Üstad ve İmam Kuşeyrî der ki: Sûfîlerin seyr ve sülüklerine ait mevsuk menkıbelerden bir parça naklettik. Makamlar bahsinden de birkaç bab buna eklemiştik. Şimdi bu Risâle´yi Müritlere tavsiyeler bahsi ile bitirmek istiyoruz. Ümit ederiz ki, Allah Taâlâ tasavvufun gerekleri ile amel etmeye sûfileri güzel bir şekilde muvaffak kılar, bu hususları ifa etmekten bizi de mahrum etmez ve bu malumatı Hakk Sübhanehu ve Taâlâ aleyhimize hüccet kılmaz, (icabına göre ameli nasip eder).
Bu yolda ilk adımını atan müridin sıdk ve samimiyet üzere olması lazım gelir. Böylece sülukunu sağlam temeller üzerine bina etmesi mümkün olur. Çünkü şeyhler ve mürşitler, vuslattan mahrum olanlar, usule riayeti zayettikleri için mahrum olmuşlardır, demişlerdir. Üstad Ebu Ali´nin de böyle dediğini işitmiştim. Müridin başlangıçta kendisi ile Allah Taâlâ arasındaki itikadı düzeltmesi, zan ve şüphelerden temizleyip saf bir hale getirmesi, dalâlet ve bid´at-tan arındırması, burhan ve hüccete istinat ettirmesi vaciptir (1).
Bir müridin, bu yolun ehli olmayanlardan birinin mezhebine intisap etmesi çirkin bir şeydir. (Menfaat esası üzerine kurulan bir mezhebe ve tarikata intisap etmemesi icap eder). Bir sûfinin sûfiy-ye tarikatı dışındaki muhtelif mezheplerden birine intisap etmesi, tasavvuf yolunun ehli olanların mezhepleri hakkındaki cehaletinin neticesidir. Çünkü sûfîlerin ortaya koydukları meseleler hakkındaki delilleri, herkesin delilinden daha açıktır.
* Müritlere tavsiyeler bahsini krş. Lama, s. 205; Keşfu´l-mahcûb, s. 432, 439; Avarifü´l-maarif, II, 13.
1. Müritlere tavsiye ve nasihat bahsinde, başlangıçtan beri sûfîler arasında yaygın olan adâb, usûl ve erkândan bahsedilmektedir. Şeyh – mürit, mürit – mürit, mürit – tarikat arasındaki münasebet ve nizam tahlil edilmektedir. Buna tarikat adabı, erkânı ve usûlü de denilir.
Bu taifenin şeyhleri keşfi açık olan kimselerdir. Halk için gayb olan şey onlar için ayan beyandır. Halk için gaye olan bilgiler, onlarda Hakk Taâlâ´dan ihsan olarak mevcuttur. Sûfîler vuslat ehli iken halk istidlal ehlidir.
Sûfîler şairin dediği gibidirler:
«Benim gecem senin yüzünün nuru ile aydınlıktır. Fakat gecenin karanlığı halka sirayet etmiş ve yayılmış bir haldedir. Halk zifiri karanlık içinde iken biz gündüzün aydınlığı içindeyiz».
İslâmın doğuşundan bu zamana kadar geçen asırlar içinde hiç bir asır yoktur ki, o asır içinde bu taifenin şeyhlerinden bir şeyh yaşamamış olsun. Bu şeyh tevhid bilgilerine sahiptir. Her asırda sûfiler taifesinin bir imamı mevcuttur. O asırda yaşayan zahir uleması bu şeyhe boyun eğer ve onunla teberrük ederlerdi. Şayet sûfîlerin bir meziyeti olmasaydı durum böyle olmaz, bunun tersi olurdu.
İşte örnekler… Ahmed b. Hanbel, Şafii (r.a.) ile birlikte oldukları bir sırada Şeybân Râî yanlarına geldi. İmam Ahmed, İmam Şafiî´ye: «İlminin eksikliği konusunda şu zatı uyaracağım, böylece belki ilim tahsil etmekle meşgul olur», dedi. Şâfii: «Hayır, bunu yapma», dedi. Fakat İmam Ahmed´i ikna edemedi. îmam Ahmed, Şey-bân´a: «Bir gün ve bir gece beş vakit namazından birini kılmayı unutan ve unuttuğu namazın hangisi olduğunu bilmeyen kimse üzerine farz olan nedir Bu hususta görüşün nedir ey Şeybân», dedi. Şeybân: «Ey Ahmed, bu Allah Taâlâ´dan gafil olan bir kalptir, bu hususta farz olan bir daha Mevlâ´sından gafil olmaması için bu kalbi edeplendirmek ve terbiye etmektir». Bu cevabı alan Ahmed, baygın bir şekilde yere düştü. Kendine gelince İmam Şafii (r.a.) ona: «Ben sana bu zatı tahrik etme dememiş mi idim » dedi. Şeybân Râî, sûfîlerin ümmilerinden idi. Ümmî sûfînin hâli bu olunca îmam olan bir sûfînin hâli ne olur, bir düşünün!
Hikâye edilir ki: Büyük fıkıh âlimlerinden bir fâkih Mansur camiinde Şibli´nin zikir halkasının yanında bir ders halkası kurmuştu. Bu fakihe Ebu İmrân derlerdi. Şibli konuşmaya başlayınca Ebu İmrân´ın talebelerinden biri, mahcûb etmek maksadı ile Şibli´ye hayız konusunda bir mesele sordu. Şiblî bu mesele hakkındaki ulemanın görüşlerini anlatarak konu ile ilgili ihtilâfları tam olarak nakledince, Ebu İmrân yerinden kalktı ve gitti, Şibli´yi öptü, tebrik etti ve: «Ey Şiblî, bu açıklamalarınızdan on mesele öğrendim,
Bu konuşma hakkında görüşün nedir diye sorulunca: «tuneyun ne dediğini anlayamıyorum, ama konuşmada bâtıl bir sözde bulunmayan bir saldırış ve tesir etme özelliğinin mevcut olduğunu görüyorum», dedi.
Abdullah b. Said b.Küllâb´a: Sen herkesin kanaati hakkında fikir beyan ediyorsun. Şurada Cüneyd isminde biri var, bak ona bir itirazın olacak mı, olmayacak mı denildi. İbn Küllâb Cüneyd´in ders meclisine geldi, Cüneyd´e tevhid konusunda soru sordu. O da gereken cevabı verdi. Fakat İbn Küllâb, verilen cevaplardan o kadar memnun oldu ki, hayrete düşmekten kendini alamadı ve: «Dediklerini bir daha tekrar et», demek zorunda kaldı. Lâkin Cüneyd bu sefer tevhidi başka bir üslûp ile ifade etti. İbn Küllâb bu defa: «Bu değişik bir şey oldu, belleyemedim, bir kere daha tekrar eder misin » dedi. Fakat Cüneyd daha başka bir üslûpla tevhidi anlattı. Bunun üzerine İbn Küllâb: «Dediklerini bellemem mümkün değil, bunları yazdırır mısın » dedi. Cüneyd: «Eğer bunları icra ve tatbik edecek-sen yazdırayım», dedi. İbn Küllâb derhal ayağa kalktı, Cüneyd´in faziletini anlattı ve şanının yüceliğini ikrar ve itiraf eyledi.
