Peygamberimiz Aleyhisselamın Ahlâkı
Hz. Ali’ye Göre Peygamberimiz Aleyhisselam
Hind b. Ebi Hâle’ye Göre Peygamberimiz Aleyhisselam
Peygamberimiz Aleyhisselamın Peygamberlikten Önceki ve Sonraki Durumu
Peygamberimiz Aleyhisselamın Fetânet Sıfatı
Peygamberimiz Aleyhisselamın Sıdk Sıfatı
Hilm ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Hilm Sıfatı
Peygamberimiz Aleyhisselamın Şefkat ve Merhametinin Cihanşümullüğü
Tevazu ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Üstün Tevazuu
Hayâ ve Peygamberimiz Aleyhisselamın İnsanların En Hayâlısı Oluşu
Hayânın Dindeki Yeri ve Değeri
Cömertlik ve Peygamber Aleyhisselam İnsanların En Cömerdi Oluşu
Şecaat ve Peygamberimiz Aleyhisselamın İnsanların En Şecaatlisi Oluşu
Peygamberimiz Aleyhisselamın Zevâid (Âdet Niteliğindeki) Sünnetlerinden Bazıları ve Bunlar Hakkındaki Tavsiyeleri
PEYGAMBERİMİZ ALEYHİSSELAMIN AHLÂKI, GÜNLÜK ÂDET VE MEŞGALELERİ
Peygamberimiz Aleyhisselamın Ahlâkı
Hz. Ali’ye Göre Peygamberimiz Aleyhisselam
Hz. Hüseyin der ki:
“Peygamber Aleyhisselamın ev içindeki meşgalesini babam (Ali b. Ebu Talib)’dan sordum.
Babam:
‘Peygamber Aleyhisselam, evine girişinden itibaren vaktini:
Allah’a ibadete,
ev halkının işlerine,
ve kendi işlerine ait olmak üzere üçe ayırmıştı.
Şahsına ayırdığı vakti de, kendisiyle insanlar arasında buluşturmuştu.
O vakitte yanına, gelen insanlardan ancak seçkin sahabileri girerdi.
Halka dinî meseleleri onlar aracılığıyla tebliğ eder, halkı ilgilendiren hiçbir şeyi yanında tutmaz, birikti rm ezdi.
Ümmetine ait vakti fazilet sahiplerine dindeki üstünlük derecelerine göre bölüştürüp kendilerini ona göre huzuruna çağırmak, Peygamber Aleyhisselamın âdeti idi.
Onlardan kimisi bir hâcetli, kimisi iki hâcetli, kimisi de daha çok hâcetli idi.
Peygamber Aleyhisselam, onların dinî hâcetleriyle meşgul olur, sorularına gereken cevapları verir, sonra da:
‘Bunları burada bulunan, burada bulunmayanlara tebliğ etsin!
Bana kendisi gelemeyip hacetini arzedemeyen kimsenin hacetini siz bana arzediniz!
Muhakkak ki, sultana hacetini arzedemeyenin hacetini arzeden kimsenin ayaklarını Kıyamet gününde Allah Sırat üzerinde sabit kılar!’ buyururdu.
Peygamberimiz Aleyhisselamın yanında bundan başka birşey anılmaz, dile getirilmezdi.
Zaten kendisi de hiç kimseden bundan başkasını kabul etmezdi.
Peygamber Aleyhisselamın huzuruna girenler, talip olarak girerler, en büyük ilim zevkini tatmış ve onlara delâlet edici oldukları halde çıkarlardı’ dedi.
Babamdan, Peygamber Aleyhisselamın evinden çıkışında ne yaptığını sordum.
Babam:
‘Resûlullah Aleyhisselam dışarıda konuşmazdı. Ancak konuşması, Müslümanlara yararlı olacak, onları birbirlerine ısındıracak, aralarındaki tefrikayı, soğukluğu kaldıracak ise konuşurdu.
Her kavmin yüksek hasletli kişisine ikram eder ve onu kavminin üzerine vali yapardı.
Hiç kimseden güleryüzünü ve güzel huyunu esirgemezdi.
Ashabını göremese arar, halka aralarında olan bitenleri sorardı.
İyiliği över ve berkiştirir, kötülüğü de yerer ve zayıflatırdı.
Kendisinin her işi itidal üzere idi, ihtilafsızdı.
Gaflete düşerler endişesiyle, Müslümanlan uyarmaktan geri durmazdı.
Her hali mûtad idi.
İbadet ve taat için kendisinde tam bir istidad vardı.
Ne hakkı tecavüz, ne de onu yerine getirmekte kusur ederdi.
Kendisine yakın olanlar, insanların en hayırlıları idiler.
Onun katında ashabın en üstünü, öğüdü en şümullü olanı ve mertebece en büyüğü de muhtaçlara yardımı ve iyiliği en güzel olanı olurdu’ dedi.
Babama, Peygamber Aleyhisselamın meclisindeki âdetinden sordum, o da:
‘Resûlullah Aleyhisselam Allah’ı zikretmedikçe ne oturur, ne de kalkardı.
Mecliste yerlerden biryeri kendisine belirlemez, böyle yapmayı men ederdi.
Nerede olursa olsun, oturan bir cemaatin yanına vardığı zaman üst başa geçmez, meclisin sonuna oturur ve böyle yapmalarını Müslümanlara da emrederdi.
Kendisiyle birlikte oturan herkese nasibini verir, öyle ikram ederdi ki, herkes Resûlullah katında kendisinden daha mükerrem bir kimse yok sanırdı.
Kendisiyle oturan veya gelip hacetini arzeden kimsenin herşeyine, dönüp gidinceye kadar katlanırdı.
Bir kimse, kendisinden bir hacette, istekte bulununca, onu reddetmez, verir, yahut tatlı ve yumuşak bir dille geri çevirirdi.
Onun döşeği ve güzel ahlâkı, bütün insanları içine alacak kadar genişti.
Onlara şefkatli bir baba olmuştu.
Hak hususunda herkes onun katında eşitti.
Peygamber Aleyhisselamın meclisi bir ilim, haya, sabır ve emanet meclisi idi.
Meclisinde ne sesler yükselir, ne bir kimse suçlanır, ne de işlenmiş bir kusur ve hata açığa vurulurdu.
Resûlullah Aleyhisselamın meclisinde bulunanlar birbirinin dengi olup; birbirlerine karşı üstünlükleri, ancak takva yönündendi.
Hepsi de tevazulu, alçakgönüllü idiler.
Büyüklere tazim ederler, küçüklere şefkat ve merhamet gösterirler, ihtiyaç sahiplerini başkalarına tercih edip ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar, garib, yabancı olanları korur ve kollarlardı’ dedi.
‘Peygamber Aleyhisselamın meclisindekilere karşı tutum ve davranışı nasıldı?’ diye sondum.
Babam:
‘Resûlullah Aleyhisselam, meclisindekilere karşı daima güleçti.
Yumuşak huylu idi.
Esirgemesi, bağışlaması boldu.
Katı kalbli değildi.
Hiç kimse ile çekişmezdi.
Hiç bağırıp çağırmaz, kötü söz söylemezdi.
Hiç kimseyi ayıplamazdı.
Pinti ve cimri değildi.
Hoşlanmadığı şeye göz yumardı.
Umanı umutsuzluğa düşürmezdi.
Birşey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı.
Kendisini üç şeyden:
1. İnsanlarla çekişmekten,
2. Çok konuşmaktan,
3. Yararsız, boş şeylerle uğraşmaktan alıkoymuştu.
İnsanları da üç şeyde kendi hallerine bırakırdı:
1. Hiçbir kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı.
2. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı.
3. Hiç kimseye hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
Peygamber Aleyhisselam konuşurken, meclisinde bulunanlar başlarına kuş konmuş gibi sessiz ve hareketsiz dururlar; sözünü bitirip susunca, söyleyeceklerini söylerler; fakat kendisinin yanında asla tartışmaz, çekişmezlerdi.
Peygamber Aleyhisselamın yanında birisi konuşurken, konuşmasını bitirinceye kadar, diğerleri susarlardı.
Peygamber Aleyhisselamın yanında en sonrakinin sözü ile en öncekinin sözü farksızdı.
Meclisinde bulunanlar birşeye gülerlerse o da-onlara uyarak-güler, birşeye hayret ederi erse o da-onlara uyarak-hayret ederdi.
Meclisine gelen garibi erin, yabancıların sözlerindeki ve sorularındaki kabalık ve kıncılığa-ashabı da kendisi gibi davransınlar diye-katlanırdı.
‘Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını talep ettiğini gördüğünüz zaman, ihtiyacını ele geçirmesi için ona yardım ediniz!’buyururdu.
Gerçeğe uygun olmayan övmeyi kabul etmezdi.
Hakka tecavüz etmedikçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi.
Haka tecavüz ettiği zaman da, ya onu men ederek sözünü keser, yahut meclisten kalkıp giderdi’ dedi.[1]
‘Peygamber Aleyhisselamın susması nasıldı?’ diye sordum.
‘Peygamber Aleyhisselamın susması, dört şey üzerine; yani (1) hilim, (2) hazer, (3) takdir, (4) tefekkür üzerine idi.
Takdir insanlara eşit bakış ve dinleyişte,
Tefekkür dünya ve ahiret işlerini düşünmesinde göze çarpardı.
Hilim ve sabrı kendisinde toplamıştı.
Hiçbir şey kendisini kızdırmazdı.
Hazere gelince, bu haslette kendisinde dört haslet toplanmıştı:
1. En iyiyi-tâbi olmak için-alırdı.
2. Çirkin olan şeyleri-geri durmak için-bırakırdı.
3. Görüşünü ümmetinin yararına olan şeylere harcardı.
4. Himmetini, ümmetinin dünya ve ahiret mutluluklarını sağlayacak şeyler üzerinde toplardı’ dedi. [2]
‘Resûlullah Aleyhisselamın herhangi birşey için ‘Hayır!’ dediği olmazdı. Yapmak istediği birşey ken
disinden istenildiği zaman ‘Olur!’ buyurur; yapmak istemediği birşey kendisinden istenilince susar, onu
yapmak istemediği susmasından anlaşılırdı.'”[3]
Hind b. Ebi Hâle’ye Göre Peygamberimiz Aleyhisselam
Hz. Hasan’ın sorusu üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselamın üvey oğlu Hind b. Ebi Hâle de Peygamberimiz Aleyhisselamı şöyle anlatır
“Resûlullah Aleyhisselam yürürken ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahat yürürdü.
Bakmak istediği, bakacağı tarafa tamamıyla dönerek bakardı.
Etrafına gelişigüzel bakınmazdı.
Yeryüzüne bakışı, semaya bakışından uzundu.
Yeryüzüne bakışı da, gözucuyla idi.
Yürürken, sahabilerinin gerisinde yürürdü.
Birisiyle karşılaştığı zaman, önce kendisi selam verirdi.
Resûlullah Aleyhisselam daima düşünceli idi.
Kendisinin susması, konuşmasından uzun sürerdi.
Resûlullah Aleyhisselam lüzumsuz yere konuşmazdı.
Söze başlarken de, sözü bitirirken de, Allah’ın ismini anardı.
Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle konuşurdu.
Resûlullahın sözleri hep gerçek ve yerinde idi.
Resûlullah Aleyhisselam konuşurken ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı.
Kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi.
En ufak nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti vermezdi.
Bir nimeti ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi.
Dünya için, dünya işleri için kızmazdı; fakat bir hak çiğnenmek istendiği zaman, onun öcünü almadıkça hiçbir şey kızgınlığının önüne geçemezdi.
Kendi şahsı için asla kızmaz ve öç almazdı.
Birşeye işaret edeceği zaman, parmağıyla değil, bütün eliyle işaret ederdi.
Hayret ve taaccüb ettiği zaman elinin duruşunu tersine çevirir, yani avucu göğe doğru ise onu yere doğru, yere doğru ise onu göğe doğru çevirirdi.
