90- Ona Sorulanların Çokluğu:
Minhecül-Ahnrted yazarı, İmam Ahmed´in fıkıhtaki mevkiini anlatırken şunu nakleder: «Abdülvahap Varrak demiş ki: «Ahmed b. Hanbet´in bir benzerini görmüş değilim.» Onun ne gibi üstünlüğünü gördün demişler. Cevap vermiş: «Adama 60.000 mes´ele soruldu, hepsine de filandan dinledim filan haber verdi, diye cevap verdi.»
Bu söz iki şey gösterir:
1- Sorulan fıkıh mes´elelerinin çokluğu, altmış bin kadar sayısı, az değil. Bunda mübalağa olduğu belli, fakat mübalağayı hesaptan düş-sek, yine az kalmaz. Demek Ahmed´e bu kadar çok mes´ele soruluyor. Horasan ve Horasan´dan ötesi, Irak, İran ve bunların dolayında olan Müslümanlar, Ahmed´in şöhretini duymuşlar, onun takvasına,doğrulu-ğuna inançları tam, onu soracak en emin kimse buluyorlar ve ona koşuyorlar, o da sorulanlara cevap veriyor. Altmış bin adedini mübalağalı buluyoruz, fakat sorulanların çok olduğunda şüphe yok.
2- Onun fetvaları Hadis-i şerife, selefin âsâr ve fetvalarına dayanmaktadır. Bu hususta bilgisi çok derin; o bir ilim hazinesi gibi, rivayet ilminde onun eşi yok. Hz. Peygamberin Hadisleriyie fetva veriyor, ashabın, tabiinin kavilleriyle fetva veriyor. İhtilaflı olanlardan kuvvetli bulduğunu seçiyor, seçmeye yol bulamazsa mes´ele hakkında iki kavil var deyip kesiyor. Tabiilerin kavillerine başvuruyor veya âsâra tabi olan bir müctehid fakihin görüşünü alıyor. Mesela İmam Malik, Evzaî ve diğerlerinin kavillerini alıyor, ancak bunda bir mukallid değil, bid´atçı olmayayım diye onlara tabi oluyor.Onun ictihad ettiği mes´eleler de pek az değildir. Kendisi dinde ihtiyatlı olduğundan başkalarının görüşü ile kendi görüşünü pekiştirmek isterdi, bid´atçı olmaktan çekinirdi. O Sahabe izinden giderdi. İbni Kayyım, onun içtihadı hakkında şöyle der: «Onun fetvalarını takdir ederler. Onların nasslara ve sahabe fetvalarına ne kadar yakın olduğunu bilirler. Onun fetvalarıyla sahabe fetvalarını mukayese edenler birbirlerine ne kadar benzediklerini görürler. Sanki hepsi aynı ışıktan çıkmış. Eğer sahabe bir mes´elede ihtilaf etmişse, ondan da iki rivayet bulunur.»
91- Takdiri Meselelere Gerek Var mı, Yok mu
İmam Ahmed, fıkıhta, bid´attan uzak kalmak İçin, ancak vuku-bulmuş mes´eleler hakkında fetva verirdi. Olmamış bir mes´elenin hükmünü bilmeğe gerek yok ki, fetvaya ihtiyaç duyulsun. Ancak sünnet ve sahabe fetvaları bunun dışındadır. Çünkü onları bildirmek rey ile fetva vermek değil, Sünneti ve selef ilmini neşretmektir. Çünkü onların fetvaları, olmuş işler hakkındadır. O da onlara uyarak takdiri fıkıh yolunu tutmadı. Halbuki Ebu Hanife ve talebeleri takdiri fıkıh yolundaydılar. Olmamış mes´eleleri çözüme bağlarlardı, İmam Ahmed, takdiri fıkhı bela gelmeden Önce, onu bir nevi davet sayardı. İmam Şafiî´nin kitaplarında da takdiri mes´eleler bulunur. Onun kitaplarında nakil olunanların içinde bir çok farazi mes´eleler görürsün, bunu kıyas için usul ve kaideler vaz´ederken, kıyasları seçmek için yapar.
