Zeyd b. Hârise’nin Cüzamları Te’dib İçin Hısma’ya Gönderilişi
Seferin Tarihi, Mevkii ve Sebebi
Dubayb Oğulları Temsilcisinin Zeyd b. Hârise ile Konuşması
Hz. Ali’nin Zeyd b. Hârise’ye Gönderilişi
Sihir ve Kehanetin Mânâları, Çeşitleri, Tarihçeleri; ve Yahudi Sihirbazı Lebid’in Peygamberimiz
Aleyhisselamı Sihirle Öldürmeye Kalkışı
Sihrin Çeşitli Mânâları
Sihrin Peygamberlik Sıfatları ve Vazifeleri Üzerinde Tesirinin Olmadığı
Sihrin Keramet ve Mucize ile İlgisinin Bulunmadığı
Sihrin İslâm’da Yasaklığı
Sihrin ve Sihirbazlığın Tarihçesi
Kehânet ve Çeşitleri
Kehânetin Tarihçesi
Yahudiler Peygamberimiz Aleyhisselamı Ne Zaman ve Nasıl Sihirle Öldürmeye Kalkıştılar?
Yapılan Sihrin Zervan Kuyusundan Çıkarılışı ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Kurtuluşu
Zervan Kuyusunun Kapatılışı ve Lebid b. A’sam’ın Sorguya Çekilişi
Eban b. Saîd b. Âs’ın Müslüman Oluşu
Eban b. Said’in Kimliği
Eban’ın flffüstüman Oluşunun Sebebi
Haccac b. Ilâtu’s-Sülemî’nin Müslüman Oluşu
Haccac’ın Kimliği ve Müslüman Oluşunun Sebebi
Peygamberimiz Aleyhisselamın Hayber Yahudilerini Hakkı İtirafa, Allah’a ve Allah’ın Resûlüne
İmana Davet Edişi
APAÇIK BİR ZAFERE DOĞRU
Zeyd b. Hârise’nin Cüzamları Te’dib İçin Hısma’ya Gönderilişi
Seferin Tarihi, Mevkii ve Sebebi
Hısmâ seferi, Hicretin 7. yılı başlarında vuku bulmuştur.[1]
Hısmâ; Şam toprağında bir kırdır. Vâdi’l-kurâ’ya iki gecelik uzaklıktadır. Cüzamların konak yeridir.[2]
Peygamberimiz Aleyhisselamın elçisi Dıhye b. Halife Kayser Herakliyus’un yanından Medine’ye dönerken, Hısma’ya geldiği sırada, Cüzamlardan Huneyd ve Huneyd’in oğlu ile daha bazı adamlar, önünü keserek Kayser’in vermiş olduğu birçok kıymetli hediyeleri soymuşlar, Medine’ye ancak üzerindeki eski elbise ile gelebilmişti.[3]
Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam, Zeyd b. H ârise’yi, 500 kişilik askerî birte’dib birliğinin başında Cüzamlara yolladı.
Dıhye b. Halifeyi de Zeyd b. Hârise’nin yanına kattı.
Benî Uzrelerden bir adam da, kılavuz olarak yanlarına katıldı.[4]
Zeyd b. Harise ve askerleri, kılavuzlarıyla birlikte, geceleri yürüyorlar, gündüzleri gizleniyorlardı.[5]
İslâm mücahidi erinin Cüzamların yurtlarına geldikleri sırada, Cüzamların ileri gelenlerinden Rifâa b. Zeyd Müslüman olup Peygamberimiz Aleyhisselamın mektubu ile kavminin yanına dönmüş, Cüzamlardan bütün Gatafanlarve Vâillerile Selaman ve Sa’d-ı Hüzeymlerden ve Behralardan birçok kişilerde, Harretü’r-Reclâ’ya gelip konmuşlardı.
Rifâa b.Zeyd de, Benî Dubayblardan bazı kişilerle birlikte Kurâ-i Rebbe’de, öteki Benî Dubayblar ise Harre nahiyesinin Medan vadisinde bulunuyorlardı.
Zeyd b. Hârise’nin gelip saldıracağından hiçbirinin haberi yoktu.
Kılavuz, İslâm mücahidlerini Harre’nin Evlac tarafından getirmişti.[6] İslâm mücahidleri, sabahleyin, Huneyd ve oğlunun konak yerine ve onların yanında bulunanlara ansızın baskın yaptılar.
Huneyd ile oğlu öldürüldü.
Benî Ahnef veya Ecneflerden de iki kişi öldü.[7]
1000 deve ile 5000 davar iğtinam edildi.[8]
Rifâa b. Zeyd’in cemaatinden, Benî Dubayblardan yeni Müslüman olmuş bulunan bazı kişiler, Huneyd ile oğlunun Dıhye b. Halifeyi soyduklarını haber alır almaz toplanmış, onların üzerlerine yürüyüp çarpışmış, yağmaladıkları şeyleri-Dıhye’ye teslim etmek üzere-ellerinden kurtarmış bulunuyorlardı.[9]
Dubayb Oğulları Temsilcisinin Zeyd b. Hârise ile Konuşması
Dubayb oğulları, İslâm mücahidlerinin Medan çölünde bulunduklarını öğrenince, onlardan Hassan (Vâkıdî’ye göre Hıbbas) b. Melle Süveyd b. Zeyd’in Acace adındaki atına, Üneyf b. Melle ise Melle’nin Rıgal adındaki atına, Ebu Zeyd b. Amr da Şemr adlı kendi atına binip gittiler.
Bunlar İslâm mücahidlerine yaklaşınca, Ebu Zeyd’le Hassan, Üneyf b. Melleye:
“Sen bizden ayrıl, dönüp git! Çünkü, biz senin dilinden korkuyoruz!” dediler, onun üzerine dikildiler ve atının üzerinden ayrılmadıkça, yanından uzaklaşmadılar.
Üneyf ise:
“Ben de, iki atlının yaya yürüyücüsü olurum!” diyerek arkalarından koştu ve yetişti. Ona:
“Sen bizimle gel, ama şimdiye kadar yapageldiğin şeyleri bugün sakın yapma! Biz konuşurken, sen dilini tut! Bugün bize bir uğursuzluk getirme!” dediler.
İçlerinden, yalnız Hassan b. Melle’nin konuşmasını kararlaştırdılar. Bunlar, Cahiliye çağında aralarında bazı kelimelerle (parolalarla) birbirlerini tanırlardı. “Kavedî” dedikleri de, olurdu.[10]
Herhangi bir kimse kendilerine kılıçla vurmak istediği zaman “Bûrî” veya “Sûrî” parolasını kullanırlardı.[11]
Temsilciler İslâm mücahidlerinin yanlarına doğru varırlarken, onlar da bunlara doğru gelmeye başladılar.
Hassan, İslâm mücahidlerine:
“Biz, Müslüman bir cemaatiz!” dedi.
Siyah bir at üzerinde Müslümanların yanına götürülen, varan ilk kişi o oldu.
Üneyf:
“Bûrî”[12] veya “Kavedî” dedi.[13]
Hassan, ona:
“Sabırlı ol!” dedikten sonra, Zeyd b. Hârise’nin yanına kadar varıp durdu.