Sûfiler taifesinin usûlü, esasların en sağlamı; şeyhleri, insanların en büyükleri; uleması da insanların en âlimleri olunca bunlara inanan bir müridin şu şekilde hareket etmesi icap eder:
Şayet mürit sûfilerin maksadına merhale, merhale ulaşmak istiyorsa ve sülük ehli ise; sûfîler, gayba ait mükâşefelerden onun kısmetine ne kadar hisse ayırırlarsa ona razı olur. (Mürit bu konuda sûfilere eşit olmayı düşünmez). Sûfîler taifesi haricinde olanlardan tufeyli olarak istifade etmeye kendini muhtaç bilmez (Tasavvufu sûfi olmayanlardan öğrenmeyi düşünmez). Eğer mürit ittiba yolunu tutan biri olup, hâlinde de müstakil değilse, taklit sahasında hakikat makamına doğru yükselmek istiyorsa, o zaman selefini taklit etmesi, bu taifenin yolundan yürümesi icap eder, zira bunlar o müride başkalarından evladırlar. (Mürit ya delilden anlayan veya bu yolda taklitle giden bir kimsedir, her iki halde de usûl erbabına vusul Hakk´a vuslat sayılır)
Mürit, Allah ile arasındaki akidesini sağlamlaştırdıktan sonra şeriatla ilgili ilimleri tahsil etmek ona vacip olur. Bu bilgileri araştırarak veya yetkili âlimlerden sorarak farzları edâ etmeye yetecek kadar öğrenir. Eğer zahir ulemasının fetvası muhtelif olursa mürit ihtiyata en uygun olan görüşe göre amel eder (ahz bi´l-ahvet), ihtilâftan kurtulmayı gaye edinir. Çünkü şeriattaki ruhsatlar zayıf olanlarla iş ve güç sahipleri içindir. Sûfilerin ise Hakk Taâlâ´nın hukukuna riayetten başka meşguliyetleri yoktur. Bunun için derviş, hakikat ve azimet derecesinden şeriatın ruhsatları ile amel etme derecesine düştü mü Allah ile olan akdini feshetmiş, Allah Taâlâ ile kendi arasındaki ahdi bozmuş olur.
Bir şeyhten edep (ve tasavvuf) öğrenmek mürit üzerine vaciptir. Üstadı olmayan mürit ebediyyen felah bulmaz. Bayezid Bistami´nin. «Üstadı bulunmayanın imamı şeytandır», demiş olması bundandır.
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işitmiştim: «Yetiştireni ve dikeni olmadan kendi kendine ve hudâî-nâbit olarak biten bir ağaç yaprak açar, fakat meyve vermez. Nefes nefese ve tedricî bir surette tarikatın âdabını öğretecek bir üstada sahip olmayan müridin durumu da böyledir. Bu durumda olan mürit hevâ ve hevesine tapar, başka bir kurtuluş yolu bulamaz».
Seyr ve sülük yolunu tutmak isteyen bir müride yukarıdaki hususları öğrenmek ilk önce vaciptir.
Bundan sonra mürit dünyevi alâka, rabıta ve meşguliyetlerini ortadan kaldırmak için çalışır. Çünkü ferağ-ı kalp denilen gönlün dünya arzu ve düşüncesinden hali olması tasavvuf yolunun temelidir.
Sülûkünün başlangıcında bulunan Husri´ye Şibli şöyle derdi: «Bana geldiğin bir cumadan, onu takip eden diğer bir cumaya kadar eğer Allah Taâlâ´dan başka bir şeyi kalbinden geçirirsen meclisimde hazır bulunman sana haram olur».
Mürit dünyevi alâka ve bağlardan kopmak istediği zaman ilk Önce mal alâkasından kopması icap eder. Çünkü müridi Hakk´tan saptıran şey budur. Şu tasavvuf yolunda dünya ile alâkası bulunan hiç bir mürit yoktur ki, bu alâka o müridi çıktığı şeye (nefsaniyyete ve dünya hırsına) tekrar sürüklememiş olsun. (Buna hubb-i mal ve tûl-i emel maddiyata tutkunluk, menfaatperestlik) denir.
Dünyadan çıkan ve onu terkeden mürit üzerine vacip olan, mevki (ve makam ihtirasından da çıkmaktır. Çünkü makam arzusunu ve hırsını düşünmek ve mülâhaza etmek yol kesen büyük bir engeldir. (Buna hubb-i câh, hubb-i riyaset denir).
Bir mürit için halkın ona itibar etmesiyle onu reddetmesi (makbul veya merdud olması) eşit olmadıkça o müritten hayır gelmez. Mürit için en zararlı olan şey, halkın kendisine değerli bir kişi gözüyle bakmaları ve onunla teberrük etmeyi mülâhaza etmeleridir. Çünkü halk bu hususta müflis sayılır. (Halk, teberrük edilecek değerli insanları tanıyacak ilme ve marifete sahip değildir, onun için halkın itibar etmesinin hiç bir değeri yoktur). Mürit henüz irâdesini ve müritliğini sıhhatli bir hâle getirmiş değildir. Onunla teberrük nasıl sahih olur Bunun için makam arzu etmekten (hubb-ı câh)
Mal ve makam ihtirasını kalbinden çıkaran mürit üzerine vacip olan Allah Taâlâ- ile arasındaki itikadı ve ahdi sıhhatli bir hâle getirmek ve ne işaret ederse etsin hiç bir hususta şeyhe muhalefet etmemektir. Zira müridin, sülûkun başlangıcında muhalefet ve itiraz durumuna girmesinin zararı büyüktür. Çünkü müridin başlangıç hâli, bundan sonra ömrünün tamamına şâmil olan hâllerin nasıl olacağının delilidir.
Kalben bile olsa şeyhine itiraz etmemek mürit için şarttır. Dünya ve âhirette kadr ü kıymetim var veya yeryüzünde benden daha aşağı olan biri var, diye bir müridin hatırından bir fikir geçerse, o müridin irâde ve müritlik yolunda attığı hiç bir adım sıhhatli olmaz. Çünkü mürit için vacip olan nefesinin değerini tahsil için değil, Rabbını tanımak için çalışmaktır. İster dünyada olsun, ister âhirette olsun kendisi için bir makam temin etmek isteyenle Allah Taâlâ´nın rızâsını kazanmak isteyen arasında fark vardır.
