Cenaze İle İlgili Vacibler ve Görevler
Cenaze ölü demektir. Ölmek üzere bulunan kimseye “muhtazar” denir. Muhtazarın yanında tevhid ve şehadet kelimelerıni okumaya ve ölünün kabri başında yapılacak konuşmaya “Telkîn” denir.
Ölünün yıkanmasına “Gasl-i meyyit”, ölünün yıkanmasından sonra kabre gömülmesine kadar yapılması gereken şeylere ve bunlan temin etmeyede “Techîz” adı verilir. Ölüyü bilinen bezlere sarmaya da “Tekfin” denilmektedir.
Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek ve üzerine namaz kılıp bir kabre gömmek müslümanlar için bir farz-ı kifayedir. İnsanlar bu farzı yapmadıkları zaman, bundan hepsi Allah katında sorumlu olurlar. Bu görevi yapmaya imkânları yoksa, sorumlu olmazlar.
İslâm ölülerini hayır ile anmak, onların güzel hallerini söylemek ve kötülüklerini söylemekten kaçınmak müslümanlar için bir görevdir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: “Ölülerinizin güzel hallerini yad ediniz, kötülüklerini söylemekten çekininiz.”
Öyle ki; bir İslâm ölüsünde görülüp iyi haline delâlet eden güzel koku veya yüzünün nurlanması gibi şeyleri söylemek müstahabdır. Fakat fena koku ve yüzünün kararması gibi şeyleri söylemek haramdır, gıybetten sayılır. Ancak ölü açıkta haram işleyen bid´at sahibi olarak tanınmış ve bu hal üzere ölmüş ise, fena halleri söylenebilir. Başkalarına ibret olmak için söylenmesi caiz olabilir.
Ölmek üzere olan kimseyi (muhtazar), bir güçlük yoksa kıbleye doğru sağ yanı üzerine çevirmek müstahabdır. Ayakları kıbleye doğru olarak ve başı biraz yükseltilerek arkası üstüne de yatırılabilir. Adet haline gelen de budur. Bu halde, başı biraz yukan kaldırılır ki, yüzü kıbleye yönelmiş olsun.
Ölüm haline giren kimseye Kelime-i Tevhid telkîn edilir. Bu bir sünnettir. Şöyle ki: Daha ruhu boğazına çıkmadan yanında Tevhid ve Şehadet kelimeleri okunur; fakat sen de söyle, diye ona zorlanmaz. Hasta da bu kelimeyi bir defa okuyup başka bir şey söylemezse, artık telkîne son verilir. Böylece son sözü tevhid kelimesi olur. Bu telkîni, hastanın hoşlanmadığı bir kimse yapmamalıdır. Bu telkîn, içine tevbeyi de alacak şekilde şöyle yapılabilir: “Estağfirullahel-Azimellezi lâ İlâhe illâ hüvel-Hayyele-Kayyüme ve etübu ileyhi.. Şani Yüce olan Allah´dan mağfiret diler ve ona tevbe ederim ki, O´ndan başka hak mabud yoktur. O, Hayy´dir, Kayyum´dur.”
Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:
“Her kimin son sözü ´Lâ İlâhe İllallah´ olursa cennete girer.”
Muhtazarın yanında Yasin ve Ra´d surelerini okumak müstahabdır.
Muhtazar ölünce gözleri yumdurulur, çenesi kapatılarak bir bez ile iyice çekilip tepesine bağlanır. Bunları yapan kimse şöylece dua etmelidir:
“Bismillâhi ve alâ milleti Resulillâhi. Allahümme yessir aleyhi emrehu ve sehhil aleyhi ma ba´dehu ve es´idhu bilikaike vec´al ma harece ileyhi hayren mimma harece anhü Yüce Allah´ın ismini zikir ile ve Resulüllah´ın dini üzere ölmüş olsun. Ey Allah´ım! Bunun işini kolay et, kendisine ilerisini kolaylaştır, onu cemalinle mutlu kıl. Gitmekte olduğu âlemi ona, içinden çıktığı âlemden daha hayırlı yap.”
Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılır, yıkanması için hazırlanan bir yer üzerine konulur ve üstüne örtü çekilir. Şişmesine engel olmak için karnı üstüne bıçak gibi bir demir parçası konulur. Elleri yanlarına uzatılır. Kolları göğsünün üzerine konulmaz: Yanında cünub, hayiz ve nifas hallerinde olanlar bulunmaz.
Ölünün yanında güzel kokulu bir şey bulundurulur. Yıkanmadıkça yanında Kur´an okunmaz, okunması mekruhtur. Bu durumda başka bir odada Kur´an okunabilir. Ölünün bulunduğu yer geniş olup üzerinde de tam bir örtü bulunduğu takdirde, kendisine yakın oturulmaksızın gizlice Kur´an-ı Kerim okunması da kerahet olmayabilir.
Ölünün komşularına ve yakınlarına vefat haberi verilir. Bunlar da, ölüye karşı son görevlerini yapmaya koşarak sevab kazanırlar.
Cenazelerin Yıkanması
Cenazelerin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve kabirlerine konulması müstahabdır. Bunun için önce cenaze teneşir denilen tahtadan bir sedir üzerine, ayakları kıbleye doğru olarak arka üzeri yatırılır. Teneşirin çevresi güzel kokulu bir şeyle üç, beş veya yedi defa tütsülenir. Göbeğinden dizleri altına kadar olan avret yerleri bir örtü ile örtülüp elbiseleri tamamen çıkarılır.
Cenaze yıkayan erkek veya kadın yıkayıcı, farz olan yıkama görevini yerine getirmeyi niyet etmeli ve Besmele ile başlamalıdır. Yıkama bitinceye kadar da: “Gufraneke ya Rahman! Ey Rahman olan Rabbim, senin mağfiretini dilerim,” demelidir.
Yıkayıcı eline bir bez alarak örtünün altından ölünün avret yerlerini temizler. Sonra abdest aldırmaya başlayarak önce cenazenin yüzünü yıkar. Ağzına ve burnuna su vermez. Yalnız dudaklarının içini ve dışlarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmakla veya parmağına sardığı bezle mümkün olduğu kadar siler. Ondan sonra elleri ile kollarını yıkar. Sahih olan görüşe göre, başını da meshedip ayaklarını da geciktirmeksizin hemen yıkar. Böylece abdest verilmiş olur.
Namazın ne olduğunu henüz anlamayacak bir yaşta olan çocuk ölünce, buna böyle bir abdest verilmez.
Cenazenin abdest işi tamamlanınca, üzerine ılık ve tatlı su dökülür. Saç ve sakalı taranmaksızın, varsa “hatmî” denilen güzel kokulu bir ot ile yoksa sabun ile yıkanır. Sonra sol tarafına çevrilerek önce sağ tarafı bir defa yıkanır. Böylece sağ ve sol yanları üçer defa yıkanır. Daha fazla yıkanabilirse de israf olmamalıdır. Bundan sonra cenaze hafifçe kaldırılır. Bu kaldırışta cenaze, yıkayıcının göğsüne veya eline ve dizine dayandırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest ve vücudun tamamını yıkamaya gerek yoktur. Fakat şişip dağılmak üzere bulunan bir ölünün üzerine yalnız su dökülerek yetinilir. Ona abdest vermek ve üç defa yıkamak gerekmez.
Ölünün saçları ve tırnakları kesilmez. Sünnet olmamışsa, sünnet edilmez. Cenaze yıkanırken pamuk kullanılmaz. Yıkandıktan sonra havlu ve benzeri bir şeyle kurulanır. Ondan sonra kefen gömleği giydirilir ve geri kalan kefenleri yayılır. Başına ve sakalına “hanut” denilen kâfur veya benzeri güzel kokulu bir şey konur. Secde yerleri olan alın, burun, eller, dizler ve ayaklara da kâfur konur.
Ölünün yıkanacağı yer kapalı olup yıkayıcı ve yardımcılarından başkası onu görmemelidir. Bir ölüyü, ona en yakın olan kimse veya takva sahibi güvenilir kimse yıkamalıdır. Bu yıkamak parasız olmalıdır. Çünkü bu bir din görevidir. Öyle ki, yıkayıcı olarak bir kimseden başkası bulunmasa, bunun yıkama ücreti alması caiz olmaz. Fakat başka yıkayabilenler varsa, o zaman ücret alınabilir.
Erkek olan ölüyü erkek, kadın olan ölüyü de kadın yıkar. Bu yıkayıcılar taharet üzere bulunmalıdırlar. Bunların cünub, haiz, nifas halinde olmaları ve yıkayıcının gayr-i müslim olması mekruhtur. Ancak müslüman bir erkek hakkında gayr-i müslimden başka bir erkek ve müslüman bir kadın hakkında gayr-i müslim bir kadından başka kadın bulunmadığı zaman bunlar yıkayabilirler.