Takdiri fıkhın bazı iyi yönleri vardır, ancak bunda olmıyacak mes´eleleri, olması çok uzak ihtimalleri, var farzederek çözüm aramak, münakaşa etmek gereksizdir, boşuna vakit israfıdır. Kıyascı imamların sonra gelenleri, bunu yaptılar. Hanbeli fıkhı ise, imamları takdir fıkhından kaçındığı ve fıkhl esere dayalı olduğu için, bundan uzak kaldı, ancak vaki olan mes´eielere çözüm aradı. Ancak sonraları onlar da mes´ele tefrii ile meşgul olmağa başlayıp mezhebin kaidelerine göre yeni mes´eleler ortaya çıkınca, farazi ve takdir yolunu tuttular. Çünkü fıkıhta mes´ele tefrii bununla tamamlanır. Ancak bu farazi ve takdir mesleğinde, diğerleri gibi aşırı gitmediler, fazla derine dalmadılar. İbnİ Kayyım bu konuda şöyle der
«Fetva isteyen kimse, vuku bulmamış bir mesele sorarsa, ona cevap vermek müstahab mıdır, mekruh mudur, yoksa muhayyer midir Bunda üç kavil vardır: Seleften çoğundan rivayet olunduğuna göre,
İmam Ahmed vuku bulmadan bir mesele hakkında konuşmazdı, seleften birine bir mesele soruldu mu: «Bu iş vuku buldu mu » derdi. Eğer: «Evet» derse o zaman cevap verirdi. Vuku bulmamış ise: «Öyleyse bizi rahat bırak» derdi. İmam Ahmed talebesine şöyle demiştir:
«Rehberi olmıyan bir mes´elede sakın konuşma. Eğer bir mes´ele hakkında Allah´ın kitabından, Peygamberin sünnetinden bir nass varsa veya sahabeden bir eser bulunursa, onun hakkında konuşmak mekruh olmaz. Eğer nass veya eser yoksa, eğer o olması uzak, veya vuku´u takdir edilmiş bir şey ise, ona dair konuşmak müstahab olmaz. Vuku´u nadir veya uzak değil de soranın maksadı, vukubulduğu zaman hazırlıklı olayım diye bilgi edinmekse, o zaman cevap vermek müstehab olur….»[1]
İmam Ahmed, vuku bulmamış mes´elelere cevap vermekten çekindi. Ebû Dâdu şunu nakleder: Ona böyle bir mes´ele sorulmuş, sorana: «Bırak bu gibi sonradan çıkma şeyleri,» demiş. Bununla beraber ondan sonra talebeleri fıkıhta gerektiği kadar mes´ele takdir ettiler, mezhebin mantığına uyan kaideler ve usul yürüsün diye bu mesleği
´tuttular.
92- Soranlar Çoktu, Takdir-i Fıkha Gerek Kalmadı:
İmam Ahmed, fıkıhta mes´ele farz ve takdir etmeye yer vermedi. Halbuki fukahanın şeyhi Ebû Hanife bu yolu açmıştı. İmam Ahmed, mes´ele takdir ve farz etmeye vakit bulamadı, buna gerek kalmadı, çünkü İslam ülkelerinin her yanından, uzak yakın demeden, bir çok yerlerden, olmuş sayısız mes´eleler soruluyordu. Horasan, İran, Suriye, Haremeyn-i Şerifeyn ve diğer yerlerden soranlar çoktu. Çünkü şöhreti her yerden duyulmuştu. Meşhur olma betası onu bulmuştu.
Bildiği âsârla cevap veriyor, gerekince rey ve kıyasa başvuruyordu.
Ancak kıyas eserin benzeri oluyordu. Onun ışığı eserdi.
Vuku´u beklenen mes´elelere dair hüküm vermek, fıkha bir mazbut hal veriyor, onu muhkem bir şekle sokuyorsa, vaki olan mes´elelere fetva vermek de, fıkha bir hayatiyet, kuvvet ve canlılık kazandırır, onu hayata sokar. Onun için Hanbeli fıkhı yaşayan, diri, canlı bir hal aldı. Eser fıkhı olduğu için selefin, şanlı ululuğunu taşırdı. İmam Ahmed, Hadis ve âsâr ile yoğurulduğu için, fıkhının bu yönü kuvvetlidir.