Zeyd b. Harise:
“Öyleyse, Ümmü’l-Kitâbı [Fatiha sûresini] okuyunuz bakayım?” dedi.
Hassan Fatiha sûresini okuyunca, Zeyd b. Harise:
“Askerlere sesleniniz ki; Yüce Allah, şu kavmin içinden çıkıp geldikleri yeri bize haram ve dokunulmaz kılmıştır. Ahdini bozan, bundan müstesnadır!” dedi.[14]
Zeyd b. Harise, onlardan yalnız birisini Fatiha sûresinden imtihan etti, başka birşey yapmadı.[15]
Zeyd b. Harise esirleri Dubayb oğullarına iade etmek istediği zaman, arkadaşlarından bazıları, onların işlerinde karışıklık bulunduğunu haber verdiler.
Bunun üzerine, Zeyd b. Harise iade işini bir müddet için geri bıraktı ve:
“Onlar hakkında, Allah hüküm verecektir!” dedi.[16]
Hassan b. Melle’nin kızkardeşi de esirler arasında idi.
Zeyd b. Harise, Hassan b. Melle’ye:
“Al, götür onu!” dedi.
Ümmü’l-Fezer ed-Dulaiye, Hassan b. Melle’ye:
“Kızlarınızı götürüyorsunuz da, analarınızı mı bırakıyorsunuz?!” dedi.
Hasib oğullarından birisi de:
“Onlar Dubayb oğullarındandır. Her zaman, onların dilleri büyülüdür!” diye mırıldandı.
Mücahidlerden bazısı bunu işitip Zeyd b. Hâriseye haber verdiler.
Bunun üzerine, Zeyd b. Harise emretti, Hassân’ın kızkardeşinin elindeki bağ çözüldü.
Zeyd, Hassân’a:
“Yüce Allah şu amcanın kızları hakkında hükmünü verinceye kadar, sen de onlarla birlikte burada otur!” dedi.
Elçiler dönmek istediler.
İslâm askerleri, onların gelmiş oldukları vadilerine inip gitmelerine engel oldular.
Onlar da ev halklarının yanında akşamladılar.[17]
Dubayb oğulları temsilcileri, Zeyd b. Harise ile arkadaşlarını gözetlemeye başladılar; ve onların uyuduklarını anlayınca,[18] gecenin bir kısmını geçirdikten sonra, hayvanlarına binip Rifâa b. Zeyd’in yanına vardılar.
Ebu Zeyd b. Amr,
Ebu Şemmas b. Amr,
Süveyd b. Zeyd,
Ba’ce b. Zeyd,
Berza’ b. Zeyd,
Muharribe b. Adiyy,
Üneyf b. Melle,
Hassan b. Melle, Leylâ Harresi kuyusunun üzerindeki Kurâ-i Rebbe’de Rifâa b. Zeyd’in yanında sabahladılar.[19]
Sabahleyin, Hassan b. Melle, Rifâa b. Zeyd’e:
“Sen oturup keçi sütü içmeyi düşünüyorsun! Cüzam kadınları ise, baskın yapılıp esir edilmiş bulunuyorlar!?
Halbuki, senin elinde, Peygamberden getirmiş olduğun mektup da var!” dedi.[20]
Başlarına geleni ona haber verdi.[21]
Rifâa b. Zeyd, devesinin getirilmesini istedi, sıçrayıp onun üzerine bindi.
Baskın sırasında Hasiblerden öldürülmüş olanın kardeşi Ümeyye b. Zafere de yanlarında olduğu halde, üç gecede Medineye yetiştiler.
Rifâa b. Zeyd’le arkadaşları Mescide kadarvardılar.
Müslümanlardan birisi, onlara bakıp:
“Develerinizi ıhdırmayınız!” deyince, temsilcilerin elleri yanlarına düştü. Hayvanlarından indiler, hayvanlarını ıhdırmayıp ayakta durdurdular.
Peygamberimiz Aleyhisselam, onları görünce:
“Halkın arka tarafına geliniz!” diye eliyle işaret buyurdu.
Rifâa b. Zeyd, söze başlamak istediği sırada, halktan birisi ayağa kalkıp:
“Yâ Rasûlallah! Bunlar, insanı ücretsiz olarak zorla çalıştıran bir kavimdir!” dedi.
Rifâa b. Zeyd, Peygamberimiz Aleyhisselama:
“Allah seni rahmetiyle esirgesin! Sen o gün bize hayırdan başkasını vermemiştin!” dedikten sonra, Peygamberimiz Aleyhisselamın kendisi için yazdırmış olduğu yazıyı Peygamberimiz Aleyhisselam m önüne koydu ve:
“Yâ Rasûlallah! Önündeki, Rifâa b. Zeyd’e daha önce yazıp [yazdırıp] vermiş olduğun yazıdır.
Ona sonradan yapılan vefasızlık da ortadadır!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Oku onu ey oğul! Dileğini de açıkla!” buyurdu.
Rifâa b. Zeyd yazıyı okuduğu zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam ondan haberi sordu.[22]
Temsilciler, Zeyd b. Hârise’nin yaptığını, Peygamberimiz Aleyhisselama anlattılar.[23]
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ya öldürülmüş olanları ne yaparım?” buyurdu[24] ve bunu üç kere tekrarladı..
Rifâa b. Zeyd:
“Yâ Rasûlallah! Sen daha iyi bilirsin: Sen kendine helâl olanı haram kılma! Kendine haram olanı da helâl kılma![25]
Sen bizim için de, helâl olanı haram kılma! Haram olanı da bize helâl kılma!” dedi.[26]
Temsilcilerden Ebu Zeyd b. Amr:
“Yâ Rasûlallah! Sen, bizden sağ olanlan salıver! Öldürülmüş olanlara gelince; onlar şuracıkta ayaklarımın altında kalıversin gitsin! Onlardan dolayı hiçbir hak istenilmesin!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Ebu Zeyd doğru söyledi!” buyurdu.[27]
Temsilciler:
“Yâ Rasûlallah! Zeyd b. Hâriseye bizimle birlikte bir adam gönder de, o, ailelerimizin ve mallarımızın arasından çekilsin!” dediler.[28]
Hz. Ali’nin Zeyd b. Hârise’ye Gönderilişi
Cüzam temsilcilerinin istekleri üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselam, Hz. Ali’ye:
“Haydi, yâ Ali! Bin de, onlarla birlikte git!” buyurdu.
Hz. Ali:
“Yâ Rasûlallah! Zeyd bana boyun eğmez!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Al şu kılıcımı!” buyurdu ve kılıcını Hz. Ali’ye verdi.[29]
Hz. Ali:
“Yâ Rasûlallah! Benim üzerine bineceğim bir hayvanım da yok!” dedi.
Temsilciler:
“İşte sana deve!” dediler.
Hz. Ali, temsilcilerden birisinin devesine bindi ve birlikte yola koyuldular.[30] Yolda, Zeyd b. Harise tarafından Ebi Vebr’in Şemr adındaki hayvanına bindirilip Peygamberimiz Aleyhisselama gönderilmiş olan elçi[31] Râfi’ b. Mıkyes’e rastladılar.[32]
Cüzam temsilcileri, Râfi’i devenin üzerinden indirdiler.
Râfi’:
“Yâ Ali! Ya benim halim ne olacak? Ben neye bineceğim?” dedi.