Bir kadın vefat eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın, iddet bekleyecektir. Bu iddet çıkmadıkça evlilik devam halinde sayılır. Fakat bir erkek, ölmüş bulunan zevcesini yıkayamaz. Çünkü erkeğe iddet gerekmez. Karısı ölünce, aralarındaki evlilik bağı kalkmış olur. Ancak onu yıkayacak bir kadın bulunmazsa, koca zevcesine teyemmüm verir.
(Üç İmama göre, kocanın da zevcesini yıkaması caizdir.)
Erkekler arasında ölmüş olan bir kadına mahremi varsa, bu mahremi ona eli ile teyemmüm ettirir. Mahremi yoksa, yabancı bir erkek eline bir bez alarak ve gözlerini kapayarak teyemmüm ettirir.
Su bulunmadığı zaman yine teyemmüm ile yetinilir. Bir cenaze için teyemmüm yapılıp namazı kılındıktan sonra su bulunacak olsa, yeniden yıkanır, namazı tekrar kılınıp kılınmayacağı hakkında İmam Ebû Yusuf un iki görüşü vardır.
Henüz büluğ çağına yaklaşmamış (müştehat olmayan) bir kız çocuğunu erkek yıkayabildiği gibi, henüz mürahik (büluğ çağına ermemiş) bulunan bir erkek çocuğunu da kadın yıkayabilir.
Cinsel organı kesilmiş veya yumurtaları (husyeleri) çıkarılmış erkek ile organı tam erkekler arasında fark yoktur. Bu gibileri de erkekler yıkar.
Suda boğulmuş olan bir müslüman, yıkamak niyeti ile üç defa suda hareket ettirilerek yıkanır. Yalnız su içinde kalmış olması, hayattaki müslümanları cenazeyi yıkama farzını yerine gitirmekten kurtarmaz.
Bir müslümanın akrabası veya zevcesi olan bir gayri müslim öldüğü zaman onun dindaşlarına verılir. Eğer bunlara verılmezse, sünnet üzere olmaksızın yıkanır ve sarılarak gömülür, yukarıda açıklandığı üzere müminlere yapılan işlem buna yapılmaz.
Ölen bir müslümanın, gayri müslimden başka akrabasından bir velisi bulunmasa, cenazesi gayri müslimlere verilmez. Çünkü bunun teçhiz ve tekfini ile ilgili bütün görevler müslümanlar üzerine bir farz-ı kifayedir.
Ölü olarak düşen bir çocuk, bir bez parçasına sarılarak gömülür, yıkanması gerekmez.
Erkek mi, kadın mı olduğu anlaşılmayan ve bu bakımdan kendisine “hünsa-i müşkil” denilen kimse ölünce teyemmüm ettirilir, yıkanmaz. Kefenlenme hususunda kadın sayılır.
Ölmüş olan bir müslümanın başı ile beraber vücudunun çoğu bulunuyorsa yıkanır; kefenlenir ve namazı kılınır. Fakat başsız olarak yalnız vücudun yarısı bulunsa veya gövdesinin çoğu kaybolmuş olsa yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerine namaz kılınmaz. Bir beze sarılarak gömülür.
Kefene sarıldıktan sonra ölüden çıkacak bir sıvı veya benzeri şeyler artık yıkanmaz.
Cenazelerin Kefenlenmesi
Ölen erkek veya kadın her müslümanı bedenini örtecek şekilde bir giysi ile kefenlemek farzdır. Bu farz görevini yapmayan müslümanlar günahkâr olurlar. Ölünün kefenlenmesi üç şekilde olur:
Birincisi, “Sünnet üzere olan kefenleme”dir ki, erkekler için Kamis, İzar ve Lifafe´den ibaret olmak üzere üç kattır. Kadınlar için ise, bu üç parça ile beraber bir baş örtüsü ile bir göğüs örtüsünden ibaret beş kattır.
İkincisi, “Kefen-i Kifayet”dir ki, erkekler için İzar ile Lifafe olur. Kadınlar için de bunlarla beraber bir baş örtüsü olur.
Üçüncüsü, “Kefen-i Zaruret”dir ki, hem erkekler için, hem de kadınlar için yalnız bir kattır. Bu durumda ölü, bulunabilen bir parça elbiseye sarılır. Fakat bir zaruret bulunmadıkça böyle bir kat kefen ile yetinilınez.
Kamis, bir gömlek yerindedir. Boyun kısmından ayaklara kadar uzun olur. Yen ve yakası bulunmaz, etrafı da oyulmaz. İzar ise bir don ve bir eteklik yerindedir ki, baştan ayağa kadar uzun bulunur. Lifafe ise, bir sargı yerinde olup baştan ayağa kadar uzun bulunmakla beraber, baş ve ayak tarafları düğümlenir. Böylece İzar´dan daha uzun bulunmuş olur.
Kefenin beyaz renkte pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Gelenek olarak da beyaz patiskadan yapılmaktadır. Kefenin yenisi ve yıkanmışı birdir. Kadınlar için ipekten kefen ve zaferan ile usfur denilen boyalarla boyanmış bezlerden de kefen yapılabilir.
Kefenler mümkün olduğu kadar güzel ve ölünün varlığına uygun olmalıdır. Erkeklerin kefenleri, cuma ve bayram günlerinde, kadınların kefenleri de babalarını ziyaret edecekleri günlerde giydikleri elbiselere kıymet bakımından uygun bulunmalıdır. Bu bir ölçüdür. Sünnet miktarı olan kefenden daha fazlasını seçmek mekruhtur. Hele varisler arasında muhtaçlar veya çocuklar bulunursa, hiç benimsenemez.
Kefenler daha ölülere sarılmadan önce tek adet olarak birkaç defa güzel kokulu şeylerle tütsülenir. Önce Lifafe tabut içine veya hasır ve kilim gibi bir şey üzerine serilir. Onun üzerine de İzar; yayılır. Sonra da ölü Kamis (kefen gömleği) içinde olarak İzar´ın üstüne konur. Bu durumda ölü erkek ise, İzar önce soluna, sonra da sağına getirilerek sarılır. Ondan sonra Lifafe de aynı şekilde sarılır. Açılmasından korkulursa, kefen bir kuşak ile de bağlanır.
Ölü kadın olunca, saçları ikiye ayrılarak kefen gömleği üzerinden göğsü üzerine konur. Bunun üzerine, yüzünü de örtecek şekilde başörtüsü konur. Sonra üzerine İzar sarılır. İzar´ın üzerinden de göğüs örtüsü bağlanır. Daha sonra Lifafe sarılır. Göğüs örtüsü Lifafe´den sonra da bağlanabilir.
Kefen konusunda, büluğ çağına yaklaşmış erkek çocuklarla kız çocuklar, büluğ çağına ermiş büyükler hükmündedir. Henüz büluğ çağına yaklaşmamış çocukların kefenleri yalnız İzar ile Lifafe´dir; yahut bir kat olarak yapılır. Üç kat yapılması daha iyidir.
Her şahsın kefeni kendi malından karşılanır. Kefen harcamaları, borçtan, yapılan vasiyetten ve varis hakkından öncedir. Ancak borç karşılığı olarak bırakılan rehin maldan kefene harcama yapılmaz. Rehin alanın hakkı daha önde gelir.
Geriye mal bırakmamış olan bir ölünün kefen masrafı, hayatta iken, nafakasını vermekle yükümlü bulunduğu kimselere aittir. Böyle bir kimsesi bulunmazsa, hazine tarafından karşılanır. Bu da mümkün olmazsa, müslümanlar tarafından kefen ihtiyacı karşılanır.
Kadınların kefenleri, zengin olsalar dahi, kocalarına aittir. Fetva buna göredir. İmam Muhammed´e göre, yalnız mal bırakmayan kadınların techiz ve tekfin masrafları, nafakalarını vermekle yükümlü olan kimselere aittir. Eğer kadınların malları varsa, masraflar o maldan karşılanır. (İmam Şafıî´ye göre de böyledir.)
Bir ölünün techiz ve tekfinini varislerinden biri yerine getirse, bu masrafları terekesinden alabilir. Fakat varis olmayan yabancı bir kimse, ölünün akrabasından olsa bile, varislerin iznini almaksızın bu harcamaları yapsa, yaptığı masrafı terekesinden alamaz. İsterse yapacağı masrafı ölünün geriye bıraktığı maldan (terekesinden) alacağına dair şahid tutsun, ister tutmasın, hüküm aynıdır.
Bir ölünün mezarı açılıp kefeni çalınmış olursa, bakılır: Eğer cenaze bozulmamışsa (kokup çürümemişse), yeniden kefene sarılır. Bu kefen, terekesi henüz bölünmemiş ise, bu maldan karşılanır. Terekesi bölünmüş ise varisleri tarafından temin edilir.