93- İbadet ve Muamelatta Asıl:
İmam Ahmed in fıkhında âsâra bağlı olması, onun fıkhını donmuş bir hale sokup hayattan ve hayatın ihtiyaçlarından uzaklaştırdığı zannına, okuyucu kapılmasın. Gerçek bunun tersinedir. Şöyle ki «İbadetlerde zaten nasslardan başka bir şeye gerek yok. İbadetlerde kıyas yürümez, muamelatta olduğu gibi, kıyasa yer yok. O, İbadetlerde âsâra sarılmak suretiyle, bir din alimine yakışanı yaptı. Muamelata gelince, haram ve günah konusunda nasslara, selefin asarına sımsıkı uymuştur, Allah´ın haram kıldığını helal, helat kıldğını haram saymaktan şiddetle kaçındı. Delilsiz hükümden çekinmiştir. Haram, helal, mubah nassla sabittir. Selefin yolu budur. Bir şeyin haram veya helal olduğuna dair nassdan (kitap ve sünnetten) bir delil yoksa, o af edilmiş, bağışlanmış sayılır, onda günah yok demektir. İbni Kayyım bu konuda şöyle konuşur:
İbadette asıl olan butlandır, emir olunduğuna dair delil bulunmadıkça. Muamelat ve akidlerde de asıl sahih olmaktır, batıl ve haram olduğuna dair delil bulunmadıkça. Bunun böyle farklı olmasının sebebine gelince: Allah Teâlâ´ya ibadet ancak onun Peygmberleri vasıtasıyla emir buyurduğu şekilde yapılır, İbadet, kulların Allah´a karşı bir haklarıdır. Bu hak, onun hakkıdır. Rızası bunadır, başkasına ibadet olmaz. Muamelâta ve akdlara gelince, bunlar mubahtır, haram edilmedikçe helaldir. Bu iki asla muhalefet ettiklerinden dolayı, Allah Teâlâ müşrikleri kınamıştır: Onlar Allah´tan başkasına tapıp şirk koştular, onun haram kılmadığını haram, helal kılmadığını helal saydılar. Gerçekte helal Allah´ın helal kıldığıdır, haram da onun haram kıldığıdır. Allah´ın hakkında bir hüküm beyan etmeyip meskût bıraktığı.bir bağıştır, mubahtır.»[2]
94- Muamelatta As.l S.hhatt.r, Sözleşme Serbestisi var:
Hanbeli mezhebinin muamelâtta asıl saymış olduğu bu fikir, çok geniş bir görüştür. Haram olduğu nassla bildirilmeyen bir şey, mubahtır, buna İbahai Asliye denir. Eşyada asıl olan mubah olmaktır. Buna göre İslam mezhebleri arasında, Hanbeli Mezhebi kadar muamelâta serberstlık veren yoktur. O mukavele serbestisi, sözleşme hürriyeti getirmiştir. Ticarette taraflar istedikleri, uygun gördükleri şanları konuşabilirler. Bu mezheb, başka fukahanın kabul etmediği şartları kabul eder, böylece kabul ettiği asla saygılı kalarak, tarafların koştukları her şarta uymalarını ister. Ancak dinin haram kıldığı şartlan, tabii tanımaz. (Bugünkü ticarete yarayan şartları tanır. Hanefi mezhebi akdler-dekı şartlarda çok sıkıdır.» Bu mezheb ıbahaı asliyeyi temel aldı. Yani kitap ve sünnetten taleb veya men, emir ve yasak yollu hakkında bir delif olmayan herşeyt mubah saydı. İnsanlara kolaylık gösterdi, (baha veya afv halini aldı, ıstıshabı delil tutup bir şeyin halı üzere kalması esastır, dedi. BerâeH asliye delilim aldı. Bunlar hep insanlara kolaylık içindir. Böylece akla dayanarak rey ve kıyas yolunu tutan diğer mezheb-lerin göstermediği genişliği, esere dayanan bu mezheb göstermiş oldu. Evet, nassa ve esere dayanma bir yandan isfınbatı yanı hüküm vaz etmeyi güçleştirirken diğer yandan da haram kılmayı da güç kıldı, nassa dayanmadan rastgele haram demek yok. Men´ı kapısı daraldı, ıcab kapısı da pek geniş değil, helâl, müban ufku açık, bunu akdler bahsinde açıklayacağız. Caiz veya memnu´ olan şartlar konusunda hüküm çıkarma yolunu geniş tutanların yaptıkları kıyaslar, onları, şartlan sıkmaya itti, zorladı. Bu ise muamelâtı daralttı, güçlükler doğurdu. Hangi şart caiz, hangi şart yasak, bu konuda hüküm ıstmbatını dar tutan Hanbelı mezhebi şartlan takyıd etmeğe yol bırakmadı, fazla müşkilata meydan vermedi. Ortada aslı üzere ıbahe ıtlak serbesti kaldı, tarafların rızası ile ilzam ve iltizam muteber tutuldu.