Sonra şeyhi müstesna, sırrını yakasındaki düğme ve başındaki sarığa varıncaya kadar herkesten ve her şeyden korumak müride vaciptir. Mürit aldığı nefeslerinden tek bir nefesini dahi şeyhinden gizlese müritlik hususunda ona ihanet etmiş olur. Kendisine işaret edilen herhangi bir hususta şeyhine muhalefet durumunda kalsa, bunu derhal şeyhinin huzurunda ikrar ve itiraf etmesi, sonra da yaptığı cinayete ve muhalefete karşılık olmak üzere şeyhinin hükmedeceği cezaya kendini teslim etmesi icabeder. Bu ceza, ya müridi sefere çıkmakla mükellef tutmak veya şeyh tarafından uygun görülecek başka bir şekilde olabilir.
Müritlerin hatalarını görmemezlikten gelmek ve affetmek şeyhler için sıhhatli bir yol değildir. Çünkü bu Allah Taâlâ´nın hukukunu zayetmek mânasına gelir.
Bir mürit bütün dünyevi alâkalardan tecerrüd etmedikçe ona zikir namına bir şey telkin etmek caiz değildir. Tersine şeyhin daha evvel müridi tecrübe etmesi; kalbi, müridin sıhhatli bir azme sahip olduğuna şahit olunca ancak o zaman bu yolda karşılaşacağı engelleri aşabilir.
Izdırarlar zamanında bile kalbiyle dahi olsa işin kolay tarafına meyletme, ruhsatlarla amel etme, duraklama halini tercih etme ve tenbellik hissetme gibi cihetlere meyletmeyeceğine dair şeyhine söz verir. Çünkü müridin duraklaması gevşeklik göstermesinden daha şerlidir. Gevşeklikle duraklama (fetret ve vakfe) arasındaki fark gerileme, (fetret) müritlikten dönüş ve çıkıştır; duraklama ise tembellik hallerine kapılarak seyr halini durdurmak ve sükûn halini muhafaza etmektir. Sülûkünün başlangıcında duraklayan bir müritten artık hayır gelmez.
Müridini tecrübe eden bir şeyh üzerine, münasip göreceği zikir nevilerinden birini telkin etmek vacip olur. Şeyh müridine ilk önce: «Bu ismi dilin ile zikret», diye emreder, daha sonra, «kalbini dili ile eşit hale getirmesini» emrederek der ki: «Sanki ebedî olarak kalbin ile Rabbının huzurunda imişsin gibi şu zikri devam ettirme hususunda sebatkâr ol, mümkün mertebe bu isimden başka bir şeyi dilinle söyleme» (taklil-i kelâm). Sonra şeyh müridine daimî olarak zahirde de taharet üzere (abdestli) olmasını emreder. Uyku bastırmadıkça uyumamasını, tedrici surette azar azar ve takat getireceği ölçüde gıdasını azaltmasını (Taklil-i menâm, taklil-i taam) söyler, âdetlerini birden terketmesini emretmez. Çünkü hadiste: «Deveye fazla yük yükleyen ne mesafe alabilir, ne de deveyi sağ bırakır» denilmiştir. (Az götüren çok götürür) (2).
Sonra şeyh müridine halvet ve uzleti tercih etmesini, bu hâl içinde aşağı ve bayağı düşünceleri zihninden kovmasını, kalbini meşgul eden nefsanî arzu ve vesveseleri defetmesi için gayret sarfetmesini emreder (uzlet-i enam).
Bil ki: Müritliğin başlangıcında bulunan bir kimse halvet halinde iken itikad hususunda kendini vesveseden nâdir olarak koruyabilir, bilhassa müritte kalp kiyaseti ve safası varsa durum böyledir. (Çünkü şeytan istidatlılara daha çok musallat olur).
2. Hadisin tamamı şöyledir: «Bu din gayet sağlam bir dindir. Bu yolda yürürken rıfk ile yürü. Allah´a ibadet etmeyi nefsine sevimsiz hale getirme. Zira deveye fazla yük vuran ne mesafe alabilir, ne de deveyi sağ kor. O halde hiç ölmiyeceğine kani olan adam gibi çalış ama yarın ölecekmişsin gibi de tedbirli ol». Bk. Aclûnî I. 257; II, 217.
Bu durumda şeyh üzerine vacip olan, kendisinde istidat ve kiyaset gördüğü müridi akli delillere yöneltmektir. Çünkü marifet yolunu tutan sâlik kendisine arız olan vesveselerden (şeriat) ilmi ile kurtulabilir. Şayet şeyh müridine tasavvuf yoluna dair bir kuvvet ve sebat; bulunduğunu keşfederse, kalbinde kabul nurları ışıldayıp sırrında vuslat güneşi doğana kadar sabretmesini ve zikre devam etmesini emreder. Mürit emre uyarsa kısa zamanda netice hasıl olur. Fakat bu terbiye sistemi ancak sayıları az olan seçkin birkaç müride tatbik edilebilir. Müritlerin çoğunun terbiye edilmeleri nazara ve delile baş vurmalarını ve müride lazım olacak miktarda usûl (akâid) ilmini tahsil etmek şartı ile âyetler üzerinde düşünmelerini temin suretiyle mümkün olur.
Bil ki: Belâ ve musibetler müritlere bilhassa şu vesvese kapısından yol bulur: Müritler zikir yaptıkları yerde halvete çekildikleri, semâ meclisinde bulundukları veya daha başka yerde oldukları zaman nefsine (Allah hakkında kötü) vesveseler gelir, hatırından çirkin şeyler geçer. Müritler Allah Taâlâ´nın bu gibi şeylerden münezzeh olduğunu hakikaten ve yakinen bilirler. Bu gibi şeylerin batıl olduğu hususunda kendilerine şüphe arız olmaz. Lâkin yine de bu kötü düşünceler devam eder, bu gibi vesveseler müritleri şiddetle üzer. Bu vesvese en ağır sövme, en çirkin söz ve adi hatır haddine varacak raddeye ulaşır. O kadar ki, mürit hatırından geçen bu gibi şeyleri dili ile söylemeye veya herhangi bir kimseye açıklamaya imkân ve cesaret bulamaz. Müritlerin karşılaştıkları en çetin şey işte budur.
Böyle bir zamanda mürit üzerine vacip olan şey bu gibi hatır ve hâllerle ilgilenmeyi ve bunlara önem vermeyi terketmek, zikre devam etmek ve bu gibi şeyleri defetmesi niyazı ile Allah Taâlâ´ya iltica etmektir. Bu nevi havâtır şeytanın vesvesesinin neticesi değildir. Bunlar sadece nefsin hevâcisi ve desiseleridir. Onun için bu nevi havâtıra ilgisiz ve kayıtsız kalmak suretiyle mukabelede bulunursa bunlar kesilir ve zail olur.