Cenaze Namazları
Yıkanıp hazırlanan müslüman bir ölü, ön tarafa konarak onun namazı kılınmak üzere müslümanların abdest almaları ve kıbleye yönelmiş bulunmaları farz-ı kifayedir.
Cenaze namazının şartı niyettir. Bu niyetle ölünün kadın veya erkek, kız çocuk veya oğlan olduğu tayin edilir. İmam olan zat, Allah Tealâ´nın rızası için, hazır olan cenaze namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek namaza başlar. İmamete niyet etmesi gerekmez; ister cemaat arasında kadın bulunsun, ister bulunmasın.
Cemaattan her biri de, Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya ve imama uymaya niyet eder.
Ölü erkek ise, “şu erkek için”, kadın ise “şu kadın için” diye duaya niyet edilir. Çocuklar için de bu şekilde niyet edilir. Cemaattan biri, ölünün erkek mi, kadın mı, büyük mü, küçük mü olduğunu bilmediği zaman, “üzerine imamın namaz kılacağı ölüye, imamla beraber namaz kılmaya ve dua etmeye” diye niyet eder.
Cenaze namazının rükünleri kıyam ile tekbirdir. Sünnetleri de, hamd ve sena etmek, salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de diğer müslümanlara dua etmekten ibarettir. Duanın rükün olduğunu söyleyenler de vardır. Namaz şöyle kılınır: Cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır, niyet edilir. İmam olan zat, ellerini namazda olduğu gibi bağlar. Cemaat da gizlice tekbir alarak ellerini bağlarlar. Bu tekbir bir bakıma bir rükündür, bir bakıma da bir şarttır. Bu tekbirin arkasından hem imam, hemde cemaat “Sübhaneke”yi okurlar. (Buna: “Ve celle senaüke”yi de eklerler). Sonunda ellerini kaldırmaksızın “Allahü Ekber” diye imam aşikâre tekbir alır. Cemaat da, ellerini kaldırmaksızın gizlice tekbir alır. Bundan sonra hepsi gizlice “Allahümme Salli ve Allahümme Barik” dualarını okurlar. Tekrar aynı şekilde “Allahü Ekber” diye tekbir alınır. Bu defa da ölüye ve diğer müminlere gizlice dua edilir. Bu duadan sonra yine “Allahü Ekber” denilip tekbir alınır ve arkasından önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa imam yüksek sesle, cemaat da gizlice selâm verirler. Böylece namaz tamamlanmış olur. Bu vacib olan selâm ile ölüye, cemaata ve imama selâm verilmesine niyet edilir. Bazılarına göre bu selâmda ölüye niyet edilmez.
(Cenaze namazında Fatiha sûresinin okunması, Şafıîlerce bir rükündür. İlk tekbirden sonra okunması daha faziletlidir. Hanbelîlerce de bu bir rükündür. Birinci tekbirden sonra okunması vacibdir. Malikîlere göre okunması tenzih yolu ile mekruhtur.)
Erkek cenaze namazında şöyle dua edilmesi naklolunmuştur:
“Allahummeğfir lihayyina ve meyyitina ve şahidina ve ğaibina ve zekerina ve insana ve sağirina ve kebirina. Allahümme, men ahyeytehu minna feahyihi alelislâm. Ve men teveffeytehu minna feteveftihi alel-iman ve husse hazelmeyyite birrevhi verrahati velmağfireti verrıdvan. Allahümme in kâne muhsinen fezid fi ihsanihi ve in kâne musi´en fetecavez anhü ve lakkıhi´l-emne vel-büşra velkeramete vel´zülfa. Birahmetike ya erhamerrahimîn!…”
Anlamı: “Allah´ım! Dirilerimizi, ölülerimizi, mevcut olanlarımın, gaib olanlarımızı, erkeğimizi dişimizi, çocuklarımızı ve büyüklerimizi mağfiret buyur. Allab´ım! Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat, bizden öldürdüklerini de iman üzere öldür. Özellikle bu ölüyü kolaylığa, rahata, mağfirete ve rızana erdir.
Allah´ım! Eğer bu ölü muhsin ise (iyilik etmiş kimselerden ise) ihsanını artır. Eğer günahkâr ise, onu bağışla, ona güven ile sevinç ve iyilik ver, onu rahmetine yakın kıl; ey merhamet edenlerin en merhametlisi!…”
Ölü, erkek çocuk ve aslen mecnun ise: Yukarıdaki duada geçen: Ve men teveffeytehu minna feteveffihi alel-iman” cümlesinden sonra şöyle dua edilir:
[“Allahümmec´alhü lena feretan. Allahümmec´alhü lena ecren ve zuhren. Allahümec´alhülena şafı´an müşeffe´a…”
Anlamı: “Allah´ım! Onu bize, önden gönderilmiş bir sevab sebebi kıl, onu bize bir hazırlık yap, onu bizlere bir şefaatçi ve şefaatı kabul edilmiş yap.”]
Ölü erkek değil ise, duadaki zamirler müennes (dişi) zamirleri olarak şöyle değiştirilir:
Cenaze namazında öteden beri nakledilen duaları bilmeyenler, kolaylarına gelen başka uygun duaları okuyabilirler. Bunlar arasında: “Rabbenâ âtinâ fıddünya haseneten…” âyetini okusalar kâfi gelir.
Şöyle de dua edebilirler:
[“Allahümmeğfir-lî ve lilmeyyiti ve li-sairi´l-müminine ve´l-müminât.”
Anlamı: “Ey Allah´ım! Beni ve bu ölüyü ve diğer erkek ve kadın müminleri bağışla…”]
Cenaze namazının asıl rüknü olan tekbirler, anlatıldığı gibi, üçtür. İlk tekbirle beraber hepsi dört tekbir etmiş olur. İmam bir beşinci tekbir daha alacak olsa, cemaat buna uymaz.
Cenaze namazında cemaatın bulunması şart değildir. Yalnız bir erkeğin veya yalnız bir kadının cenaze namazını kılması ile de bu farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı cemaatla kılındığı zaman imam olmaya en çok hak sahibi bulunan, en geniş yetkiye sahib idarecilerdir. Bunlardan sonra cuma namazını kıldıran imam gelir. Sonra iyi bir hal sahibi bulunan mahalle veya kabile imamıdır. Daha sonra da ölünün veraset sırasına göre velisi bulunanlardır.
Bir veli, namaz kılma sırası kendisine gelmişse, başkalarına namaz kıldırma iznini verebilir. Derecesi önde olmayanlardan başkası velinin izni olmadıkça namaz kıldıramaz. Eğer kıldıracak olsa, veli de yeniden namaz kılar ve başka bir cemaata da kıldırabilir. Fakat başkası yeniden kıldıramaz ve dereceleri eşit olan velilerden biri kıldırınca veya kıldırmasına izin verince, diğerlerinin artık kıldırmaya yetkileri kalmaz. Çünkü velâyet hakkı, her birine tam ve eşit olarak ayrı ayrı sabit olmuştur.
Ölen bir kadının velisi bulunmazsa, namazını kıldırmaya kocası, sonra komşuları hak sahibidirler.
İmam Azam´dan bir rivayete ve Ebû Yusuf´un görüşüne göre, ölünün namazını kıldırmak görevinde, velisi herkesden önde gelir.
(İmam Şafiî´nin görüşü de, İmam Ebû Yusuf´un görüşü gibidir.)
Bir ölünün namazını yalnız kadınlar kılacak olsalar, bu caiz olur ve farz yerine gelmiş olur.
Kadınların cemaat halinde cenaze namazını kılmaları da caizdir; fakat teker teker kılmaları müstahabdır.
Birkaç cenaze bir araya gelse, bunların ayrı ayrı namazlarını kılmak daha iyidir. Hangisi önce getirilmişse, onun namazı önce kılınır. Hep beraber getirilmişlerse; en faziletlesi öne alınır. Bununla beraber hepsine bir namaz da yetişir. Böyle topluca namazları kılınınca, imamın önünde erkek ölü bulundurulur. Diğer ölüler de saf halinde veya birbiri hizasında göğüsleri imama karşı olarak sıraya konurlar. Şöyle ki: İmama karşı önce erkekler, sonra erkek çocuklar, sonra kadınlar ve daha sonra da kız çocukları konur.
İmam, ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat da hiç olmazsa üç saf bağlar. Cenaze namazında safların en faziletlisi en arkada olanıdır.
Cenaze musalla´ya (namaz için hazırlanan yere) baş tarafı imamın soluna gelecek şekilde konulmuş olursa namaz caiz ise, de, günah işlenmiş olur.
Cenaze namazına başlandıktan sonra gelip cemaata katılan kimse, hemen tekbir alır, noksan kalan tekbirlerini de dua okumaksızın birbiri peşinden alır, böylece cenaze musalladan kaldırılmadan tekbirlerini tamamlayıp selâm verir.