Konuşurken el hareketi yapar, sağ elinin avucunu sol elinin baş parmağının iç tarafına vurur dururdu.
Kızdığı zaman, kızgınlıktan hemen vazgeçer ve kızgınlığını belli etmezdi.
Neşelendiği, ferahlandığı zaman gözlerini yumardı.
En fazla gülmesi, gülüm sem ekti. Gülümserken de, ağzındaki dişleri inci taneleri gibi görünürdü.” [4]
Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre; Peygamberimiz Aleyhisselam insanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi.
Çarşı ve pazarlarda bağınp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı.
Fakat, affeder ve bağışlardı . [5]
İnsanların en naziği, en iyi huylusu ve en güleci idi. [6]
Allah yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış, vurmuştu. [7]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Peygamberlikten Önceki ve Sonraki Durumu
Peygamberimiz Aleyhisselam, kendisine peygamberlik gelmeden önce de kavmi arasında ahlâkının güzelliği ve üstünlüğü ile övülür, parmakla gösterilirdi.
Bu gerçeği Muhammed b. İshak (vefatı 151 H.) ile Muhammed b. Sa’d (vefat 230 H.) ve daha başkaları şöyle dile getirirler:
“Resûlullah Aleyhisselam erlik çağına erinceye kadar mertlik ve insanlıkça kavminin en üstünü, ahlâkça en güzeli, soy-sopça en şereflisi, komşuluk hakkını en çok gözeteni, hilm ve uslulukça en büyüğü, doğru sözlülükte en başta geleni, eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü, kötülüklerden ve insanları alçaltan huylardan da en uzak bulunanı idi.
Yüce Allah bütün iyi haslet ve meziyetleri onda toplamıştı.
Bunun için kendisi kavmi arasında ‘el-Emîn1 adıyla anılırdı.” [8]
Yüce Allah, Peygamberimiz Aleyhisselam hakkında:
“Muhakkak ki sen pek büyük bir ahlâk üzeresin!” (Kalem: 4) buyurmuş; Peygamberimiz Aleyhisselam da, ahlâkî faziletleri tamamlamak için gönderildiğini açıklamıştır. [9]
“Sizin Bana en sevgiliniz, Kıyamet günü yeri bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” [10]
“Mü’minlerin imanca en olgunları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.” [11]
“Sizin hayırlılarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.” [12]
“Kıyamet günü Mîzanda güzel ahlâktan daha ağır basan birşey yoktur.” [13]
“İnsanların İslâmiyet bakımından en güzelleri, ahlâkça en güzel olanlandır” buyurmuştur. [14]
Peygamberimiz Aleyhisselamın önüne bir adam gelip:
“Yâ Rasûlallah! Hangi amel üstündür?” diye sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Güzel ahlâk!” buyurdu.
Adam, Peygamberimiz Aleyhisselama sağ tarafından gelip:
“Hangi amel üstündür?” diye tekrar sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam yine:
“Güzel ahlâk!” buyurdu.
Adam, Peygamberimiz Aleyhisselama sol tarafından gelip:
“Yâ Rasûlallah! Hangi amel üstündür?” diye tekrar sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Güzel ahlâk!” buyurdu.
Adam arka taraftan gelip Peygamberimiz Aleyhisselama:
“Yâ Rasûlallah! Hangi amel üstündür?” diye tekrar sordu.
Peygamberimiz Aleyhisselam, ona doğru yönelerek:
“Anlamıyor musun? Güzel ahlâktır!
O da, gücün yeterse hiç kızmam andır!” buyurdu. [15]
Peygamberimiz Aleyhisselama:
“Yâ Rasûlallah! İnsanlara verilen en hayırlı şey nedir?” diye sorulunca da, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Güzel ahlâktır!” buyurmuştur. [16]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Fetânet Sıfatı
Peygamberimiz Aleyhisselamın ahlâkının ve gidişatının güzelliği ile birlikte; halkın gizli ve açık işlerini tam bir dirayetle idare edişini, genel ve özel siyasetini, daha önceden hiç kimseden birşey öğrenmeden, hiç çalışıp çabalamadan, okuma-yazma bilmeden kendisine ihsan buyurulan ilmi ve şeriatlardan bildirdiklerini inceden inceye düşünen kimse, Peygamberimiz Aleyhisselamın aklının üstünlüğünde ve anlayışının keskinliğinde hiç şüphe etmez.
Vehb b. Münebbih:
“Ben yetmiş bin kitap okudum ve hepsinde de, Peygamber Aleyhisselamı gerek akıl ve gerek görüş bakımından insanların en üstünü buldum! Okuduğum kitapların hepsinde gördüm ki, dünyanın başından sonuna kadar Yüce Allah’ın bütün insanlara vermiş olduğu akıl, Peygamber Aleyhisselamın aklının yanında ancak dünya kumlarından bir kum tanesi gibi kalmaktadır!” demiştir. [17]
Akıl; ilim ve marifetin kaynağıdır.
İsabetli görüş, keskin zekâ, görüş ve düşünüşlerinde isabet, doğru tahmin, işlerin sonunu düşünme, şehvetle mücahede, güzel siyaset ve tedbir, faziletlere tâbi olma, çirkin huy ve hareketlerden uzak durma da hep akıldan kaynaklanır. [18]
Rebi1 b. Hüşeym:
“İslâmiyetten önce Cahiliye devrinde halk Resûlullah Aleyhisselamın hakemliğine başvururlardı” der. [19]
Peygamberimiz Aleyhisselamın 35 yaşında bulundukları ve Kureyş müşriklerince Kabe’nin onarımına girişildiği sırada Hacerü’l-Esved’in Kabe duvarındaki yerine konulması işi Kureyş liderleri arasında sert bir tartışma ve çekişmeye yol açmıştı. Her kabile onu yalnız başına kaldırıp yerine koymak istiyor ve buna kendi kabilesinin daha lâyık olduğunu iddia ediyordu. En sonunda birer tarafa çekilmişler, bu hususta and içmişler ve çarpışmaya hazırlanmışlardı.
Abduddar oğulları, ortaya içi kanla dolu bir çanak getirip, müttefikleri olan Adiyy oğullarıyla birlikte ellerini kanlı çanağa batırarak bu yolda ölmeyi göze aldıklarına yemin etmişlerdi.
Dört veya beş gece böylece sinirler gerilmiş bir halde geçtikten sonra, Kabe’ye ilk giriş yapan kişinin (Peygamberimiz Aleyhisselamın) hakemliğine başvurulmuştu.
Peygamberimiz Aleyhisselam Hacerü’l-Esved’i ridasının üzerine koymuş, ridanın dört köşesini dört kabilenin büyüklerine tutturup Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar kaldırtmış, ridanın içinden alıp kendi eliyle yerine yerleştirmişti. [20]
Kabileler arasında kanlı bir savaşa dönüşerek asırlar boyunca sürüp gidecek olan çetin bir anlaşmazlığı, Peygamberimiz Aleyhisselam böylece en makul ve hakîmâne bir şekilde halledivermiştir.
Hicretin 7. yılında elçi olarak gönderilen Hâtıb b. Ebi Beltea ile tartışan İskenderiye kralı Mukavkıs da:
“Sen hakîm olanın yanından geliyorsun!” diyerek Peygamberimiz Aleyhisselam hakkındaki takdirini açığa vurmuştur. [21]
Peygamberimiz Aleyhisselamın 19 yıl sonra Hicretin 6. yılında ancak 1400-1500 mücahidle gidebildiği Hudeybiye’de Hz. Ömer gibi bazı ateşli sahabilerin olanca itirazlarına rağmen bazı tavizler vererek Kureyş müşriki eriyle yapmayı başardığı muahede; önce Hayber’i, sonra da Kureyşlilerin muahede hükmünü bozucu davranışları üzerine 10.000’e yükselen askerî bir güçle gidip Mekke’yi fethedecek kadar, İslâm’a ve Müslümanlara güç kazandırmıştı . [22]
Yine Hz. Ömer’in olanca itiraz ve çabasına rağmen, Hazrecîlerin ve münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy b. Selûl’ün ricası üzerine cesedini kendi gömleğine sardırmış ve cenaze namazını da kıldıımıştı.
Abdullah b. Übeyy gibi kötülükleri herkesçe bilinip duran bir kimseye gömleğini niçin verdiği ve cenaze namazını ne diye kıldırdığı sorulduğu zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Benim gömleğim ve üzerine kıldığım namazım onu Allah’tan, Rabbimden gelecek azabdan kurtaracak değildir. Fakat, ben bu sayede onun kavminden hâlâ müşriklikte direnen bin kişinin Müslüman olmasını umuyorum!” buyurup, gayesindeki yüceliği ve siyasetindeki inceliği ortaya koymuş;[23] Abdullah b. Übeyy’in böyle Peygamberimiz Aleyhisselamın gömleğinden ve üzerine kılacağı namazdan ahirette yararlanmayı umduğunu sanan müşrik Haz recilerden 1000 kişi-tahmin buyurulduğu gibi-Müslüman o İm ustur. [24]
Hz. Ömer:
“Bundan sonra, [25] Resûlullah Aleyhisselama karşı cüretime şaştım! Allah ve Resûlü elbette daha iyi bilir!” demiştir. [26]
Hz. Ömer, Hudeybiye muahedesi sırasındaki itirazlarını hatırladıkça da korkar ve:
“O zaman söylemiş olduğum sözlerin akıbetinden korkup hayır olmasını umarak nafile sadakalar vermekten, oruçlar tutmaktan, namazlar kılmaktan ve köleler azad etmekten geri durmadım!” derdi. [27]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Sıdk Sıfatı
Peygamberimiz Aleyhisselam yalnız kendi kavminin değil, Hz. Ali’nin dediği gibi, bütün insanların da en doğru sözlüsü ve ahdine en vefalısı idi. [28]
Peygamberimiz Aleyhisselamın ağzından hiçbir zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı.
Abdullah b. Amr b. Âs der ki:
“Ben, Resûlullah Aleyhisselam dan duyduğum herşeyi ezberlemek ister ve yazardım.
Kureyşlilerden bazı sahabiler beni ondan nehyettiler ve:
‘Sen Resûlullah Aleyhisselamdan duyduğun herşeyi yazıp duruyorsun ama, Resûlullah Aleyhisselam nihayet beşerdir. Gazap halinde de, rıza halinde de söz söyler!’ dediler.
Bunun üzerine, ben bir müddet yazmaktan vazgeçtim.
Nihayet, durumu Resûlullah Aleyhisselam a arzettim. [29]
Resûlullah Aleyhisselam, ağzına parmağıyla işaret ederek: [30]
‘Yaz! Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!’ buyurdu.” [31]
Peygamberimiz Aleyhisselam, dil şakası yaparken bile, doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz:
“Ben şakayapanm, ama gerçekten başkasını söylemem!” buyururdu. [32]
Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına bir adam gelerek kendisini bir hayvana bindirmesini (kendisine binecek bir hayvan verilmesini) isteyince, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ben seni dişi bir devenin dölüne bindireyim!” buyurdu.
Adam:
“Yâ Rasûlalları! Ben dişi devenin dölünü ne yapayım?!” dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Develeri dişi develerden başkası mı doğurur?” buyurdu. [33].
Hilm ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Hilm Sıfatı
Hilm; nefsi öfke heyecanından alıkoyuş, [34] yavaş ve uslu oluş demektir. [35]
Hilm ve tahammül, gücü yettiği halde affetmek, hoşlanılmayacak şeylere sabretmektir.
Hilm, tahrik edici sebepler karşısında sebat ve kararlılığın çoğalma halidir.
Tahammül; elem ve ezâ verici davranışlar karşısında kendini tutmak, nefsine hâkim olmaktır.
Sabır da bunun gibidir.
Afv ise, suçluyu muaheze etmeyi bırakmak, azarlama ve cezalandırmadan vazgeçmektir.
