1- İmam Ahmed Münakaşadan Uzak Selef Yolunu Tuttu:
Ahmed b. Hanbel, eskilerin Mİlel ve Nihal dedikleri, çeşitli milletlerin dinlerini, muhtelif fırkaları araştırma ile meşgul olan kimselerden değildi. Strf aklî ilimlere dayanan çalışmalara da o kadar önem vermezdi. O kitap ve sünnete, Kur´an ve Hadise dayanan ilimlerle meşguldü. Hiç bir suretle münakaşa ve niza1 ile meşgul olmayı asla kendine yakıştıramazdı. Ona göre, cedel ve münakaşa hakikati gölgeler, siler. Gerçekler, söz çekişmeleri, beyan kavgaları içinde erir gider, O, ilmî hakikati öğrenmek, gerçeği anlamak, âsâr ilmini araştırmak için öğrendi. Üstün gelip başa yumruk atmak, askerlerin kılıç ve süngüyle çatıştıkları gibi, sözle çatışmak için tahsil yapmadı. Kim bu din ilimlerini münakaşa için elde ederse, dinini düşmanlıklara hedef yapmış olursa, yaralayıcı oklara maruz bırakır. Sünnet İmamı Ahmed, (Allah ondan razı olsun) bu gibi şeylerden çok uzaktır.
İmam Ahmed, sünnet çalışmalarına başladığı, Hz. Peygamber aleyhisselâmdan naklolunan eserler yoluyla din ilimlerine ve fıkha vâkıf olduğu zamanlar, etra/ında inanca dair kelam münakaşaları yapılıyor, hilâfet işlerine ve geçmiş halifeler ile ashabdan hangisinin daha faziletli olduğuna dair mübahaseler, cedeller oluyordu. İmam Ahmed bu münakaşalara katılmaktan çekiniyor, bu işe dalanları, daldıkları şeyde bırakıyordu. Herkes kendi yaradılışına göre iş görür. Bu münakaşacıları her biri aklısıra İslama bir iş görüyor. Bakarsın sonu güzei çıkar, iyi meyve verir. Bakarsın sonu kısır çıkar, bir hayır getirmez. Bazısının günahı faydasından daha çok, şerri, hayrından daha büyük olur!..
Fakat zaman ve şartlar İmam Ahmed´i daldığı bu din ilimleri dünyasında kendi halinde, ihtilâf çalkantılarından uzak, pis arzuların çekişmesinden azada, fikir sürtüşmelerinden vareste, sakin âleminde bırakmadı. Muhtelif âmillerin akıntısı, onu da başkalarının daldığı yere sürükledi. Bu âmiller edebi ve manevî idi, sonra maddî oldu, meselâ Halife Me´mun, diğer fukaha ve Hadis âlimleriyle birlikte onu da kuvvet zoru ile, Kur´an Mahlûktur demeye, ister istemez bunu söylemeye zorladı. Me´mun´un zannına göre, bu sözü söylemek din icabıdır, Me´mun´un bunu kabullenmesi gerekir. Sonra mü´minlerin emîri olanın hak bildiği bir şeyi ister istemez söylemeye zorlaması da onun vazifesidir,
– İmam; Ahmed, Me´mun´un bu sözünü söylemeyi reddetti. Ondan sonra gelen´ iki halife, Mu´tasım ve Vâsık devirlerinde de bunu söylemeye yanaşmadı. Bu yüzden yukarıda anlattığımız gibi, o acıklı ve felâketler, belâlar başına geldi. Ondan sonra sünnet imamı oldu, bütün ehl-i sünnet cemaatleri için bir sığınak, bir merci´ sayıldı herkes ona başvurarak Selef-i Salih´in ahvalini, onların sağlam akidelerini, iman edilmesi farz olan şeyleri ondan öğreniyorlardı. Böylece Selef-i Salih´in görüşleri çerçevesinde kalarak, çağdaşlarının kendilerine aşılamak istedikleri sapık inançlardan, kötü şeylerden korunmuş ve kurtulmuş oluyorlardı. İmam Ahmed, Selef-i Salih´in temiz âkidesini, münakaşalara karışmadan beyan etmeye başladı. Onun vazifesi irşaddı. Doğru inancı beyan ediyor, ortaya çıkarılan sapık fikirlerin batıl olduğunu söylüyordu. Bunları bid´at sayıyor, onları reddedip kabul etmemeyi öğütlü-yordu.
İşte bu sebeplerle onun inanca dair görüşleri ortaya çıktı ve onlar naklolundu. Fıkhında selef yolunu tuttuğu gibi, bunlarda da selef yolunu tuttu, Ayet-i Kerime´de geçtiği üzere fitneye kapılarak veya te´vil sevdasına düşerek Müteşâbih olanlara tâbi´ olmuyor. Kur´an-ı Kerim ve Hadis-i şerifte beyan olunduğu üzere, o gibi hallerde «onlara iman ettik-hepsi Rabbimiz indindedir» diyordu. (Al-i İmran Suresi)
2- Hadis Uleması Ve Ashab Hakkında Görüşleri:
İmam Ahmed de, sünnet ulemasının ekserisi gibi, Ashab-ı Ki-ram´a layık oldukları mevkii veriyor, onlardan hiçbirine dil uzatmıyor, kötülemiyordu. Çünkü onların her birinin Hz. Peygamberin huzurunda bulunma şerefi vardı, onun meclisinde oturmuşlar, onun güzel hidayet ve irşatlarından istifade etmişlerdi. Sonra bu sahabenin ilmini alıp onlara uyan tabiinin yolunu tutardı. Siyasete dalmazdı. Hükümdarlara bağlanmazdı. Tabiin gibi ilme sarılmıştı. Nasıl ki, tabiin, Hulefai Râşi-din´den sonra gelen hükümdarların idaresinden hoşnut olsunlar, olmasınlar ona bakmaksızın , ilimle meşgul oldular. Hasan Basri, Sa´id b. Müseyyeb ve diğer bazı âlimler, Emevî idaresinden memnun olmadıkları halde, yine onlara itaat ettiler, sükûn içinde yaşadılar, cemaatten ayrılmadılar, ilimle meşgul oldular, insanları irşad ettiler.
İşte İmam Ahmed´in tuttuğu yol böyledir. Siyasete karışmamak, devlete karşı gelmeye teşvik şöyle dursun, böyle yanlış bir ayaklanmaktan halkı sakındırmak. Fakat o zaman ortada birşey dolaşıyordu, hattâ bu, günün konusu olmuştu: Ashab arasında hangisinin daha faziletli olduğunu çekiştirmek. Her yerde, her toplantıda bu konuşuluyordu. Hattâ Halife Me´mun kendisi bile münazara meclislerinde bunu ortaya atıyor, Hz, Ali´nin (Allah ondan razrolsun) diğer ashabdan daha faziletli olduğunu beyan ediyor, buna karşı gelenlerle münakaşa yapıyor, tartışıyordu. Hz. Ali´ye bağlılığını fiilen de gösterdi. Nasıl ki, kendisinden sonra hilâfeti Hz. Ali evlâdından birine bırakmak üzere onu veliahd gösterdi. Ancak veliahd gösterdiği zatın,, kendisinden önce ölmesiyle bu iş kapandı. Belki de bu eğiliminden dönmüş olacak ki, hilâfeti kendisinden sonra kardeşi Mu´tasım a bıraktı.
İmam Ahmed, Hadis ilminde imam olunca, ashab hakkında Selef-i Salih´in yolunu tuttu ve ashabın hangisi daha faziletlidir suali ortada dolaştığından, buna dolaylı cevap olsun diye, ashabın derecelerini ve mevkilerini beyan etti. Hilâfete geçme yollarını, onlara itaatin lüzumunu, halifelere karşı ayaklanmanın caiz olmadığını, isyanın ve fitnelerin zararlarını anlattı. Böylece onun inanca ait görüşlerini, siyasete ait görüşlerini bunlarda görüyoruz. Öyleyse onları kısaca beyan edelim:
3- İhtilâf Konusu Olan Mes´eleler:
Bu çağda İslâm inancıyla ilgili bazı mes´eleler ortaya atılıyordu. Bunu yayan büyük İslâm fırkalarıydı, bunları İslâm cemaatleri arasında yayıyorlardı. Halk ise yalnız fıkıh ve Hadis âlimlerine itimad ederdi, onlardan başkalarına sormazlar ve inanmazlardı. Başkalarının o gibi şüpheleri çözeceklerine güvenleri yoktu. Ortadaki mes´eleler şunlardı: İmanın hakikati nedir Kudret ve irade, insanların fiilleri, Allah´ın iradesi yanında kulun iradesi yani külli ve cüz´i iradeler, günahın iman yanında yeri ve tesiri,büyük günah işleyen kimse ehli kıbleden midir Cennet´e mi, yoksa cehenneme mi girecek, Allah´ın sıfatları,., başlıcaları bunlar. Bir de mes´eleler mes´elesi yani asıl asrın baş mes´elesi olan ve İmam Ahmed´i acılara boğan Kur´an mahlûk mu mes´elesi, ondan sonra ahirette Allah´ı görmek mes´elesi ki, bunları beş mes´ele halinde özetlemek mümkün. Şimdi onları sıra ile ele alalım ve İmam Ahmed´in bunlar hakkındaki görüşünü açıklamaya çalışalım:
A- İman
4- İmanın Hakikati Nedir
Bu mes´eleyi öne aldık. Çünkü bu etrafında münakaşalar yapılan, bir mes´ele halini aldı. Muhtelif fırkalar onu ortaya attı. Cehmiyye´ye göre iman: marifettir, Allah´ı tanımaktır, amel bulunsa da olur. Amel imanda dahil değildir. İz´anın vücubunu tasrih etmezler. Mu´tezile´ye göre imandan bir cüzdür, öyleyse büyük günah işleyen kimse mü´min´ değildir, Allah´ın birliğini ve Hz. Muhammed´in hak peygamber olduğunu tamsa bile mü´min sayılmaz, fakat, kâfir de değildir, iman ile küfür arasında bir menzile de, ara duraktadır. Haricilere göre amel imandan bir cüzdür, öyleyse günah işleyen kimse mü´min değildir, o kâfirdir.