Yine, imamın dördüncü tekbirinden sonra cemaata katılan kimse, hemen tekbir alarak imama uyar, imamın selâmından sonra da üç tekbiri kaza eder. Fetva bu şekildedir. Diğer bir görüşe göre, imamın alacağı tekbir beklenir, imam tekbir almadıkça cemaata katılmak olmaz.
Şiddetli yağmur gibi bir özür bulunmadıkça cenazeyi cami içine alarak namazını orada kılmak tenzihen mekruhtur. Cenaze mescidin ön tarafına konularak imam ile cemaatın bir kısmı cenaze ile beraber, bir kısmı da mescid içinde durur, saflar da bitişik olursa, kılınacak namaz mekruh olmaz. Birçok büyük camilerde de âdet bu şekildedir. Bundan Mescid-i Haram müstesnadır. Onun içinde her türlü namaz kılınır. Cenaze namazını kabristanda kılmak da uygun görülmemektedir.
Canaze namazında kadınlar erkeklerin arkasında saf bağlar; çünkü kadınlar için safların en hayırlısı, en geride bulunan saftır. Bununla beraber bir kadın erkeğin yanında durarak cenaze namazını kılsalar, namazları bozulmaz. Çünkü bu namaz mutlak (rüku ve secdeli) bir namaz değildir.
Kıble yönü araştırılıp ona göre namaz kılındıktan sonra, hataya düşüldüğü anlaşılırsa, namaz iade edilir. Fakat cemaatın abdestsiz bulunduğu anlaşılırsa, namaz iade edilmez; çünkü imamın namazı sahih olunca; bununla cenaze namazının farziyeti yerine gelmiş olur.
Güneşin doğması, batması ve zevale yaklaşması vakitlerinde cenaze namazı kılmak mekruhtur. Bununla beraber bu vakitlerde kılsalar, iade gerekmez. Bu vakitlerde cenazeyi gömmek mekruh değildir.
Huzurda bulunmayan (gaib) bir ölü üzerine namaz kılmak caiz değildir. Çünkü kıble yönünden sapma hali olur. Doğu tarafında bir ölü olsa, namaza kıbleye doğru durulunca, ölü arkada veya solda kalır. Ölüye doğru dönülünce de kıbleden sapılmış olur.
(Malikîlere göre de ölünün huzurda bulunması şarttır. Fakat Şafiîlere göre, gaib üzerine de namaz kılınabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz Necaşî´nin cenaze namazını bu şekilde kılmıştır. Buna cevab olarak deniliyor ki, bu Peygamber Efendimize mahsus bir iştir. Onun için bazı özel hallerin bulunması mümkün olan şeylerdir. Hanbelîlere göre de, aradan bir aydan fazla geçmemiş olunca gaib üzerine cenaze namazı kılınabilir.)
Namazı kılınmayarak gömülen ve üzerine toprak atılmış bulunan bir cenazenin henüz dağılmamış olduğuna dair kuvvetli bir kanaat varsa, ölünün hakkını ödemek için kabri üzerine namazı kılınır. Yıkanmadan gömülmüş olsa da, yine böyle yapılır. Fakat çürüyüp dağıldığına dair kuvvetli bir zan varsa, artık namazı kılınmaz. Çürüyüp çürümemek üzerinde kuvvetli olan görüş esas alınır.
(Cenaze namazının farziyeti icmâ ile sabittir. Bu icmâ´nın delili de: “Ve salli aleyhim Müslüman cenazeler üzerine namaz kıl,” âyeti kerimesi ile Hazret-i Peygamberin uygulamasıdır. Malikî fıkıhı alimlerinden Aliyyü´l-Adevî, haşiyesinde diyor ki: Cenaze namazının Mekkede mi, yoksa Medine´de mi meşru kılındığı üzerinde bazı fıkıh alimlerinin tereddüdü vardır. Bazı hadis-i şeriflerin zahirine bakılırsa, Medine-i Münevvere´de meşrû kılındığı anlaşılmaktadır. Resul-ü Ekremin Medine-i Münevvere´de Bera ibni Ma´rur´un kabrini ziyaret ederek üzerine ilk cenaze namazını kılmış olduğu rivayet edilmektedir.)
Diri olarak doğduğu bilinen veya bedeninin çoğu diri olarak çıkan bir çocuk yıkanıp namazı kılınır. Böyle olmayınca, yalnız yıkanır, üzerine namaz kılınmaz.
Bir ölü yıkanmadan veya unutularak yalnız bir organı yıkanmadan kefene sarılacak olsa, kefen açılır ve yıkanması tamamlanır. Üzerine namaz kılınmış idi ise, namaz iade edilir. Kabre konulup da üzerine henüz toprak atılmamış olduğu takdirde de hüküm böyledir. Fakat toprak atılmış bulunursa, artık kabirden çıkarılması haramdır. Yıkanma işi üzerinden düşer. Yalnız kabri üzerine tekrar namazı kılınır. Benimsenen görüş budur. Kefensiz olarak kabre konulduğu zaman da, artık kabri açılmaz.
İntihar eden (kendini öldüren) üzerine namaz kılınır. İmam Ebû Yusuf´a göre, intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça, intihar edenin namazı kılınmaz.
Anasını veya babasını haksız olarak kasden öldüren kimsenin namazı kılınmaz.
Savaş halinde öldürülen eşkiya ve yol kesiciler yıkanmaz ve üzerlerine namaz kılınmaz. Fakat ortadan kaldırıldıktan sonra öldürüldükleri takdirde yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır. Recim (taşla öldürülme cezası) ile veya kısas yolu ile öldürülenlerin de cenazeleri yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır.
İrtidat ettiğinden (İslâmdan çıktığından) dolayı öldürülen bir kimsenin cenaze namazı kılınamıyacağı gibi, cesedi de ne islâm mezarlığına ve ne de döndüğü millet mezarlığına gömülür. Boş bir arazide kazılacak bir çukura gömülür.
Bir müslümanın nikâhında bulunan ehl-i kitabdan bir kadın, gebe olduğu halde ölse namazı kılınmaz; bunda icma vardır. Kabrine gelince onun için ayrıca bir mezar yapmak ihtiyattır. Bir görüşe göre de, çocuğa uyularak İslâm mezarlığına gömülür. Diğer bir görüşe göre de, çocuk henüz ondan bir cüz bulunduğu için, ana çocuğa bağlı olmadığından kendi milletine ait bir mezarlığa gömülür.
Müslümanlarla müslüman olmayanların cenazeleri birbirine karışık bir halde bulunsa, bakılır: Eğer müslümanlara mahsus bir işaret ve belirti varsa ona göre işlem yapılır. Bir alâmet bulunmadığı takdirde, hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet edilerek hepsinin üzerine namaz kılınır. Fakat gayri müslimler çok bulunursa, yalnız yıkanırlar, hiç birinin üzerine namaz kılınmaz. Çünkü çoğunlukta tüm hükmü vardır. Sayıları eşit olduğu zaman bir görüşe göre üzerlerine namaz kılınır, diğer bir görüşe göre kılınmaz. Gömülmeleri işine gelince, bu da ihtilâflıdır. Bir rivayete göre bunlar ayrı bir mezarlığa gömülürler. Kabirleri yükseltilemez, düz yapılır.
Kimliği bilinmeyen bir kimse, İslâm yurdunda öldürülmüş bir halde bulunsa, bakılır: Eğer üzerinde bir nişan varsa ona göre işlem yapılır. Nişan yoksa, sahih olan bir görüşe göre, İslâm yurduna bağlı kılınarak yıkanıp üzerine namaz kılınır. Böylece İslâm ülkesi sayılmayan yerde ölü olarak bulunan kimse de, müslüman olduğuna dair bir nişanı olmayınca, bulunduğu yere bağlı kılınarak gayri müslim sayılır.
Cenaze namazını kıldıracak imamın, bülûğa ermiş ve akıl sahibi olması şarttır. Diğer namazları bozan şeyler, cenaze namazını da bozar.
Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine, kendisinin iman üzere, ezelî ahd üzerinde sabit olduğuna dair “Ahidname” denilen bazı mukaddes kelimeler yazılması takdirinde Yüce Allah´ın mağfiretine kavuşulacağı umulur, denilmiştir. Fakat kelime-i tevhid gibi mübarek kelimelerin mezar içinde kalıp zamanla çiğnenmesi veya cenazeden akacak sıvılar içinde kalması düşüncesi ile yapılması benimsenmemektedir.
Ölü yıkandıktan sonra, kefenlenmeden önce alnına mürekkeble değil de, yalnız şehadet parmağı ile: “Bismillahirrahmanirrahîm” ve göğsü üzerine de: “La ilâhe illallah” yazılması daha uygun görülmüştür.