Yüce Allah bütün bunlar hakkında Peygamberimiz Aleyhisselamı terbiye edip yetiştirmiştir. [36]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Şüphe yok ki Allah ahlâkî faziletleri evliyasına tahsis etmiştir.
Kendinizi yoklayınız; eğer onları kendinizde bulursanız, Allah’a hamd ediniz. Bulamazsanız, talep ediniz!” buyurdu.
“Onlar nelerdir?” diye sorulunca, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Yakîn, kanaat, sabır, şükür, akıl, mürüvvet (insaniyet), hilm, sehâvet, şecaat!” buyurmuştur. [37]
Her hilm sahibinden, muhakkak bir zelle (sürçme) sadır olmuştur.
Fakat Peygamberimiz Aleyhisselam bundan masun bulunmuş, ezâ ve işkencelerin çoğalması kendisinin ancak sabrını arttırmıştır. [38]
Hilm sıfatı, Peygamberimiz Aleyhisselamın Tevrafta anılan belirli vasıfları arasında idi.
İmam Zührî’nin bildirdiğine göre; bir Yahudi demiştir ki:
“Resûlullahın Tevratta görülen sıfatlarından başka hiçbir sıfatı kalmamıştı.
Ben kendisini alışveriş neticesinde belli bir vade ile otuz dinar borçlandırmış, vadeye bir gün kala yanına gidip:
‘Ya Muhammedi Hakkımı öde! Zaten, siz Abdulmuttalib oğulları cemaatinin âdeti borçlarını uzatıp durmaktır!1 demiştim.
Ömer b. Hattab, bana:
‘Ey kötü Yahudi! Vallahi, Resûlullahın evinde olmasaydın, senin gözünü patlatırdım!’ dedi.
Resûlullah Aleyhisselam:
‘Ya Ebâ Hafs! Allah seni yarlıgasın!
Biz senden bundan başka türlüsünü görmek ihtiyacında idik.
Sen bana onun üzerimde bulunan hakkını güzellikle ödememi söyleyecek, ona da hakkını tahsilde yardımcı olmakla beraber alacağını isterken daha nazik davranmasını tavsiye edecektin!’ buyurdu.
Benim Resûlullaha karşı cahilce, kaba ve katı hareketim kendisinin hilmini arttırmaktan başka birşey yapmadı.
Bana:
‘Ey Yahudi! Senin hakkının ödeme günü ancak yarın sabah girecektir!’ buyurduktan sonra, Ömer’e:
‘Ya Ebâ Hafs! Onu yarın günün başlangıcında istediği hurma bahçesine götür!
Eğer beğenirse, kendisine şu kadar sa’ hurma verve hakkından biraz da fazla ver! Verirken, ‘Sana şu kadar da fazla veriyorum!’ de!
Eğer bu bahçedekine razı olmazsa, kendisine filanca bahçeden şu kadar hurma ver!’ buyurdu.
Ömer, beni hurmasını beğendiğim bahçeye götürdü. Oradan, Resûlullah Aleyhisselamın dediği kadar hurma verdi.
Emrettiği fazlayı da verdi.”
Deniliyor ki; Yahudi, hurmayı teslim aldığı zaman:
“Ben şehadet ederim ki; Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Muhammed Aleyhisselam da Allah’ın Resûlüdür!
Ey Ömer! Gördüğün şeyi yapmaya beni sevkeden, Resûlullah Aleyhisselamın Tevrat’ta yazılı bütün sıfatiarını-hilm sıfatı hariç-kendisinde görmüştüm. Bugün kendisinin hilmini denemiş, onu da Tevrat’ta yazılı olduğu şekilde bulmuşumdur.
Seni şahit tutarım ki; şu hurma ile malımın yansı Müslümanların fakirlerine bağışlanmıştır!” dedi.
Hz. Ömer:
“‘Onlardan bazısına’ de!” dedi.
Yahudi de:
“Onlardan bazısına!” dedi.
Bu Yahudi, küfür üzerinde yaşayan yüz yaşlarındaki tek ihtiyarlan hariç, bütün ev halkıyla birlikte Müslüman oldu. [39]
Allah onlardan razı olsun!
Yahudi bilginlerinden[40] ve zenginlerinden[41] Zeyd b. Su’ne (Sa’ne) der ki:
“Muhammed Aleyhisselamın yüzüne bakınca, kendisinde peygamberlik alâmetlerinden iki şeyden başka zuhur etmedik birşey kalmadığını anladım.
Kendisindeki hilm sıfatı, karşılaştığı cahillik ve kabalığı geçiyor mu, geçmiyor mu?
Kendisine karşı en ağır, cahilce ve kabaca davranışlar, hilmini arttırıyor mu, arttırmıyor mu?
Bu hususta henüz bir bilgi edinememiş; eğer kendisiyle düşer kalkarsam herhalde bunu da öğrenirim, demiştim.
Resûlullah Aleyhisselam, günlerden bir gün, yanında Ali b. Ebu Talib bulunduğu halde, odalardan birinden dışan çıktı.
O sırada, hayvan üzerinde, bedevîye benzeyen bir adam çıkageldi ve:
‘Yâ Rasûlallah! Köy halkından filan oğulları Müslüman olup İslâmiyete girdiler.
Onlara, Müslüman olurlarsa geçimlik geleceğini söyler dururdum.
Yağmursuzluk, kuraklık yüzünden son derecede kıtlık sıkıntısına uğradılar.
Yâ Rasûlallah! Ben onların sizlerden birşeyler umarak girdikleri İslâmiyetten çıkmalarından korkuyorum!
Eğer onlara birşeyler gönderip yardım etmeyi uygun görürsen, gönder!1 dedi.
Resûlullah adama baktı, sonra yan tarafına bakınca Ali’yi gördü.
Ali:
‘Yâ Rasûlallah! Onlara verilecek hiçbir şey kalmadı!’ dedi.
Bunun üzerine, ben hemen Resûlullahın yanına sokulup:
‘Yâ Muhammed! Sana ait filan oğullarının bahçesinden şu kadar zaman sonra vermek üzere bana şu miktarda hurma satsan olmaz mı?’ dedim.
Resûlullah:
‘Hayır! Olmaz ey Yahudi! Fakat sana şu kadar zaman sonra belli miktarda hurma satabilirim!’buyurdu.
Filan oğullarının bahçesinden diye isim açıklamadı.
Ben de:
‘Olur!1 dedim.
Bana satış yapınca, kasama gidip şu kadar müddet sonra şu kadar hurmaya karşılık kendisine seksen m işkal altın verdim.
Onu hemen o adama teslim edip:
‘Onlara adalet üzere paylaştır ve kendilerine bununla yardım et!’ buyurdu.
Alacağımınvadesinden iki veya üç gün önce, Resûlullahınyanına vardım. Gömleğinin ve ridasının yakasından tuttum. Asık ve ekşi bir suratla yüzüne dik dik baktım ve:
‘Yâ Muhammed! Hakkımı daha ödemeyecek misin?
Vallahi ey Abdulmuttalib oğulları! Sizin borcunuzu ödemede kötü davranıcı olduğunuzu, hep uzatıp durduğunuzu bilmezdim.
Sizinle düşüp kalkmak, öyle olduğunuzu bana öğretti!’ dedim.
Ömer’in yüzüne baktığım zaman, gözleri döner felek gibi dönüyordu!
Sonra, gözlerini bana dikti ve:
‘Ey Allah düşmanı! Sen misin Resûlullah Aleyhisselama işittiğim sözleri söyleyen, gördüğüm şeyleri yapan?!
O’nu hak din ve kitabla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer kendisinden çekin-meseydim, muhakkak kılıcımla vurup kelleni uçururdum!’ dedi.
Resûlullah Aleyhisselam, sükûnet içinde gülümseyerek Ömer’e baktıktan sonra:
‘Ya Ömer! Ben ve o, senden bu türlü davranıştan başkasını görmek ihtiyacında idik!
Sen, borcumu güzellikle ödemeyi bana tavsiye, alacağını güzellikle istemesini de ona tavsiye edecektin!
Ey Ömer! Git! Ona hakkını öde! Yirmi sa’ da fazla olarak ver!1 buyurdu.
‘Ey Ömer! Bu fazla bana ne için veriliyor?’ diye sordum.
Ömer
‘Resûlullah Aleyhisselam, sana şiddet göstermiş olmamın yerine bu fazlayı vermemi bana emretti!’ dedi.
Ömer’e:
‘Ey Ömer! Beni tanıdın mı?1 diye sordum.
Ömer
‘Hayır, tanımadım! Sen kimsin?’ dedi.
‘Zeyd b. Sa’neyim!’ dedim.
Ömer
‘Yahudilerin bilgini mi?’ diye sordu.
‘Yahudi bilgini!’ dedim.
Ömer
‘Öyleyse, Resûlullah Aleyhisselama yaptığın şeyi yapmaya seni sevkeden ne idi?’ diye sordu.
Kendisine:
‘Ey Ömer! Muhammed Aleyhisselamın yüzüne bakınca, kendisinde peygamberlik alâmetlerinden iki şeyden başka birşey kalmadığını anladım.
Hilm sıfatı, karşılaşacağı cahillik ve kabalığı geçiyor mu, geçmiyor mu? En kaba ve cahilce davranışlar kendisinin hilmini arttırıyor mu, arttırmıyor mu?
Bu hususta henüz bir denemede bulunmamıştım.
İşte, ona söylediklerimi ancak bu maksatla söyledim ve kendisinde aradığım bu sıfatların da bulunduğunu gördüm.
Ey Ömer seni şahit tutanm ki; ben Allah’ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed Aleyhisselamı da peygamber olarak kabul ettim!
Ve yine seni şahit tutarım ki; malımın yarısı Muhammed Aleyhisselamın ümmetine sadakadır. Çünkü, ben servetçe onlardan zengin bulunuyorum!1 dedim.
Ömer
‘Onlardan bir kısmına, de! Çünkü sen onların bütününe tasaddukta bulunmaya mal yetiştiremezsin!’ dedi.
Ben de:
‘Onlardan bir kısmına!’ dedim.”
Zeyd b. Su’ne, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına dönünce:
“Şehadet ederim ki; Allahtan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki; Muhammed Aleyhisselam Allah’ın kulu ve resûlüdür!” diyerek iman, ikrarve bey’at etti. [42]
Enes b. Malik der ki:
“Resûlullah Aleyhisselamla birlikte yürüyordum. Resûlullahın üzerinde Necran kumaşından yapılma, kalın yakalı bir cübbe vardı.
Bir bedevî, arkadan yetişip Resûlullahın cübbesinden şiddetle çekti. [43]
Kendisine doğru öyle şiddetli bir çekişle çekti ki, Peygamber Aleyhisselam bedevinin göğsüne doğru yöneldi.
Cübbe yırtıldı da, cübbenin yakası Resûlullahın boynunda kaldı. [44]
Resûlullahın boynuna baktım; bedevinin çekişinin şiddetinden, cübbenin yakası Resûlullahın boynunda iz bırakmıştı!
Bedevî:
‘Ya Muhammed! Allah’ın senin yanında bulunan malından[45] şu iki devemin üzerine yükle!
Çünkü sen bana ne kendi malından, ne de babanın malından yükleyecek değilsin!’ dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam, biraz sustuktan sonra:
‘Mal Allah’ın malıdır! Ben de onun kuluyum!
Ey A’râbî! Sen bana yaptığın şeyden dolayı misliyle mukabele olunacaksın!1 dedi. [46]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
‘Hayır! Allahtan mağfiret dilerim!
Hayır! Allah’tan mağfiret dilerim!
Hayır! Allah’tan mağfiret dilerim ki, beni çekiştirdiğinden dolayı ben de seni çekiştirip ödeşmedikçe senin için birşey yüklemeyeceğim!’ buyuruyor, bedevî de her defasında:
‘Vallahi ben bundan dolayı misliyle mukabele ettirmem!’ diyordu. [47]
Resûlullah Aleyhisselam:
‘Niçin ettirmiyorsun?!’ diye sordu.