Müridin riâyet etmesi icap eden adâbtan, hatta müridin hâli üzerine farz olan hususlardan biri irâde ve inâbe getirdiği yerdir
bir vakit umduğu şeye nail olamaz. Allah ona hayır murad ederse, müritliğe başladığı yerde sabit olmasını temin eder. Başka bir müride şer murad ederse, onu terkettiği zeneatına ve eski vaziyetine iade eder. Allah bir müride ibtilâ ve musibet murad ederse gurbetin uzak semtine sürgüne gönderir. (Nefsanî arzularına iade eder). Vuslata kabiliyetli olan mürit için durum budur.
Fakat mürit genç ise, dervişlere zahirde bedeni ile hizmet etme yolunu tutması lazımdır. Çünkü o bu yolda rütbe bakımından dervişlerin en aşağısı vaziyetinde bulunmaktadır. Böyle bir mürit ve onun emsali zahirde şekil ve surete riâyet ile iktifa ederler. Seferlerden kesilirler. (Güçleri kesilene kadar mesafe katederler). Bu nevi müritlerin bu yoldan alacakları nihai nasip hac ziyaretlerinde bulunmak, ziyaretgâhlara sefer yapmak, mutad selâm ile şeyhlerle görüşmektir. Böylece müritler zahirî hâlleri müşahede eder ve bu konudaki seyr ve seferlerinde bununla iktifa ederler. Bu nevi müritler üzerine devamlı sefer vaciptir. Bu sayede ikâmet hâli onları mahzurlu olan şeyleri irtikap etmeye sürüklememiş olur. Şüphe yok ki, rahat ve refah bulan genç bir mürit fitneye ve futûra mâruz kalır. (Onun için genç müridi daimi surette yormak icap eder).
Bir müridin başlangıçta dervişler ve arkadaşları tarafından düzenlenen toplantılara katılması kendisi için ciddi surette zararlı olur. (İhtilâttan sakınması, halveti iltizam etmesi icabeder). Şayet zaruri olarak böyle bir durumda kalmak suretiyle imtihan edilirse, o mürit şeyhlere saygı gösterme, arkadaşlara hizmet etme, onlara muhalefet etmekten sakınma, dervişleri rahat ettirecek hususları icra etme ve şeyhin gönlünü sıkacak durumlardan kaçınmak için çabalama yolunu tutmalıdır.
Dervişlerin sohbetinde bulunan bir müridin dervişler lehinde nefsine hasım, olması, nefsi lehinde dervişlere hasım olmaması lazımdır. (Mürit, daima dervişler haklı ve mazur, ben ise haksızım, diye inanır). Mürit, herkesin bende hakkı var, herkese karşı vazifelerim var, benim kimsede hakkım yoktur, görüşünde olmalıdır. Mürit hiç bir kimseye muhalefet etmez, eğer bilirse ki, kendisi hak-yeme, içme, oruç, hareket ve su gibi zaruri ihtiyacata muhalefet etmemesi icap eder. Belki sırrı ve kalbi ile onlara muhalefet eder. (Bâtinen onlardan farklı olur). Onun için de kalbini daima Aziz ve Celil olan Allah ile birlikte olma hâlinde muhafaza eder. Dervişler ona yemek yeme teklifinde bulundukları zaman bir iki lokma alır, iştahını tatmin edene kadar ve tıkabasa yemez.
Zahirde çok evrâd ve ezkâr sahibi olmak müritliğin adabından değildir. Çünkü sûfîler iyi amelleri çoğaltmak için değil, hatır ve kalplerini dünyevî ve maddî kaygılar (havâtır) dan boşaltmak, huylarını terbiye etmek ve gönüllerinden gafleti kovmak için uğraşır ve didinir dururlar. İyi ve^salih amelleri, sadece behemehal edâ edilmesi şart olan farzlarla bunlara tâbi olan revâtib sünnetler ölçüsünde tutarlar. Sûfîlere göre kalp ile zikri devam ettirmek fazla miktarda nafile namaz kılmaktan daha mükemmel bir hâldir. (Tasavvufta çok amel ve ibadet değil, kaliteli amel ve ibadet gayedir).
Müridin sermayesi, kimden gelirse gelsin ezâ ve cefaya tahammül etmek, bunları gönül hoşluğu ile karşılamak, karşısına çıkan her şeyi rızâ hâli ile kabullenmek, fakru zarurete sabretmek, dilenciliği bırakmak, kendisine ait nazlarda (menfaatlerde): Bu azdır, bu çoktur, şeklinde halk ile çekişme vaziyetini terketmektir. Buna sabr ve tahammül edemiyenler (müritliği bırakıp para kazanmak için çarşıya ve) pazara gitmelidirler. Çünkü halkın arzu ettiği şeyi arzu edenler bu arzularını halkın tatmin ettikleri şekilde el emeği ve alın teri ile tatmin etmelidirler.
Mürit (şeyhi tarafından kendisine telkin edilen) ismi zikretmeğe devam eder, halveti tercih eder. Halveti esnasında, uykuda veya uyanıkken kalbini Hakkın huzurunda tutmaya çalışır.
Müridin Hakk Sübhanehu ve Taâlâ ile meşgul olmasına engel olan. şeyler (meşgaleler) dir. Kalbinin boş ve temiz bir hâle getirilmesi için müridin bu gibi halleri şeyhine vasf ve ifade etmesi şarttır.
Müridin sırrını gizli tutmak, onun işini ve durumunu başkalarından saklamak ve bu gibi şeyleri onun gözünde küçültmek şeyhi üzerine vaciptir. Çünkü (müridin bulduğu) bu gibi hâllerin hepsi onun için bir deneme ve imtihandır. Bu gibi hâllerle sükûn bulmma ve iktifa etme bir oyundur. Onun için müridin bu nevi şeylerden ve bunları mülâhaza etmekten sakınması, himmetini ve irâdesini bu gibi şeylerin üstüne ve ötesine yöneltmesi icap eder.