Cenazeyi teşyi´ etmek (arkasından mezara kadar takip etmek) sünnettir. Bunda büyük sevab vardır. Öyle ki, akraba veya komşulardan veya iyi halleri bilinmiş zatlardan olan bir cenazeyi takip etmek, nafile ibadetten daha faziletlidir; değilse nafileler daha faziletlidir.
Hazırlanmış olan cenazeleri bir an önce götürüp kabirlerine gömmek iyidir. Cuma günü sabahleyin hazırlanmış olan bir cenazeyi, cemaatı çok olsun diye cuma namazından sonraya bırakmak mekruhtur. Ancak cuma namazının kaçırılması korkusu ile yapılabilir. Bayram namazı vaktinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı da, bayram namazından sonra hutbeden önce kılınır.
Cenazenin taşınmasında sünnet olan, dört kimsenin dört taraftan onu yüklenmesidir. Her tarafından on adım kadar yüklenmek müstahabdır ki, hepsi kırk adım eder. Bunun büyük sevabı vardır. Şöyle ki: Bir müslüman cenazeyi önce ön tarafından sağ omuzuna, sonra ayak tarafından sağ omuzuna alır. Sonra ön tarafından sol omuzuna, daha sonra da ayak tarafından sol omuzuna yüklenir. Böylece her birinde on adım yürür. Uygun olan budur.
Cenazeleri omuzlarda taşıyarak kabirlerine kadar götürmek, onların haklarında gösterilen en büyük hürmet ve saygı nişanıdır. Böyle bir hareket, insanlığın şeref ve kıymetini gösteren bir davranıştır. Bir insanı eşya taşır gibi, âhiret evinin kapısına kadar götürmek, insanın duyarlı kalbini incitebilir. Bunun için bir zaruret olmadıkça, cenazeyi arkaya almak veya hayvan ve arabaya yüklemek mekruhtur. Cenaze sarsıntı verilmeksizin omuzlar üzerinde çabukça taşınmalıdır. Çocuk olan bir cenazenin de, el üstünde götürülmesi, hayvan üzerine yükletilmesinden daha iyidir. Çocuk cenazesini tek bir kişinin yaya veya binitli olarak eli üzerinde götürmesinde bir sakınca yoktur.
Cenazeyi takip edenler, cenazenin arkasından yürümelidir. Faziletli olan budur. Bununla beraber önünden yürümekte de kerahet yoktur. Cenazeyi yaya olarak takip etmek, binitli olarak takip etmekden daha faziletlidir. Binitli olan, cemaata eziyet vermemek için arkadan yürür. Çok ilerden de yürüyebilir.
Cenazeyi takip edenler, hayatın sonunu düşünmeli, tevazu içinde bulunmalıdırlar. Uygun olan budur. Bunların gülüp konuşmaları, dünya lâflarına dalmaları doğru olmaz. Öyle ki, zikir etmek veya Kur´an okumakla sesi yükseltmek bile tahrimen mekruhtur.
Cenazeleri buhur kokuları, gürültü ve iniltilerle takip (teşyi) etmek mekruhtur. Cenazeyi takip edenler, bu gibi şeyleri engellemelidirler. Ancak bunu yapamazlarsa geri de dönmezler.
(Hanbelîlere göre, cenaze ile beraber hoş olmayan bir şey bulunur da, takip eden kimse bunu engellemekten aciz kalırsa, böyle bir cenazeyi takip etmesi haram olur. Çünkü bunda, günahı kabüllenme vardır.)
Cenaze için göz yaşları dökerek ağlamakta ve kalben üzülerek kederlenmekte bir sakınca yoktur. Yeter ki, yersiz sözler söylenmesin. Cenaze için yüksek sesle ağlamak, yaka yırtmak, yüz tırmalamak, saç yolmak, dizlere vurmak gibi şeyler haramdır. Allah´ın takdirinde isyandır.
Bir ölü, aile ve akrabasının ağlamalarından dolayı kabrinde azab çekmez. Fakat onlara vasiyet etmişse çeker.
Cenazeyi takip edenler, onun namazı kılınmadan geri dönmemelidirler. Dönmek ihtiyacı duyulursa, cenaze sahibinin izni alınmalıdır. İyi hareket budur.
Hele cenazeyi takip eden müslümanlardan bir kısmı cenaze namazını kılarken, diğer bir kısmının seyirci kalması kadar acınacak ve garibsenecek bir davranış olamaz.
Cenaze için ayağa kalkmak, başka milletlere kendini benzetmek hükmünde olduğundan mekruhtur, yasaktır. Bir engel yoksa, ayağa kalkıp cenazeyi takip etmelidir. Kabirlerine götürülen cenazelere el kaldırıp selâm vermek de hiç bir esasa bağlı değildir.
Kadınların cenazeleri takip etmeleri tahrimen mekruhtur. Bundan dolayı sevaba değil, günaha girmiş olurlar.
Cenazelerin Kabirlerine Konulması
Cenaze kabre götürülüp omuzlardan indirilince, bir engel olmadığı zaman cemaat oturur. Bundan önce oturmaları mekruh olduğu gibi, bundan sonra ayakta durmaları da mekruhtur.
Kabrin bir insan boyu kadar derin ve yarım boy kadar enli olması güzeldir. Yarım boy miktarı derin olması da yeterlidir. Kabirlerde faziletli olan lâhiddir. Şöyle ki: Toprağı sert olan bir kabrin içinde kıble tarafı oyulur. Ölü buraya konulur. Önüne de tahta, kamış veya kerpiç benzeri şeyler konur. Bu durumda toprak, tam ölünün üzerine değil, bu şeyler üzerine atılmış olur. Bu ölüye karşı bir saygıdır.
Fakat kabrin yeri yumuşak veya ıslak olup da, lâhit kazılması mümkün olmazsa, dere gibi çukur kazılır. Buna “Şakk Yarma” denilir. Gerek duyulursa, iki tarafı kerpiç ve tuğla gibi bir şeyle örülür. Sonra ölü bunların arasına konulur. Üzerine de, ölüye dokunmayacak şekilde kerpiç veya tahtalar ile tavanımsı bir örtü yapılır.
Kabrin dibi ıslak ve yumuşak olduğu zaman cenaze tabut ile gömülebilir. Öyle ki, bu durumda tabutun taştan veya demirden yapılmış olması da caizdir. Fakat böyle bir hal olmayınca, tabut ile gömmek mekruhtur. Bazı fıkıh alimlerine göre, kadınların tabut ile gömülmeleri, toprak yumuşak olmasa bile, güzeldir. Dibi ıslak olan bir kabrin içine toprak döşenmesi sünnettir.
Cenaze, kıble tarafından kabre konur. Sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür. Bağı varsa çözülür. Sırt üstü yatırılmaz. Cenazeyi kabre koyanlar, “Bismillâhi ve alâ milleti Resulillâh” [“Yüce Allah´ın ismi ile ve Resulüllah´ın milleti (dini) üzerineseni gömüyoruz.”] derler.
Cenazeyi kabre koyacak olan kimselerin sayısı, ihtiyaca göre değişir. Kadınları kabre koyacak olanların, neseb yönünden ona mahrem olmaları daha iyidir. Bunlar bulunmazsa, yabancılardan iyi halleri bilinen kimseler seçilir. Kadınlar kabre yerleştirilinceye kadar kabirleriüzerine bir perde çekilir.
Bir kimse: “falan zat beni yıkasın, namazımı kıldırsın veya kabre koysun,” diye vasiyet ederse onu yerine getirmek gerekmez. Ancak veli olanlar buna rıza gösterirlerse, vasiyet yerine getirilir.
Cenazeyi taşımak veya kabri kazdırmak için ücretle adam tutmak caizdir.
Bir mezarlıkta, bir kimsenin hazırlamış olduğu bir mezara başka bir ölü gömülecek olsa, bakılır: Eğer mezarlık geniş ise, bunu yapmak mekruhtur. Geniş değilse caizdir; ancak kazı masraflarını ödemek gerekir.
Bir kimsenin kendisi için mezar kazıp hazırlaması, bir görüşe göre mekruhtur; çünkü hiç kimse kendisinin nerede öleceğini bilemez. Fakat kefen hazırlamakta kerahet yoktur. Çünkü buna ihtiyaç genellikle bulunmaktadır.
Hazret-i Ebû Bekir efendimiz (Radıyallahu Anh), kendisine bir mezar kazıp hazırlayan bir adama şöyle buyurmuştur: “Kendin için kabir hazırlama, kendini kabir için hazırla.”