Hz. Ali:
“O, onların malıdır. Onu görünce, tanıdılar ve aldılar” dedi.[33]
Râfi’i terkisine aldı.[34] Gittiler, Fahleteyn çölünde Zeyd b. Harise ile askerlerine kavuştular.[35]
Hz. Ali, Zeyd b. Hârise’ye:
“Resûlullah Aleyhisselam, şu kavme, elinde bulunan esirlerin ve malların hepsini iade etmeni sana emrediyor!” dedi.
Zeyd b. Harise:
“Resûlullah Aleyhisselam tarafından geldiğine bir alâmet, bir işaret var mıdır?” diye sordu.
Hz. Ali:
“Bu kılıcıdır!” dedi.
Zeyd b. Harise, Peygamberimiz Aleyhisselamın kılıcını görünce, tanıdı.
Hemen hayvanından inip askerlere seslendi:
Askerler kendisinin yanında toplanınca, onlara:
“Kimin elinde esirlerden veya maldan ne varsa, onu hemen Resûlullah Aleyhisselamın şu elçisine iade etsin!” dedi.[36]
Herkes, Cüzamlardan almış oldukları herşeyi geri verdiler.[37]
Sihir ve Kehanetin Mânâları, Çeşitleri, Tarihçeleri; ve Yahudi Sihirbazı Lebid’in Peygamberimiz
Aleyhisselamı Sihirle Öldürmeye Kalkışı
Sihrin Çeşitli Mânâları
Sihir sözü, Araplarca, birşeyi yönünden çekip çevirmek, değiştirmek yerine de kullanılır.[38]
Sihir, lügatta, sebebi gizli ve ince olan şeye; şeriat teriminde de, sebebi gizli olan ve aslına uymayan, gözbağcılık, düzenbazlık, oyunculuk biçimindeki şeylere denir.[39]
Sihir, kötü kişilerde görülen, itiraz ve reddedilmesi güç olmayan olağanüstü işler diye de tarif edilir.[40]
Sihrin Türkçe’de karşılığı, büyü ve cadılıktır.
Sihir, aslında, insanın ciğerine vurarak sersemletmek mânâsına masdar olup; sonradan, cadılıkta kullanıl mıştır.[41]
Sihrin üç türlü mânâsı vardır:
1- Aslı ve hakikati olmayan zihnî hayallemeler, kuruntular, düzen ve oyunlardır ki; hokkabazların el çabukluğuyla gözlerden kaçırmak ve koğucuların da yaldızlı sözlerle kulakları avutmak suretiyle yaptıkları şeyler sihrin birinci bölümündendir.
Yüce Allah, bu çeşit sihir ve sihirbazlar hakkında: “…Halkın gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar.”[42]
“Onların ipleri ve değnekleri, sihirleri yüzünden, kendisine, gerçekten koşuyormuş hayalini verdi” buyurmuştur.[43]
O zaman, imansızlar Mûsâ Aleyhisselamı da böyle bir sihirbaz sandıkları için, ona: “Ey sihirbaz! Bizim için Rabbine dua et!” diye[44] hitap etmişlerdi.
2- Sihrin ikinci mânâsı; herhangi bir suretle yaklaşıp şeytanın yardımını sağlam aktır ki, Yüce Allah, bu hususta da:
“Şeytanın, kimlerin üzerine indiğini size haber vereyim mi? Onlar her günahkâr yalancının üzerine inerier.[45] Fakat, o şeytanlar, kâfirlerdir ki, insanlara sihri (büyüyü) öğretiyorlardı”[46] buyurmuştur.[47]
Sihrin bu çeşidi, ikinci çeşit olarak hayırlı ve mü’min olan cinlerle kâfir şeytan olan cinlerden yardım biçiminde gösterilmiştir.[48]
3- Suret ve tabiatların değiştirilmesine güç yetirilebileceğine ve meselâ bir insanın merkep yapılabileceğine inanılan şeydir ki, bu çeşit sihrin ilim adamları katında aslı ve hakikati yoktur.[49]
Böyle olmakla beraber, sihrin insanlar üzerinde etkili olduğu ve sinirlenen, büyülenen kişinin boş yere kendisini eşek sanarak eşeklenmeye yeltendiği de görülür.[50]
İbn Haldun da, bu hususta şu bilgiyi verir
“Sihir ve tılsım bir ilim olup, insan ruhu bunlarla ya doğrudan doğruya, ya da dolayısıyla temel elemanlara tesir edebilir.
Doğrudan doğruya olanına sihir, dolayısıyla olanına tılsım denir.
İnsanlar ruhları itibarıyla bir cinsten iseler de taşıdıkları bazı özellikleri dolayısıyla sınıflara ayrılırlar ve her sınıf da ayrı bir özellik taşır.
İnsanlar üzerindeki tesirleri itibarıyla, sihirbazların ruhları üç gruba ayrılır:
1. İstediklerini doğrudan doğruya kalb ile etkilerler ki; filozofların sihir adını verdikleri budur.
2. Feleklerin tabiat ve mizaçlarından, yahut temel elemanlardan, ya da sayıların özelliklerinden birisiyle etki yaparlar ki; buna tılsım denir ve bu, tesir yönünden birinci gruptakine nisbetle çok zayıf ve düşük kalır.
3. Hariçte hiç aslı ve vücudu olmadığı halde, yapılan ruhî tesir ve telkinlerle birtakım suretler ve hay aller hissettirilir ki; filozoflar, buna da, gözbağcılık adını verirler.
Sihirbazların ruhlarındaki özellik, sair beşerî özellikler, kendilerinde yaratılıştan mevcut olup, bunun fiil alanına çıkması ya riyâzâtla, ya da şeytanlara itaat ve tapmakla olabilir.
Peygamberlere gelince; onların ruhlarında öyle bir özellik vardır ki, onlar bu özellikleriyle Allah’ı marifet ederler, Allah tarafından gelen meleklerle görüşür ve konuşurlar. Allah’ın izni ve yardımıyla birtakım mucize ve harikalar gösterirler.”[51]
Sihrin Peygamberlik Sıfatları ve Vazifeleri Üzerinde Tesirinin Olmadığı
Sihir; peygamberlerin ne peygamberlik sıfatlarına, ne de peygamberlik vazifelerine tesir edemez.
Ancak, peygamberlerin birer insan olmaları itibarıyla, hastalanmaları nasıl tabiî ise, sihrin de kısa bir müddet için kendilerinin bazı dış organları üzerinde az çok bir sarsıntı yapabileceği, bir donukluk, durgunluk meydana getirebileceği mümkün görülmüştür.[52]
Sihrin Keramet ve Mucize ile İlgisinin Bulunmadığı
Sihir, fâsık, dinle ilgisi kesilmiş kimselerde görülür. Böyle olan kişilerde keramet zuhur etmez.
Sihirbaz, yapmak istediği şeyi oluşturuncaya kadar, hertürlü sözden ve işten yararlanmaya çalışır. Keramette ise, böyle şeylere gerek ve ihtiyaç duyulmaz. Keramet, ancak şeriata son derecede bağlı, dince tehlikeli sayılan tutum ve davranışlardan son derecede çekingen olan Allah dostlarından, kendiliğinden zuhur eder.