Durum böyle olunca, fıkıh. Hadis âlimleri de bu mes´eleler hakkında kendi usullerine göre elbette konuşacaklardır. Onların yolu belli, mücerred akla dayanmaksızın kitap ve sünnete itimad etmek, Onlar da aralarında pek büyük fark olmamakla beraber, ihtilâf ettiler. Ebû Hani-fe´ye göre iman: Kesin itikat ve iz´an, kalbleşehadeti di! ile söylemektir.
Yani kalble tasdik, dil ile ikrardır. Amel imandan cüz değildir. İman bir bütündür, mücerred bir hakikattir, varsa tam olarak bulunur, ziyade ve noksanlığı kabul etmez, ne artar, ne eksilir. Hz. Ebû Bekir´in imanı da diğer insanların imanı gibidir. Fakat o amel ile diğer insanlardan üstündür, faziletlidir. Diğer aşerei mübeşşere ile birlikte Hz. peygamber onu cennetle müjdelemiştir. Mü´minlerin dereceleri birbirinden farklıdır, bu da amel ile, Allah´ın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakla olur. İmam Mâlik ise şöyle demektedir: İman tasdik ve iz´andır. Fakat artar. Çünkü Kur´an-ı Kerim, iman eden kullardan bazısının imanının arttığını haber Veriyor. O baştan imanın azaldığını da söylüyordu. Fakat baktı ki, Kur´an imanın sadece arttığını haber veriyor, imanın azaldığını haber vermiyor. Onun için sadece artar, dedi. Ve başka birşey söylemedi.
5- Onun İman Hakkında Görüşleri:
Ahmed b. Hanbel (Allah ondan razı olsun) bir çok yerlerde tasrih etmiştir ki: İman ikrar ve ameldir. Artar ve eksilir. İbnî Cevzi, Menâkıb´de İmam Ahmed´in şöyle dediğini nakleder: «İman kavil ve ameldir, artar ve azalır. Hayırların hepsi imandandır. Günahlar imanı azaltır. Ehli sünnet ve cemaattan olan mü´minin vasıfları şöyledir.: Allah´tan başka hiçbir Tanrı olmadığına, Onun ortağı bulunmadığına şehâdet etmek, Hz. Muhammed´in Onun kulu ve peygamberi olduğuna inanmak, bütün peygamberlerin getirdiklerini kabul etmek, diliyle söylediği bunların hepsini kalbiyle de tasdik etmek ve bu imanına asla şüphe karıştırmamak.”[1]
Başka yerde şöyle der: «İman kavil ve ameldir, artar ve eksilir. Artması iyilik yapmakladır, kötülükle de eksilir. Kişi imandan çıkınca İslamda kalır. Eğer tevbe ederse yine İmana döner: Kişiyi, İslamdan ancak Allah´a şirk koşmak çıkarır veya Allah´ın farzlarından birini inkar ve reddetmek çıkarır. Eğer farzlardan birini ihmalden veya üşenerek terk ederse , o Allah´ın dilemesine kalmıştır, dilerse azab eder, dilerse bağışlar.»[2]
Bu sözden çıkan netice şudur ki, ortada üç şey vardır: İman. İslâm, küfür. İslâm, iman ile küfür arasında kalmaktadır. Ve bu iman ile isyanın bir arada bulunamıyacağına işarettir.
Buna göre bir kimse isyan eder, günah işlerse, müslümandır, fakat ona mü´min denemez. Bu konuda o, Mu´tezile´ye biraz yaklaşıyor, fakat derhal de uzaktlaşıyor, zira Mu´tezile´ye göre âsi ve günahkâr olarak ölen bir kimse, ebedi surette cehennemde kalıcıdır. İmam Ahmed ise, günahkâr olarak ölen müslümanın işini Allah´a bırakıyor, Allah dilerse affeder, dilerse azap eder, onun işine karışılmaz. Böylece Mu´tezile´den ve onların görüşünde olanlardan uzaklaşmış oluyor, doğrusu da budur.
İmam Ahmed, herşeyde olduğu gibi, bu konuda da nasslara, Kur´an ve Hadisin metinlerine dayanmaktadır. O bu iki esastan başka birşeye itimad etmez, onların gösterdiği yönde yürür ve onlar nereye götürürse, o, oraya varıp durur.
B- Büyük Günah İslemenin Hükmü
6- Günah İşleyenler Hakkındaki Görüşleri:
Büyük günah işleyen bir müslümanın durumu, âlimler arasında, ihtilaflı bir mes´eledir. Hariciler günah işleyeni kâfir sayarlar. Tabiinden olan Hasan Basri onu münafık addeder. Mu´tezile´ye göre o kimse imandan çıkmış, küfre de girmemiş, bu ikisi arasındadır, buna Menzile beyne Menzileteyn derler, onu müslüman sayarlar, mü´min demezler. O kimse ebedi cehennemdedir. İmam-ı A´zam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şafiî onu mü´min sayarlar ve işini Allah´a bırakırlar, dilerse bağışlar, dilerse azap eder.
Mürcie şöyle der: İman olduktan sonra ma´siyet ve günah zarar vermez. Nasıl ki, küfür olunca taat ve sevap fayda vermez. Allah´ın rahmeti her şeyi kapsamıştır. Böylece Mürcie, facirler, günahkârlar için kapıları ardına kadar açmış oluyorlar. Milal yazan Şehristânî bunlar ehli sünnet Mürciesi, diyor. Bunların görüşü biraz, Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî (Allah onlardan razı olsun) görüşlerine benziyor. Onlarca da günahkârın işi Allah´a havaledir, ona kalmıştır. Dilerse bağışlar, dilerse azap eder.
İmam Ahmed {Allah ondan razı olsun) geçmiş fukaha ile beraberdir, yolu onlardan ayrılmış değildir. Bu hususta ondan naklolunan sözler çoktur. O mü´minin vasıflarını sayarken şöyle diyor: «O bilir ki; gizli işler Allah´a aiddir, emri Allah´a havaledir. Günah işlemekle Allan indinde masum olmaktan kopmuş değildir. Her şey Allah´ın kaza ve kaderiyledir. Hayır, şer hepsi Allah´dandır. Ümmeti Muhammed´den iyiler için Allah´dan ümit kesilmez. Kötülük işleyenler de Allah´ın azabından emin olamaz. Mü´min ümid ile korku arasında bulunur. Allah cennetine koyarsa bu onun ihsanıdır, azap ta günah işlemesiyle değil. Allah dilediğini dilediği yere koyar.»[3]
Başka bir yerde şöyle demektedir: «Ehli kıbleden hiçbir kimsenin işlediği amel dolayısıyla cennete veya cehenneme gireceğini söyleyemeyiz. Salih olanlar için iyilik umarız, kötülük yapan günahkârın sonundan korkarız, onlar için Allah´ın rahmetini dileriz. Bir kimse, günahta ısrar etmeyerek tevbe etmiş olduğu halde günah ile Allah´ın huzuruna giderse, Allah onun tevbesini kabul eder, çünkü Allah kullarının tevbe-sini kabul edici, günahlarımda bağışlayıcıdır, Bir kimse dünyada iken işlediği kabahattan, günahtan dolayı hak ettiği için had cezası vurulmuş olduğu halde Allah´ın huzuruna giderse, onun işi Allah´a kalmıştır. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar.»[4]
Düstur´ül-İman´da şöyle der: «Ehli tevhidden hiçbir kimse kâfir sayılamaz, büyük günah işleseler bile!»[5]
Ondaki müsamahaya bakın ki, bu konuda şu akılcı geçinen Mu´tezile´ye çıkışıyor, onların günah işleyenleri kâfir saydıklarını naklederek
diyor ki:
«Şu Mu´tezile´ye gelince, ehli ilimden gördüklerimizin hepsi ittifak ediyor ki, onlar günahtan dolayı kâfir sayıyorlar, tekfir ediyorlarmış. Onlardan böyle düşünenlerin zannına göre: Hz.Adem kâfir, babalarına yalancıktan yalan söyledikleri için Hz. Yusuf´un kardeşleri kâfir oluyorlar demektir. Mu´tezile ittifak ediyor ki, bir habbe-tane çalan cehennemdedir, karısı ondan boş düşer, eğer hac etmiş ise yeniden hac´a gitmesi gerekir…»[6]
İmam Ahmed´in, Mu´tezile hakkındaki görüşlerini araştırma durumunda değiliz. Mu´tezile´yi bu kitaptan başka bir yerde kısaca anlatmış bulunuyoruz. [7] Bu görüşün gerçeği ne olursa olsun, gerçek olan birşey varsa, o da İmam Ahmecfin ehli kıbleden hiç bir kimsenin günahı sebebiyle cehennemde ebedi olarak kalmıyacağı görüşüdür. İmam Ahmed (Allah ondan razı olsun) günahkârların işi Allah´a kalmıştır, der.