Bedevî:
‘Çünkü sen kötülüğü kötülükle karşılamaz, cezalandırmazsın da, onun için ettirmem!’ dedi.
Bunun üzerine, Resûlullah Aleyhisselam güldü. [48] Sonra da bir adam çağırdı ve:
‘Şu iki deveden birisine arpa, diğerine hurma yükle!1 buyurdu.” [49]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Şefkat ve Merhametinin Cihanşümullüğü
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde Peygamberimiz Aleyhisselam hakkında:
“Biz seni âlemlere ancak rahmet olmak üzere gönderdik!” (Enbiyâ: 107)
“Andolsun, size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir! O, üstünüze çok düşkündür! Bütün mü’minler için çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe: 128)
“Onlar mü’min olmayacaklar diye âdeta kendine kıyacaksın!” (Şuarâ: 3) buyurmuş;
Peygamberimiz Aleyhisselam da:
“Benimle sizin misaliniz, ateş yakan, ateşine düşmeye başlayan kelebek ve çekirgeleri men etmeye çalışan adama benzer ki; ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum, sizlerse hep elimden kurtulmaya çabalayıp duruyorsunuz!” buyurmuştur. [50]
Uhud savaşı günü, Peygamberimiz Aleyhisselamın rebâiye dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştı.
Bu hal, Ashab-ı Kiramın son derecede ağırına gitmişti.
Peygamberimiz Aleyhisselam a:
“Müşriklerin aleyhine dua etsen?” dediler.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ben lânetleyici olarak gönderilmedim, fakat ben Hakk’a davet edici ve rahmet olarak gönderildim.
Allah’ım! Kavmime hidayet nasip et! Çünkü onlar bilmiyorlar!” diye dua etti.
Hz. Ömer:
“Babam, anam sana feda olsun yâ Rasûlallah! Nuh Aleyhisselam kavmi hakkında ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan, gezip tozan hiçbir kimse bırakma!’ [Nuh: 26] diye dua etmiştir.
Sırtın çiğnendiği, yüzün kana boyandığı ve rebâiye dişin kırıldığı zaman, Nuh Aleyhisselam gibi aleyhimizde dua etmiş olsaydın, son ferdimize kadar hepimiz muhakkak helak olurduk!
Fakat sen böyle demekten kaçındın da, ‘Allah’ım! Kavmimi mağfiret buyur! Çünkü onlar bilmiyorlar!’ diyerek hayır dua ettin!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselamın bu duası; fazileti, ihsanın bütün derecelerini, güzel ahlâkı, keremi, sabır ve hilmin gayelerini biraraya toplamıştır.
Peygamberimiz Aleyhisselam, kendisine yapılanlara sükût etmekle kalmamış, hatta onların suçlarını bağışlamış, sonra şefkat ve merhamet etmiş, kendilerinin bağışlanmalar için dua ve şefaatte bulunup ‘Onları yarlığa, hidayete erdir!’ demiş, sonra da şefkat ve merhametinin sebebini ‘Benim kavmimi’ sözüyle açıklamış, ‘Onlar bilmiyorlar!1 sözüyle de, bilgisizliklerini kendileri hakkında mazeret olarak göstermiştir. [51]
Tevazu ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Üstün Tevazuu
Tevazu; tezellül göstermek, huşûlu, alçakgönüllü olmak, [52] hakka boyun eğmek, [53] hakkı kabul etmek demektir.[54]
Sair huylarda olduğu gibi, tevazuun da aşırılık ve kıtlık taraf la rıyl a itidal derecesi vardır.
Tevazuun kıtlığına tekebbür (büyüklenmek), aşırılığına mezellet (zelillik), itidal derecesine tevazu denilir.
Tevazuun makbul olanı, yaltaklanma ve hisset derecesine düşürülmeyenidir.
Çünkü, herşeyin iki tarafı, aşırılığı ve kıtlığı verilmiştir.
Herşeyin Yüce Allah katında makbul olanı, itidal, orta derecesidir. O da, her hak sahibine hakkını vermektir.
Peygamberimiz Aleyhisselam, makam ve mertebesinin yüceliği ile birlikte, insanların en tevazu-Iusu[55] ve en kibirsizi idi. [56]
Kendisinin kral peygamberlikle kul peygamberlik arasında muhayyer bırakılıp kul peygamber olmayı seçmesi üzerine, İsrafil Aleyhisselam:
“Şüphe yok ki, Allah, tevazu gösterdiğin o şeyi de sana vermiş bulunuyor.
Kıyamet günü Âdem oğullarının seyyidi sensin!
Yer kendisi için yarılıp kabrinden ilk çıkacak ve şefaat edecek olan da sensin!” demiştir. [57]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Sizden, ameli kendisini kurtarabilecek bir kimse yoktur!” buyurmuştu.
“Yâ Rasûlallah! Senin de mi amelin kurtaramaz?” diye sordukları zaman, geçmişteki ve gelecekteki günahlarının Yüce Allah tarafından bağışlanmış olduğu kendisine müjdelenmiş bulunduğu halde (Feth: 1):
“Evet! Beni de amelim kurtaramaz! Ancak, Rabbim olan Allah beni tarafından bir mağfiret ve rahmetle bürürve korur!” buyurmuştur. [58]
Hz. Hüseyin der ki:
“Resûlullah Aleyhisselam:
‘Siz, beni hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz!
Çünkü, Yüce Allah beni resûl edinmeden önce kul edinmiştir!1 buyurdu.” [59]
Hz. Ömer de:
“Resûlullah Aleyhisselam:
‘Nasrânîlerin İsa b. Meryem Aleyhisselamı ‘Allah’ın oğlu’ diyerek haksız yere övdükleri gibi, siz de beni övmekte aşın gitmeyin iz! [60]
Şüphe yok ki, ben ancak bir kulum! [61] Allah’ın kuluyum! [62] Resûlüyüm! [63]
O halde, bana ‘Allah’ın kulu ve resûlü’ deyiniz!’ buyurdu” demiştir. [64]
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir sefer sırasında, bir koyun kesilip pişirilmesini ashabına emretmişti.
Ashabdan birisi:
“Yâ Rasûlallah! Onun boğazlanması benim üzerime olsun!” dedi.
Başka birisi:
“Yâ Rasûlallah! Onun yüzmesi de benim üzerime olsun!” dedi.
Başka birisi de:
“Yâ Rasûlallah! Onun pişirilmesi de benim üzerime olsun!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam da:
“Odun toplamak da benim üzerime olsun!” buyurdu.
Sahabiler
“Yâ Rasûlallah! Biz senin işini de görmeye yeteriz! (Senin odun toplamana gerek yok!)” dediler.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Sizin benim işimi de görmeye yeteceğinizi biliyorum.
Fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam!
Çünkü Allah kulunu ashabı arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz!” buyurdu. [65]
Bir gün bir adam, Peygamberimiz Aleyhisselamın huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden, titremeye başlamıştı.
Peygamberimiz Aleyhisselam, ona:
“Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim! Ben ancak Kureyş kabilesinden, kurumuş et yiyen bir kadının oğluyum!” buyurmuştur. [66]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Mekke’nin yukarı taraflarında bir yere dayanmış olarak yemek yediği sırada, Cebrail Aleyhisselam gelip:
“Yâ Muhammedi Demek sen krallar gibi yiyorsun?!” deyince, hemen yere oturuvermiştir.
Peygamberimiz Aleyhisselama bir gün Cebrail Aleyhisselamla birlikte bir melek gelmişti ki, daha önce o hiç gelmemişti.
Melek, Peygamberimiz Aleyhisselama:
“Rabbin sana selam söylüyor ve seni ya bir peygamber krallık veya bir peygamber kulluk arasında muhayyer kılıyor. Bunlardan birini seçmekte serbest bırakıyor.
‘Senin için, istersen peygamber kral, istersen peygamber kul olma var!’ buyuruyor” dedi.
Cebrail Aleyhisselam “Tevazu göster!” diye işaret edince, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Peygamber kul olayım!” cevabını vermiştir. [67]
Bundan sonra, Peygamberimiz Aleyhisselam ne ayak üzerinde, ne de bir yere dayanarak, yaslanarak yemek y e m e m iştir. [68]
Peygamberimiz Aleyhisselam, Mekke’nin fethinde, amcası Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani’nin evine varmıştı . [69]
Ona:
“Yanınızda yiyecek birşey var mı?” diye sormuştu.
Ümmü Hani:
“Hayır! Yalnız kurumuş ekmek kırıntıları ve sirke var! [70]
Fakat bunları sana sunmaya haya ederim!” dedi. [71]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Onları getir! Suyun içine ufala! Tuz da getir!” buyurdu.
Sirkeyi onun üzerine döküp yedikten sonra, Yüce Allah’a şükretti.
“Ey Ümmü Hani! [72] Sirke ne güzel katıktır! Sirke bulunan bir ev katıktan mahrum sayılmaz!” buyur-du. [73]
Peygamberimiz Aleyhisselam hiçbir yemeği hor görmemiş, vermemiştir.
Bir yemeği arzu ederse yer, arzu etmezse bırakır, susardı . [74]
En ufak nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti yermezdi. Hiçbir nimeti ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi. [75]
Abdullah b. Mes’ud der ki:
“Resûlullah Aleyhisselam bir hasırın üzerinde yatıp uyumuş ve hasır böğründe iz yapmıştı. [76] Uyanınca, böğrünü oğuşturdum. [77]
‘Babam, anam sana feda olsun[78] yâ Rasûlallah! Keşke bize bildirseydin de, hasırın üzerinde, [79] senin için, tenini ondan koruyacak[80] birşey serseydik?!’ dedim. [81]
‘Sana yumuşak bir döşek edinseydik!’ dedik. [82]
Resûlullah Aleyhisselam:
‘Dünyaya ait şeyler benim neyime gerek! Benim dünya ile olan halim; bir ağacın altında biraz gölgelendikten sonra onu bırakarak yoluna devam eden bir süvarinin misali, hali gibidir1 buyurdu.” [83]
Hayâ ve Peygamberimiz Aleyhisselamın İnsanların En Hayâlısı Oluşu
Haya; genellikle utanmak dem ektir. [84]
Haya, isyan ehli için de, itaat ehli için de yararlı olan fıtrî birhaslettir. [85]
Kadınlar, aşırı şehvetlerini üstün derecedeki haya ile kınp, bu hususta erkeklere kat kat üstünlük sağlarlar. [86]
Haya; hoşa gitmemesi me’mul olan veya geri bırakılması işlenmesinden daha uygun bulunan birşeyin işlenmesi sırasında insanın yüzünde beliren ince kızarma halidir. [87]
Haya; nefsin kıskanılacak birşeyden dürülüp tor top olması, sıkılması, ayıplanmak, kınanmak korkusundan onu bırakmasıdır.
Bu da iki kısım olup; birincisi, nefsânî, yani Yüce Allah’ın herkeste yaratmış olduğu fıtrî hayâdır-insanlar arasında edeb ve avret mahallini açmaktan ve cinsel ilişkilerden utanmak, sıkılmak gibi.
Diğeri de imanî hayadır ki, mâsiyetve günah olan kötü işlerden mü’mini alıkoyar. [88]
Hayanın, yerine göre, değişik biçimleri vardır. Meselâ, işlenen kabahatten dolayı hayâ-Âdem Aleyhisselamınkı gibi.
Yüce Allah ona “Bizden kaçıyor musun?” diye sorduğu zaman, Âdem Aleyhisselam “Hayır, kaçmıyorum! Fakat Senden haya ediyorum” demiştir. [89]
Hayânın Dindeki Yeri ve Değeri
Peygamberimiz Aleyhisselam, haya hakkında şöyle buyurmuştur
“Her din için bir ahlâk vardır. İslâm ahlâkı da hayadan ibarettir.” [90]
“İman, atmış küsur şubedir. Onların en üstünü lâ ilahe illallah’tır. En aşağısı da yoldan, halkı rahatsız eden şeyi gidermektir.