Bil ki: Mürit için en çok zararlı olan şeylerden biri: «Ben sana şunu tahsis ettim; Ben seni emsalinden ayırdım ve onlara üstün kıldım», nevinden olmak üzere Hakk Taâlâ´nın kulunu kendisine yaklaştırması ve ona ihsanda bulunması kabilinden olmak üzere ruhuna ve sırrına ilkâ olunan şeylerle müridin ünsiyet ve ülfet etmesidir. Mürit bu gibi şeylere önem ve değer vermeyi terkederse hakikati mükâşefe hâlinin kendisine zuhur etmesi ve bundan çok daha büyük olan hâlleri temaşa etmesi pek yakındır, demektir. Müridin kalbine ilkâ olunan bu gibi şeyleri kitaplarda yazmak ve anlatmak imkânsızdır.. Tasavvufa intisap etmek isteyen müridin riayet etmesi gereken bir hüküm de şudur: Mürit bulunduğu yerde edep ve tasavvuf öğrenebileceği birini bulamazsa, o sırada müritleri ırşad görevi ile meşgul bulunan zatın bulunduğu yere hicret etmesi, orada ikâmet etmesi, izin vakti gelene kadar şeyhinin kapısının eşiğinden ve dergâhtan ayrılmaması icap eder.
yanlarında ne bir azık nebir para olmadan sefere çıkan ve sonra da Kabe´yi ziyaret eden gençler nefislerinin heveslerine delâlet eden bir davranışta bulunmuş, şeklen ve ismen bu yolda olduklarının alâmetlerini ortaya koymuş olurlar. Yaptıkları seferler hiç bir esasa istinat etmez. Bunun delili şudur: Bu şekilde sefer yapanların seferleri arttıkça kalplerindeki tefrika ve perişanlık hâli de artar. Şayet bunlar nefislerinden ayrılarak manevî bir adım sefer etmiş olsalardı, kendileri için (maddi sahada) bin seferden daha faydalı olurdu. (Sefer der-vatan).
Bir şeyhi ziyaret eden mürit için, şeyhin huzuruna hürmet ve edeple girmek, ona saygı ve heybet duyguları içinde bakmak şarttır. Bundan sonra eğer şeyh o müridi bir hizmette ehil ve lâyık görürse mürit bunu büyük bir nimet ve ganimet saymalıdır.
Şeyhlerin masum (ismet sahibi, lâ-yuhtî, hatasız, günahsız) olduklarına müritlerin itikad etmemeleri lazımdır. (Şeyhlerden şeriata muhalif saydığı bir şeyin zuhur ettiğini görünce) mürit onları hâlleri ile başbaşa bırakır, haklarında hüsnü zanda bulunur. (Bu durumda şeyhlerin söz ve hareketlerine değil) kendisine terettüb eden mükellefiyetler hususunda Allah Taâlâ ile aralarında bulunan hudûd ve ahkâma riayet eder. illetli olan ile sıhhatli olan arasındaki farkı görmek için (şeriat) ilmi kâfidir.
Bir mürit ki: Dünya metaının ve malının kalbinde bir değeri ve önemi vardır, ona ifâde ve müritlik ismi sadece mecaz yolu ile verilir. Bir mürit elinde bulunanı harcamak isterken, hangi hayır nevine veya hangi şahsa sarfedeyim, diye kalbinde bir ihtiyar ve tercih duygusuna sahip olursa; o, hâlinde külfet üzeredir, hızlı bir şekilde terkettiği dünyaya dönme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü kalbini bununla meşgul etmemesi lazımdır. Onun yanında bir şeyin bulunması ile bulunmaması hâlinin müsavi olması icap eder, ta ki bunun için fakirden nefret edip kaçmasın, Mecûsi dahi olsa (mal için) birini sıkıştırmasın.
Şeyhlerin kalplerinin bir müridi kabul etmesi, onu makbul sayması; o, müridin saadet sahibi olduğunun en doğru delilidir. Bir kimseyi şeyhlerden birinin kalbi reddederse; o kimse, bir müddet sonra bile olsa bunun (kötü) neticesini görür. (Bir kimse şeriatı reddettiği için velînin kalbi onu reddeder). Şeyhlere hürmet etmeme bedbahtlığına mübtelâ olan, şakavet alâmetlerini göstermiş olur. Bu böyledir, hiç şaşmaz.
Oğlanlarla sohbet etmek (Sohbetu´l-ihdâs) ve onlarla düşüp kalkmak bu yolda karşılaşılan en çetin âfetlerdendir. Allah bir kimseyi bununla mübtelâ kılarsa-, o kimse hakkında şeyhlerin ittifak ettikleri hüküm şudur: Bu kimse Aziz ve Celil olan Allah´ın zelil kıldığı ve inayetinden mahrum ettiği bir kuldur. Daha doğrusu milyonlarca keramet gösterme ehliyetine sahip kılınmış bile olsa Allah´la meşgul olma halinden uzaklaştırılmıştır. Farzet ki böyle bir adam (kulumun gözü, kulağı… olurum mealindeki) hadiste işaret edildiği gibi «Allah´ı sanatta ve eserde temaşa eden» şehidler (şâ-hidler) rütbesine ulaşmıştır. Nihayet bu kişinin kalbi bir mahluk ile meşgul değil midir Bundan daha zor olan bu hususun mazur ve basit bir şey gibi gösterilmesi ve bunun önemsizliğinin neticesine ulaşılmasıdır. Hakk Taâlâ: «Onu basit ve önemsiz sanıyorsunuz, halbuki o Allah nezdinde büyük bir şeydir». (Nûr, 24/15) buyurmuştur. (Kalp için böyle bir hazzı meşru görmemelidir). İşte bunun için Vâsıtî (r.a.), «Allah´ bir kulunu adileştirmek istediği zaman şu pisliklere ve leşlere (oğlanlar içine) atar», demiştir.
Feth Mevsıli diyor ki: «Her biri kutub (abdal) sayılan otuz şey-eden ve (üzerine sünger çekilmesi ve) bir perde ile gizlenmesi lazım gelen çirkin fiillerini ve âfetlerini nakleder. Bu adamın,´bu meseleyi, bu şekilde izah etmesi bile şirke benzer, küfrün dengi gibidir. O halde müridin oğlanlarla sohbet etmekten ve onlarla düşüp kalkmaktan sakınması icap eder. Çünkü bu mesele ile ilgili basit bir şey bile hüsran kapısını açar. Hicran ve kovulma hâlinin başlangıcı olur. Allah´ın hakkımızda kötü bir hüküm vermesinden, yine O´na sıvınırız.
Müridin başına gelen âfet ve musibetlerden biri de ihvana (tarikat kardeşlerine) karşı içinde hased ve kıskançlık hislerinin belirmesi, Aziz ve Celil olan Allah´ın tarikatte emsali olan kimselere bahşettiği meziyetlerden kendisini mahrum bırakmasına üzülmesi-dir. Müridin her şeyin bir kısmet işi olduğunu bilmesi icabeder. Kul; hased hislerinden, sadece Hakk´ın vücudu ile iktifa etmesi (kaza ve kaderine razı olması, kardeşi olan) müritteki ilerlemenin Allah´ın lütuf ve nimetinin gereği olduğunu düşünmesi sayesinde kurtulur. Ey mürit! Hak Taâlâ´nın rütbesini terfi ettiği birini görürsen ona hizmetçi ol, atının çulunu taşı, çünkü maksadı Allah´a vâsıl olmak olan zarif ve kibar insanların âdeti bu esas üzerine devam edegelmiştir.