Dilerse günahlarından vazgeçip affeder, bu da onun lütuf ve rahmetidir, yoksa mecbur değil. Dilerse azap eder.
7- Namaz ve Terki Mes´elesi:
Bazı nakillerde onun namazı terkedenin inkarcı olduğunu söylediği (geçiyor. Günahların içinden bu günaha böyle bir hüküm getiriyor ve şöyle diyor:
«Ameller içinde terki küfür olan namazdan başka birşey yoktur. Onu terkeden münkir olur. Allah onun kanını helâl kılmıştır.»[8]
Bu sözde birşarabet var. Yalnız namazı seçiyor, bu naklolunuyor, fakat senedi yok. Belki de bundan maksat, inkar sezgisi veren sürekli terketmektir. Kesin surette sabit dini rükünlerden birini terkeden kimse müslümanların icmaile kâfirdir. Çünkü Hz. Peygamberin getirdiği birşeyi inkâr ediyor demektir. Bu sözünü umumi olarak alırsak o zaman bu ayrıcalığın sebebi şudur: Namazın farz olması umumîdir, asla sukutu kabul etmez. Akşam, sabah, gündüz, gece yapılan bir ameldir. İslâmın şiarıdır, ilân edilmesi, açıklanması gereken bir din şiarıdır. Müstümanı kâfirden ayırt eden bir belirtidir. Camiye gelmeyen, namaz kılmayan, onu umursamayan kimse, İmam Ahmed´e göre müslüman zümresinden sayılmaz. Görüşünü sununla destekliyor: Riddet zamanında ezan, mürtedlerin tövbe ettikleri alâmeti sayılmıştır, ezanın duyulmaması inkar alâmeti idi. Ezan namazı ilân ve ona davettir. Namaz İslâmın belirtisidir, İslama delâlet eden bir alâmet bulunmayan yerde o İslâmın unvanıdır.
Bizim, İmam Ahmed´den naklolunan bu sözü yorumumuz böyle. Onu biraz anlayışa yaklaştırmak istedik, aslında bu nakil zaten biraz gariptir.
C Kader Ve Kullar´ın Tüller! (El ´Al-İ Bad)
8- Kadere İman Hakkındaki Görüşleri:
İmam Ahmedin hayatında en seçkin olan şey. Allah´ın hükmüne mutlak surette teslim olup bağlanmasıdır. O Cenab-ı Hak´kın kaza ve kaderine tamamiyle boyun eğmiştir. Gâib ve hâzırda, geçmiş, gelecek her işde umurunu Yüce Rabbına tevekküle tefviz etmiştir. Fakat, bu hususta tedbiri de elden bırakmaz, her işde gereken hazırlığı yapar. O kuru ümidlere bel bağlayıp çalışmadan hazır bekleyenlerden değildir. Çalışır, elinden geleni yapar ve rabbına tevekkül eder. Kadere inanan bir mü´mindir. Hayır ve şer. kaderle olduğunu bilir. Kadere, hayır ve şerrin, kaderle olduğuna mutlak surette imanı olduğunu gösteren sözleri çoktur. Bu bir mü´minin kalbinde kök salıp yerleşen ve onu amelden asla uzaklaştırmaksızın tevekküle götüren derin ve kuvvetli bir imanın en üstün derecesidir.
Menâkıb n naklinde şöyle dediği kayıtlı:
«Tabiinden, müslümanların imamlarından ve büyük şehirler fuka-hasından yetmiş zat icm´a etmiştir ki, Hz. Peygamber Aleyhisselâmın bu âlemden irtihal ettikleri sırada, üzerinde ısrarla durduğu sünneti şudur: Başta Allah´ın kazasına razı olmak gelir. Onun emrine teslim olmaktır, onun hükmüne sabır etmektir. Allah´ın buyruklarını tutmak, onun yasaklarından kaçınmaktır. Amelde Allah´a ıhlas göstermektir. Hayır ve şer kadere imandır. Çekişmeyi, münakaşayı ve dinde düşmanlığı terketmektir.»[9]
Bu söz de gösteriyor ki. İmam Ahmod (Allah ondan razı olsun) kaza ve kadere, hayır ve şerre, tam inanırdı. Bütün umurda Cenab-ı Hakka teslimiyetle bağlıydı.
Yine anlıyoruz ki. o nizaı, münakaşayı, din mes´elelerinde tartışmayı caiz ve hoş görmezdi. Bütün din mes´elelerinde olduğu gibi özellikle kaza ve kader mes´elesini çekiştirmeyi hiç hoş görmez, bundan hiç hoşlanmazdı. Çünkü bunu münakaşa etmek, mes´eleyi çözmez, bir sonuca götürmez, aksine bunun etrafında münakaşa arttıkça, mes´ele daha düğümlenir, çözülmez hal alır. Bu hususta İmam-ı A´zam Ebû Hanife de (Allah ondan razı olsun) aynı görüştedir. Kaza ve kader mes´elesi hakkında onun sözü de aynen şöyledir:
«Bu mes´ele güç bir mes´eledir, insanlar onu nerede çözecekler, ona nasıl güçlen yetecek. Bu kapalı ve kilitli bir mes´eledir, anahtarı kayboldu. Eğer anahtar bulunursa içerideki, o zaman bilinecek. Bunu Allah´tan gelen bir haberci açar, Allah indinde olanı o haber verir, delil ve burhanla beyan eder.»
Kaza ve kader mes´elesini münakaşa etmek üzere kendisine gelenlere şöyle demiştir: »Bilmez misiniz, kader mes´elesinde münazara yapan kimse, güneş ışınlarına bakan kimseye benzer, baktıkça gözü kamaşır, hayreti artır».
İmam Ebû Hanife gibi kuvvetli bir zihin ve hadis sahibi münazaracı böyle söylerse! kader mes´elesini münakaşa etmenin mes´eleyi daha güçleştirip kördüğüm haline getireceğini görürse, onu münakaşadan bir fayda ummazsa. Sünnet ve Hadis imamı olup Selef-ı Salih yolunda giden İmam Ahmed´in, bunu münakaşadan kaçınması, elbette daha uygun olur. Ona göre bunu münakaşadan kaçınmak sünnettendir. Şöyle der: «Uyulması gereken sünnettendir: Hayır ve şer kadere iman etmek gerekir, buna dair Hadisleri tasdik etmelidir. Kaderi kurcalayıp bu nasıl vq niçin böyle denilmemeli. Buna inanılır ve tasdik edilir.”
9- Kaderîyyenin Görüşüne Karşıdır:
İmam Ahmed, hayır, şer her ne olursa olsun, kaza ve kadere inanır. Herşeyi Allah´ın bildiğini ve takdir ettiğini ikrar eder. İnsanlar yaptıkları şeyleri Allah´ın kudret ve iradesiyle yaparlar. Bu bakımdan Kaderiye fırkasına karşıdır. Onlara göre: İnsanlar, yaptıkları işleri kendi kudretleriyle yaparlar, Allah´ın kudretiyle değil. Allah Teâlâ günahları murad etmez, çünkü onları emir etmemiştir, Allah murad etmediği bir şeyi buyurmaz. Nehyettiği bir şeyi de murad etmez. Onlarca irade ve emir ikisi birdir. Biri bulunmadan diğeri olmaz, birbirinin lâzımıdır. İmam Ahmed. bu görüşte değildir. O cumhur müsliminin ve fukahanın görüşündedir ki: «Allah´ın murad etmediği birşey bu varlıkta asla olmaz, herşey onun irade ve kudretiyle olur, onun iradesi dışında bir şey vukubuimaz. Onun için Kaderiyeyi zem etmiştir. Oğlu Salih bir defa ona
Kaderiyeci birinin ardında namaz kılmayı sordu. Şu cevabı verdi: Ontar: kullar işlediklerini yapmadıkça Allah onları bilmez, diyorlar. Onun ardında namaz kılma!»[10]
Ahmed b. Hanbel, Kaderiye´yi böyle zem ettiği, onların yolunu kötü bulduğu halde, onlarla mücadele ve münakaşa yapmadı, onların bu kanışlarının yanlış olduğuna aklı delil getirmeye kalkışmadı. Çünkü ona göre Kur´an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifle sabit olan herşey, başka delile muhtaç değildir. Hadisi şerifler, hayır ve şer kadere imanı bildirmektedir. Buna aykırı olan herşey batıldır. Ona göre bu işlerin tafsilâtına dalmak, kelâm ulemasının çıkardığı bir bid´attır. Bu hususta Kur´an-ı Kerim´in ve sünneti seniyyenin haber verdikleri yeter. Arkadaşlarından birine yazdığı mektupta şöyle demektedir:
«Ben kelâm sahibi değilim. Ve kelâm ilminin bunu çözeceğini sanmam. Bu, kitapta ve Hadiste; bir de ashabdan nakil olunanlarda ne varsa onun gibidir. Bunların dışında bu hususta söz söylemek iyi olmı-yan bir şeydir.»[11]
D- Allah´ın Sıfatlar! Ve Kur´an Mahlukmu Mes´elesi
10- Allah´ın Sıfatları, Kur´an ve Hadîste Olanlardır:
Ahmed b. Hanbel, Allah Teâlâ´nın Kur´an-ı Kerim´de zikir olu-nan bütün sıfatları ile, Hadis-i şeriflerde zikir olunan sıfatlarının tamamına Allah´ın sıfatları olarak kabul eder, bunlarla Cenab-ı Hak´kı tavsif eylerdi. Bu hususta da, bütün işlerinde olduğu gibi Kur´an ve Hadisin nasslarından ayrılmaz, onların ötesine geçmez, başka birşey aramazdı. O Cenab-ı Hakkı: İşitir, görür, söyler, kaadir, irade eder, bilir, haberdardır, hakimdir, azizdir, onun misli yoktur, gibi Kur´an-! Kerim´de zikir olunan bütün sıfatlarıyla tanır ve tanımlar. Oğlu Abdullah, ondan şöyle rivayet eder, Allah´ın sıfatlarını bildiren Hadisler için şöyle demiştir: «Bu Hadisleri olduğu gibi rivayet ederiz.»