Haya da, imandan bir şubedir.” [91]
“Haya, ancak hayır getirir.” [92]
“Haya imandandır, iman ise cennettedir. Yüzsüzlük cefadandır, cefa ise cehennemdedir.” [93]
“Haya, birşeyde bulunursa, onu ancak süsler. Hayâsızlık da, birşeyde bulunursa, onu ancak lekel-er!” [94]
“İlk peygamberlerin sözlerinden insanların idrak ve tevarüs ettiği şey, ‘Utanmayınca, istediğini yap!1 sözüdür.” [95]
“Haya ile iman, daima birarada bulunurlar. Onlardan biri kaldırılınca, diğeri de kalkar!” [96]
Abdullah b. Mes’ud der ki:
“Resûlullah Aleyhisselam bir gün:
‘Yüce Allah’tan hakkıyla haya ediniz!’ buyurdu.
‘Yâ Rasûlallah! Allah’a hamd olsun, biz Allah’tan haya ediyoruz!’ dedik.
Resûlullah Aleyhisselam:
‘Allah’tan haya etmek, böyle değildir.
Fakat, Allah’tan hakkıyla haya etmek; başı ve başın taşıdığı uzuvları, kamı ve kamın içine doldurduğu uzuvları haramdan korumak, ölümü ve toprak altında çürümeyi hatırda tutmaktır!
Ahireti dileyen kişi de, dünya hayatının zinetini bırakır.
İşte, kim böyle yaparsa, Yüce Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur!’ buyurdu.” [97]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Hiç şüphesiz, Azîz ve Celîl olan Allah, bir kulu helak etmek istediği zaman, ondan hayayı çeker alır!
Hayayı çekip alınca, o kul ancak hayâsız ve menfur olur!
Menfur olduğu zaman, kendisinden emniyet kaldırılır.
Emniyet kaldırılınca, o ancak hain olur!
Hain olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır!
Rahmet kaldırılınca, o ancak lanete uğrar, mel’un olur!
Lanete uğradığı ve mel’un olduğu zaman da, kendisinin İslâmiyetle bağlantısı kopanlır!” buyurmuştur. [98]
Peygamberimiz Aleyhisselam, her iyilikte olduğu gibi, haya hususunda da insanların en hayâlısı, en utangacı idi.
Görülmesinden, açılmasından sakınılan şeylere de; insanların, gözünü en çok yumanı idi. [99]
E bu Saîd el-Hudrî der ki:
“Peygamber Aleyhisselam, kendi köşesine çekilmiş bakireden daha hayâlı ve utangaç idi. Birşeyden hoşlanmadı mı, onu yüzünden anlardık.” [100]
Cömertlik ve Peygamber Aleyhisselam İnsanların En Cömerdi Oluşu
Cûd, kerem, sehâ ve semahat kelimeleri genellikle cömertlik mânâsına gelirlerse de, bazıları bunların arasında mânâ farkı bulmuşlardır.
Üstün değerli, yararlı şeyleri gönülden koparak, hiç çekinmeden harcamaya kerem ismini ver-mişlerdir. [101]
Bazılarına göre de, cömertliğin üç derecesi vardır:
1. Sehâ,
2. Cûd,
3. îsâr.
Malından bir kısmını verip bir kısmını bırakan kişi, sehâvet sahibidir.
Malından çok kısmını dağıtan ve kendisi için birazını bırakan kişi, cûd sahibidir.
Malından geçinecek kadarını alıkoyup üst tarafını dağıtan kişi de, îsâr sahibidir.
Sehâ; fıtrî bir haslettir. Sehânın zıddı şuhh’tur. [102]
Şuhh; buhlün (cimriliğin) hırsla birlikte âdet haline gelmiş bulunmasıdır. [103]
Buhl de; tutup biriktirmek lâyık olmayan şeyi tutmaktır. [104]
Sehâ; cûddan üstündür.
Her sahî cûd sahibidir, fakat her cûd sahibi sahî değildir.
Cûd; lâyık olan şeyi lâyık olana vermektir.
Bunun zıddı olan buhl de, lâyık olan şeyi lâyık olandan esirgemektir. [105]
Sehâvet; lâyık ve vacib olan miktarda malı, mahal ve münasip olan yerlere harcamak, ulaştırmak güç gelmeyip kolay gelmektir. [106]
Meleke halinde bulunmayan, kolayca yapılamayan harcamaya cömertlik denmez.
Kendisini zorlaya zorlaya cömertliği âdet edinmiş olan kimse, cömert ahlâklı sayılmaz.
Fakat imkân ve fırsat bulamadığı için cömertlik yapamayan ve imkân bulunca yapacak olan kişi ise, ahlâkça cömert sayılır. [107]
Cömertlikte sekiz türlü fazilet vardır: kerem, îsâr, afv, mürüvvet, neyi, müvâsât, semahat, müsâma-hat.
Kerem; yaran herkese şâmil olan hususlarda gerektiği zaman çok mal harcamak nefse kolay gelmektir.
îsâr; kendisinin muhtaç bulunduğu bir mal ile başkasının ihtiyacını karşılamaktır.
Afv; öç almaya güç yeterken bundan vazgeçmektir.
Mürüvvet; başkalarına bol bol iyilikte ve insaniyette bulunmayı âdet ve huy edinmektir.
Muvâsât; dost ve arkadaşlara lütufkârlıkta bulunmak, kendilerini hoş tutup idare etmek ve nimetten yararlandırmaktır.
Semahat; vermekle mükellef bulunulmayan şeyleri, başkalarının yararı ve hoşnutluğu için, gönülden koparak ve isteyerek bırakmaktır. [108]
Bu üstün ve şerefli ahlâkta da, Peygamberimiz Aleyhisselamın dengine erişebilecek yoktu.
Peygamberimiz Aleyhisselamı yakından tanıyanlar, kendisini böyle vasıflamışlardır. [109]
Hz. Ali:
“Resûlullah Aleyhisselam, eli açıklıkta, insanların en cömerdi idi.” [110]
Hz. Âişe:
“Resûlullah Aleyhisselam, hayırda esen rüzgârdan daha cömertti.” [111]
Abdullah b. Ömer:
“Resûlullah Aleyhisselamdan daha cömert bir kimse görmedim.” [112]
Abdullah b. Abbas:
“Resûlullah Aleyhisselam insanların en cömerdi idi” demiştir. [113]
Peygamberimiz Aleyhisselamda cömertliğin her türlüsü, Allah yolunda Allah’ın dinini açıklamak, Allah’ın kullarını doğru yola kılavuzlamak, açları doyurmak, cahilleri öğütlemek, haceti görüleceklerin hacetlerini görmek, yararlanacakları her yolla yararlandırmak ve ağırlıklarına tahammül etmek… gibi ilim, mal ve nefis cömertliğinin hepsi mevcuttu. [114]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ben ancak bölüştürücüyüm! Veren ise Allah’tır!” [115]
“Bize mirasçı olunmaz! Bizim bıraktığımız sadakadır! Ancak, Muhammed’in ailesi ondan yer!” buyurmuştur. [116]
Ebu Zerri’l-Gıfârî der ki:
“Resûlullah Aleyhisselam, bana:
‘Ey Ebu Zer! Şu hangi dağdır?’ diye sordu.
‘Yâ Rasûlallah! Uhud dağıdır!’ dedim.
Resûlullah Aleyhisselam:
‘Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; onun benim için altına çevrilmesi, beni asla sevindirmez!
Onu bir kırat bile bırakmaksızın Allah yolunda harcarım!’ buyurdu.
‘Yâ Rasûlallah! Bir kantar da mı bırakmazsın?’ diye sordum.
Resûlullah Aleyhisselam, üç kere:
‘Bir kırat bile bırakmaksızın!
Bir kırat bile bıratmaksızın!
Bir kırat bile bırakmaksızın!1 buyurdu.
Sonra da:
‘Ey Ebu Zer! Ben ancak az olana az derim, çok olana çok derim!’ buyurdu.'[117]
Akşama doğru Medine’nin Harre mevkiinde Peygamber Aleyhisselamla birlikte yürüyordum ve Uhud dağına bakıyorduk.
Peygamber Aleyhisselam:
‘Ey Ebu Zer!’ buyurdu.
‘Buyuryâ Rasûlallah! Emrine amadeyim!1 dedim. [118]
Resûlullah Aleyhisselam, Uhud’a bakarak:
‘Şu Uhud’un benim için altına çevrilmesini, [119] ondan bir tek dinarın üç günden fazla yanımda akşamlamasını, beklemesini arzu etmem! O bir tek dinarı da ben sadece borç için yanımda bulun-durur, [120] hepsini Allah’ın kullarına (eliyle sağına, önüne ve soluna işaret ederek) ‘Alınız! Alınız!’ derim’ buyurdu.
Sonra yürümeye devam ettik.
‘Ey Ebu Zer! [121] Çok mal sahipleri vardır ki, [122] Kıyamet gününde[123] onlar sevapça pek azdırlar!
Ancak (yine eliyle sağına, önüne ve soluna işaret ederek) mallarını şöyle şöyle harcayanlar müstesnadır! [124]
Böyleleri de pek azdır!’ buyurdu.” [125]
Şecaat ve Peygamberimiz Aleyhisselamın İnsanların En Şecaatlisi Oluşu
Şecaat; savaş ve şiddet sıralarında cesaret ve yüreklilik göstermek demektir. [126]
Başka bir deyişle, gazap enerjisinin itidal üzere bulunuşu, şecaat ahlâkını ve faziletini ifade eder.
Şecaatin aşırı derecesi tehevvür olur ki, insanın birdenbire öfkeye kapılarak kendisini yararsız yere tehlikelere atması, hiçbir suretle güç yetiremeyeceği düşmanla savaşa tutuşup kendisini öldürtmesi demektir.
Şecaatin kıtlığı ise korkaklıktır ki, sabır ve sebat göstermek gereken yerlerde korkuya düşerek bozulmak ve kaçmaktır. [127]
Necdet de, korku ve dehşet yerlerinde, olağanüstü durumlar karşısında sabır ve sebat göstermek, korkuya düşüp uygunsuz iş yapmamak demektir. [128]
Şecaat ve necdet hasletlerinin her ikisi de, Peygamberimiz Aleyhisselamda üstün derecede mev-cuttu. [129]
Abdullah b. Ömer:
“Resûlullah Aleyhisselamdan daha sehâvetli, daha necdetli, daha şecaatli bir kimse görmedim!” demiştir. [130]
Kureyş müşriklerinin delikanlıları Mekke’de Peygamberimiz Aleyhisselamın evini kuşatmışlar, içeriden çıkar çıkmaz üzerine atılıp kılıçtan geçirmeye hazırlanmışlar iken, Peygamberimiz Aleyhisselam hiç korkmadan evinin kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış, Yâsîn sûresinin baş tarafından dokuz âyet okuyarak aralarından çıkıp gitmişti. [131]
Peygamberimiz Aleyhisselam Hz. Ebu Bekir’le birlikte Sevr mağarasına girdiği zaman, müşriklerin delikanlıları da kılıçlarını sıyırıp iz süre süre mağaranın önüne kadar gelmiş, dayanmışlardı.[132]
Ünlü iz sürücü Kürz b. Alkame, Peygamberimiz Aleyhisselamın izini görünce:
“İz burada kesilmiş! Bu ayak izi Makam-ı İbrahim’dekindendir!” demişti. [133]
Hz. Ebu Bekir:
“Eğer onlardan biri eğilip ayaklarının dibinden içeri bakacak olursa muhakkak bizi görecektir!” [134] diyerek telaşlandığı zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Hiç tasalanma! Allah bizimledir!” buyurmuştu. (Tevbe: 40)
Kendilerini tutup müşriklere teslim ederek yüzer deve mükâfat almak sevdasıyla onları izleyip duranl[135] Sürâka b. Cu’şum’u gördüğü zaman, Hz. Ebu Bekir yine telaşlanmış ve:
“Yâ Rasûlallah! İşte, atlı gelip bize yetişti!” demişti.