Malum olsun ki, bir toplantıya rastlayan müridin hakkı, daha doğrusu vazifesi bunlardan hepsini elinde bulunan her şeye (Toplantıda bulunan her bir kişiyi kendisine ve sahip olduğu her şeye tercih etmesi) dir. Mürit (ihtiyaç hâlinde bile olsa) aç olanı da tok olanı da kendine tercih eder. Kendisine hocalık ve şeyhlik iddiasında bulunmaz.
3. Bk. «Şahid» bahsi, s. 220.
Müridlerin sema esnasında riayet etmeleri gereken hususlara gelince, başlangıçta müridin semâ esnasında irâdesi ile hareket etmesi (tevacüd) katiyen mahzurdan salim ve hali değildir. Şayet semâ esnasında müride bir hareket varidi ve sâiki gelirse, müritte de fazla kuvvet bulunmazsa; o zaman mürit tesirinde kaldığı galebe hâli ölçüsünde mazur görülür. Galebe hâli zail olunca sakinleşmesi ve oturması icabeder. Eğer vecd hoşuna gittiği için ortada bir galebe ve zaruret hâli bulunmadan irâdesi ile harekete devam ederse semâı sahih olmaz. Bunu itiyat haline getirirse akranından geri kalır, hiç bir hakikati keşf ve müşahede edemez. Bu durumda olan müridin nihâi gayesi kalbini hoş ve neşeli tutmaktan ibaret kalır.
Kısaca hareket (tevacüd), hareket (deveran, tevacüd, raks) eden herkesten bir parça kuvvet alır, hâlini eksiltir, ister mürit olsun ister şeyh olsun hareket edenin hükmü budur. Ancak hareket vaktin işareti ve tesiri ile veya sâliki temyiz hâlinden çıkaran galebe hâlinin şevki ile olursa o zaman hüküm değişik olur. Eğer mürit şeyhin işareti ile hareket ederse ve şeyh de bu müride ve emsaline hükmetme yetkisîne sahipse, o zaman hareket etmekte bir beis yoktur. Fakat hareket etmesine müsaade ettiklerine dair dervişler işarette bulunursa mürit kalkar ve dervişlerin semâına iştirak eder. Dervişlerin gönlünü sıkmamak için yapılması şart olan hareketi yapmaya dikkat eder. Daha sonra müridin hâlinde göstereceği doğruluğun neticesi olarak dervişler, mürit izin istemeden semâ yapmasına müsaade ederler, semâ için izine ihtiyaç kalmaz.
Hırka atmaya (4) gelince, mürit için hak olan, daha doğrusu vazife olan şey kendisinden çıkan bir şeye bir daha dönmemektir.
4. Sûfiler semâ meclisinde besteli şiirler dinlerken gayri ihtiyarî kalkar ve deveran ederlerse buna vecd, iradeli olarak ayağa kalkar ve deveran ederlerse buna da tevâcüd ve hareket adı verilir. Semâ esnasında coşan dervişler sırtlarındaki hırkalarını çıkarıp atarlar ve bir daha bu hırkaları geri almazlar. Buna tarhu´l-hırka derler. Bazan bu hırkanın yırtılarak teberrüken müritler arasında dağıtıldığı ve bir hatıra olarak muhafaza edildiği bile olur.
bir sufi dervişler arasında bulunur ve bu dervişlerin attıkları hırkaları geri aldıklarını bilir ve orada hürmet ve saygı gösterilmesi gereken bir şeyh de yoksa, şayet attığı hırkayı bir daha geri almamak bu müridin prensibi ise; bu durumda en münasip olan hareket tarzı dervişlerle birlikte hırkayı çıkarıp atmak, dervişler hırkalarını geri aldıkları zaman hırkayı tercihen kavval (goyende, ilâhîci) a vermektir. Eğer mürit bu gibi.dervişlerle semâ ederken, «Bu dervişler attıkları hırkaları geri alıyorlar» diyerek hırkasını çıkarıp atmazsa, onun için bu caizdir. Çünkü çirkin olan, müridin bu nevi dervişlere muhalefet etmesi değil, bu dervişlerin attıkları hırkaları geri alma âdetidir. Fakat evlâ olan, dervişler hırkalarını atarken onlara uymak, sonra atılan hırkayı geri almamaktır.
Semâ esnasında müridin, kavvaldan (ve ilâhiciden) okumaya devam etmesini istemesi asla uygun değildir. Çünkü kavvalın besteleri tekrar etmesine ve mecliste bulunan diğer kimselerin istekte bulunmalarına müridin halindeki samimiyet sebep olmalıdır.
Mürit ile teberrük eden veya onu mübarek sayan kimse o müride kötülük etmiş olur. Çünkü mürit (riyayı ve ucbu defetmek için) makam sahibi olmayı ve zuhur (şöhret) sebeplerini terketmek mürit üzerine vacip olmuştur. Makamın terkine ve var olmasına kani olanların görüşü budur. (Makamın terkedilmesi görüşünde olanlar da, var olmasını caiz görenler de şöhret sebeplerini bırakmayı vacip görmüşlerdir).
Bir mürit, bir makama veya (muayyen veya vaadolunmuş bir rızka), malûma veya bir oğlanla sohbete veya bir kadına meyletmeye veya dünyevî bir menfaata dalmaya müptelâ olur da, bulunduğu yerde başına gelen bu şeyden nasıl kurtulacağını gösteren bir şeyh de olmazsa, bu taktirde içinde bulunduğu bu” hâli bozmak ve dağıtmak için sefere çıkmak ve mekân değiştirmek helal olur.
Beşerî ve nefsani varlıkları tamamen sönmeden makam sevdasına kapılmaktan çok müritlerin kalpleri için daha zararlı olan bir şey yoktur.
Tasavvuf bilgisini elde etmek için uğraşan ve dünyevi bir şeyi ve bellemeye gayret eden bir mürit bu mânalara ulaşamaz, tersine daha da uzaklaşır. Bunun içindir ki şeyhler, bir arif marifetinden bahsederse onun cahil olduğuna hükmediniz, derler. Zira onun söylediği sözler marifet ve ilim olmayıp sadece makam ve menzillerden haber vermekten ibarettir. (Görmediği ve yaşamadığı menziller hakkında nakli bilgiden ibarettir). Bir kimsenin ilmi menzil ve makamlara (muamele ve mücâhede hâllerine) galip olursa; o, sülük sahibi değildir, ilim sahibidir.
Müritlerin âdabından biri de baş olma, sivrilme sevdasında olmamaktır. Sâlik, süfilere mürit ve talebe olmalıdır. Çünkü mürit beşerî varlığı sönmeden ve nefsanî âfetleri zail olmadan evvel mu-rad hâline gelirse önüne bir perde (hicap) çekilir, hakikati göremez, bu sebeple onun işaret ve taliminden hiç bir kimse faydalanamaz.
