî´ye: Bana Abdullahtan bir Hadis rivayet ettiğin vakit onu senediyle şöyle, dedim. Cevabında dedi ki:
Filân Abdullah´tan bana şunu rivayet etti dersem, bil kî onu bana yalnız o kimse rivayet etmiştir. Fakat Abdullah dedi, dersem anla ki, onu bana birden çok kimseler rivayet etmiştir.»
Yine anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber´e yalan Hadis isnadı ço-ğalmazdan önce Tabiîn arasında Mürsel Hadîs rivayeti yapanlar çoktu. Fakat yalan hadîsler çıkınca râvi belli olsun, meşrebi bilinsin diye ulema senedi zikretmek zorunda kaldı. Bu hususta^Mu-hammed b. Şîrin şöyle diyor: «Biz. fitne, fesatlar kopuncaya, kadar Hadîsi senediyle söylemezdik.»
îşte Ebû Hanîfe Mürsclleri bu mülâhazalar altında kabul etti. Yâni Mürsel Hadîsi rivâvet edenlerin mevsuk olması şarttır. Ebû Hanîfe´ye nisbet olunan Hadîs kitaplarını araştıracak olursak görürüz ki, ona göre Miirsıl Hadis haber-i vâhid ile aynı mertebededir. Mürsel ile haber-i vâhid teâuz edince, iLi haber-i vâhid birbiriyle tearuz ettiği zaman uyulan tercih kaidelerine göre tercih yapmaktadır. Ondan sonra ise Hanefiye uleması Mürsel ile haber-i vâhid tearuz edince ne yapılacağında ihtilâfa düştüler. Bâzıları Mürseli takdim eder, bâzıları muttasıl olan haber-i vahidi takdim eder. Burada söz uzundur. İsteyen yerinde baksın. Zira o
tafsilât Ebû Hanîre´nin tâbi olduğu yolla hiç alâkadar değildir. Onun usulü hakkında bize bir fayda sağlamaz.
130- Ebû Hanîfe´ye Göre Kîtabullahtan Sonra Gelen Delîl Sünnettir
Sünnet hakkında Ebû Hanîfe´nin görüşleri bunlardır. O Sünneti, Kitaptan sonra gelen bir delil olarak alıyor ve onu fıkhına esas yapıyor. Gönlünün güvendiği mevsuk râvilerin rivayetleri \arsa onlara sarılıyor, onların sözlerinde hiç şüpheye yer vermeden delil tutuyor. Sünneti kıyasa takdim ediyor. Haber-i vahid elan Hadîs´leri Kur´ân´ın umumlarından sonraya bırakıyor. Dinde mukarrer bir kaide olup Müslümanların icmâen aldıkları bir .kaide, ile haber-i vâhid tearuz ederse, bunun Peygamber´e nisbeti şüpheli oluyor. Şeriatın sabit ve mukarrer kaidesinden çıkmış şaz bir rivayet olarak kalıyor ve onu almıyor. Böyle yapan yalnız Ebû Hanîfe değildir. Cumhur fukahâ da onunla beraber ayni şeyi yapıyor. Hadis fukahâsınm üstadı olan fmam Mâlik de bunlardandır. Şunu da bilelim ki Ebû Hanîfe; Kitaba, meşhur Sünnete ve mukarreraM dîniyyeye aykırı olmıyan haber-i vâhidleri ve Mürsel Hadîsleri kabul etmekte tereddüt etmez.
——————————————————————————–
[1] Sübut ve delâlet bakımından delilleri ve hükümleri şöyle taksim ederler:
1 – Subutu ve delâleti kat´i olanlardan farz ve haram sabit olur.
2- Sübutu kat´i delâleti zanni Hanlarla vâcib ve kerâhat-ı tahrimiyye sabit olur.
3 – Sübutu zannî, delâleti kafi olanlarla Sünnet ve kerâhat-i tenzihiyye sabit olur.
4 – Sübutu ve delâleti zanrü olanlarla müstahab mendub, sabit olur. Bu gibi ıstılahlar itibarîdir. Mezheplere göre değişir. (Mütercim)
[2] İmam-ı Şa´rânî, Mizan,-c. I, s. 15.