Peygamberimiz Aleyhisselam ona yine:
“Hiç tasalanma! Allah bizimledir!” buyurmuştur. [136]
Enes b. Malik der ki:
“Resûlullah Aleyhisselam insanların en güzeli, en cömerdi ve en şecaatlisi idi. Medine’de bir feryat, korkulu bir hal oldu mu, Peygamber Aleyhisselam hemen Ebu Talha’nın Mendub diye anılan atını emaneten alıp üzerine atlar, feryadın geldiği yere yetişirdi.
Hiçbir feryat ve imdat sesi duyulmazdı ki, Mendub’un oraya birdeniz gibi, su gibi revan olduğunu görmeyelim!
Halbuki, o çok yavaş ve ağır yürüyen bir attı; hiç de yürügen değildi.
Bir gece Medineliler bir feryat işitip korkmuşlar, hemen sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi.
Resûlullah Aleyhisselam ise, onları geride bırakarak ilerlemiş, sesin geldiği yere yetişmiş, durumu inceleyip dönerken halk ile karşılaşmıştı.
Kendisi Ebu Talha’nın çıplak atının üzerinde kılıcı boynunda asılı bulunuyor ve:
‘Hiç korkmayınız! Hiç korkmayınız!’ buyuruyordu.” [137]
Hz. Ali de, Bedir savaşı günü müşriklerin saflarına Peygamberimiz Aleyhisselamdan daha yakın bir kimse bulunmadığını bildirmiştir. [138]
Mikdad b. Amrda, Peygamberimiz Aleyhisselamın Uhud savaşındaki şecaat ve sebatını anlatırken:
“Kendisini hak din ve kitabla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; düşmanın saldınlan karşısında Resûlullahın bir kanş bile gerilediğini görmedim!
Ashabından bir kısmı bir kere onun yanında toplandılar, bir kere de onun yanından dağıldılar.
Resûlullahın arada sırada ayakta dikilerek düşmanı geriletecek derecede yayıyla ok, ya da taş attığını görmüşümdür!
Resûlullah, tıpkı askerî bir birlik gibi sebat etmekte, yerinden ayrılmamakta idi” demiştir. [139]
Uhud savaşında, Kureyş müşriklerinden Übeyy b. Halef:
“Muhammed nerede?!” diyerek soruyor; [140]
“Yâ Muhammed! Sen kurtulursan ben kurtulmam!” diyerek gelip Peygamberimiz Aleyhisselama yetişmiş bulunuyordu.
Peygamberimiz Aleyhisselamın yanındaki sahabileri:
“Yâ Rasûlallah! İçimizden birisi dönüp onu karşılasa olmaz mı?” dediler.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Bırakınız gelsin!” buyurdu.
Übeyy b. Halef, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına kadar gel di. [141]
Sahabiler dayanamayarak onun önünü kesmek istediler.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Geri durunuz!” buyurdu. [142]
Hemen Haris b. Sımme’nin mızrağını eline aldı, sonra sahabilerine puğur devenin silkinmesi gibi silkindi, onları devenin sırtından sineklerin uçup dağılışı gibi başından dağıttı. [143]
Peygamberimiz Aleyhisselamın o sıradaki celâdeti, hiç kimsede yoktu. [144] Peygamberimiz Aleyhisselam davranınca, Übeyy b. Halef dönüp kaçmaya başladı.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“ü^yafaneH Nereye-kaçryıor3un?!udiyerek-ses}erîdii[145]- ve- onu- boynunun- rruğferîeTıfıT göm îeğmm-yakası arasındaki kısmından vurup yaraladı!
Übeyy b. Halef, sığır böğürür gibi böğünerek atından yere yuvarlandı. [146]Kendisinin kaburga kemiklerinden bazısı da kırıldı. [147]
Müşrikler, onu ordugâhlarına götürdüler.
Übeyy b. Halefin yarasının kanı çıkmıyordu, fakat ağrısına dayanılacak gibi değildi.
Bunun için, Übeyy b. Halef:
“Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” dedi.
Arkadaşları:
“Andolsun, sen aklını kaybetmişsin! Vallahi, sendeki yaranın hiç önemi yok!” dediler.
Übeyy b. Halef ise:
“O bana Mekke’de ‘Seni ben öldüreceğim!’ demişti.
Vallahi o benim üzerime tükürse, yine beni muhakkak öldürür!” dedi. [148]
Arkadaşları:
“Ey Ebu Âmir! Vallahi, senin yaran önemli değildir! Eğer bu sendekinin aynı herhangi birimizde olsaydi Bize- -hiç de sıkıntı vermezdi. Biz de ona aldırış bile itmezdik!”diyerek teselli etmeye çalışıyorlardı. [149]
Fakat o:
“Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, eğer bende olan bu yara, Zülmecaz panayırı halkında olsaydı, hepsi de çoktan ölüp giderlerdin[150]
O bana ‘Seni ben öldüreceğim!1 dememiş miydi?
Değil ben, bütün Rebia ve Mudarlar halkı da olsa, muhakkak onları da öldürür o!” diyordu.
Übeyy b. Halef, Mekke’ye altı mil uzaklıkta bulunan Şerife gelince öldü.[151]
Necd taraflarında [152] Muhârib b. Hasafalarla [153] yapılan Zâtü’r-rika savaşı sırasında, [154] sık, dikenli ve iri ağaçlı bir vadide konaklanmış; İslâm mücahidleri gölgelenmek üzere ağaçların altlarına dağılmışlardı.
Peygamberimiz Aleyhisselam da, ağacın gölgesi altında yalnız başına uyuyor, kılıcı da ağacın dalında asılı bulunuyordu. [155]
Muhârib b. Hasafalardan Gavres b. Haris adındaki a’râbî (çöl Arabi) gelerek[156] Peygamberimiz Aleyhisselamın ağaçta asılı kılıcını eline alıp sıyırdı. [157]
Başucuna dikilince, Peygamberimiz Aleyhisselam uyandı.
Gavres:
“Şimdi seni benden, benim elimden kim kurtarabilir?” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Allah kurtarır!” deyince, kılıç G^res’in elinden yere dü.ş-tü.
Peygamberimiz Aleyhisselam hemen kılıcı eline alarak:
“Şimdi benden, benim elimden seni kim kurtarabilir?” diye sordu.
Gavres:
“Sen, kılıç tutanların hayırlısı ol!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, benim de Resûlullah olduğuma şehadet edecek misin?” diye sordu.
Gavres:
“Hayır! Fakat seninle savaşmamak ve sana karşı savaşan kavmin yanında da bulunmamak üzere sana söz veriyorum!” dedi.
Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam onu serbest bıraktı. [158]
Ashabdan Berâ’ b. Âzib’e Kays kabilesinden bir adam:
“Huneyn savaşı günü, Resûlullah Aleyhisselamın yanından siz de kaçtınız mı?” diye sormuştu.
Berâ’ b.Âzib:
“Fakat, Resûlullah Aleyhisselam kaçmamıştır! Onu boz katırının üzerinde gördüm ki, Ebu Süfyan b. Haris katırın geminden tutuyordu.
Kendisi:
‘Peygamber benim! Yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in oğluyum!’ diyerek sesleniyordu. [159]
Vallahi, savaş kızıştığı zaman, Resûlullaha sığınır, onunla korunurduk!
İçimizde en yiğit olanımız, Peygamberimiz Aleyhisselamın hizasında durabilendi!” dedi [160]
Hz. Abbas da:
“Müslümanlarla kâfirler karşılaşınca, Müslümanlar bozulup gerilediler.
Resûlullah Aleyhisselam ise katırını kâfirlere doğru mahmuzlamaya başladı.
Ben, koşmasına engel olmak için, katırının geminden tutuyordum. Ebu Süfyân b. Haris de, Resûlullah Aleyhisselamın katırının üzengisinden tutuyordu” demiştir. [161]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Zevâid (Âdet Niteliğindeki) Sünnetlerinden Bazıları ve Bunlar Hakkındaki Tavsiyeleri
Peygamberimiz Aleyhisselam, döşeğinde uyumak istediği zaman, sağ yanının üzerine yatar, sağ elini sağ yanağının altına koyar, [162] sonra da:
“Allah’ım! Kendimi Sana teslim ettim. Yüzümü Sana çevirdim. İşimi Sana ısmarladım. Sırtımı Sana dayadım.
Ben Senin azabından korkar, rahmetini umanm. Senin rahmetinden başka sığınılacak yoktur. Senin azabından başka korunulacakyoktur!
Ancak Senin rahmetine sığınılır ve ancak Senin rahmetinle korunulur!
Ben Senin indirmiş olduğun Kitabına ve göndermiş olduğun Peygamberine (herkesten önce) inanmışım dır! [163]
Ey Rabbim! Yanımı Senin isminle yere koydum!
Eğer ruhumu tutar, alıkoyarsan, ona rahmetinle muamele et!
Eğer onu salarsan, salih kullarını koruduğun gibi, onu da koru! [164]
Allah’ım! Ben Senin isminle ölür, Senin isminle dirilirim! [165]
Bize yediren, içiren, her ihtiyacımızı karşılayıp gideren, bizi barındıran, sığındıran Allah’a hamd olsun!
Nice kişiler var ki, kendilerinin ne ihtiyaçlarını karşılayanları var, ne de barındıranların[166]
Allah’ım! Kullarını huzurunda topladığın günde azabından Beni koru!” diyerek dua ederdi. [167]
Yatağa girdiği zaman:
“Göklerin ve yerin Rabbi, herşeyin Rabbi olan, tohumu ve çekirdeği çatlatıp çimlendiren, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Allah’ım!
Ben her kötülük sahibinin kötülüğünden Sana sığınırım! Çünkü onu perçeminden tutan Sensin!
Allah’ım! Evvel Sensin! Senden önce olan hiçbir şey yoktur!
Âhir Sensin! Senden sonra olan hiçbir şey yoktur!” buyurur; [168]
Uykudan uyanıp kalkarken de:
“Hamd olsun O Allah’a ki, bizi öldükten sonra diriltti!
Kıyamet günü dönüşümüz de, O’na olacaktır!” derdi. [169]
“Başka hiçbir ilah yok, ancak Sen varsın! Seni teşbih ve tenzih ederim! Allah’ım! Günahlarımı yariıgamanı ve rahmetini dilerim! Allah’ım! İlmimi arttır! Bana doğru yolu gösterdikten sonra kalbimi kaydırma! Yüce katından bana bir rahmet de ihsan buyur! Çünkü, bağışı en çok olan Sensin Sen!” diyerek dua ettiği de olurdu. [170]
Peygamberimiz Aleyhisselam, kamının üzerine (yüzükoyun) yatan bir adama rastlayınca:
“İşte bu, Allah’ın hiç sevmediği bir yatıştır!” buyurdu. [171]
Peygamberimiz Aleyhisselam in hiçbir zaman ayaklarını meclisinde bulunanların önüne doğru uzattığı görülmem iştir. [172]
Peygamberimiz Aleyhisselam ne kapalı kapılar arkasına çekilir, ne perdeler arkasında dikilir, ne de kendisinin önüne tabaklarla yemekler taşınırdı.
Peygamberimiz Aleyhisselam toprak üzerinde oturur, yemeğini de yerde yerdi.
“Ben kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediği gibi yerim! Ben ancak bir kulum!” [173] buyururdu.