95- Maslahat Delilini
Ahmed b. Hanbel, nass veya tabi olunacak bir eser bulamadığı zaman, maslahat deliline göre fetva verir. Çünkü şeriat, maslahat delilini muteber saymıştır. İslam kaynaklan onu gözönünde tutmuştur. İmam Mâlik gibi o da maslahat delilini aidi. Ancak onu Mâlik kadar çok kuvvetli saymadı, Malikiler gibi onu nasslann önüne çıkan bir şey saymadığı gibi, Şafiîler ve başkaları kadar da onu dikkate almamazitk yapmadı. Evet, Hanbelilerden maslahat deliline itibarda ileri gidenler var, hatta onunla nasslann önüne durdular, icma teyid etsede maslahatla nassı tahsis ettiler. Maslahat Rizalesi sahibi Necmeddin Tufî bunlardandır. Belki bu tutumda böyle ileri giden yalnız odur. O genel olarak Hanbeli fıkhını temsil etmez de, özellikle İmam Ah-med´in görüşünü hiç temsil etmez. İleride yerinde bu görüşü münakaşa edeceğiz ve Tufı´nin bu görüşünün İslam fıkhında şaz olduğunu, tek kaldığını, bununla Hanbeli ve Mâliki fıkhı dışına çıktığını açıklayacağız.
96- Sedd-i Zerai Delilinin Önemi:
Hanbeli fıkhı, Sedd-i Zerâi delilini de çok kullanır. Vesileler gayenin hükmünü taşır, mukaddimeler neticenin hükmünü alır. Hanbeli fıkhı bu konuda kapılarını, ondan önceki fıkıhlardan çok daha geniş açtı. Bu geniş fıkıh görüşü, Hanbeli mezhebini diri, verimli, geniş tasarruflu, bir hale koydu. Ona canlılık, hayata uygunluk verdi, donuk halde bırakmadı. Olayların oluşunu, zevahirini gözetti, onların sebeplerine gayelerine göre hüküm vermesini bildi. Bu konuda şafn mezhebinden pek açık bir surette ayrıldı, arada fark büyüktür. Zira şaffl mezhebi, akdlere ve insanların tasarruflarının zahirine maddi bir nazarla bakıp onları sadece ibarelerin delâlet ettiği şekilde yorumlarken, onlar haram mı, helal mı diye sebeplerine, gayelerine, neticelerine bakmazken; Hanbeli mezhebi, real bir görüşle, işlere ve sözlere sebeplerine göre baktı, gayelerini, doğacak neticeleri dikkate aldı. Zannı galibi bile hesaba kattı. Helal veya haram olsun, sebeplere neticelerin hükmünü verdi, vesileler maksadın hükmünü aldı. Sözün açıkçası, Hanbeli fıkhı esere dayalı olmakla beraber genişlik getiren ve verimli bir mezhebdir.
——————————————————————————–
[1] İbnı Kayyım, riâmül-MuvaKkiîn, c.lV, s. 193.
[2] İbnı Kayyım, riâmül-MuvaKkiîn, c.lV, s. 300 –