O, Allah Teâlâ´nın sıfatlarının künhün´den, mahiyetinden bahsetmez, hakikati nedir, aramaz. Onları te´vil etmeyi de sünnetin dışına çıkmak sayar, eğer sünnetten faydalanarak yapılmıyorsa, sünnetten ayrılmaktır. Ona göre, ayette işaret olunduğu üzere, müteşâbih olanları kurcalayıp eşelemek, bir nevi´ fitne çıkarmaktır, sözde bid´at yapmaktır. Onun için ehli sünnetten olan mü´minlerin vasıflarını beyan ederken: gaypta olan umuru Allah´a havale ederler, diyor. Nasıl ki Hadis-i şerifte beyan buyrulduğu üzere: Cennet ehli, Rablannı görürler, bunu tasdik ediyor, ona misâl aramıyor.
O inanıyor ki Hak Sübhanehu ve Teâlâ kadirdir, evveli yoktur, sıfatlan da böyledir, kelâm sıfatı da onlardandır.
11- Okumak Manasına Olan Kur´an Kadim Değildir:
Kelâm sıfatı kadîm olduğundan, işte bundan, Ahmed´in görüşüne göre, Kur´an´ın kadîm olması, netice itibariyle mahlûk olmaması lazım geliyor. Bu yüzden hayatında başına neler geldi, onları yukarıda anlattık. Ancak onun görüşünün ne olduğunu incelemeyi bu bahse bırakmıştık. Orada öğrendik ki, Ahmed, Kur´an mahlûktur demedi, Abbasi Halifeleri buna davet ediyorlardı, fakat o bunu bir türlü söylemedi. Eğer bunu kabul edip söylemiş olsaydı, istemiyerek de olsa onların dediğini deseydi, başına onca belâlar gelmez, o işkenceleri çekmezdi. Acaba onun görüşü nasıldı Acaba ona göre okunan, mushafa yazılan, okurken okuyanın ağzından çıkan sözler mushaflarda yazılı olan kelimeler de, kelâm sıfatının kadîm olduğu gibi, kadim midirler.Yoksa Kur´an mahlûktur demek sözü, bid´at olduğundan, bu gibi bid´atlart söylemek |uygun olmadığından mı bunu demiyor
Bu hususta onun kendisinden nakil olunanlar muhteliftir. Onun (görüşünü beyana dalmadan önce şunu diyelim ki: Kur´an, tilâveti, okunması bakımından muhdestir, kadîm değildir. Okunması itibariyle: Kur´an muhdestir, mahlûktur diyen kimsenin sözü şüphesiz yerindedir, doğrudur. Çünkü okumak, okuyanın vasfıdır, Allah Teâlâ´nın vasfı değil. Kur´an´ın okumak manasına da geldiği Kur´an-ı Kerim´de geçmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «Fecir Kur´ant. fecir okuyuşuna melekler hazır olur.» Buradaki Kur´an el-fecir sabah tanyeri okuyuşu demektir. Bu açık birşey, bedîhi bir emirdir, bu ince görüşe, derin araştırmaya muhtaç değildir.
Böyle açık ve bedihi olduğu halde, îbni Kuteybe, bazı kimselerin Kur´an´ın okuyuşu da kadîmdir, dediklerini söyler ve onların bu sözünü şöyle yorumlamaya çalışır: «Okuyuş mahlûk değildir, demek kulların amelleri mahlûk değil demek olur.» Bu daha garip, kulların amelleri mahlûk değildir, bunu kim söyleyebilir Kulların kendileri zaten mahlûk. Bütün amelleri mahlûktur. Bu söz kaale alınmaz, hikâye ve rivayet de.
12- Kur´an Mahlûk mu Konusundaki Görüş:
Bu sözleri buraya aldık, tâ ki, İmam Ahmed´in çağında insanların ne kadar şaşkınlık içine düştükleri, nasıl saptıkları görülsün, öyle ki, mahsûs olan, elle tutulacak derecede olan bir işde bile nasıl yanılıyorlar. Bir kısım insanlar, Kur´an mahlûktur sözünü söylemekten çekiniyorlar, çünkü bu sözü söylemek, ağıza almak bid´atmış! Zira her bid´at dalalettir, her dalalet de cehennemdedir, Hadisi şerif böyle.
Kur´an okumada böyle ihtilâf olunca, Kur´an´ın kendisindeki ihtilâf nasıl olur. Kur´an-ı Kerim´e iki açıdan bakmak gerek: Biri kaynağı itibariyle o Allah´tandır. Allah Teâlâ´nın kelâm sıfatı var. Kelâm sıfatı Cenab-ı Hak´kın kadîm olması itibariyle kadîmdir, zira o, sonradan olan bir sıfatla tavsif olunmaz, O, Havadise : Sonradan olmaya muhalif sıfatları taşır.
İkincisi: Kur´an kelimelerden oluşmuştur, kelimeler de harflerden, bu kelimelerin delâlet ettiği manalar var, bu manaları ibarelerden anlıyoruz. İşte odak noktası burası, bu kelimeler yazılır, okunur! İıtıam Ahmed´in bunlar hakkındaki görüşü nedir
Bir kısım tarihçiler diyor ki, o bu hususta birşey söylemez, çekimser kalırdı. Bunu çekiştirmeyi bid´at sayar, bu hususta susmak gerek derdi. Bu mes´eieyi ortaya atanlarla bu konuya dalmaktan çekindiği, bid´atcı-lann sürüklendiği bu duruma girmek istemediğini ortaya atıyorlar. Bu konuda Halife Mu´tasım ile olan konuşmasını ileri sürüyorlar. Onunla münakaşa için getirildiği zaman aralarında şu konuşma geçiyor; Ahmed bunu şöyle anlatıyor:
«Oturdum. Bağlı bulunduğum zincirler, kelepçe beni yormuştu. Biraz oturup dinlendim. Sonra şöyie konuşma yaptık:
Konuşmama müsaade eder misin
Buyur, konuş.
Hz. Peygamber Aleyhisselâm, insanları neye davet etti
Allah´tan başka Tanrı olmadığına şehâdet etmeye.
Ben de işte: Allah´tan başka Tanrı yok, diye şehâdet ediyorum, dedim. Ve sonra devamla: Atan, Abdullah İbni Abbas şöyle rivayet eder: Abdulkays heyeti, Hz, Peygambere (ona salftt ve selâm olsun) geldikleri zaman imana davet etti ve Allah´a iman etmelerini emir buyurdu ve onlara sordu: «İman nedir bilir misiniz » Onlar da: «Allah ve Resulü doğrusunu bilir,» dediler. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem şunları söyledi: İman, Allah´tan başka Tanrı olmadığına, Muhammed O´nun Peygamberi olduğuna iman etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve bir de ganimetten beşte birini vermektir.»
Ona mensub bulunan bu sözde, bu konuda kesin birşey yok. Harf ve kelimelerden oluşan ve okunan Kur´an kadîmdir, demiyor. Bu konuda Me´mun´a verdiği cevap daha açık, Me´mun ona şu soruyu sordu:
Kur´an hakkında ne dersin Cevap verdi:
O Allah kelâmıdır. Kendisine o mahlûk mudur denince:
O Allah kelâmıdır, bundan fazla birşey söyleyemem. Ona:
Allah Teâlâ mahlûkatından hiç birine, hiç bir suretle benzemez denince:
O´nun misli hiçbir şey yoktur, O semi´dir, Basîrdir, işitir, görür, dedi.»[12]
Bu sözler onun bu hususta tevakkuf ettiği, birşey söylemediğini göstermede açıktır. Bunda belli birşey için kesin bir hüküm yok. Ne |mahlûk diyor, ne de mahlûk değil.