Tasavvufa intisap etmek isteyen müridin riayet etmesi gereken bir hüküm de şudur: Mürit bulunduğu yerde edep ve tasavvuf öğrenebileceği birini bulamazsa, o sırada müritleri ırşad görevi ile meşgul bulunan zatın bulunduğu yere hicret etmesi, orada ikâmet etmesi, izin vakti gelene kadar şeyhinin kapısının eşiğinden ve dergâhtan ayrılmaması icap eder.
Yanlarında ne bir azık nebir para olmadan sefere çıkan ve sonra da Kabe´yi ziyaret eden gençler nefislerinin heveslerine delâlet eden bir davranışta bulunmuş, şeklen ve ismen bu yolda olduklarının alâmetlerini ortaya koymuş olurlar. Yaptıkları seferler hiç bir esasa istinat etmez. Bunun delili şudur: Bu şekilde sefer yapanların seferleri arttıkça kalplerindeki tefrika ve perişanlık hâli de artar. Şayet bunlar nefislerinden ayrılarak manevî bir adım sefer etmiş olsalardı, kendileri için (maddi sahada) bin seferden daha faydalı olurdu. (Sefer der-vatan).
Bir şeyhi ziyaret eden mürit için, şeyhin huzuruna hürmet ve edeple girmek, ona saygı ve heybet duyguları içinde bakmak şarttır. Bundan sonra eğer şeyh o müridi bir hizmette ehil ve lâyık görürse mürit bunu büyük bir nimet ve ganimet saymalıdır.
Şeyhlerin masum (ismet sahibi, lâ-yuhtî, hatasız, günahsız) olduklarına müritlerin itikad etmemeleri lazımdır. (Şeyhlerden şeriata muhalif saydığı bir şeyin zuhur ettiğini görünce) mürit onları hâlleri ile başbaşa bırakır, haklarında hüsnü zanda bulunur. (Bu durumda şeyhlerin söz ve hareketlerine değil) kendisine terettüb eden mükellefiyetler hususunda Allah Taâlâ ile aralarında bulunan hudûd ve ahkâma riayet eder. illetli olan ile sıhhatli olan arasındaki farkı görmek için (şeriat) ilmi kâfidir.
Bir mürit ki: Dünya metaının ve malının kalbinde bir değeri ve önemi vardır, ona ifâde ve müritlik ismi sadece mecaz yolu ile verilir. Bir mürit elinde bulunanı harcamak isterken, hangi hayır nevine veya hangi şahsa sarfedeyim, diye kalbinde bir ihtiyar ve tercih duygusuna sahip olursa; o, hâlinde külfet üzeredir, hızlı bir şekilde terkettiği dünyaya dönme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çünkü kalbini bununla meşgul etmemesi lazımdır. Onun yanında bir şeyin bulunması ile bulunmaması hâlinin müsavi olması icap eder, ta ki bunun için fakirden nefret edip kaçmasın, Mecûsi dahi olsa (mal için) birini sıkıştırmasın.
Şeyhlerin kalplerinin bir müridi kabul etmesi, onu makbul sayması; o, müridin saadet sahibi olduğunun en doğru delilidir. Bir kimseyi şeyhlerden birinin kalbi reddederse; o kimse, bir müddet sonra bile olsa bunun (kötü) neticesini görür. (Bir kimse şeriatı reddettiği için velînin kalbi onu reddeder). Şeyhlere hürmet etmeme bedbahtlığına mübtelâ olan, şakavet alâmetlerini göstermiş olur. Bu böyledir, hiç şaşmaz.
Oğlanlarla sohbet etmek (Sohbetu´l-ihdâs) ve onlarla düşüp kalkmak bu yolda karşılaşılan en çetin âfetlerdendir. Allah bir kimseyi bununla mübtelâ kılarsa-, o kimse hakkında şeyhlerin ittifak ettikleri hüküm şudur: Bu kimse Aziz ve Celil olan Allah´ın zelil kıldığı ve inayetinden mahrum ettiği bir kuldur. Daha doğrusu milyonlarca keramet gösterme ehliyetine sahip kılınmış bile olsa Allah´la meşgul olma halinden uzaklaştırılmıştır. Farzet ki böyle bir adam (kulumun gözü, kulağı… olurum mealindeki) hadiste işaret edildiği gibi «Allah´ı sanatta ve eserde temaşa eden» şehidler (şâ-hidler) rütbesine ulaşmıştır. Nihayet bu kişinin kalbi bir mahluk ile meşgul değil midir Bundan daha zor olan bu hususun mazur ve basit bir şey gibi gösterilmesi ve bunun önemsizliğinin neticesine ulaşılmasıdır. Hakk Taâlâ: «Onu basit ve önemsiz sanıyorsunuz, halbuki o Allah nezdinde büyük bir şeydir». (Nûr, 24/15) buyurmuştur. (Kalp için böyle bir hazzı meşru görmemelidir). İşte bunun için Vâsıtî (r.a.), «Allah´ bir kulunu adileştirmek istediği zaman şu pisliklere ve leşlere (oğlanlar içine) atar», demiştir.
Feth Mevsıli diyor ki: «Her biri kutub (abdal) sayılan otuz şey-eden ve (üzerine sünger çekilmesi ve) bir perde ile gizlenmesi lazım gelen çirkin fiillerini ve âfetlerini nakleder. Bu adamın,´bu meseleyi, bu şekilde izah etmesi bile şirke benzer, küfrün dengi gibidir. O halde müridin oğlanlarla sohbet etmekten ve onlarla düşüp kalkmaktan sakınması icap eder. Çünkü bu mesele ile ilgili basit bir şey bile hüsran kapısını açar. Hicran ve kovulma hâlinin başlangıcı olur. Allah´ın hakkımızda kötü bir hüküm vermesinden, yine O´na sıvınırız.
Müridin başına gelen âfet ve musibetlerden biri de ihvana (tarikat kardeşlerine) karşı içinde hased ve kıskançlık hislerinin belirmesi, Aziz ve Celil olan Allah´ın tarikatte emsali olan kimselere bahşettiği meziyetlerden kendisini mahrum bırakmasına üzülmesi-dir. Müridin her şeyin bir kısmet işi olduğunu bilmesi icabeder. Kul; hased hislerinden, sadece Hakk´ın vücudu ile iktifa etmesi (kaza ve kaderine razı olması, kardeşi olan) müritteki ilerlemenin Allah´ın lütuf ve nimetinin gereği olduğunu düşünmesi sayesinde kurtulur. Ey mürit! Hak Taâlâ´nın rütbesini terfi ettiği birini görürsen ona hizmetçi ol, atının çulunu taşı, çünkü maksadı Allah´a vâsıl olmak olan zarif ve kibar insanların âdeti bu esas üzerine devam edegelmiştir.