Mucizeye gelince; peygamberlerin, peygamberliklerini isbatlamak üzere Allah’ın izniyle gösterip inkarcılara meydan okudukları birtakım olağanüstü işlerdir ki, bu vasıflarıyla kerametten de ayrılırlar ve üstünlük taşırlar.[53]
Sihrin İslâm’da Yasaklığı
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir gün:
“İnsanı helâka sürükleyen yedi şeyden çekininiz!” buyurmuştu.
“Yâ Rasûlallan! Nedir bu tehlikeli şeyler?” diye sordular.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“1. Allah’a şerik koşmak,
2. Sihir yapmak,
3. Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmek,
4. Ribâ (faiz) yemek,
5. Yetim malı yemek,
6. Savaş meydanında dönüp kaçmak,
7. Zinadan korunan, böyle birşey hatırından bile geçmeyen Müslüman kadınlarına zina isnad etmek!” buyurdu.[54]
Yine Peygamberimiz Aleyhisselamın buyurduklarına göre:
“Birşeye düğüm vurup efsun yapan kişi sihir yapmış; sihir yapan da küfre sapmış (büyük bir günah işlemiş) olur!”[55]
“Muhabbet vesaire için efsun yapmak, iplik okumak veya nüsha yazmak suretiyle sihir yapmak, şirk-tir!”[56]
“Kim bir sihirbaza veya kâhine veya yıldızlara bakıp gaibden haber veren kimseye gider, ondan birşeyler sorar ve onun söylediklerini de doğrularsa, Muhammed Aleyhisselama indirilmiş olanı inkâr etmiş olur!”[57]
“Sihre inanan kişi, Cennete giremez!”[58]
Sihrin ve Sihirbazlığın Tarihçesi
Sihir ve sihirbazlık, öteden beri, birçok milletlerde; Araplarda, Rumlarda, Hintlilerde, Acemlerde (İranlılarda),[59] Mısırlılarda.. görülegelen tarihî bir vâkıadır.[60]
Nuh Aleyhisselamın torunu Erfahşed’in oğlu Kaynan, sihirbazdı.[61]
Dahhâk b. Ulvan b. Amlîk b. Âd, Babile taraflarına vanp orada yerleştikten sonra Babil’i kurmuş, etrafta ne kadar sihirbaz varsa hepsini Babil’de toplamış, sihri öğrenmiş ve hatta sihirbazlıkta önder olmuştu.[62]
Dahhâktan sonra, Babil’de Nemrud (Nümrud) b. Ken’an (Feridun) hüküm sürdü. Kendisi, hey’et ilmine vâkıftı. Her taraftaki hey’et bilginlerini Babil’de topladı. İbrahim Aleyhisselamı ateşe atan, bu idi.[63]
Musa Aleyhisselamın karşısına 72 sihirbaz çıkarılmıştı. Bunların 70’i İsrail oğullarındandı, ikisi de Farslı idi.[64]
İsrail oğullarından olan sihirbazlar, Musa Aleyhisselamın mucizesi karşısında Müslüman olmuşlar ve Firavun tarafından astırılmışlardı.[65] Farslı olan sihirbazlar ise, Müslüman olmamışlar ve kaçmışlardı.[66]
Süleyman Aleyhisselamın devrinde de, sihirbazlık çok yaygındı. Süleyman Aleyhisselam, bu hususta yazılan kitapları toplattırıp bir sandık içinde, kürsüsünün altına gömdürmüştü.
Süleyman Aleyhisselamdan sonra, bu kitaplar ortaya çıkarılarak:
“Bu, Allah’ın Süleyman’a indirdiği, onun da halktan esirgediği, gizlediği ilimdir!” dediler ve onu din edindiler.
Yahudiler arasında sihirbazlık sürdü gitti.[67]
Sihirbazlıkla kâhinlik arasında sıkı bir münasebet vardı.
Musa Aleyhisselamın karşısına çıkarılan sihirbazlar, Mısır başkâhinleri idi.[68]
İsa Aleyhisselamın devrinde de birçok başkâhinin bulunduğu ve hatta İsa Aleyhisselamın asılmasını en başta onların istedikleri ve bu hususta en çok direnenin de kâhin-i âzam olduğu görülür.[69]
Kehânet ve Çeşitleri
Kehânet; gaibden haber vermek, falcılık, bakıcılık etmek demektir.
Kişinin işlerini gözeten, yöneten kimseye de, kethüda mânâsına olarak, kâhin denilir.[70]
Kâhin; gelecek zamanda olacak şeylerden haber veren ve kâinatın sırlarına, gayb ilmine vâkıf olduğunu iddia eden kimse demektir.[71]
Kâhinler; kendilerinin cinlerden tabileri bulunduğunu, onların görünüp kendilerine haberler getirdiklerini söylerlerdi.
Kâhine arrâf ve müneccim de denilir.
Araplar, her ilim sahibine müneccim, tabibe de kâhin ismini verirlerdi.
Arrâflar sözün gelişinden, işten, halden soruşturup birşeyler anlarlar; bununla da, herşeye vâkıf olduklarını, çalınmış şeyleri, yitiklerin yerlerini vesâireyi bildiklerini iddia ederlerdi.
Medine Yahudilerinden Kurayza ve Nadir kabilelerine de, kitab sahibi, anlayış ve bilgi sahibi oldukları için “Kâhinân=iki kâhin kabile” denirdi.[72]
Önceleri, cinler, şeytanlar göklere çıkmaktan men edilmedikleri için, göklerin ses dinleme yerlerine sinerek, yeryüzünde vuku bulacak ölüm, yağmur… gibi hadiseler hakkında meleklerin kelamlarından işitebildiklerini gelip kâhinlere haber verirler, onlar da bunları birtakım yalan dolanlarla doldurulmuş olarak halka söylerlerdi.[73]
Peygamberimiz Aleyhisselamın peygamber olarak gönderilmesi üzerine, cinler ve şeytanlar, göklere çıkmaktan, haber hırsızlığından men edildiler.[74]
Kehânetin Tarihçesi
Kehânetin tarihi de, Tûfan’dan çok öncelerine çıkar.
Nuh Aleyhisselamın devrinde kâhinlik çok yaygındı. Nuh Aleyhisselama muarız olan kral, çevre halkına yazı yazarak, tapılmakta olan putlardan başka ilahlar olduğunu bilip bilmediklerini sormuştu.[75] Nuh Aleyhisselamın öldürülmesini emreden de, o zamanın kâhini idi.[76]
İdris Aleyhisselamın öldüğünü ortalığa yayan ilk kâhin de, şeytandı.[77]
Kâhinlerin en büyükleri, Mısır’da bulunuyordu.
Kâhinlerin kehânetleri, yıldızlar üzerine idi. Kâhinler; bütün ilimlerin kendilerine yıldızlardan geldiğini ve gayb haberlerinin onlar tarafından verildiğini, tabiat sırlarının onlar tarafından öğretildiğini, bütün gizli ilimlerin onlar tarafından gösterildiğini iddia ederlerdi.
Kâhinler; türlü türlü tılsımlar düzerler, konuşur heykeller yaparlar, yürür sureti er çizerler, yüksek yüksek binalar çatarlar, tıp ilimlerini taşların üzerine kazırlar, düşmanları yurtlarından men edecek birtakım şaşılacak şeyler yaparlardı.