13- Çekimser Kaldığını Kabul Etmeyenler:
Ahmed´in çağdaşı bulunan Abdurrahman Mehdi´nin talebesi olan İbni Kuteybe, Ahmed´den yapılan bu rivayeti kesinlikle reddediyor, Ahmed´in bu mes´ele hakkında hüküm vermeyip sükût ettiğini kabul etmiyor. Ona göre hakkı söylemeyip susanların durumu kötüdür, Ebû Abdullah Ahmed gibi bir zat bü durumda kalmaz. Dinleyelim:
«Bu fırkalar, kopan bu fitneden sonra bu mes´ele hakkında sükûtu ve tecahülü emretmeyenlerden daha az özürlü göremem. Ancak iş buraya gelmeden sükûtla emir olunabilirdi. İş bu kadar yayıldıktan, bu kadar meydana çıktıktan sonra, dini emir hususunda çekimser kalmak, susmak insan tabiatına aykırıdır. Akıllıları sussa bile, cahilleri ağzını
kapamaz, cahilin çenesi durmaz. İnsanların dilleri sussa bile, kalbleri susmaz. Bundan önce Kur´an hakkında Cehm ve Ebü Hanife[13] konuştuklarından bunlar için ulemadan örnekler de var. Halbuki ondan önce insanlar arasında bu geçmemişti, insanların konuştuğu birşey değildi. İnsanlar bundan ürküp âlimlere başvurdukları zaman, onlar bu, bid´attir, insanlar bunu konuşmadı, bununla memur da değildir, demediler. Yakın ile şekki giydirdiler, şaşkınlığı kaldırdılar, sisi dağıttılar ve görüşlerini: Kur´an mahlûk değildir, hükmünde topladılar. Ve bunu insanlara bildirdiler.[14]
14- Çekimser mî Kalıyordu
İmam Ahmed´in şöyle dediği rivayet olunuyor: «Kim ki Kur´an Mahlûktur derse, o CehmVdir, Cehmı ise kâfirdir. Kim de Kur´an mahlûk değildir, derse, o da bid´atcıdır.»
Fakat İbni Kuteybe ondan yapılan bu rivayeti de inkâr ediyor ve bunu acayipler acayibi, yani ITcube sayıyor. Sonra da şöyle diyor: «Ebû Abdullah Ahmed gibisi için bu söz nasıl düşünülür Sen de bilirsin ki, hak iki şeyden birinde olmakdan hali olamaz.»
15- İki Görüşün Arasını Bulmak:
Diğer bir grup der ki: İmam Ahmed´in görüşü şöyledir: «Ona göre Kur´an harfleriyle, kelimeleriyle, ibare ve manalarıyle mahlûk değildir.Onun mektupları, ondan nakil ve rivayet olunan bir çok sözleri bunu göstermektedir. Bunlardan biri de. Mütevekkil ondan bu konuda gerçek görüşünü, Kur´an mahlûk mu mes´elesinde gönüle şifa verecek sözleri yazmasını istediği zaman ona gönderdiği mektuptur.
Bu mektupdakilerle, daha önce.Me´mun´un elçilerine ve Mu´ta-sım´a verdiği cevapların arasını bulmak şöyledir: O, önceleri bu işde sükût ediyordu. Sünnet ve Hadis uyarınca buna dalmaktan çekiniyordu. Bu konuda görüşünü açıklamıyordu, belki de bu konuda henüz kesin bir görüşe varamamıştı Fakat sonraları ilim nehri coşkun hale gelip elinin altındaki âsâra, sahabe ve tabiinin haberlerine müracaat ederek mes´ele olgunlaşınca, görüşünü ilân etti. Böyle şeylere dalma-mağa olan şiddetli arzusuna ve Allah´ın kitabından çekişmeyi caiz görmemesine rağmen, bunu yaptı.
16- Mütevekkil´e Yazdığı Mektup, Son Görüşlerini Yansıtır:
İmam Ahmed´in, Halife Mütevekkilin isteği üzerine ona yazmış olduğu mektup bu konuya biraz ışık tuttuğundan onu buraya alıyoruz. Mektup oğlu Abdullah´tan rivayet olunmuş olup Hılyet´ül-Evliya e Zehebî Tarihinden alınmıştır. Abdullah diyor ki:
«Ubeydullah b. Yahya, babam Ahmed´e mektup yazarak unu söyledi: «Emir´ül-Mü´minin mektup yazıp ondan Kur´an mahlûk mu ms´elesini sormasını emir buyurmuşlar, o münasebetle olan sınama mes´elesi değil.. Bunun üzerine babam (Allah ondan razı olsun) beydullah b. Yahya´ya gönderilmek üzere bana şu mektubu yazdırdı, söyledi, ben yazdım.»
Bismillâhirrahmanirrahîm.
«Ey Ebû Hasan, Allah bütün umurda sana hayırlı neticeler nasip ilsin. Rahmetiyle senden dünya ve ahiret kötülüklerini defetsin. Allah enden razı olsun, Emir´ül-Mü´minin´in Kur´an hakkında sordukları şey-erden bildiklerimi sana yazıyorum. Allah´tan dileğim o dur ki, Emîr´ül-ü´minin´in tevfikini devamlı kılsın. İnsanlar batıl içine dalmışlardı, ihtilâf içinde yuvarlanıyorlardı. Nihayet Hilâfet, Emîr´ül-Mü´minin´e nasip oldu. Allah Teâlâ Emîr´ül-Mü´minin sayesinde her bid´atı ortadan kal-jdırdı, yok etti. İnsanlar içine düştükleri zilletten, hapis sıkıntılarından ikurtuldular. Allah bunların hepsini defetti. Emîr´ül-Mü´minin sayesinde bu belâlar kalktı. Müslümanlar buna çok sevindi. Onların gönlünü kazandı. Emîr´ül-Mü´minin iyi niyetini arttırması, ona hayırlı işlerde yardım etmesi için Allah´a dua ediyorlar.
«Abdullah İbni Abbas´tan rivayet olunuyor, o şöyle demiştir: «Allah´ın kitabının bazısını bazısıyla tartıştırmayın, çünkü bu kalbinizde şüphe uzandırır.»
Abdullah İbni Ömer´de şunu anlatır: «Bir grup, Hz. Peygamberin kapısı yanında oturmuşlar, konuşuyorlardı. Bir kısmı: «Allah şöyle demedi mi dedi, diğer kısmı: Allah şöyle buyurmadı mı dedi. Hz. Peygamber bunları duyunca heyecanla onların yanına geldi ve: «Siz bununla mı emir olundunuz, ne bu, Allah´ın kitabının bazısını bazısıyla tartıştırıyorsunuz. Sizden önceki milletler de böyle şeylerle saptılar. Siz burada bşuna uğraşıyorsunuz. Siz emir olunduğunuz şeye bakın ve
onları işleyin. Nehyolunduğunuz yasaklara bakın ve onları yapmayın» dedi. Ebû Hüreyre Hz. Peygamber Aleyhisselâmdan şunu rivayet eder: «Kur´an´da niza´ etmek küfürdür» Ebu Cehm, Hazret-i Peygamberden şöyle nakleder: «Kur´an hakkında tartışmayın, çünkü onda münakaşa yapmak küfürdür.» İbni Abbas demiştir ki: «Hz. Ömer b. Hattab´ın yanına bir adam geldi, Hz. Ömer ona İnsanların ahvalini sordu. O da, ya Emîr´ül-Mü´minin, onlar Kur´an-ı şöyle şöyle okuyorlar,» dedi. İbni Abbas diyor ki, ben de söze karışarak: Bugün Kur´an hakkında bu kadar hızlı ileri gitmelerini sevmem, dedim. Hz. Ömer benim sözümü kesti ve: «Sus», dedi. Ben de üzüntülü olarak evime döndüm. Ben bu halde iken bir adam gelerek bana: Emîr´ül-Mü´minin sizi istiyor, dedi. Ben de gittim, vardım, kapıda beni bekliyordu, elimi tuttu, içeri girdik. Bana: Senin hoşuna gitmeyen nedir dedi. DedimJcu «Emir´ül-Mü´minin, eğer., böyle hıziı giderlerse, birbirlerine kızarlar, kızınca da düşmanlık başlar, ihtilâfa düşerler, ihtilâf da vuruşmaya götürür.» Bunun üzerine Hz. Ömer: Babana rahmet, vallah bence de böyle, sen doğru söylersin,
dedi.
Câbirden rivayet olunur, demiştir ki: «Hz. Ömer, İslama davet ederken bazı kimselere: Beni kendi kavmine götüren yok mu Kureyş, Rabbımın kelâmını tebliğ etmeme mani oluyor,» dedi. Cübeyr b. Nü-feyr´den rivayet olunur: «Hz. Ömer Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Siz Kur´an´dan daha faziletli birşeyle bana rücu´ edemezsiniz.» Abdullah İbni Mes´ud şöyle demiştir: «Kur´an´a başka şey karıştırmayın, ona Allah kelamından başka birşey yazmayın». Ömer b. Hattab´tan şöyle dediği rivayet olunur: «Bu Kur´an Allah kelâmıdır, ona gerekli hürmeti, gösterin.» Bir adam Hasan Basri´ye : Ey Ebû Said, ben Allah´ın kitabını okudum, onu tetkik ettim, neredeyse ümidim kesilecek, ye´se düşeceğim,» dedi. Hasan Basri ona: «Kur´an Allah kelâmıdır, âdemoğlunun amelleri zayıftır, kusurludur, sen elinden geldiği kadar amel et, ve müjde bekle,» dedi. Ferva b. Nevfel Eşcal demiştir ki, ashabdan Hu-baba komşu idim. Birgün mescidden onunla beraber çıktım. Elimden tuttu: Gücünün yettiği kadar Allah´a yaklaşmaya çalış, sen ona onun kelâmı olan Kur´an´dan daha sevdiği bir şeyle yaklaşmış olamazsın», dedi. Bir adam Hakem b, Uteybe´ye: Dalâlet ehlini bu işe ne şey şevketti » dedi. O da: «Düşmanlıkları.» dedi. Muaviye b. Kurra dedi ki: «Babası Hz. Peygamber Aleyhisselâma gelmiş, Hz. Peygamber ona şöyle demiş: «Sakının, asla düşmanlık yapmayın, çünkü o amelleri bozar.» Ebû Kilabe ki ashaba yetişmiş, onlarla görüşmüş bir zattır, şöyle demiştir: «Nefisleri arzularına uyanlarla veya düşmanlık besleyenlerle oturmayın. Çünkü onların sizi de kendi dalâletlerine sokmayacaklarından emin olamam, bildikleri bazı şeyleri size de yuttururlar, aşılarlar.» Sapık görüşlülerden iki kişi, Muhammed b. Sirin´in yanına geldiler. Ona:
Ey Ebû Bekir, seninle konuşmak istiyoruz, dediler. O da:
Olmaz, dedi.