Bir müslüman kabrinde gömüldükten sonra orada, bir deve boğazlanıp paylaşılacak kadar bir zaman bekleyip Kur´an okumak güzel görülmüştür. Çok kez “Mülk, Vakıa, İhlâs ve Muavvizeteyn sûreleri, sonra Fatiha ile Bakara sûresinin başı okunur. Sevabı da, cenazenin ve diğer iman sahiblerinin ruhlarına bağışlanır; Ölünün bağışlanması için Yüce Allah´a dua edilir. Cenaze toprağa gömülür gömülmez din kardeşlerinin hemen oradan dağılmaları uygun değildir. Cenazenin ruhu, onların bulunuşu ile alışkanlık kazanır, yöneltilecek sorulara hazırlanmış olur ve Yüce Allah´ın mağfiretini gözetlemiş bulunur.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir cenaze gömüldükten sonra hemen geri dönmezdi. Bir müddet mezarı başında durur ve cemaata karşı şöyle buyururdu: “Kardeşiniz için Yüce Allah´dan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet ihsan buyurmasını dileyiniz. O, şimdi sual görecektir.”
Mükellef çağına girip de gömülen bir müslümanın mezarı başında “Telkîn” verilmesi meşru görülmüştür. Şöyle ki: Mezara gömüldükten hemen sonra, iyi hal sahibi bir kimse kalkıp ölünün yüzüne karşı durur. Ona hitaben: Ya falan; Yebne filane! (Ya Osman! Ya Zeyneb´in oğlu, gibi) diye üç kez seslenir. Ölünün ve anasının adlarını bilmezse : Ya Abdellah; Yebne Havva! denilir. Sonra da şöyle söylenir.
Üç kez:
Üç kez de şöyle denilmesi âdet olmuştur:
Umulur ki, bu gibi okuyuşlar ve telkînler sebebiyle Yüce Allah ölüyü bağışlar ve kabir sualinin cevabını kolaylaştırır.
Hanefî fıkıh alimlerinin bir görüşüne göre, gömüldükten sonra telkîn yapılması ne emredilir, ne de yasaklanır.
(Malikîlere göre, telkin ölüm döşeğinde mendubdur. Gömüldükten sonra yapılması mekruhtur. Şafiîlerle Hanbelîlere göre telkîn yapılması müstahabdır.)
Bir müslüman kıldığı namazın, tuttuğu orucun, okuduğu Kur´anın, verdiği sadakanın sevabını, ister hayatta olsun ve ister olmasın, bir müslümana veya bütün müslümanlara hediye edebilir; bu caizdir. Bu sevab onlara verilir ve her birinin aynı sevaba kavuşacağı Allah´ın ihsanından beklenir.
Kabirden çıkan toprağın fazlasını kabrin üzerine atmak mekruhtur; fakat İmam Muhammed´e göre bunda bir sakınca yoktur. Definde bulunanların kabir üzerine üçer avuç toprak atmaları ilk defasinda: “Minha halaknaküm (sizi topraktan yarattık)”, ikincisinde: “Ve minha nuîdüküm (sizi toprağa çevireceğiz)”, üçüncüsünde: “Ve minha nuhricüküm taretenuhrâ (diğer bir defa daha sizi topraktan diriltip çıkaracağız)”, demeleri müstahabdir.
Kabir üzerine su serpmekte de bir sakinca yoktur.
Kabirler topraktan birer karış veya daha az yükseltilir. Deve hörgücü gibi yapılması mendubdur. Düz bir şekilde yapılmaz ve kireçlenmez. Fakat dağılan bir kabir toprak ile düzeltilebilir.
Cenazelerin gündüzün gömülmesi müstahabdır. Geceleyin gömülmeleri de mekruh değildir. Ancak zorunlu bir hal olmadıkça geceleyin gömülmemelidir.
Gemide ölen bir kimse, eğer uzaklık veya herhangi bir sebeble karaya çıkarılamayacaksa ve beklemesi ile bozulacağından korkuluyorsa, yıkanır ve kefenlenir. Sonra üzerine namaz kılınarak sağ tarafı üzerine kıbleye karşı denize bırakılır.
(İmam Ahmed´den nakledildiğine göre, böyle bir ölüye ağır bir şey de bağlanır ki, denizin dibine gidebilsin. İmam Şafıî Hazretlerinin açıklamasına göre de, eğer İslâm ülkesine yakın ise, ölü iki tahta arasına sıkıca bağlanıp denize atılmalıdır ki, sular onu bir sahile atsın da müslümanlar tarafından alınarak gömülsün. Bize de böyle nakledilmiştir.)
Ölmüş veya öldürülmüş olan kimseyi, bulunduğu yerin mezarlıklarından birine gömmek müstahabdır. Gömülmeden önce, bir ve iki mil uzaklıkta bulunan başka bir mezarlığa götürülmesinde de bir sakınca yoktur. Daha uzak yere götürülmesi konusunda ihtilâf vardır. Bir görüşe göre, sefer müddetinden daha uzak bir yere de gömülebilir. Bunda kerahet yoktur. Fakat gömüldükten sonra artık çıkarılıp taşınamaz; ancak başkasının yerine gömülmüş olmak gibi zaruri sebeblerle olabilir.
(Malikîlere göre bir ölü gömülmeden önce de, sonra da başka bir yere, şu şartlarla götürülebilir: Ölü taşınırken durumu bozulmamalı, hürmete aykırı ve haraketi mucib bir hal olmamalı. Ayrıca naklini gerektiren bir sebeb olmalı. Su basması korkusu, ailenin ziyaret edebilmesi için yakın olma düşüncesi ve gideceği yerin bereketi gibi bir sebeb bulunması… Bu üç şarttan hiç biri bulunmazsa, taşınması haram olur.
Hanbelîlere göre de, sahih bir maksada dayanarak cenazelerin gömülmelerinden önce de, sonra da başka yere taşınmaları caizdir. İyi bir kimsenin yanına veya mübarek bir yere taşınması gibi… Yeter ki, kokusunun değişmeyeceği kanaatına varılmış olsun.
Şafiîlere göre, cenazeleri başka yerlere taşımak esasen haramdır. Eğer ölülerini kendi beldelerinden başka bir yere gömmeyi âdet edinmişlerse, oraya taşıyabilirler. Bir de Mekke-i Mükerreme´ye, Medine-i Münevvere´ye Beytü´l-Makdis´e ve iyi kimselerin mezarlığına yakın bir yerde ölenlerin, rayihaları değişmedikçe buralara taşınmaları sünnettir. Bununla beraber bunların taşınmadan önce yıkanıp kefenlenmesi ve üzerlerine namaz kılınmış olması gereklidir. Değilse taşınmaları haramdır. Gömüldükten sonra taşınmaya gelince, bu ancak zaruret halinde olabilir. Haksız yere ele geçirilmiş bir araziye ölüyü gömmek gibi. Sahibinin isteği üzerine oradan başka bir yere götürülmesi caiz olur.
İmam Maverdî´nin açıklamasına göre, yıkanmadan gömülmüş olmak, gömülen yeri su basmak ve rutubet çekmek de, kabrin açılmasını ve ölünün başka bir yere taşınmasını gerekli kılan sebeblerdendir.
Ölünün velisi, ölünün gömülmesinden bir gün sonra yedinci güne kadar kolayına gelen şeyi fakirlere sadaka vererek sevabını ölüye bağışlamalıdır. Bu, bir sünnettir. Buna gücü yetmezse, iki rekat namaz kılarak sevabını ölüye bağışlamalıdır. Fakat ölü sahiblerinin birinci ve üçüncü günlerde veya bir hafta sonra ziyafet vermeleri mekruhtur. Ancak ölünün komşularının veya uzak akrabasının yemek hazırlayarak ölü sahiblerine ikram etmeleri ve yemelerine ısrarda bulunmaları müstahabdır. Çünkü cenaze sahibleri kendileri için yemek hazırlayamayacak bir halde bulunabilirler.
Ölü sahiblerinin, yapılacak taziyeleri kabul için, üç gün kadar evlerinde oturmaları caizdir. Bununla beraber oturulmaması da iyidir. Cenazenin gömülmesinden sonra, en son üç güne kadar bir defa olmak üzere taziye yapılması müstahabdır. Eğer taziye edilecek kimse ortada yoksa veya uzakta bulunuyorsa, o zaman üç günden sonra da taziye yapılabilir.
Taziyelerin kabristanda veya ölünün kapısı önünde yapılması bidat ve mekruh görülmektedir. Taziyenin tekrarı da mekruhtur. Böyle bir musibete uğrayana: “Allah Tealâ size güzel sabır ve bol mükâfat ihsan buyursun,” gibi sözlerle taziye edilir, teselli verilir. Musibete uğrayan kimse de: “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun – Biz Allah´dan geldik ve Allah´a döneceğiz,” diye Allah´a teslimiyet göstermelidir.