Kâhinlerin Mısır’da 85 şehri olup, bunlardan 45’i yeraltında, 4O’ı da yerüstünde idi. Her şehirde kâhinlerden bir başkan bulunmakta, kâhinlerin sayıları da binleri aşmakta idi.
Kâhinler; kâinatı yönettiğine inandıkları 7 yıldızdan birine yedi yıl taparlar ve Mahir adını alırlardı.
Mahir, yedi yıldızdan her birine yedişer yıl taptıktan sonra, Kaaatır diye anılırdı.
Kaaatırlık mertebesine erişen kâhin, kral ile oturur kalkardı.
Kral; kaaatırın görüşü ve reyi ile hükmeder, onu görünce ayağa kalkar, ona saygı gösterirdi.
Kaaatır, her gün, kralın yanında bulunmak üzere; giyinip kuşandıktan sonra, gider, kralın yanına otururdu.
Sonra, diğer kâhinler de, sanat ve hüner sahipleriyle birlikte içeri girerler ve kaaatırın hizasında dururlardı.
Kâhinlerden her biri, bir yıldıza hizmet eder ve Arapların Abduşşems diye ad taktıkları gibi, bunlara da Yıldız Kulu mânâsına gelen Abdulkevkeb adı verilirdi.
Kaaatır, mahir adını taşıyan kâhinlerden birine:
“Sahibin nerede?” diye sorar, o da:
“Filan burçta, filan derecede, filan dakikada!” diye cevap verirdi.
Kaaatır, yıldızların bulundukları yeri öğreninceye kadar, hizasındaki mahirlere sorusunu tekrarladıktan sonra, krala döner ve:
“Kralın bugün şöyle şöyle yapması, şunu şunu yemesi, şu vakitte cinsel münasebette bulunması yararlı görünüyor ve bütün göreceği şeyler yararlı görünüyor!” derdi.
Kaaatırın önünde duran kâtip de, kaaatırın bütün söylediklerini yazardı.
Bundan sonra, kaaatır sanat ve hüner sahiplerine döner; birer birer, onlara:
“Sen taş üzerine şöyle bir sureti şöylece çiz!” derdi.
Sanat sahipleri Dârü’l-Hikme merasimine gittikleri zaman da, o gün yapmaları yararlı olacak işler, kendilerinin önlerine konulurdu.
Kral da kaaatırın söylediklerine göre hareket ederdi.
Böyle, olan biten bütün şeyler, o gün, bir sahifeye kaydedilir, sahife dürülüp bükülür, kralın mahzenine konulurdu.[78]
Tûfan’dan sonra, Mısır’da bir müddet Nuh Aleyhisselamın dini üzere kalındı. Kâhin adı ayıp sayıldı. Bunun yerine, buyruklarına karşı gelinmez mânâsına olarak hâkim adı taşındı.[79]
Araplanda ilk kâhin de, Şıkk b. Huveyl, b. İrem, b. Sam, b. Nuh idi.[80]
Arap kâhinleri arasında Satîh, erişilemeyecek bir dereceye erişmiş, kendisine “Kâhinler Kâhini” diye ad verilmişti.
Satîh gaibden haber verir, şaşılacak şeyler anlatırdı.[81]
Yemen kralı Rebia b. Nasr, bir rüya görmüş, ondan ürkmüştü.
Ülkesinde ne kadar kâhin, sihirbaz, falcı ve müneccim varsa, hepsini yanına toplamış ve onlara:
“Ben bir rüya gördüm, ondan ürktüm. Bunun yorumunu bana bildiriniz?” demişti.
Onlar:
“Rüyanı bize anlat da, sana yorumunu bildirelim?” dediler.
Kral:
“Ben rüyamı size anlatırsam, bildireceğiniz yorumun doğruluğuna emin ve mutmain olamam.
Rüyamı anlatmadan onu bilemeyen kimse, onun doğru yorumunu da bilemez!” dedi.
İçlerinden birisi:
“Eğer kral böylesini istiyorsa, Satîh’a haber salsın!
Çünkü, ondan daha bilgili kimse yoktur![82] Bu hususta sözlerine inanılabilecek en bilgili kişi odur!” dedi.[83]
Satîh’ın muasın olan Şıkk b. Yeşkür de, Araplar arasında yetişen İkinci Şıkk idi.
Kendisi, Arapların hakîmlerindendi.[84]
Yahudiler Peygamberimiz Aleyhisselamı Ne Zaman ve Nasıl Sihirle Öldürmeye Kalkıştılar?
Hicretin 7. yılında idi ki; Müslüman olduğunu açıkladığı halde münafıklıktan ayrılmayan ve sihirbazlıkta çok maharetli olan Yahudi Lebid b. A’sam’a, Yahudilerin elebaşıları:
“Ey Ebu’l-A’sam! Sen bizim en bilgili sihirbazımızsın!
Muhammed bizim erkeklerimizi ve kadınlarımızı sihirledi, büyüledi.
Biz ona karşı birşey yapamadık!
Sen onun bize neler yaptığını, dinimize nasıl aykırı davrandığını, bizden kimleri öldürdüğünü veya sürgün ettiğini gördün!
Biz, bütün yaptıklarına karşı onu sihirleyip cezalandırmak üzere seni tutuyor, görevlendiriyoruz!” dediler ve Peygamberimiz Aleyhisselama sihir yapması için de üç dinar (altın) verdiler.
Lebid b. A’sam, Peygamberimiz Aleyhisselamın tarağıyla başından taranmış saçlarını elde etmeye girişti.[85]
Yahudilerden bir genç; gelir gider, Peygamberimiz Aleyhisselamın işini tutardı.
Yahudiler, Peygamberimiz Aleyhisselamın saç ve sakal tarantısıyla bazı tarak dişlerini elde edinceye kadar bu gencin üzerine düştüler.[86]
Yahudi genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın saç tarantısıyla tarak dişlerini alıp Yahudilere verdi.[87]
Lebid b. A’sam, istediğini ele geçirince, ona birtakım düğümler dövdü ve üfledi.
Bu düğümlenmiş ve üflenmiş saç tarantılarını, erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığının içine koydu. Sonra, onu götürüp kuyunun içindeki basamak taşının altına yerleştirdi.[88]
Bu kuyu, Zurayk oğullarına aitti.[89]
Lebid b. Asam sihir yaptıktan sonra, Peygamberimiz Aleyhisselam hastalandı.[90] Başının saçları dökülmeye başladı.[91] Peygamberimiz Aleyhisselam, yapmadığı bir işi yapmış;[92] zevcesine yaklaşmadığı halde, yaklaşmış gibi sanır oldu![93] Peygamberimiz Aleyhisselamın gözlerinin feri de azaldı.
Ashab-ı Kiram, hastalığını yoklamaya geldiler.[94]
Hastalığı günlerce sürdü.[95] Yemekten içmekten., kaldı.[96]
Peygamberimiz Aleyhisselam hastalanınca, Lebid b. A’sam’ın kızkardeşlerinden birisi, Hz. Âişe’nin yanına gelmişti.
Kadın, Peygamberimiz Aleyhisselamın hastalandığını öğrenince, dönüp bunu kızkardeşlerine ve Lebid’e haber verdi.