[3] İmam-ı Şa´rânî, Mizanı, c. I, s. 15
[4] İmam-ı Şa´rânî Mizan. c, s. 15
[5] İmam-ı Şa´rânî Mizan. c. I, s. 52.
[6] Fahr´ül-îslâm Pezdevî, Usul,cüz II, Keşf´ül-Esrâr Haşiyesinde s. 681. O adaleti ve memleketlerin ayn ayrı olmasını şart koşuyorsa da Cumhura göre bunlar her eserin şartlarından değildir.
[7] Bak. Keşfül-Esrâr, cüz. III.s, 613.Ulemadan bazısına göre tevatür yakia ifade eder, fakat müjşahade gibi zaruri olarak değil, Allah´ın birliğini tanımak gibi istidlal suretiyle delâlet eder. Diyorlar ki: İlim, mahsus bir emir hakkında yalan üzere ittifaka onları sevkeden bir sebep bulunmiyan habercilerin bildirmeleriyle hâsıl olur. Böyle olan bir şeyin yalan olmıyacağmı biliriz. Doğru olması lâzım gelir. Eğer tevatürle bilinen çey müsahade gibi zaruri ilim olsaydı onda İhtilâf etmezlerdi. Nasıl ki bir şeyin cüzlerinden daha büyük olduğunda, mevcudun ma´dum olmadığında ihtilâf etmiyorlar. Tevatürde ihtilâf edince onun zaruri olmadığı anlaşıldı. Tafsilât için Keşf-ül-Esrâ-r´a bak.
[8] Abdülaziz Buhâri, Keşf ül-Esrâr, cüz. II, s. 990.
[9] îmam Şafiî´nin (İr.mâ´ul-llim) de kaydettiğine göre bu hususta münakaşa yapanlar Basra´lılar .”ir. Diğer taraftan görüyoruz ki, ulema bunu Cubbâî´ye nisbet ederler. Ali Cubbâi üçüncü asrın sonunda, dördüncü asrın başlarında yaşamıştır. Mutezilenin üstadlarmdandır. Haber-İ´vahidi hüccet tutmağı aklen reddeder. Onun şüphesi şöyledir: Şeriatım vâzıı olan Alîahu Teâlâ bu şeriatın şüpheye yer bırakmıyan bir yolla insanlara tebliğe kaadirdir. Zira tebliğin iktizası onun haber-i vâhid gibi şüpheli bir yolla değil, şüphesiz bir surette isbmdtr. Şia´dan bazıları haber-i vâhid. olan Hadîsi hüccet tutmağı, akılla değil, nakli bir delile dayanarak reddetmek isterler. O da Cenâb-ı Halik´m: Bilmediğin bir şeyin izinden gitme!» Ayet-i Kerîmesidir.
[10] Fahr´ül-İslâm Peşrevi Usul, cüz n, s. 717.
[11] Şahveliyyullah Dehlevî, Huccetu´Ilah´il-Bâliga, c. I, s; 143.
[12] Keşfül-Earâr, cüz. H, s. 718.
[13] Tafsilât İçin bak: Keşfül-Esrâr, c. II, s. 698 ve devamı.
[14] Tafsilât için bak: Keşf´ül-Esrâr, c. I, s. 699-700.
Burada şunu da hatırlatalım ki, Amİdî ve İbn-i Hâcib diyorlar ki, muhtar olan İllet nasla sâbitse, kıyas habere tercih olunur. Zannîlikte mü-sâvt olurlarsa müctehid o zaman tevakuf eder, iki nas arasında câri muâ-raza kaidelerini tatbik: eder. İllet eğer müstanbat illet ise haber-i vâhid kıyasa takdim olunur. (Bak: Tahrir, c. II, s. 300).