Peygamberimiz Aleyhisselam yemeği üç parmakla, [174] şehadet parmağı ile onun iki yanındaki parmaklarıyla yerdi. [175]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Sizden biriniz birşey içerken kabın içine solumasın!” buyurur; [176] yenilecek, içileceklerin içine solunmasını yasaklar, [177] su içerken iki-üç kere nefes alır. [178] “Bu, daha yararlı ve daha kandırıcıdır!” buyururdu. [179]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Kim elindeki et-yağ kokusunu, bulaşığını yıkamadan uyurda kendisinin başına birşey gelecek olursa, kendisinden başkasını suçlamasın! [180]
“Yemeğin bereketi tepesinde (ortasında)dır.
Sizden biriniz yemek yiyeceği zaman, çanağın üst (orta) tarafından yemesin, alt tarafından yesin!
Çünkü bereket onun üst (orta) tarafından iner!” buyurmuştur. [181]
Ömer b. Ebu Seleme der ki:
“Ben Resûlullah Aleyhisselamın terbiyesi altında bir çocuktum.
Yemek yerken elim yemek kabının içinde dolaşırdı!
Resûlullah Aleyhisselam, bana:
‘Ey oğul! Besmele çek, sağ elinle ye ve de önünden ye!’ buyurdu. [182]
Bundan sonra hep böyle yemeye devam ettim.” [183]
Peygamberimiz Aleyhisselam, yemek ortaya konulduğu zaman:
“Allahümme bârik lenâ fîmâ razaknâ ve kına azâbennar! Bismillah!” diyerek dua ettikten sonra yemeye başlardı. [184]
Yemeğin başında Besmele çekilmesi unutulur da yemeğin sonuna doğru hatırlanırsa, “Yemeğin evveli ve ahiri için Bismillah” denilir. [185]
Peygamberimiz Aleyhisselam, abdest ve gusülde, ayakkabısını giymekte-mümkün oldukça-hep sağdan başlamayı sever, [186] birşey alacağı zaman sağ eliyle alır, birşey vereceği zaman sağ eliyle verir ve başlayacağı herşeye sağdan başlardı. [187]
“Sizden biriniz, ayakkabısını giyeceği zaman, giymeye sağdan başlasın! Ayakkabısını çıkaracağı zaman da, çıkarmaya soldan başlasın! Ayakkabı giyilirken sağ ayak ayakların evveli; ayakkabı çıkarılırken de, sağ, ayakların ahiri olsun!” buyururdu. [188]
Rivayete göre, Enes b. Malik der ki:
“Ben bir kere Resûlullah Aleyhisselam içsin diye evimdeki besi koyunumu sağmıştım.
Bu koyunumun sütü evimdeki kuyunun suyu ile karıştırılıp Resûlullah Aleyhisselama bir bardakla sunuldu.
Resûlullah Aleyhisselam ondan içti.
Kendisinin solunda Ebu Bekir, sağında bir çöl Arabi otur uy ordu. [189] Ömer b. Hattab da bir köşede bulunuyordu. [190]
Ömer b. Hattab, Resûlullah Aleyhisselamın artan sütü çöl Arabına vermesinden korkarak: [191]
‘Yâ Rasûlallah! [192] Artan sütü sol yanındaki[193] Ebu Bekir’e ver!’ dedi. [194]
Resûlullah Aleyhisselam ise, artan sütü bedeviye verdikten sonra:
“Sağa (sağdakine!) verilecek! Sıra ile sağa (sağdakine) verilecek!” buyurdu. [195]
Prensibini bozmadı, bozdurmadı![196]
[1] İtin Sa’d, Tabakât, c. 1 , s. 424-425, Tirmizî, Şemail, s. 59-60, Kadı lyaz, Şifa.c.1, s. 119-121.
[2] İbn Sa’d, c. 1, s. 425, Kadı lyaz, c. 1, s. 121-122.
[3] İbn Sa’d, c. 1, s. 368, Heysemî, Meonau’i-ievâid, c. 9, s. 13.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/405-409.
[4] İbn Sa’d, Tabakât, c. 1 , s. 422-423, Tirmizî, Şemail, s. 36-37, Kadı lyaz, Şita,c,1, s. 118-119.
[5] İbn Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 365, Tirmizî, c. 4, s. 369.
[6] İbn Sa’d, c. 1, s. 365.
[7] İbn Sa’d, c. 1, s. 367.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/409-411.
[8] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 194,İbn Sa’d, 11, s. 121.
[9] Mâlik, Muvatta’, c. 2, s. 3904, Ahmed, Müsned.c. 2, s. 381, Buhârî, Edebü’l-müfred, s. 78, Hakfmüt-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, s. 229, Heysemî, Meanau’z-zevâid, c. 9, s. 15.
[10] Ahmed, c. 4, s. 193, Tirmizî, c. 4, s. 370.
[11] Ahmed, c. 2, s. 250, Ebu Dâvud, c. 4, s. 220, Dârimî, c. 2, s. 231.
[12] Ahmed, c. 2, s. 193, Buhârî, Sahih, c. 7, s. 82.
[13] Ahmed, c. 6, s. 442, Ebu Dâvud, c. 3, s. 253, Tirmizî, c. 4, s. 362.
[14] Ahmed, c. 5, s. 89.
[15] M ünzirf, et-Tergfb vet-terhfb, c. 3, s. 405-406.
[16] Ebu Hanffe, Müsned, s. 44, Ahmed, Müsned, c. 4, s. 278, İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1137.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/411-412.
[17] Kadı I yaz, Şifâ, c. 1,5.53-54.
[18] Kadı I yaz, c. 1 , s. 76.
[19] Kadı lyaz, c. 1 ,s.100.
[20] İbnİshak jbnHişam.Sîre, c.1, s. 209-210, İbn Sa’d, Tabak ât, c. 1, s. 145 Ahmed, Müsned.c. 3, s. 425, Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 99-100.
[21] İbn Abdilberr, İ stiâb, c. 1, s. 315, E bu’l-Fidâ, el-Bidâye, c. 4, s. 272.
[22] İbn İshak.c.3, s. 321-337, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 571, 624, İbnSa’d, c. 2, s. 95-105.
[23] Ta berî, Te fsfr, c. 10, s. 206, İ bn H acer, Fethu’l-bârî, c. 8, s. 254, D iya rtoe krf, T ârıhu’l-ham fs, c. 2, s. 140.
[24] BedKJddin Aynf, c. 8, s. 54, Diyarbekrî, c. 2, s. 140-141.
[25] Buhân, Sahih, c. 5, s. 207.
[26] İbn İshak.İbnHişam, Sîre,c.4, s. 197, Buhârî, c. 5, s. 207, Tirmizî, c. 5, s. 279.
[27] Muhibbul-Taberî, c. 2, s. 58.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/412-415.
[28] İbn İshak.c.2, s. 43.
[29] Ahmed, Müsned, c. 2, s. 192, Ebu Dâvud, c. 3, s. 318.
[30] Ebu Dâvud.c.S, s. 318.
[31] Ahmed,c.2, s. 192, Ebu Dâvud, c. 3, s. 318.
[32] Buhân, s. 77, Tirmizî, c. 4, s. 357, s. 39, Heysemî, c. 9, s. 17.
[33] Buhârî, Edeb, s. 77, Ebu Dâvud, c. 4, s. 300, Tirmizî, c. 4, s. 357, Şemâil, s. 39.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/415-416.
[34] Râgıb, Müfredat, s. 129.
[35] Ffruzâbâdf, Kâmûs, c. 4, s. 100, İbn E ar, Nihâye, c. 1, s. 434.
[36] Taberî, Tefar, c. 9, s. 115, Kadı lyaı, c. 1, s. 77-78.
[37] Yâkubî, Târih, c. 2, s. 94-95.
[38] Kadı lyaı, c. 1 , s. 78.
[39] İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 361, Ebu’l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefa, c. 2, s. 427428.
[40] İbn Atocliltoerr, İstiâb, c. 2, s. 553, İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 2, s. 288.
[41] İbn Ea”r, c. 2, s. 288.
[42] Hâkim , Müstedrek, c. 3, s. 64-65, Ebu’l-Ferec İ bn Cevzf, el-Vefâ, c. 2, s. 425, Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 8, s. 239-249.
[43] Ahmed, Müsned, c. 3, s. 210, Buhârî, Sahih, c. 4, s. 60, Müslim, c. 2, s. 730-731.
[44] Müslim, c. 2, s. 731.
[45] Buhârî, c. 4, s. 60, Müslim, c. 2, s. 731.
[46] Kadı lyaz, Şifâ.c. 1,s.8O.
[47] EbuDâ\ud,c.4, s. 247.
[48] Buhârî, Sahih, c. 4, s. 60, Müslim, c. 2, s. 731, Kadı lyaz.c. 1,s.8O.
[49] Ebu Dâvud, c. 4, s. 247, Kadı lyaz, c. 1, s. 80.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/416-422.
[50] Ahmed, Müsned, c. 3, s. 392-393.
[51] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 78-79.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/422-423.
[52] Ffruzâbâdf, Kâm üs, c. 3, s. 98.
[53] Kuşeyrî, Risale, c. 1, s. 427.
[54] Kuşeyrî, c. 1, s. 434.
[55] Gazalf, İhyâu ulûmi’d-dfn, c. 2, s. 483, Kadı I yaz, Şifâ, c. 1, s. 97, İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, c. 2, s. 333.
[56] Kadı lyaı, c. 1 , s. 97.
[57] Kadı lyaz, c. 1 , s. 97, İbn Seyyid, c. 2, s. 333.
[58] Ahmed.Müsned, c. 2, s. 235, Müslim, c. 4, s. 2170, İbn Mâce, c. 2, s. 1405.
[59] TaberânPden naklen Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 9, s. 21.
[60] Ahmed, Müsned, c. 1, s. 23, Buhârî, Sahih, c. 4, s. 142, Tirmizî, Şemail, s. 55.
[61] Ahmed, c. 1, s. 22.
[62] Ahmed, c. 1, s. 23, Buhârî, c. 4, s. 1 42, Tirmizî, s. 55.
[63] Ahmed.d, s. 23.
[64] Ahmed.c.1, s. 24, Buhârî, c. 4, s. 1 42, Tirmizî, s. 55.
[65] TaberânPden naklen Kastalânf, Mevâhibü’l-ledünniye, c. 1, s. 385.
[66] İbn Mâce, c. 2, s. 1100-11 01, TaberânPden naklen Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 9, s. 20, Gazalf, İhya, c. 2, s. 483484, Kadı lyaz, Şifâ, t 1, s. 99-100, Ebu’l-Ferec İbn Cevzf, el-Vefâ, c. 2, s. 437.
[67] İbn Sa’d, Taba kât, c. 3, s. 380-381.
[68] Ahmed, Müsned, c. 4, s. 308, Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 201, Ebu Dâvud,c.3, s. 348, Tirmizî, Şemail, s. 23.
[69] Taberânf, c. 2, s. 67, Heysemî, c. 6, s. 1 75.
[70] Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 278, Şemail, s. 29, Taberânf, c. 2, s. 67, Heysemî, c. 6, s. 1 76.
[71] Taberânf, c. 2, s. 67, Heysemî, c. 6, s. 1 76.
[72] Ta berânf, c. 2, s. 67-6 8, H eysem f, M ecm au’z-zevâid, c. 6, s. 176.
[73] Tirmizî, c. 4, s. 278-279, Taberânf, c. 2, s. 68, Heysemî, c. 6, s. 176.
[74] Ahmed.Müsned, c. 2, s. 427, Buhârî, c. 6, s. 204, Müslim, c. 3, s. 1632, Ebu Dâvud.c. 3, s. 346, Tirmizî, c. 4, s. 377, İbn Mâce, c. 2, s. 108.
[75] İbn Sa’d, Taba kât, c. 1, s. 422-423.
[76] Ahmed, c. 1, s. 391, Tirmizî, c. 4, s. 588, İbn Mâce, c. 2, s. 1376.