Onlardan birisi:
“Eğer o gerçekten peygamberse, kendisine bu iş haber verilir. Aksi takdirde, bu sihir kendisine nereden gösterilir? En sonunda, aklı başından gider. Böylece de, kavmimiz ve dindaşlarımız, umduklarına ermiş olur!” dedi.
A’sam’ın kızları, Lebid’den daha sihirbaz, daha beter idiler.
Yüce Allah, Peygamberine yapılan sihrin kim tarafından ve nasıl yapıldığını ve konulan yerini gös-terdi.[97]
Hz. Âişe derki:
“Nihayet, Resûlullah Aleyhisselam, günün birinde tekrar tekrar dua etti. Sonra da, bana:
‘Ey Âişe! Yapmış olduğum duamı Allah’ın kabul buyurduğunu biliyor musun? Bana meleklerden iki melek geldi[98] Onlardan birisi:
‘Sihirlenmiştir!’ dedi.
Biri, öbürüne:
‘Kim sihir yapmış ona?’ diye sordu.
Öbürü:
‘Lebid b. A’sam!’ dedi.
Biri, öbürüne:
‘Sihir ne ile yapılmıştır?1 diye sordu.
Öbürü:
‘Erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığı, tarak, saç sakal tarantısıyla!’ dedi.
Biri, öbürüne:
‘Nerededir o?’ diye sordu.
Öbürü:
‘Zervan kuyusunda,[99] basamak taşının altındadır!’ dedi.
Biri, öbürüne:
‘Onun şifa bulması ne iledir?’ diye sordu.
Öbürü:
‘Kuyu suyunun tamamıyla çekilip içindeki basamak taşının kaldırılması ve altındaki kurumuş erkek hurma çiçeği kapçığının çıkarılması suretiyledir!’ dedi.
Bundan sonra, melekler havalanıp gittiler.”[100]
Yapılan Sihrin Zervan Kuyusundan Çıkarılışı ve Peygamberimiz Aleyhisselamın Kurtuluşu
Peygamberimiz Aleyhisselam, Hz. Ali ile Ammar b. Yâsir’i çağırdı. Meleklerden işittiği şeyleri onlara beyan ve Zervan kuyusuna hemen gitmelerini emir buyurunca, Hz. Ali ile Ammar b. Yâsir, Zervan kuyusuna gittiler. Kuyunun suyu kınaya boyanmış,[101] kuyunun başındaki hurma ağaçlarının başları da, şeytan başları gibi idi.[102]
Hz. Ali ile Ammar b. Yâsir, kuyunun suyunu çekip boşalttılar, içindeki basamak taşını kaldırdılar.
Taşın altındaki hurma çiçeği kapçığı.[103] Peygamberimiz Aleyhisselamın tarağı, başının saç tarantısı, üzerine iğneler saplanmış mumdan bir heykeli, yine üzerine onbir düğüm vurulmuş ve iğneler saplanmış bir yay kirişi bulunup çıkarıldı .[104]
Yay kirişi üzerindeki düğümleri çözmeye güç yetirilemedi.[105]
Cebrail Aleyhisselam gelip Felak ve Nâs sûrelerinin âyetlerini okudukça, düğümler çözülmeye başladı!
Peygamberimiz Aleyhisselam, her düğüm çözüldükçe, önce elem, sonra rahatlık duymakta idi.[106]
En son düğüm çözüldüğü zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam, diz bağından boşanmış, kurtulmuş gibi açılıverdi.[107]
Yemek yemeye, su içmeye başladı.[108]
Zervan Kuyusunun Kapatılışı ve Lebid b. A’sam’ın Sorguya Çekilişi
Peygamberimiz Aleyhisselam, emredip Zervan kuyusunu kapattırdı.[109] Lebid b. A’sam’a haber gönderdi ve:
“Allah bana senin yaptığın sihri haber verdi ve yerini de gösterdi. Sen bunu ne için yaptın?” diye sordu.
Lebid:
“Dinar (altın) sevgisinden dolayı!” dedi.[110]
Peygamberimiz Aleyhisselama:
“Yâ Rasûlallan! Onu öldürsen!” denildi.
Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Onun sonunda göreceği ilahî azab, daha şiddetlidir!” buyurdu.[111]
Bir daha onun ne yüzünü gördü, ne de bu suçunu anıp başına kaktı.[112]
Hayatına kasdetmiş olan Zurayk oğulları Yahudilerinden hiç kimseyi öldürmedi.[113]
Eban b. Saîd b. Âs’ın Müslüman Oluşu
Eban b. Said’in Kimliği
Eban b. Saîd b.Âs’ın soyu, Peygamberimiz Aleyhisselamın soyu ile Abdi Menaf’ta birleşir.[114]
Eban’ın babası Ebu Uhayha Saîd b. Âs, Kureyş müşriklerinin ulularındandı. Ebu Uhayha’nın oğullarından Halid ile Amr, ilk sıralarda Müslüman olmuşlardı.[115]
Eban, Ebu Cehil’in halasının oğlu idi.[116] Ebu Cehil gibi, o da, Peygamberimiz Aleyhisselamın azılı düşmanlarındandı.[117]
Kardeşleri Halid’le Amr Müslüman oldukları zaman, onları, söylediği bir şiirle kınamıştı.[118]
Eban’ın Müslüman Oluşunun Sebebi
Eban b. Saîd, Hudeybiye seferinden önce, ticaret için Şam’a gitmiş, orada bir Hıristiyan papazla karşılaşmıştı.
Eban, ona:
“Ben Kureyş kabilesinden bir adamım. İçimizden bir adam çıktı. Kendisinin Resûlullah olduğunu; Musa ve İsa gibi, kendisini de Allah’ın peygamber olarak gönderdiğini iddia ediyor! Sen buna ne dersin?” diyerek Peygamberimiz Aleyhisselam hakkındaki görüşünü sorunca, papaz:
“O adamınızın adı nedir?” diye sordu.
Eban:
“Muhammedi” dedi.
Papaz:
“Ben onu sana tarif edeyim!” diyerek Peygamberimiz Aleyhisselamın şekil ve şemailini (fizikî yapısını),yaşını, babasını, dedesini, soyunu anlattı.
Eban:
“O da, aynen böyledir!” dedi.
Papaz:
“Öyleyse, vallahi, o, önce Araplara, sonra da bütün yeryüzüne galip ve hakim olacaktır! Sen o salih zâta benden selam söyle!” dedi.
Eban, Mekke’ye döndüğü zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam ve ashabı hakkında, bizatihî, birşey söylemeden soruşturmalar yaptı. Aldığı bilgiler, papazın söylediği gibi idi.
Eban; Peygamberimiz Aleyhisselamın H udeybiye’den dönüşünden sonra, Hudeybiye musâlahasıy-la Hayber seferi arasında, yani Hicretin 6. yılının sonu ile 7. yılı arasında Müslüman oldu ve Müslümanlığını güzel amellerle güzelleştirdi.[119]
Allah ondan razı olsun![120]
Haccac b. Ilâtu’s-Sülemî’nin Müslüman Oluşu
Haccac’ın Kimliği ve Müslüman Oluşunun Sebebi
Haccac, Süleym oğulları kabilesindendi.[121] Kendisi çok zengindi. Süleym oğulları yurdundaki altın madenleri ona aitti.[122]
Haccac; Süleym oğulları kabilesinden bazı kimselerle birlikte, hayvanlarına binip Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı.