[15] Keşfül-Esrâr sahibi Hadîsin, kıyasa muhalefetinde icmâi, Ha-dîs-i meşhuru ve Kitabı nesih etmesirâ şöyle anlatır: Her cihetten kıyasa muhalif olmakla zaruret tahakkuk ederse, o zaman haber-i vâhid terk: olunur. Şayet onu alıp da kıyasa terketse. Hadisin Kitabı nâlslh olması icabeder. «Ey basiret sahipleri itibar edin.» Ayeti kıyasla ameli icabeder. Hadis-i meşhuru neshetmesi de Muaz Hadisidir. îcmâa muarız olması da, ümmet kıyasın, hüccet olduğunda müttefiktir. Kıyası reddedenler İlk üç asırdan sonra çıktılar. Onların muhalefetine önem verilmez. Keşfül-Esrâr, c. II, s. 700.
[16] Feth´ul-Kadi rsahibl Kemal b. Hummam´m tahrirî şerhi olan Takrir, c. n, s. 308, bak: Ebû Hasan Kerhî´nin Mezhebi budur. Çokları buna meylediyor ve bunu Ebû Hanîfe´den ve ashabından naklolunanlara uygun sayıyorlar.
[17] Kıyasa muhalif olan Hadisi Ebû Hanife reddeder diyenler bunun Meşhur olduğunu söylerler.
[18] Yukarıda 117 No: Iu bahse ve birinci kısmın (88) No: lu bahsindeki (2) işaretli nota bak.
[19] Fahr´ül-İslâm bu Hadisin asıl kaidelere muhalif olduğunu şöyle anlatıyor:
1- Süt karşılığı olarak bir sâ´ hurma vermeği emrediyor, süt satın alıp teslim aldıktan sonra sağılmıştır. öyle olunca müşterinin malıdır, çünkü müşterinin mülkündedir. Onu ödemek lâzım gelmez, taaddî yoktur. Onu akitle de Ödemez olmaz, çünkü damân-ı akt, teslimde nihayet bulur. Ondan E*:nra hâtal sütleri ödemiyor. Bu daj sonra sağılmıştır.
2- Memedeki süt, karındaki hami gibidir. Daman lâzım gelmez.
3- Mal dahi olsu yapağı gibi satılana tâbidir.
4- Tazmin akd sebebiyle olsa, onun mukabili paradan düşmek lâzım gelir. Taaddî sebebiyle olsa mislini veya kıymetini vermek ister. Her halde hur.nayla ödenmez.
[20] Birineci bölümün (88) No: lu bahsindeki (l)işaretli nota bak.
[21] Bu hadîsin muhalif olduğu Ayet şudur: «Size her kim tecavüz ederse siz de ona size yaptığının misliyle tecavüz edin.» Tazminin kıymetiyle veya misliyle olacağına dâir hadîs-i şerif vardır.
[22] Abdülaziz Buhari Keşfül-Esrâr, c. II, s. 103.
[23] Şahveliyullah Dehlevî, Huccet´ullaiı´il-Baliga.
[24] Şahveliyyullah DehJevî, Huccet´uIIah´İl-Bâliga, c. I, s. 151
[25] Ölüm hastalığında azat edilen altı köle arasında kur´a çekilir, çünkü yalnız ikisi doğrudan azat olur. Ölenin malının 1/3 üne sözü geçer.
[26] Şâtıbî, Muvafakat, c. III, s. 23 Kahire Matbaat´üî-Ticâriye.
[27] şâtıbi, muvafakat, c. III, s. 24. aynı baskı.
[28] İmam Şafiî, El-Risale.
[29] Ebû Yusuf, El-Âsâr, s. 236.
[30] Ebû Yusuf, El-Asar, s. 41. Heysem Tebe-i Tâblindendir. Zeyd b. Enlse 124 veya 125 senesinde ölmüştür. Tebe-i Tâbiîndendir. Aradaki boşluğa bakın.
[31] Ebü Yusuf, El Asar, s. 5 7. Senetteki ibrahim, Hammâd´m üstbdı elan İbrahim Nahaî´dir. Tâbiîndendir, Hammâd da Ebû Hanîfe´nin üstadi* Hammâd b. Ebî Süleymandır.
[32] Ebû Yusuf, El-Asar, s. 89.
[33] Ebû Yusuf, El-Asâr, a. 116. –