Malum olsun ki, bir toplantıya rastlayan müridin hakkı, daha doğrusu vazifesi bunlardan hepsini elinde bulunan her şeye (Toplantıda bulunan her bir kişiyi kendisine ve sahip olduğu her şeye tercih etmesi) dir. Mürit (ihtiyaç hâlinde bile olsa) aç olanı da tok olanı da kendine tercih eder. Kendisine hocalık ve şeyhlik iddiasında bulunmaz.
3. Bk. «Şahid» bahsi, s. 220.
Müridlerin sema esnasında riayet etmeleri gereken hususlara gelince, başlangıçta müridin semâ esnasında irâdesi ile hareket etmesi (tevacüd) katiyen mahzurdan salim ve hali değildir. Şayet semâ esnasında müride bir hareket varidi ve sâiki gelirse, müritte de fazla kuvvet bulunmazsa; o zaman mürit tesirinde kaldığı galebe hâli ölçüsünde mazur görülür. Galebe hâli zail olunca sakinleşmesi ve oturması icabeder. Eğer vecd hoşuna gittiği için ortada bir galebe ve zaruret hâli bulunmadan irâdesi ile harekete devam ederse semâı sahih olmaz. Bunu itiyat haline getirirse akranından geri kalır, hiç bir hakikati keşf ve müşahede edemez. Bu durumda olan müridin nihâi gayesi kalbini hoş ve neşeli tutmaktan ibaret kalır.
Kısaca hareket (tevacüd), hareket (deveran, tevacüd, raks) eden herkesten bir parça kuvvet alır, hâlini eksiltir, ister mürit olsun ister şeyh olsun hareket edenin hükmü budur. Ancak hareket vaktin işareti ve tesiri ile veya sâliki temyiz hâlinden çıkaran galebe hâlinin şevki ile olursa o zaman hüküm değişik olur. Eğer mürit şeyhin işareti ile hareket ederse ve şeyh de bu müride ve emsaline hükmetme yetkisîne sahipse, o zaman hareket etmekte bir beis yoktur. Fakat hareket etmesine müsaade ettiklerine dair dervişler işarette bulunursa mürit kalkar ve dervişlerin semâına iştirak eder. Dervişlerin gönlünü sıkmamak için yapılması şart olan hareketi yapmaya dikkat eder. Daha sonra müridin hâlinde göstereceği doğruluğun neticesi olarak dervişler, mürit izin istemeden semâ yapmasına müsaade ederler, semâ için izine ihtiyaç kalmaz.
Hırka atmaya (4) gelince, mürit için hak olan, daha doğrusu vazife olan şey kendisinden çıkan bir şeye bir daha dönmemektir.
4. Sûfiler semâ meclisinde besteli şiirler dinlerken gayri ihtiyarî kalkar ve deveran ederlerse buna vecd, iradeli olarak ayağa kalkar ve deveran ederlerse buna da tevâcüd ve hareket adı verilir. Semâ esnasında coşan dervişler sırtlarındaki hırkalarını çıkarıp atarlar ve bir daha bu hırkaları geri almazlar. Buna tarhu´l-hırka derler. Bazan bu hırkanın yırtılarak teberrüken müritler arasında dağıtıldığı ve bir hatıra olarak muhafaza edildiği bile olur.
Bir sufi dervişler arasında bulunur ve bu dervişlerin attıkları hırkaları geri aldıklarını bilir ve orada hürmet ve saygı gösterilmesi gereken bir şeyh de yoksa, şayet attığı hırkayı bir daha geri almamak bu müridin prensibi ise; bu durumda en münasip olan hareket tarzı dervişlerle birlikte hırkayı çıkarıp atmak, dervişler hırkalarını geri aldıkları zaman hırkayı tercihen kavval (goyende, ilâhîci) a vermektir. Eğer mürit bu gibi.dervişlerle semâ ederken, «Bu dervişler attıkları hırkaları geri alıyorlar» diyerek hırkasını çıkarıp atmazsa, onun için bu caizdir. Çünkü çirkin olan, müridin bu nevi dervişlere muhalefet etmesi değil, bu dervişlerin attıkları hırkaları geri alma âdetidir. Fakat evlâ olan, dervişler hırkalarını atarken onlara uymak, sonra atılan hırkayı geri almamaktır.
Semâ esnasında müridin, kavvaldan (ve ilâhiciden) okumaya devam etmesini istemesi asla uygun değildir. Çünkü kavvalın besteleri tekrar etmesine ve mecliste bulunan diğer kimselerin istekte bulunmalarına müridin halindeki samimiyet sebep olmalıdır.
Mürit ile teberrük eden veya onu mübarek sayan kimse o müride kötülük etmiş olur. Çünkü mürit (riyayı ve ucbu defetmek için) makam sahibi olmayı ve zuhur (şöhret) sebeplerini terketmek mürit üzerine vacip olmuştur. Makamın terkine ve var olmasına kani olanların görüşü budur. (Makamın terkedilmesi görüşünde olanlar da, var olmasını caiz görenler de şöhret sebeplerini bırakmayı vacip görmüşlerdir).
Bir mürit, bir makama veya (muayyen veya vaadolunmuş bir rızka), malûma veya bir oğlanla sohbete veya bir kadına meyletmeye veya dünyevî bir menfaata dalmaya müptelâ olur da, bulunduğu yerde başına gelen bu şeyden nasıl kurtulacağını gösteren bir şeyh de olmazsa, bu taktirde içinde bulunduğu bu” hâli bozmak ve dağıtmak için sefere çıkmak ve mekân değiştirmek helal olur.
Beşerî ve nefsani varlıkları tamamen sönmeden makam sevdasına kapılmaktan çok müritlerin kalpleri için daha zararlı olan bir şey yoktur.
Tasavvuf bilgisini elde etmek için uğraşan ve dünyevi bir şeyi ve bellemeye gayret eden bir mürit bu mânalara ulaşamaz, tersine daha da uzaklaşır. Bunun içindir ki şeyhler, bir arif marifetinden bahsederse onun cahil olduğuna hükmediniz, derler. Zira onun söylediği sözler marifet ve ilim olmayıp sadece makam ve menzillerden haber vermekten ibarettir. (Görmediği ve yaşamadığı menziller hakkında nakli bilgiden ibarettir). Bir kimsenin ilmi menzil ve makamlara (muamele ve mücâhede hâllerine) galip olursa; o, sülük sahibi değildir, ilim sahibidir.
Müritlerin âdabından biri de baş olma, sivrilme sevdasında olmamaktır. Sâlik, süfilere mürit ve talebe olmalıdır. Çünkü mürit beşerî varlığı sönmeden ve nefsanî âfetleri zail olmadan evvel mu-rad hâline gelirse önüne bir perde (hicap) çekilir, hakikati göremez, bu sebeple onun işaret ve taliminden hiç bir kimse faydalanamaz.