Sana biraz Kur´an okuyalım, dediler.
Hayır, ya siz buradan gidin, ya ben kalkıp gideyim, dedi. Onlar da dönüp gittiler. Oradakiler:
Ne olurdu, sana bir ayet okusatar dediler. Şöyle cevap verdi:
Ben şundan korktum, bana bir ayeti tahrif ederek okurlar, o da benim kalbime işler, ben şimdiki halimde kalacağımı bilsem, onlara izin verirdim.»
Bid´atcılardan biri Eyüp Sehtiyani´ye: Sana bir kelime soracağım dedi. O da: Yarım kelime bile olmaz, dedi ve döndü gitti, tbni Tavus, ehli bid´attan biriyle konuşan oğluna şöyle dedi: «Oğlum, parmaklarınla kulaklarını tıka, onun ne söylediğini dinleme, duyma.» dedi, Ömer b. Abdulaziz şöyle demiştir: «Dinini tartışmalara maruz bırakan, hedef yapan kimse bir yerde duramaz.» İbrahim Nahal dedi ki: «Bid´at ehli sizin iyiliğinizi istemezler, gizli gizli tuzak kurarlar.» Hasan Basri dedi ki: «Derdin en kötüsü kalbde olandır, sapık arzulardır.» Huzeyfe b. Yemân şöyle dedi: «Allah´tan korkun, sizden öncekilerin yolundan gidin. Allah´a and içerim ki, eğer doğru yolu tutarsanız, çok yol alır, çok ileri gidersiniz. Şayet sağa, sola saparak doğru yoldan ayrılırsanız, çok dalâlete düşmüş olursunuz.
«Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: «Eğer Allah´a şirk koşanlardan biri aman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah´ın kelâmını işitsin» (Tevbe: 6)
Yine buyurmuştur: Bilmiş olun ki, halk ve emir onundur» Önce halk – yaratmak dedi, sonra emir – iş dedi. Demek emir, halktan başkadır. (Böylece Allah halk ile emrin ayrı olduğunu haber veriyor. Kur´an Allah´ın emrindendir, halkından değil. Böylece o mahlûk değil demek
olur).
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «Çok merhametli olan Allah, Kur´an´ı öğretti, insan yarattı, ona beyanı öğretti. >» (Rahman Suresi: 1-4) Bu ayetlerle Kur´an´ın onun ilminden olduğu haber veriliyor. Yine Cenab-ı Hak buyurmuştur: «Sen onların kendi dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler, ne Hristiyanlar senden asla razı olmazlar. Sen asıl doğru yol, Allah´ın yolu olduğunu söyle. Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzularına uyacak olursan, and olsun ki, Allah´tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz.» (Bakara – 120)
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Sen kitap verilenlere her türlü ayeti, mu´cizeyi getirsen, yine onlar senin kıblene uymazlar, sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, o takdirde sen zulüm edenlerden olursun. »(Bakara-145)
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «İşte biz onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan artık senin için Allah´dan ne bir dost, ne de bir koruyucu, olmaz.» (Ra´d – 37) Kur´an, Allah´ın ilmindendir…
«Bu ayetler göstermektedir ki, Hz. Peygambere gelen Kur´an´dır. O, Allah´ın ilmidir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle diyor: «Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan.» Seleften şimdiye kadar gelip geçenlerin pek çoğundan rivayet olunur ki, onlar şöyle derlerdi: «Kur´an Allah kelâmıdır. O mahlûk değildir. Ben de onların görüşüne katılıyorum. Ben kelâm ehli değilim. Ve kelâm ilmi bu konuda birşey yapamaz. Bu hususta Allah´ın kitabı ve Peygamber Aleyhisselâmın sünnetinde ne varsa p yeter. Ashabın ve tabiinin âsârı da var. Bunlardan başkaları. Onlardan söz etmek öğünülecek birşey değil.»
Zehebi bu mektubu nakil ettikten sonra şöyle diyor: «Bu mektubu Ahmed´den rivayet edenler hepsi mevsuk âlimlerdir. Ben de Allah adına şahidim ki, o bunu oğluna yazdırdı. Bundan başka ona nisbet olunan mektuplar, risaleler, üzerinde düşünülecek bir şeydir.
17- Bu Mektuptan Çıkan İki Sonuç:
Bu mektubun senedi sahihtir. Onun olduğu sabittir. Kur´an mahlûk mu tartışması bittikten sonra İmam Ahmed´in ihtiyarlığında yazılmıştır. O zaman o ilmi olgunluğunun doruğundaydı ve bu onun karar kıldığı görüşünü göstermektedir.
Herşeydenönce bu mektup, bu gibi konulara dalmayı, onları incelemeyi onun hoş görmediğini, bunlara rızası olmadığını göstermektedir. Bu konulardan bahsederken bunu istemeyerek, zoraki yapmaktadır. Maksadı, dinde tartışma çıkaranların iddialarına aldanmasınlar diye halkı onlardan korumaktır. Onun için mektubun baş tarafında konuya ışık tutan haberleri sıraladı, sonra sözünü; ben kelâm sahibi değilim diyerek bitirdi. İkinci olarak gösteriyor ki, ona göre Kur´an mahlûk değildir. Bunu o kendisinden önceki selefe uyarak onların dediği gibi söylüyor. O bunu kendisi ortaya atmıyor, eğer tabiinden mahlûktur, diyen olduğunu hesap etse, böyle demezdi. Ve görüşünü şöyle destekliyor: Kur´an Allah kelâmıdır, Allah kelâmı, Allah´ın halkı değil, emridir, emir başka, halk başkadır. Bu görüşlerin hepsini Kur´an-ı Kerim´in nassförından, Hadisj Şeriflerden, sahabe ve tabiîlerin kavillerinden almaktadır. Bu hususta ne akla, ne de nakle itimat etmeyen mücerret nazara asla itibar etmez.
18- Kur´an İle Kıraat Arasındaki Fark:
Bütün bunlardan şu sonuca varıyoruz: Ona göre Kur´an mahlûk değildir. Kitap ve sünnet çalışma ve araştırmaları onu bu sonuca götürmüştür. Bu hususta o Kur´an-ı Kerim´e ve âsâra dayanmaktadır. Bir de Selef-i Salih´in izine uymaktadır. Fakat bunu yaparken, onu fikirler kavrasın diye akla uygun gelecek kalıba sokmaya çalışmadı. Çünkü bunu kendi işi saymadı. Çünkü kendisi kelâm ehlinden değil. Böyle aklî deliller getirme, kelâm âlimlerinin işidir. Onlar tartışmayı yaparken gö-rüşleVini akla dayarlar, nakille mukayyed olmazlar.
İmam Ahmed, görüşlerini aklî delillerle pekiştirmeye çalışma-dıysa da, kendisinden sonra gelen âlimlerden, bunu aklı delillerle izaha çalışanlar, fikir yönünden bu görüşün temelini takviye edenler bulundu ki, onlar da İbni Kuteybe ve İbni Teymiye´dir. Onlar Kur´an ile kıraat arasındaki farkı açıkladılar. Kur´an-ı Kerim, Allah kelâmıdır. Kıraat ise okuyanın sesidir. Nasıl ki ayeti kerime de bunu gösterir:
«Eğer şirk koşanlardan biri aman dileyip yanma gelmek isterse, onu kabul et ki, Allah´ın kelâmını işitsin.» (Tevbe- 7). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: «Sesinizle Kur´an-ı güzelleştirin».. Hz. Peygamber Efendimiz, Ebû Musa El-Eş´arî, Kur´an okurken dinledi. Ebû Musa ona: Eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okumaya gayret ederdim, dedi.
Okumak, kulun sesiyle olunca, o mahlûktur, nasıl ki kul kendisi zaten mahlûktur. Mushaflara Kur´an´ın yazıldığı mürekkep nasıl mah-lûksa, ses de öyle; Ancak yazılan Allah kelâmıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «De ki, eğer denizler Rabbimin kelimeleri için mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce, denizler tükenir.» Böylece Cenab-ı Hak, kelimeleri ile o kelimelerin yazıldığı mürekkep arasında fark olduğunu göstermiştir. [15]
19- Allah´ın Sıfatları Hakkında Üç Görüş:
Okunan Kur´an´ın, mushaf sahifelerine yazılan kelimelerin mahlûk olduğunu kimse tartışamaz, bunda şüphe edecek birşey asla yok. İmam Ahmed´den menkul olan da odur. Cebrail aleyhisselâmın Hz. Muhammed Aleyhisselâm´a indirdiği Kur´an şüphesiz Allah kelâmıdır. «Uyarıcılardan olasın diye onu Cebrail senin kalbine indirdi.» Kur´an-ı Kerim kelimeleri, manaları ve ibaresi itibariyle Allah´ın sıfatları ile ilgilidir. Bu münasebetle Allah´ın sıfatlarından bahsetmenin yeridir.