Kabir ve Makbereler
Kabirleri ve kabristanları (mezarlıkları) güzel korumak, temiz tutmak ve ağaçlarla süslemek, hayatta olanlar için bir görevdir. Kabirleri çiğneyip üzerlerinden geçmek mekruhtur. Böyle bir davranış ölü hakkında bir saygısızlıktır. Onların haklarını çiğnemek gibidir. Onun için böyle yapmaktan mümkün olduğu kadar sakınmalıdır. Fakat mezarlığa ait başka bir yol bulunmayınca, Kur´an okumak, tesbihde bulunmak ve dua etmek şartı ile, kabirlerin aralarından ve üzerlerinden yürüyüp gitmekte ve kabirlerin kenarlarına oturmakta kerahet bulunmadığını söyleyenler vardır.
Bir kabristan ne kadar eski olursa olsun ve ne kadar ihtiyaç dışı bulunursa bulunsun, yine kabristan olarak korunması gerekir. Böyle bir kabristanı satmak veya üzerinde herhangi bir tesis kurmak, içinde bulunan ölü kemiklerini ve topraklarını başka bir mezarlığa götürmek caiz görülmektedir. Ölülerin hakları, dirilerin hakları kadar, belki ondan daha fazla saklıdır. Bu hakları gözetmek insaniyet için yapılması gereken bir görevdir. Geçmişlerinin haklarını gözetmeyen bir nesil, kendi evlâd ve torunlarından ne yüzle korunma hakkı bekleyebilir
Su basmakta olan veya yabancı bir millet elinde kalan bir mezarlığı başka bir yere taşımak caiz görülmüştür. Böyle bir mezarlığı mümkün olduğu kadar korumaya çalışmalıdır.
Bir cenaze kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra artık kabri açılmaz, kabrinden çıkarılmaz. Bu caiz değildir. Artık yüce Allah´a teslim edilmiş ve cemaatın ellerinden çıkmış olur. Ancak bir mecburiyet hali bulunursa olabilir. Şöyle ki: Bir cenaze haksızlıkla ele geçirilmiş (gasbedilmiş) bir yere gömülse veya başkasına ait elbiselerle kefenlenerek gömülse veya satın alınıp gömüldüğü yere şuf´a (komşuluk) yolu ile bir kimse sahib çıksa, cenazenin çıkarılması caiz olur. Çıkarılmadığı takdirde, yer sahibi kabri düzelterek üzerine dilediği şeyi ekebilir. Elbise sahibi de, elbisenin kıymetini almakla yetinir.
Yine, Cemaattan birinin bir eşyası kabre düşmüş olsa, ölüye dokunmaksızın kabrinin toprakları açılarak o eşya çıkarılır, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü o malın bir değeri vardır. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, malları yok etmekten insanları yasaklamıştır. Bir malın boş yere mezarda kalması, değeri olan bir malı yok etmekten başka bir şey değildir. İşte bu esasa ve hikmete dayanarak kabirlerin süslenmesi, kabirlerde mum ve kandil yakılması da uygun görülmeyip israf sayılmaktadır. Ancak çevresindeki bir yolu aydınlatmak için mezarlıkta lâmba yakılabilir.
İşte İslâm dininin mala verdiği kıymet! İşte her davranışın bir şuura ve bir yarara dayanmasını isteyen bu İlahî dindeki büyük hikmet!…
Kabirlerin yanında uyumak, çevrelerini kirletmek, yaş ağaçlarını ve otlarını kesip koparmak mekruhtur. Mezarlıktaki ağaçlar ve otlar yaş bulundukça bir nevi hayat sahibidirler. Bunlar yaratılış halleri ile Yüce Allah´ı tesbih ederler. Bu sebeble orada yatmış bulunan iman sahiblerinin Allah´ın rahmetine kavuşacakları umulur.
Resul-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bir kabristanda bulunan iki mezar sahibinin azab çekmekte olduklarını anlamışlar. Mübarek ellerine aldıkları yapraksız bir yaş hurma dalını ikiye bölüp bir kısmını bir kabrin ve diğerini de öbür kabrin başına dikmiş ve: “Umulur ki, bunlar kuruyuncaya kadar, bu kabir sahiblerinin çekmekte oldukları azab hafifleyecek,” buyurmuşlardır. Bunun içindir ki, bazı yerlerde kabirlerin üzerlerine Mersin ağaç dallarını koymak âdet olmuştur. Fakat bu hususta asıl olan, yaş ağaçların dikilmesidir. İmam Buharî´nin hadis kitabını açıklayan merhum Aynî´nin dediği gibi, “Kabirlerin üzerine sadece yaş dalları, güzel kokulu çiçekleri ve yeşillikleri koymak bir şey değildir. Sünnet olan ağaç dikmektir.” Ağaçların sağlık bakımından da yararları bilinmektedir.
Gerçekte kabirlerin üzerine birkaç parça gül, reyhan gibi yaş çiçekler de konulabilir. Fakat bu hususta israf edilmesi, boşuna solup gidecek geçici çiçeklere birçok paralar harcanması uygun görülemez. Hele başka milletleri taklit sebebi ile olursa, bu asla caiz olamaz.
Kabirleri haftada bir gün, özellikle cuma ve cumartesi günleri, ziyaret etmek erkekler için mendubdur. Salih kimselerin kabirleri teberrük için ziyaret edilir. Uzak bir yerde bulunmuş olsalar dahi, bu yolculuğa katlanmak mendubdur.
Yaşlı kadınlar da ibret almak için, teberrükte bulunmak için mezarları ziyaret edebilirler, bunda bir sakınca yoktur. Bir fitne korkusu halinde ziyaretleri doğru olmaz.
Ziyaretçi, ayakta kıbleye doğru veya ölünün yüzüne karşı durarak dua etmeli ve şöyle demelidir.
“Esselâmü aleyküm, ey müminler yurdunun sakinleri! Bizler de inşallah sizlere kavuşacağız. Yüce Allah´dan bizim ve sizin için afiyet (her türlü kederden selâmet) dilerim.”
Peygamber Efendimiz (Medine´deki) Baki mezarlığını ziyaret ederken böyle selâm verirlerdi.
Kur´an okuyacak kimsenin, kabir kenarında oturmasında, tercih edilen görüşe göre, kerahet yoklur. Oturup “Yasîn” suresini okumak da çok sevabdır. Bu yüzden Allah Tealâ´nın ölülerimize kolaylık vereceği, okuyana da, ölüler sayısınca sevab yazılacağı İmam Ali´den ve Hazret-i Enes´den (Radiyallahu Anhüma) rivayet olunmuştur.
Kabirlerin üzerine oda veya kubbe gibi şeylerin yapılması ve yazı yazılması, İmam Ebû Yusuf´a göre tahrimen mekruhtur. Bütün müslümanların yararına olarak vakfedilmiş veya ölülerin gömülmesi için bırakılmış olup kimsenin mülkiyetinde bulunmayan bir mezarlıkta ise, mezarlar üzerine bina yaparak başkalarının faydalanmasını engellemek haramdır.
Bununla beraber alimlerden, iyi kimselerden ve yüksek mevki sahiblerinden olan zatların kabirleri kaybolmasın diye, yanlarına taş konmasında ve isimlerinin yazılmasında bir sakınca yoktur. Diğer ölülerin de eserleri kaybolmamak ve zillet halinden korunmak için başları ucuna birer taş dikilip isimlerinin yazılmasında bir sakınca görmeyenler vardır. Hiç bir zaman bu taşlara âyet-i kerime yazılmamalıdır. Çünkü zamanla taşların kırılıp dökülmesi mümkündür.
(Malikîlere göre, kabir üzerine Kur´an yazılması haramdır. Ölünün adı ile ölüm tarihinin yazılması mekruhtur. Şafiîlere göre, bunlara, ne türlü olursa, olsun, yazı yazmak mekruhtur. Ancak bir alimin veya salih bir kimsenin adını ve kendini tanıtacak bir vasfını yazmak mendubdur. Hanbelîlere göre, herhangi bir ayırım olmaksızın yazı yazmak mekruhtur.)
Bir kimseye, öldüğü ev içindeki bir yere gömmek mekruhtur. Çünkü böyle bir işlem ancak Peygamberlere özel olan bir iştir. Yer altında mahzenler yapıp ölüleri oralara tabutlarla koymak, birçok sakınca sebebiyle mekruh görülmüştür. Bu yerlere “Füseka” denilir.
Bir ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça, onun kabri açılarak yerine başkası gömülemez. Fakat başka bir yer bulunamayınca, ölünün kemikleri toplanır ve oraya gömülecek olanla kendi arasına topraktan veya kerpiçten bir engel konur.
Bir ölü yanlışlıkla kıbleye aykırı bir şekilde gömülmüş olsa, bundan dolayı kabri açılmaz. Çünkü cenazenin sağ tarafına yatırılarak kıbleye doğru bulundurulması bir sünnettir. Buna riayet edilmediğinden dolayı kabri açmak uygun olmaz.