[77] Ahmed, c. 1, s. 391.
[78] İbn Mâce.c. 2, s. 1376.
[79] Ahmed, c. 1, s. 391, İbn Mâce, c. 2, s. 1376.
[80] İbn Mâce.c. 2, s. 1376.
[81] Ahm ed, c. 1, s. 391, İbn Mâce, c. 2, s. 1376.
[82] Tirmizî, c. 4, s. 588.
[83] Ahmed, c. 1, s. 391, Tirmizî, c. 4, s. 589, İbn Mâce, c. 2, s. 1376.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/424-428.
[84] Ffruzâbâdf, Kâm ûs, c. 4, s. 323.
[85] Haris el-Muhâsibf, er-Riâye, s. 324-326.
[86] Hakfm-i Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, c. 1, s. 360 .
[87] Kadı I yaz, Şifâ, c. 1.S.87.
[88] Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 65.
[89] Kuşeyrî, Risale, c. 2, s. 457.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/428.
[90] Mâlik, Muvatta’, c. 2, s. 905, İbn Mâce, c. 2, s. 1399, Hakım-i Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, c. 1, s. 360.
[91] Ahmed, Müsned.c. 2, s. 41 4, Buhârî, Edebü’l-müfred, s. 156, Müslim , c. 1, s. 63, Nesâî, c. 8, s. 110, İbn Mâce, c. 1 , s. 22.
[92] Ahmed,c.4, s. 427, Buhârî, c. 7, s. 100, Edebü’l-müfred, s. 335, Müslim, c. 1,s.64,Ebu Dâvud,c.4, s. 252.
[93] Ahmed,c.2, s. 501, Buhârî, Edeb, s. 335, Tiımizf, c. 4, s. 365, İbn Mâce, c. 2, s. 1400, Taberânf, c. 2, s. 115.
[94] Ahmed.d, s. 165, Buhârî, s. 157, Tirmizî, c. 4, s. 349, İbn Mâce, c. 2, s. 1 400.
[95] Mâlik, Muvatta’, c.1, s. 158, Ahmed, Müsned, c. 4, s. 121, Buhârî, c. 7, s. 100, Edebü’l-müfred, s. 336, Ebu Dâvud,c.4, s. 252, İbn Mâce, c. 2, s. 1400.
[96] Buhârî, Edeb, s. 335.
[97] Ahm ed, c. 1, s. 387, Tirmizî, c. 4, s. 637, Kuşeyrf, Taberânf, c. 1 , s. 177.
[98] İbn Mâce, c. 2, s. 1347.
[99] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 82-83.
[100] İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 368, Buhârî, Edeb, s. 156, Buhârî, Sahîh, c. 7, s. 96, Müslim, c. 4, s. 1809 -1810, Tirmizî, Şem âil, s. 61, Heysemî, M ecmau’z-zevâid, c. 9, s. 1 0.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/429-430.
[101] Kadı I yaz, Şifâ.c.1, s. 82-83.
[102] Kastalânf, M evâhibü’l-ledünniye, c. 1, s. 397.
[103] Râgıb, Müfredat, s. 256.
[104] Râgıb, s. 38.
[105] Kastalânf, c.1, s. 397.
[106] Aiâüddin Ali, Ahlâk-i Alâf.c.1, s. 60.
[107] Aâüddin Ali, t 1.S.53.
[108] Alâüddin Ali, c. 1, s. 60-61.
[109] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 83.
[110] İtan İshak, İbn Hisam, Sîre, c. 2, s. 43.
[111] İbnSa’d,Tabakât,c.1, s. 367.
[112] İbn Sa’d,c.1,s.373.
[113] İbn Sa’d, c. 1, s. 368-369, Ahmed.d , s. 288, Buhârî, c.6, s. 101, Müslim, c. 4, s. 1803, Tirmizî, Şemail, s. 60.
[114] Kastalânf, Mevâhib, c. 1 , s. 398.
[115] Ahmed, c. 2, s. 234, Buhârî, c. 1 , s. 26, Müslim, c. 2, s. 719.
[116] Ahmed, c. 1 , s. 4, Buhârî, c. 4, s. 210, Müslim, c. 3, s. 1380, Ebu Dâvud, c. 3, s. 143.
[117] Ahmed, Müsned, c. 5, s. 1 49.
[118] Ahmed, c. 5, s. 152.
[119] Buharı, c. 3, s. 82.
[120] Ahmed, c. 5, s. 15, Buhârî, c. 3, s. 82.
[121] Ahmed, c. 5, s. 152.
[122] Ahmed, c. 5, s. 152, Buhârî, c. 3, s. 82.
[123] Ahmed, c. 5, s. 152.
[124] Ahmed, c. 5, s. 152, Buhârî, c. 3, s. 82.
[125] Buhârî. c. 3. s. 82.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/430-434.
[126] Ffruzâbâdf, Kâmûs, c. 3, s. 44.
[127] AJâüddin Ali, Ahlâk-ı Alâî, c. 1, s. 55-56.
[128] Alâüddin Ali, c. 1.S.58.
[129] Kadı I yaz, Şifâ.c.1, s. 85.
[130] İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 373.
[131] İtan İshak.İbnHişam, Sîre.c.2, s. 126-127, İbn Sa’d, c. 1, s. 227-228.
[132] İbn Sa’d, c. 1, s. 228-229.
[133] İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 4, s. 469470.
[134] İbn Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 173-174, Ahmed, Müsned, c. 1, s. 4.
[135] Belâzun, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 263.
[136] Buhân.c. 4, s. 90.
[137] İbn Sa’d, c. 1, s. 373, Ahmed, c. 3, s. 185, Buhârî, c. 3, s. 228, Müslim, c. 4, s. 1802-1803.
[138] İbn Sa’d, c. 2, s. 23, Ahmed, c. 1, s. 126.
[139] Vâkıdı, Megâzî, c.1, s. 240.
[140] Kadı lyaı, Şifâ, c. 1, s. 86.
[141] İbn İshak.İbnHisam, Sîre,c.3, s. 89.
[142] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 46.
[143] İbn İshak, c. 3, s. 89, Vâki di, c. 1, s. 251.
[144] Vâkıdı, c. 1.S.251.
[145] Taberî, Târih, c. 3, s. 20
[146] Vâkıdî, Megâzî, c. 1, s. 251, Hâkim , Müstedrek, c. 2, s. 327.
[147] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 46, Hâkim, c. 2, s. 327.
[148] İbn İshak.İbnHişam, Sîre,c.3, s. 89.
[149] Vâkıdı, c. 1.S.251.
[150] Vâkıdî, t 1, s. 252, Hâkim, c. 2, s. 327.
[151] İbn İshak,c.3,s. 89.
[152] Ahmed, Müsned, c. 3, s. 311.
[153] Ahmed, c. 3, s. 390.
[154] Ahmed, c. 3, s. 364.
[155] Ahmed, Müsned, c. 3, s. 361.
[156] Ahmed, c. 3, s. 390.
[157] Ahmed, c. 3, s. 311.
[158] Ahmed, c. 3, s. 390.
[159] Müslim, c. 3, s. 1401.
[160] Müslim, c. 3, s. 1400-1401.
[161] Ahmed, c. 1, s. 207, Müslim, c. 3, s. 1398.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/434-439.
[162] Ahmed, Müsned, c. 5, s. 387, Buhârî, c. 7, s. 147,1 50, Edebü’l-müfred, s. 313, Ebu Dâvud, c. 4, s. 311, Ibn Mâce, c. 2,s. 1276.
[163] Buhân.c. 7, s. 147-148, Edebü’l-müfred, s. 312, Tirmizî, c. 5, s. 469.
[164] Ahmed, c. 2, s. 246.
[165] Ahmed, c. 4, s. 302, c. 5, s. 397, Buhârî, c. 7, s. 147, Müslim, c. 4, s. 2083, Ebu Dâvud, c. 4, s. 311.
[166] Buhârî,Edeb,s.311 , Müslim, c. 4, s. 2085, Ebu Dâvud, c. 4, s. 312, Tirmizî, c. 5, s. 470.
[167] Ahmed, c. 4, s. 300, Buhârî, Edeb, s. 313, Tirmizî, c. 5, s. 471, İbn Mâce, c. 2, s. 1276.
[168] Ahmed, c. 4, s. 302, Buhârî, c. 7, s. 150, s. 311 .Müslim, c. 4, s. 2083.
[169] Ebu Dâvud, c. 4, s. 311, Tirmizî, c. 5, s. 481, İbn Mâce, c. 2, s. 1277.
[170] Ebu Dâvud, c. 4, s. 314.
[171] Ahmed, c. 2, s. 287, Tirmizî, c. 5, s. 97.
[172] Ebu Hanffe, Müsned, s. 36, İbn Sa’d, Tabakât, c. 1, s. 378.
[173] Ahdurrezzak, Musannef, c. 10, s. 415, İbn Sa’d, c. 1, s. 371 -372.
[174] İbn Sa’d, c. 1, s. 381 , Müslim, c. 3, s. 1605, Ebu Dâvud, c. 3, s. 366.
[175] Abdurrezzak,c.10, s. 418, İbn Sa’d, c.1, s. 381.
[176] Tirmizî, c. 4, s. 301, İbn Mâce, c. 2, s. 1173, Dârimî, c. 2, s. 44.
[177] Ahmed, c.1, s. 309, Ebu Dâvud, c. 3, s. 338, İbn Mâce, c. 2, s. 1094.
[178] Ahmed, c. 3, s. 114, Buhârî, c. 6, s. 351, Tirmizî, c. 4, s. 302, İbn Mâce, c. 2, s. 11 32, Dârimî, c. 2, s. 44.
[179] Ebu Dâvud, c. 3, s. 338, Tirmizî, c. 4, s. 302, Şemail, s. 34.
[180] Abdurrezzak, Musannef, c. 11, s. 437, Ahmed, c. 2, s. 263, Ebu Dâvud, c, s. 366, Tirmizî, c. 4, s. 289, İbn Mâce, c. 2, s. 1096.
[181] Ebu Dâvud, c. 3, s. 348-349.
[182] Ahmed, c. 4, s. 26-27, Buhârî, c. 6, s. 196, Müslim, c. 3, s. 1599, İbn Mâce, c. 2, s. 1087, Begavf, Mesâbih, c. 2, s. 78.
[183] Ahmed, c. 4, s. 26-27, Buhârî, c. 6, s. 196, Müslim, t 3, s. 1599.
[184] Ebu Bekir Ahmed b. Muhammed, Amelü’l-yevm ve’l-leyle, s. 172.
[185] Ahmed, c. 4, s. 336, Ebu Dâvud, c. 3, s. 347-348.
[186] Ahmed, c. 6, s. 187-188, Buhârî, c. 6, s. 197.
[187] Ebu’l-Ferec, Vefa, s. 2, s. 452.
[188] Tirmizî, Şemail, s. 16.
[189] İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 8, s. 35, Ahmed, c. 3, s. 110,197, Buhârî, c. 6, s. 247, Tirmizî, c. 4, s. 306, İbn Mâce, c. 2, s. 1133, Beyhakî, Sünenü’l-kübrâ, c. 7, s. 289.
[190] İbn Ebi Şeybe, c. 8, s. 35, Ahmed, c. 3, s. 110, Beyhakî, c. 7, s. 285.
[191] Ahmed, c. 3, s. 197.
[192] İbn Ebi Şeybe, c. 8, s. 36, Ahmed, c. 3, s. 197.
[193] Ahmed, c. 3, s. 197.
[194] İbn Ebi Şeybe, c. 8, s. 36, Ahmed, c. 3, s. 197.
[195] İbn Ebi Şeybe, c. 8, s. 36, Ahmed, c. 3, s. 197, Buhârî, c. 6, s. 247, Tirmizî, c. 4, s. 306, İbn Mâce, c. 2, s. 1173, Beyhakî, c. 7, s. 285.
[196] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 8/440-443.