Allah´ın sıfatları hakkında ulema üç görüşe ayrılmıştır:
1- Kudret, irade, ilim, kelâm, işitmek, görmek gibi mâna sıfatlarıyla Allah´ın vasıflanmasını caiz görmeyen bir grup vardır. Zira Allah´ın Zat-ı İlâhisi kadîm olduğundan, bu sıfatların da kadim olması gerekir, o zaman da kadîmlerin çok olması icabeder. Mu´tezile fırkası bunlardandır. Kur´an-ı Kerim´de zikir olunan bu sıfatları, Allah´ın isimlerinden sayarlar, sıfat değil, Allah Teâlâ bu mâna sıfatlarından biriyle vasıfla-namadığından, Allah kelâmı olan Kur´an-ı Kerim onun yarattığı bir şeydir. Onu o meydana getirdi. Onu Hz. Muhammed´in Peygamberli-. ğtne delil kıldı. Araplar onun mislini getirmekten âciz kaldı. Ondaki beyanın üstünlüğü Arapların elinden gelemez. Kur´an mucizdir…
2- Diğer bir grup Allah´ın bu sıfatlarla vasıflanmasını caiz görürler, fakat Allah´ın kadîm kudreti ile olan fiilleri, mahlûk sayarlar. Allah´ın kelâm sıfatı var, kelime ve mânaları yaratır. Bu bakımdan Kur´an mahlûktur. Nasıl ki, kudretiyle yarattığı diğer şeyler onun mahlûkudur.
3- Üçüncü sınıf selefiyyeci olup bunlara göre Allah Teâlâ Kur´an-ı Kerim´de Zat-ı İlâhisini tavsif ettiği sıfatlarla vasıflanır. O: kudret, irade, ilim, kelâm, işitmek, görmek ve Hadislerde zikrolunan diğer sıfatlarla vasıflanır. Allah Teâiâ´nın kudret ve iradesiyle olan fiillerin mahlûk olduğuna hükmetmezler, öyleyse Kur´an mahlûktur denemez. Çünkü o, Allah´ın zatile kaimdir. İbnî Teymiyye şöyle demektedir: «Selef dedi ki: Kelam sahibi olmakta devam etmektedir, kelâm, kemal sıfatıdır. Söyleyen, söylemeyenden daha kâmildir. Allah dileyince Arapça söyler, nasıl ki Kur´an-ı Kerim Arapçadır. Onun söylediği onunla kâimdir, ondan ayrılmaz, mahlûk olamaz. Ondan gelen kelimeler ve indirdiği kitaplar mahlûk değildir.»[16]
20- Kur´an Mahlûk Değildir Demek, Kadîm Demek Değildir:
Bu anlatışa göre Kur´an mahlûk olmayınca, acaba o Allah´ın kadim olması gibi kadîm midir Çünkü kadîm olan Allah´a kâim. İbni Teymiyye, İmam Ahmed´e göre Kur´an´ın kadim olmadığını söylüyor. Çünkü o, Aliah kadim diye Zat-ı İlâhisiyle kâim olan her şeyi kadîm saymıyor. Zira,Allah´ın iradesiyle meydana gelen her fiil, onunla kâim diye kadîm olmaz, onlar hadistir, hepsi sonradan meydana gelmiştir. Bunun dışındaki görüşler Feylezofların görüşieridir.Oniar Müslümanları bağlamaz. Onlar zanna dayanan şeylerdir.
İbni Teymiyye, selefin ve Ahmed´in görüşünün: Kur´an kadimdir, diye olmasını kabul etmiyor ve şöyle diyor: «Selef ittifak etmiştir ki, nazil olan Allah kelâmı mahlûk değildir. Bazt insanlar bundan onların muradının kadîm olmasını zannettiler. Sonra bir grup bu aynı manaya gelir dedi. Bu her emir olunanı emir, her yasaklananı nehiydir. Allah Teâlâ Arapça beyan ederse Kur´an olur, İbranice beyan ederse Tevrat, Sür-yanice beyan ederse İncil otur, sandılar. Bu söz şeriata ve akla muhaliftir.[17]
İbni Teymiyye, Allah Teâlâ´nın kadîm kelamla vasıflanmasının onun söylediklerinin kadim olmamasına aykırı olmadığını şöyle açıklar: «Allah´ın kelâmı kadîmdir, iradesiyle ve kudretiyle söyler. Denebilir ki: O savtla söyler.bundan savtın kadîm olması gerekmez.O irade ve kudretiyle Kur´ân´ı,Tevrat ve İncil´i söylemiştir [18]
21- Bu konuda Abduh´un Dedikleri:
Bütün bunların özeti şudur: «Ahmed b. Hanbelle- onun yolunda olanlara göre Kur´an, mahlûk değildir. Fakat kadimdir diyemiyorlar. O Allah Teâlâ´nin irade ve kudretiyle hasıl olan kelimelerle hadis olmuştur. Kelâm olan Kur´an´ı Resulüne Cebrail vasıtasıyla indirmiştir.
İş böyle olunca, mânalar ve hakikatler ihtilâf mevzuu değil. İhtilâf mahlûk kelimesinin Kur´an´a denilip denilmeyeceğidir. Onun için Mısır Müftüsü üstâd İmam Muhammed Abduh bu konuda şunu yazmıştır: «Allah Teâlâ Peygamberlerden bazısıyla söyleşmiştir. Kur´an Allah kelâmıdır, bu duyulan kelâmın sadır olduğu yer, onun bir hali olup kadîmdir. Fakat kadîm olan sıfatından ifade olunan ve işitilen sözün hadis olduğunda ihtilâf yoktur. Ve onun yaratmasıyla olmuştur. O halkına iblâğını irade ettiği şeyin önemine binaen onu böyle isnat buyurmuştur. O zahir ve batın itibariyle sırf onun kudretinden sadır olmuştur. Diğer bir varlığın hiç bir suretle onda madhali yoktur. Peygamberin lisanile getirdiği, ondan sadır olduğunu beyandır. Bunun hilâfına olan söz, bedihî olan şeye karşı gelmektir, kutsal kıdem makamına karşı cür´eUir. Bir kimsenin okuduğu ayetler, onun sesiyle hadis oluyor. O susunca duruyor. Lisanla okunan Kur´an´ın, kıraatin kadim olduğunu söyleyen kimsenin hali kötüdür, o bizzat Kur´an´ın dalâlette olduğunu bildirdiği ve muhalefete davet ettiği, her milletten itikadça daha çok dalâlettedir. Allah Teâiâ´nın, insanın hiç bir dahli olmaksızın, Kur´an´ı onun lisanında meydana getirdiğini söylemekte, Kur´an´ın nisbeti şerefine dokunur hiç birşey yoktur. Dinin itikade çağırdığı şey, sünnettir, Hz. Peygamberin ve ashabının yaptığı budur. Buna aykırı olan herşey
bid´attır, daıaıenır.»
«Tarihçilerin bize naklettiği o, milleti fırkalara bölen, özellikle hicretin üçüncü asrı başlarında olaylar meydana getiren o ihtilâf nedir Bazı imamların Kur´an mahlûktur, demeden çekinmeleri, bunun sebebi, bazılarının sırf şüpheden sakınmaları ve edepte mübalâğa göstermeleridir. Yoksa İmam Ahmed İbnî Hanbel gibi bir zatın, Okunan Kur´an kadimdir, inancında olması, ondan uzaktır. O ki, her gece Kur´an okumakta ve ona sesiyle suret vermekte…»[19]
İmam Abduh´un bu son sözü, şüphesiz ki çok doğrudur. İmam Ahmed asla kıraat kadîmdir, mahlûk değildir, dememiştir. Kur´an kadimdir, diye de bir sözü yoktur. O: Kur´an mahlûk değildir, demiştir, U]lema bundan şunu çıkarmıştır: O Allah Teâlâ´dan sadır olan keiâme rnahlûk, demekten, bu tabiri kullanmaktan çekinmiştir.
İmam Ahmed´in Kur´an kadimdir, dediği iddiası, IV. asırda meçhul bjir rivayetle ortaya atılmıştır. Zehebî de Tarihinde, bu rivayetin ona nisbetini inkâr etmiştir.
22- Allah´ın Sıfatları Kur´an ve Sünnette Olanlardır:
İşte Kur´an mahlûk mu, mes´elesi bu, ulemanın tahkik ve beyanına göre İmam Ahmed´in görüşü de böyle. Bu mes´ele, dediğimiz gibi, Allah´ın sıfatları bahsine dayanmaktadır.