Korkunç bir vadide bulundukları sırada, gece karanlığı basınca, orada oturakaldılar, yollarına devam edemediler.
Arkadaşları, Haccac’a:
“Ey Ebu Kilâb! Kalk da, kendin ve arkadaşların için bir eman ve selamet çaresine bak!” dediler.
Haccac, ayağa kalkıp arkadaşlarını korumak üzere, onların çevresinde dolaşmaya ve:
“Selametle dönünceye kadar, kendim ve arkadaşlarım ve binitlerimiz için şu vadideki her cinnîden Tanrı’ya sığınırım!” demeye başladı.
O sırada, birisinin:
“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse, haydi, geçip gidiniz! Allah’ın bahşedeceği bir kudretle olmadıkça, asla geçip gidemezsiniz!”[123] (Rahman: 33) diyerek seslendiğini işitti.
Haccac, Mekke’ye varınca, Kureyş müşriklerinin toplandıkları bir mecliste, bunu onlara haber verdi.
Kureyş müşrikleri:
“Vallahi, ey Ebu Kilâb! Sen dinden çıktın, sapıttın.
Muhammed de, bu sözün kendisine vahyedildiğini söylüyordu” dediler.
Haccac:
“Vallahi, ben bu sözü kulaklarımla işitin isimdir! Bunu şu arkadaşlarım da işitm işlerdir” dedi.[124]
Haccac, Peygamberimiz Aleyhisselamın nerede olduğunu sordu.
“Medine’dedir” denildi.[125]
Haccac; Peygamberimiz Aleyhisselamın Hayber’de bulunduğu sırada Müslüman oldu ve Hayber’in fethinde Peygamberimiz Aleyhisselamın yanında bulundu.[126]
Haccac; Medine’ye hicret ederek, Ümeyye b. Zeyd oğulları yanında bir ev yapıp yerleşti ve orada bir mescid de yaptı.[127]
Allah ondan razı olsun![128]
Peygamberimiz Aleyhisselamın Hayber Yahudilerini Hakkı İtirafa, Allah’a ve Allah’ın Resûlüne
İmana Davet Edişi
Peygamberimiz Aleyhisselam, Hayber Yahudilerine bir yazı göndererek onları hakkı itiraf ve kabule davet etti.
Onlara gönderdiği yazısında şöyle buyurdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Musa’nın ve kardeşinin dostu ve Musa’nın getirdiklerinin doğrulayıcısı Muhammed Resûlullah tarafı ndandır.
Ey Tevrat ehli topluluğu!
Allah size Kitabınızda:
‘Muhammed, Allah’ın Resûlüdür! Onunla birlikte bulunanlar da, kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. Onları, hep rükû ve sücud halinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerlerken görürsün. Onlar yüzlerindeki secde eserinden tanınırlar. Bu, onların Tevrat’taki tavsif ve temsilleridir.
Onların İncil’deki tavsif ve temsilleri de, filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dimdik yükselmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir. Onlar, kâfirleri kızdırmak için yetiştirilmişlerdir. Allah, onlardan iman eden, salih amellerde bulunanlara, hem yarlıganma, hem büyük mükâfat va’d etmiştir1[129] diye buyurmadı mı?
Siz bunu Kitabınızda muhakkak yazılı bulmuşsunuzdur.
Ben, size Allah hakkı için and veriyorum!
Üzerinize indirilmiş olanlar için and veriyorum!
Sizden önceki torunlara kudret helvası, selva kuşu eti yediren Allah için and veriyorum!
Babalarınızı Firavun’dan ve onun yaptığı kötülüklerden kurtarıncaya kadar denizi kurutan Allah için and veriyorum!
Allah’ın size indirdiği Kitabda, Muhammed’e iman edeceğiniz hakkındaki âyetleri bulmadığınızı bana haber verebilir misiniz?![130]
Eğer bunu Kitabınızda bulmadınızsa, size zorlama yok![131]
‘Artık iman ile küfür apaçık belli olmuştur…'[132]
Sizi Allah’a ve O’nun Peygamberine imana davet ediyorum!”[133]
[1] Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, c. 1, s. 377.
[2] Yâkût, Mu’cemu’l-büldân, c. 2, s. 258, 259.
[3] İbn İshak, İbn Hişam ,Sîre,c. 4, s. 260, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 555-556, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c.2, s. 88, Taberî, Târih,c. 3, s. 83, İbn Kayyim, Zâdu’l-mead, c. 2, s. 135, Halebî, İnsânu’l-uyûn, c. 3, s. 179, Zürkânî, Mevâhibü’l-ledünniye Şerhi, c. 2, s.158.
[4] Vâkidî, Megâzî, c. 2, s. 557, İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 88, İbn Seyyid, Uvün, c. 2, s. 1 07.
[5] Vâkıdı, Megâzî, c. 2, s. 557, İbn Sa’d, Tabakât, c. 2 s. 88.
[6] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 261, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 557.
[7] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 261.
[8] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 260,261 , Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 556, 557, İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 88.
[9] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 260, 261 , Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 556, 557, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 88.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/433-434.
[10] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre,c.4, s. 261,262.
[11] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 558.
[12] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre,c.4, s. 262.
[13] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 558.
[14] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre,c.4, s. 262.
[15] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 558.
[16] İbn Esîr, Kâm il, c. 2, s. 208.
[17] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre,c.4, s. 262.
[18] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 558.
[19] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 262,263.
[20] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre,c.4, s. 263, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s. 208.
[21] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559.
[22] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre,c.4, s. 263.
[23] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559.
[24] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 263, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 88, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s. 208.
[25] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 263.
[26] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 559, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 88, İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, c. 2, s. 107.
[27] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 264, Vâkıdî, c. 2, s. 559, İbn Sa’d, c. 2, s. 88.
[28] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 559.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/434-438.
[29] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre.c.4, s. 264, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559.
[30] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 559.
[31] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre,c.4, s. 264.
[32] Vâkıdı, Megâzî, c.2, s. 559, İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 88.
[33] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre,c.4, s. 264.
[34] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 559.
[35] İbn İshak. İbn Hişâm, c. 4, s. 264, Vâkıdî, c.2, s. 559, İbn Sa’d, c. 2, s. 88.
[36] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 559, 560.
[37] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre,c.4, s. 264, Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 560, İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 88.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/439-440
[38] İbn Esîr, Nihâye, c. 2, s. 346, Ebu’l-Beka, Külliyât, s. 208.
[39] Firuzâbâdi, Kâm ûsu’l -muhît, c. 3, s. 305.
[40] Ebu’l-Beka, Külliyet, s. 208, Bedrüddin Aynî, Umdetü’l-Kârî, c. 1, s. 277.
[41] Mütercim Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, c. 2, s. 382.
[42] A’râf 116.
[43] Taha: 66.
[44] Zuhruf 49.
[45] Şuarâ: 221, 222.
[46] Bakara: 102.
[47] Râgıb, Müfredâtü’l-Kûr’ân, s. 226.