Bir zaruret bulunmadıkça, birkaç cenazeyi bir mezara koymak caiz değildir. Zaruret halinde ise konulur. Aralarına da bir engel (perde) olsun diye toprak doldurulur. Uhud şehidleri böyle gömülmüşlerdir.
Cabir İbni Abdullah (Radıyallahu Anhüma) demiştir: “Uhud savaşında ilk şehid olan zat, benim babam idi. Onu, diğer bir şehidle (Amr İbnu´l Cümuh ile) beraber bir kabirde bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra kabri açtım. Babamı, kulağından başka, sanki kabre koyduğum gündeki gibi taptaze bir halde buldum ve onu çıkarıp başka bir kabire yalnızca gömdüm.”
İslâm yurdunda bulunan gayri müslimlerin mezarlarına da tecavüz edilemez. Çünkü onlara hayatlarında eziyet verilmesi haram olduğu gibi, öldükten sonra da kabirlerine tecavüz etmek, kemiklerini kırmak ve yerlerini dümdüz etmek haramdır. Onlarla bir sözleşme yapılmıştır, bu sözleşmeye her halde riayet etmek gerekir. Fakat yeni fethedilen bir yerde, ihtiyaç görülürse, müslüman olmayanlarırı kabirlerini açmak ve kemiklerini kaldırıp yerlerini başka bir hizmete ayırmakta bir sakınca yoktur.
Şehidler ve Onlara Ait Hükümler
Şehidlik büyük bir derecedir. Allah yolunda canını veren bir müslümana “Şehîd” denir, çoğulu Şüheda´dır.
Böyle bir adama şehîd denilmesi, ya cennete gireceğine şahidlik yapıldığı veya ölümü anında birtakım rahmet meleklerinin hazır bulunduğu veya kendisi Yüce Allah´ın manevî huzurunda hazır olarak rızıklanacağı içindir.
Şehîd kelimesi, Şahid sözüne denk olup hazır manasını taşır. Şehidler üç kısma ayrılırlar:
1) Hem dünya, hem de âhiret bakımından şehid olanlar. Bunlar birer hükmî şehiddirler.
2) Yalnız dünya bakımından şehid olanlar. Bunlar da birer hükmî şehiddirler.
3) Yalnız âhiret bakımından şehid olanlar. Bunlar da birer hakîkî ve uhrevî şehiddirler.
Böylece şehidler üç kısımdır.
1) Mükellef ve taharet üzere bulunduğu halde, kendisine haksız yere yapıldığı bilinen bir tecavüzle öldürülmüş olan ve bundan dolayı da varislerine diyet olarak bir mal verilmesi gerekmeyen herhangi bir müslümandır. Gayri müslimlerle veya yol kesicilerle yapılan çatışma sonunda öldürülüp cünüb bir halde bulunmamış olan akıl sahibi ve büluğ çağına ermiş bir müslüman, böyle bir şehiddir.
2) Savaş meydanında gözünden kan gelmiş olmak gibi, üzerinde öldürülme alâmeti olduğu halde ölü bulunan bir müslüman da böyle bir şehiddir.
Yine, malını, canını, ırzını ve diğer müslümanları veya müslümanların koruması altında bulunan gayr-i müslimleri korurken kılıç ve kama gibi parçalayıcı bir silâhla haksız yere derhal öldürülmüş bulunan mükellef ve tahir bir müslüman da böyledir.
Bu gibi şehidler birer kâmil şehiddir. Hem dünya, hem de âhiret bakımından şehiddirler. Bunlardan her birine “Hükmî Şehid” denir. Bu gibi şehidlerin hükmü, yıkanmaksızın, yalnız namazları kılınıp elbiseleri ile gömülmektir.
Bu muhterem şehidlerin Allah katında dereceleri pek yüksektir. Hak yolunda şehid olanlar, sonsuz bir hayata sahibdirler. Bunlar sonsuz bir âlemde daima rızıklandırılacaklardır. Bunların bu özellikle ve seçkinliklerinden dolayıdır ki, ayrıca yıkanmaları gerekmemekte ve kanlı elbiseleri kendileri için bir seçkinlik nişanı bulunmaktadır. O kan bir ibadet eseridir, giderilemez. Ancak kendilerine dışardan bir pislik değmişse, o giderilir. Bir de kefen olmaya elverişli bulunmayan kürk, palto, ayakkabı ve kalpak gibi kaba şeyler üzerinden alınır. Zırhı ve silâhları da çıkarılır. Geri kalan elbiseler sünnet miktarından fazla ise, azaltılır. Elbiseleri noksan ise sünnet miktarına çıkarılır.
Bu, İmam Azam´a göredir. İki İmama göre, bu şekilde öldürülmüş olan bir müslüman, henüz mükellef ve tahir bulunmamış olsa da, yine ona aynı işlem yapılır. Savaş halinde öldürülen büluğ çağına ermemiş müslüman bir çocuk veya cünüb bulunmuş olan bir islâm askeri gibi…
(Üç İmama göre, böyle bir hükmî şehid yıkanmayacağı gibi, üzerine namaz da kılınmaz. Uygun görülen elbisesi ile gömülmesi gerekir.)
2) Kalbinde nifak bulunduğu halde görünüşte müslüman sanılan ve savaşta müslümanların safında bulunurken düşman tarafından öldürülen bir şahıstır. Bu da bir “hükmî şehid” dir. Buna da dünya ahkâmı itibariyle şehid denir. Bunun da görünüş hali esas alınarak yıkanmaz, üzerine namaz kılınıp elbisesi ile, gömülür.
(Şafiîlere göre ganimet için veya gösteriş için savaşan veya ganimet mallarından çalan bir müslüman da, savaş esnasında öldürülürse, yalnız dünya şehidi sayılır. Aynı zamanda Allah´ın tevhid kelimesini yüceltmek için savaşsa da hüküm aynıdır. Bunun hakkında da görünüş haline bakılarak şehid işlemi yapılır.)
3) Kâmil şehidde aranılan şartların bazılarını toplamayarak ölümü, yalnız âhiret ahkâmı itibariyle şehid sayılan bir müslümandır.
Örnek: Hata yolu ile öldürülüp varislerine diyet adı altinda bir mal verilmesi gereken bir müslüman, âhirette sevaba kavuşma yönünden şehid sayılırsa da, dünya ahkâmı bakımından şehid sayılmaz. Bunun için diğer ölüler gibi yıkanir, kefene konur ve namazı kılındıktan sonra gömülür.
Yine, gayri müslimlerle veya yol kesici şakilerle savaşırken yaralanıp savaş bittikten sonra bir tarafa çekilerek biraz yeyip içtikten, konuştuktan, uyuduktan, ilâç kullandıktan veya aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat eden bir müslüman da, bu hükme girer. Bu şekilde ölen bir mümine “Mürtes” denir.
Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma, zatülcenb hastalıklarından biri veya akreb sokması ile ölen; nifas halinde veya gurbet elinde veya ilim yolunda veya cuma gecesinde ölen bir müslüman da aynı hükümdedir.
Sevabını Allah´dan bekleyen bir müezzinin ve doğru alış-veriş yapan müslüman bir tüccarın, ailesinin geçimini kazanmak için hak üzere bir çalışma sonunda ölmesi de bu tür şehidlerdendir.
Bütün bunlara, âhiret ahkâmı bakımından “Şehid” denir. Bu yönden her birine “Hakikî Şehid” denilmektedir. Bunlar din görevlerine bağlı kimseler ise âhiret ahkâmı bakımından birer hakikî şehiddirler. Fakat dünya ahkâmı bakımından şehid sayılmazlar. Bunun için diğer ölüler gibi yıkanırlar, kefenlenirler. Namazları kılındıktan sonra da mezarlarına diğer müslümanlar gibi gömülürler.
Evinde veya başka bir yerde öldürülmüş bir halde bulunan bir müslüman hakkında da böyle işlem yapılır. Çünkü onun zulmen öldürülmüş olduğu kesinlikle bilinemez
Sonuç
Şehidlik büyük bir nimettir. İnsanın iyi hal üzere yaşayıp şehid olarak ölmesi, onun hakkında pek büyük bir saadettir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Şehidliğe ermesini Yüce Allah´dan ihlâsla dileyen kimseyi, Yüce Allah şehidler derecesine eriştirir; isterse döşeğinde ölsün…”
Bütün bunlar ihlâsın ve güzel niyetin yüksek derecelere ulaşma sevgisinin bir mükâfatıdır.
Allah Tealâ Hazretleri, hepimizi; din görevlerini gereği üzere yerine getirmeye muvaffak kılsın, güzel niyetlere sahib olan ve şehidlerden sayılan iyi kulları arasına katsın amîn…
“Sonuç müttakilere ve hamd Alemlerin Rabbına mahsustur.
“Her kim sıdk ile Allah´dan şehid olmayı dilerse yatağında ölse dahi Allah onu şehidlerin durağına eriştirir.” –