İmam Ahmed´in ,sıfatlar hakkındaki, te´vil ve şüphe götürmez görüşü de şöyledir «Allah Teâlâ Kur´an-ı Kerim´de geçen ve sahih sünnetle sabit olan her sıfatla vasıflanır. İşitmek, görmek, hayat, ilim, ijtelâm, irade, kudret, tekvin sıfatlan onun sıfatıdır. Bunlarla ve diğer kur´an ve sünnetle sabit bütün sıfatlarla vasıflanır. Ancak bunların keyfiyetinden bahsolunmaz. Fakat bu sıfatlardan hiç birine hadis olanlar ona asla benzemez, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Onun zatına benzer hiçbir şey yoktur. O, işitir, görendir.» (Şûra : 11)
Böylece o, bu görüşüyle Allah´ın sıfatlarını tanımıyan tatil ehlinden ve teşbihten çekinerek, Allah´a her sıfatı yakıştıran Mücessime, Müşşebbiheden ayrılıp orta bir yol tutuyor. Haşviyye denen aşırı bir grup İAIlah´a insanlara yakışan her sıfatı yakıştırmaktadırlar. Allah onların dediklerinden ne yücedir. Müşebbiheden bazıları, kendilerinin İmam İAhmed´e mensup olduğu iddiasındadır, o ise bunlardan ne uzaktır, içünkü o kesin nassda geldiği üzere Allah´ın benzeri olmadığını söyler: «Onun zatının hiç bir benzeri yoktur. O işitir ve görür.» (Kur´an-ı Kerim)
E- Ahıret´te Allah´ı Görmek 23- Ahirette Allah´ı Görmek Mes´elesi:
23- Ahirette Allah ı Görmek Mes elesi:
Ahirette Allah´ı görmek mes´elesi, İmam Ahmed (Allah ondan ; razı olsun) çağında ortaya çıktı. Mu´tezile, ahirette Allah´ın görülmesini inkâr ettiler. Çünkü onlarca, görmek için cisim olmayı, cisim de havâdise benzemeyi gerektirir. Halbuki Allah´ın bir benzeri olamaz. Görmeye delâlet eden Kur´an ayetlerini te´vil ettiler. «Bazı yüzler o gün ışıl ışıl parlar, Rabbına bakar.» Bu gibi zahiri, görmeyi işaret eden ayetleri münasip bir yorumda anladılar.
Halife Me´mun, hayatının sonuna doğru halkı, Kur´an mahlûktur demeye zorladığı gibi, ahirette görülmez inanandaydı. Ondan sonra halife olan Vâsık, Kur´an mahlûktur, demeye zorladığı gibi bir de görülmez zorlamasını buna kattı. Bu iki tatsız tutum, Mütevekkil halife oluncaya kadar sürdü, onun gelmesiyle kara sisler dağıldı, belâlar defoldu.
İmam Ahmed nasslara bakar ve te´vile gitmezdi. Onun için Allah´ın görüleceğine tam imanı vardır, onun için Ehli sünnet ve cemaat inancını beyan eden mektuplarından birinde, kıyamette Allah´ın görüleceğine imanı, imandan bir cüz sayar ve şöyle der:
«Ahirette Allah´ı görmeye inanmak gerekir. Bu, Hadis-i şeriflerle sabittir. Hz. Peygamber Aleyhissetâm, Rabbını görmüştür, bu sahih Hadisle sabittir, bunu ikrime´den Katâde, o da İbni Abbas´tan rivayet ettiği gibi Hakem de İbni Abbas´tan rivayet eder. Ali b. Zeyd, Yusuf b. Mihran´dan, o da İbni Abbas´tan rivayet eder. Hadis bizce Hz. Peygamberden geldiği üzere zahiri üzeredir. Bundan söz etmek bid´attır. Biz buna zahiri üzere inanırız, onda kimseyle tartışmayız.»[20]
Görüyoruz ki, İmam Ahmed, ahirette Allah´ı görmeye inanıyor. Çünkü br hususta Nasslar var ve Hz. Peygamber Rabbını görmüştür. Ancak bu görmenin nasıl olacağını araştırmıyor, görmek cismi gerektirir, cisim olmadan nasıl olur Bu konuda tartışmayı bid´at sayıyor ve buna dalmıyor. Yalnız şuna inanıyor ki, bu görme, hadis olanlara, benzer bir şekilde olmıyacaktır. Çünkü Allah Teâl.â´nın hiçbir benzeri yoktur, bu görmenin hakikati, nasıl olacağı konusu, yasak bölgedir, düşünce oraya dalamaz. Bu konuda İmam Ahmed´in görüşü, inkarcılarla aşinalar arasındadır; Kıyamette görmeyi haber veren Hadis, Haber-i Vahit olduğundan, inanç bahsinde onu kabul etmeyen bir kısım, görmeyi inkar ederler, Haşviyye ve Mücessime ise ahirette Allah´ı görmeyi, şahısları ve eşyayı nasıl görüyorsak, cisim halinde öyle göreceklerini iddia ederler. O, bu iki görüş ortasında doğru yol tutmuştur. Cumhur Müslimin onun görüşünü almıştır.
24- İki Ayeti Yorumlamak:
Görüyoruz ki, İmam Ahmed, bu hususta yalnız Kur´an´a değil, Hadise de dayanmaktadır. Kur´an-ı Kerim´de bu konuda, zahirde birbirine aykırı gibi görünen, iki ayet vardır. Biri: «Yüzler var ki, o gün şen şen parlar, Rabbına bakar.» (Kıyâme: 22-23) Diğeri de: «Gözler onu göremez, kavrayamaz, o ise gözleri görür, o latif ve herşeyi haber alandır.» (En´am: 103) İmam Ahmed´in tutumu, Kur´an´ı bölük bölük edenlerden, onu parça parça yapıp birbiriyle çarpıştıranlardan olmak değildi. Onun için bu konuda sünnetin yardımına koştu. Sünnet Kur´an´ın beyanıdır. Böylece ahirette görmeyi isbat etti. Belki de ikinci ayetteki görmemeyi dünyada görmezler anlamına aldı. İbni Kuteybe de, «İhtilafı Lafz´da» bu yolu tutmuştur. Bu iki ayeti ve Musa´ya (beni göremezsin) hitabını alarak şöyle der:
«Allah´ın muradı, dünyada göremezlerdir. Musa´ya hitabında da dünyada göremezsin, demektir. Çünkü Cenab-ı Hak, bu dünyada bütün mahlûkatının gözünden gizlidir. Ahirette onlara tecelli edecektir. O zaman görürler, hem de, ayı bedir halinde gördükleri gibi. Ayı görmede ihtilâf etmedikleri gibi, açık görürler. Hz. Peygamberin Hadisi Kur´an´ı açıklamaktadır. Görmeyi haber veren Hadisler o kadar çok ki, bunları ancak cahil ve inatçı zalim reddedebilir. Çünkü mevsuk kimselerden birbirini te´kit eden rivayetler var. Allah Teâlâ «onu gözler göremez» demişken, Hz. Peygamber´in: Siz Allah´ı kıyamette göreceksiniz» demesi, düşüncesi yerinde olana gizli değil ki, bu başka başka zamanlarda olacaktır.»[21]
25- Onun Görüşlerinin Dayanağı:
Kelâm âlimlerinin ele aldıkları ve o çağda etrafında tartışmalar yapılan mes´eleler hakkında İmam Ahmed´in görüşlerinin bir kısmı işte bunlardır. Görüyorsun ki, o bu konuda da, fıkıhtaki tutumunu sürdür-
mekte, aşırılıktan, haddi tecavüz etmekten korunmaktadır. Şöyle ki:
1- O, nasslara dayanmakta, onları ne aşar, ne de te´vil eder, zahirinden başka türlü yorumlamaz. Nassiarı anlamakta bir yardıma ihtiyaç hasıl olursa, o zaman sırf akıldan medet ummaz, sünnete başvurur, Kur´an´ı sünnetle tefsir eder, çağında müşkil mes´eleler ortaya atıp tartışanlarla böyle uğraşmıştır.
2- O, Allah´ın sıfatlan bahsinde kitap ve sünnette olanlara dayandı. Allah ile mahlûkat arasında benzerliği reddetmeğe çok dikkat etti «Onun benzeri hiç birşey yoktur» ayeti rehberdir. Sıfatlan ve görmeyi isbat ederken, Allah ile mahlûkattan biri arasında bîr benzerlik zannı uyandırmaktan son derece kaçındı.
——————————————————————————–
[1] Ibni Cevzi, Menâkıb.
[2] Aynı kaynak s. 168.
[3] Ibni Cevzi, Menâkıb, s.165,
[4] Aynı kaynak, s. 176.
[5] Aynı kaynak, s.174.
[6] İbni Cevzi, Menâkıb, 168.
[7] Ebû Hanife adlı kitapta Mu´tezile bölümü (Bu kitap tarafımdan tercüme olunup Diyanet İşleri Başkanlığında basılmıştır.)
[8] İbni Cevzi, Menâkıb, 173. 158
[9] lbnî Cevzi, Menâkıb, 176
[10] İbni Cevzi, Menâkıb, 109.
[11] Aynı kaynak, 156.
[12] Bak: Ahban Mihneh.
[13] Doğrusu, Ebû Hanife bu konuya dalmadı, onun çağında bu mes´ele yayılmamıştı.
[14] Ihtilafu´l-Lâfz s.59.
[15] İbn Teymiyye Mecmuatür-Resail ,c,III,s.21-22,Tab i Menar.
[16] İbni Teymiyye, Resaii, c.lll, s.45.
[17] Aynı Kaynak, s.165.
[18] Aynı Kaynak, s.106.
[19] Muhammed Abduh, Tevhîd Risalesi.
[20] İbni Cevzi, s.173.
[21] IbniCevzi, Menâkıb, s. 165. –