[48] Fahru’r-Râzî, Tefsîr, c. 3, s. 206.
[49] Râgıb, Müfredâtü’l-Kûr’ân, s. 226.
[50] Mütercim Asım Etendi, Kâmûs Tercemesi, c. 2, s. 382.
[51] İbn Haldun, Mukaddime, c. 1, s. 414, 41 5.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/440-442.
[52] Kadı Iyaz, eş-Şifâ,c.2, s. 197,199.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/442.
[53] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 21, s. 277.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/442-443.
[54] Buhârî, Sahih, c. 3, s. 195, Müslim, Sahih, c. 1 ,s.92, Beyhakî, Sünen, c. 6, s. 284.
[55] Abdurrezzak, Musannef, c. 11, s. 17, Buhârî, Sahih, c. 3, s. 195, Müslim, Sahih, c. 1, s. 92, Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c.21, s. 278,279.
[56] Ebu Dâvud, Sünen, c. 4, s. 9,10.
[57] Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 5, s. 118.
[58] Ahm ed b. Hanbel. Müsned. c. 3. s. 399.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/443.
[59] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 21, s. 277.
[60] İbn Habib, Kitâbu’l-muhabber, s. 388.
[61] İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 79.
[62] Dîneverî, Kitâbu’l-ahbâr, s. 4.
[63] Dineverî, Kitâbu’l-ahbâr, s. 8.
[64] İbn Habib, Kitâbu’l-muhabber, s. 288.
[65] A’râf 115, 117, 126,Tâhâ: 62, 69, İbn Habib, Kitâbu’l-muhabber, s. 388.
[66] İbn Habib, Kitâbu’l-muhabber, s. 388.
[67] Taberî, Tefsîr, c. 1, s. 444, 446.
[68] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 102.
[69] Markos İncili, 14:53-64.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/444-445.
[70] Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-muhît, c. 4, s. 266.
[71] İbn Esîr, Nihâye, c. 4, s. 214, Seyyid Şerif, Ta’rifât, s. 122.
[72] İbn Esîr. Nihâye, c. 4, s..214, 215.
[73] Taberî, Tefsîr, c. 1, s. 444.
[74] Cinn: 8-9.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/445-446.
[75] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 150.
[76] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 59.
[77] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 56.
[78] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 102,1 03.
[79] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 106.
[80] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 97.
[81] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 93.
[82] İbn İshak. İbn Hişâm, Sîre.c.1, s. 15,16.
[83] Mes’ûdî, Ahbâru’z-zamân, s. 94.
[84] Mes’ûdî. Ahbâru’z-zamân. s. 98.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/446-448.
[85] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 197.
[86] Ebu’l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s. 574, Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, c. 2, s. 40, 41 .
[87] Ebu’l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s. 574.
[88] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 197, Semhûdî, Vefa, c. 4, s. 11 37.
[89] Semhûdî, Vefa, c. 4, s. 1135.
[90] İbn Ebi Şeybe’den naklen İbn Abdi Rabbih, Ikdu’l-Ferîd, c. 6, s. 277, Diyarbekrî, Târıhu’l-ham fs, c. 2, s. 41.
[91] Ebu’l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s. 574.
[92] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 197, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 75, Buhârî, Sahih, c. 7, s. 28, 29, Müslim, Sahih, c. 4,s. 1720, İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1173.
[93] Buhârî, Sahih, c. 7, s. 88.
[94] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, t 2, s. 196, 197.
[95] Ahm ed b. Hanbel, c. 4, s. 367, İbn Abdi Rabbih, Ikd, c. 6, s. 277.
[96] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 198.
[97] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 197, 198.
[98] İki m elekten, soran İsrafil, cevaplayan da Cebrail Aleyhisselam di (Bedrüddin Aynî, Um detu’l-Kârî, c. 21, s. 280).
[99] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 196,198, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 57, Buhârî, Sahih, c. 7, s. 28, 29, Müslim, Sahih, c. 4. s. 1720. İbn Mâce. Sünen. c. 2. s. 1173.
[100] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/448-451.
[101] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 198,1 99, Semhûdî, Vefau’l-vefâ, c. 4, s. 1138, Kastalânî, Mevâhibü’l-ledünniye, c. 2, s. 201.
[102] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 57, Buhârî, Sahîh, c. 7, s. 29.
[103] İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 198, Semhûdî, Vefâu’l-vefa, c. 4, s. 1138, Kastalânî, Mevâhibü’l-ledünniye, c. 2, s. 201.
[104] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 21, s. 282, Kastalânî, Mevâhib, c. 2, s. 201 .
[105] Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, c. 2, s. 41.
[106] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 21, s. 282, Kastalânî, Mevâhib, c. 2, s. 201 .
[107] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s, 397, İbn Abdi Rabbih, İkdu’l-Ferîd, c. 6, s.. 277, Ebu’l-Fidâ, Tefîr, c, 4, s, 574, Târihe hamîs, c. 2, s. 41.
[108] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 199.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/451.
[109] Buhârî,Sahıh, c.7, s. 29, Müslim, Sahih, c. 4, s. 1721, İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1173.
[110] İbn Hacer.Fethu’l-Bârî, c. 10, s. 197, Semhûdî, Vefâu’l-vefâ, c. 4, s. 1137.
[111] Bedrüddin Aynî, Umdetu’l-Kârî, c. 21, s. 282.
[112] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-kübrâ, c. 2, s. 199.
[113] Abdurrezzak, Musannef, c. 6, s. 65, İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 1 99.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/452.
[114] İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 46.
[115] İbn Hacer, el-İsâbe, c. 1, s. 13.
[116] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, c. 1, s. 189.
[117] İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 46.
[118] İbn İshak, İbn Hisam, Sîre, c. 4, s. 4, İbn Abdilberr, İstiâb, c. 1, s. 62, İbn Esir, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 46.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/452-453.
[119] İbn Abdilberr, İstiâb, c. 1 , s. 62, İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 46, Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, c. 2, s. 41.
[120] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/453.
[121] İbn Abdilberr, İstiâb, c.1 , s. 325, İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 456, İbn Hacer, el-İsâbe, c. 1,s.313.
[122] Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 702, İbn Abdilberr, İstiâb, c. 1, s. 326.
[123] Rahman: 33.
[124] İbn Abdilberr, İstiâb, c. 1, s. 325, 326, İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 456, 457, İbn Hacer, el-İsâbe, c. 1, s. 313.
[125] İbn Hacer, el-İsâbe, c. 1 , s. 313.
[126] Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 702, İbn Hacer, el-İsâbe, c. 1,s.313.
[127] İbn Abdilberr, İstiâb, c. 1, s. 325, İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 1, s. 456.
[128] M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/454-455.
[129] Feth: 29.
[130] İbn İshak, İbn Hişam, Sîre,c.2, s. 193, Beyhakî, Sünen, c. 10, s. 180, Alâüddin Ali, Kenzu’l-ummâl, c. 10, s. 469.
[131] Bakara: 256.
[132] İbn İshak. İbn Hişam, Sîre,c.2, s. 193, Beyhakî, Sünen, c. 10, s. 180, Alâüddin Ali, Kenzu’l-ummâl, c. 10, s. 469.
[133] Aynı kaynaklar.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/455-456.