Seyfi Say
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre, bilgi sahibi olmanın yolları üçtür: Haber-i sadık (doğru haber; Vahiy bu kapsamda yer alır), akıl, ve havass-ı selime (sağlam duyular). Bunlarda ise insanlar ortaktır.
Bunun dışında keşif veya ilham, Nesefi Akaidi’nin hemen başında belirtildiği gibi, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından kesin bilgi kaynağı kabul edilmemiştir. İmam-ı Rabbani de şöyle demektedir: “Vahiy kat’i olup ilham zannidir…. Bunun için, o meydanda hata dönebilir.” (Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147.) Yine şöyle demektedir: “Ne ilham, haramı ve helali isbat edebilir; ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.” (C. 2, s. 1119)
Üstelik, keşf sahibi olmak bir üstünlük de değildir. İmam-ı Rabbani şöyle demektedir: “… Gayblerin keşfi, bunların velayetine bir şey artırmaz…. Çoğu kez, gaybi suretlerin keşfine sahip olmayan; o suretlerin keşfine sahip olandan daha faziletlidir.” ( Mektubat, C. 2, s. 1217) “Hakikat, ehl-i hak olan ulema yanındadır…. Zira, alimlerin ilimleri, nübüvvet kandilinden alınmıştır. O nübüvvet sahibine salat, selam ve tahiyyat.. İşbu ilimlerin esas kaynağı, kat’i vahiyle teyid edilmiştir. Ancak, sofiye zümresinden bazı zatların maarifi, keşf ve ilhama dayanır. Hem keşifte, hem de ilhamda hata yolu bulunabilir. Keşfin ve ilhamın sağlamlığına alamet odur ki, ehl-i sünnet ve vel cemaat ulemasının ilimlerine mutabık buluna.. kıl kadar olsa dahi, aralarında bir aykırı durum olursa, doğruluk çemberinden çıkar. Asıl sağlam ilim ve açık hakikat budur. Hakkın harici (gerçek dışı) olan da, ancak dalalettir.” (C. 1, s. 288-289)
İmam-ı Rabbani’nin şu uyarısı da önem taşımaktadır: “… Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam bir şekilde mülahaza edilince görülecektir ki; Hak ulema tarafındadır.” (C. 1., s. 645) “Sofiyenin amelleri, helal ve haram işinde senet değildir…. Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin….” (C. 1, s. 662) “Bu cemaat, her ne kadar kendi hususlarında hal galebesi dolayısı ile mazur, hatalı müçtehid gibi mahfuz iseler de; onlara uyanlara olacak muamele ne olur bilemiyoruz. Keşke bunlar, hatalı müçtehid uydularından olsalardı.. Yoksa, iş müşkildir.” (C. 1, s. 684) (Hal galebesi yani sekr söz konusu olmadığı zaman mazur değildirler.) “Kulluk ve itaat makamı, ihtilafa dayalı meselelerde meşayihle bir olup ulemaya karşı muhalif durmaya takat getiremez.” (C. 2, s. 1055)
İmam Şa’rani de, “Şeriat ile birlikte dönün, her halükarda onunla birlikte olun. Keşfin yanında olmayın, çünkü o hata edebilir” demiştir. (Risaletü’l-Müsterşidin, s. 135’ten aktaran Abdullah el-Harari, Müslümanlara Önemli Bir Nasihat, çev. Halit Sevimli, İstanbul 2007, s. 52.)
Ebu’l-Hasan eş-Şazeli de şöyle demiştir: “Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin sünnetine sarıl ve nefsine: ‘Kitap ve Sünnet’le amel edecek olursam kurtulacağıma dair Allah bana güvence verdi. Keşif, ilham ve müşahede ile amel ettiğim takdirde ise, bunlar Kitap ve Sünnet’e uygun düşmedikçe korunup kurtulacağıma dair Allah bana bir güvence vermedi.’ de.” (A.y.)
Bahaeddin Nakşibend’in “Tasavvuftaki seyr u sülukten maksat nedir?” sorusuna verdiği, “İcmali olan marifeti tafsil etmek, istidlali olan bilgiyi de keşfe dönüştürmektir” şeklindeki karşılık da, konunun anlaşılması bakımından önemlidir. Tasavvufla elde edilmek istenen tafsili (ayrıntılı) marifet (bilgi), daha önceki icmali (öz) bilgiye aykırı olamaz. Keşifle ulaşılan bilgi de, istidlali (akli delillerle ulaşılan) bilginin başka bir düzeyde anlaşılmasından başka bir şey değildir. Şayet keşifle ulaşıldığı ileri sürülen bilgi istidlali bilgiden farklı ise, bu, sapıklıktan başka bir şey değildir. O yüzden Şah-ı Nakşibend, istidlali olan bilginin keşfe dönüştürülmesinden söz etmiş, fakat istidlali bilginin ötesindeki bir keşif iddiasında bulunmamıştır. O halde, keşfe dayanılarak ortaya atılan marifet iddiasının doğruluğunun tek garantisi, istidlali bilginin ona mutabık olmasıdır.
Bir de keşif ve ilhamdan nasibi bulunmayan üç kağıtçı sufi taslakları var ki, bunlar kurdukları özel istihbarat ağları ve tecessüs/casusluk mekanizmaları ile insanların bir takım özel bilgilerine sahip olmayı, sonra da bunu keşif ve keramet gibi algılanacak şekilde kullanmayı huy edinmişlerdir. Bu tür sahtekarlar ayrı bir konu.
Sufiler genellikle nefis terbiyesi ile ilgili mevzularda bilgi sahibidirler. Bununla birlikte onların ayırıcı vasfı, şayet sahipseler, bu bilgilerinin tecrübi olması, kitaplarda yazılı olan teorik açıklamaların öğrenilmesine dayanmamasıdır. Kitaplardaki bilgileri öğrenme bakımından sufi olanla olmayan arasında bir fark yoktur.
Tecrübi bir bilgi olan tasavvuf, mesela hilafet ve imamet gibi konularda bilgi sahibi olmanın yolu değildir. Dolayısıyla, sufilerin tasavvufla ilgisiz konulardaki görüşlerine ancak bunların şer’i delillere dayanması ve ait olduğu ilmin usul ve kurallarına uygun olması durumunda itibar edilebilir. Ancak, sufilerin değil böylesi konularla, kendi alanlarıyla ilgili beyanları bile genellikle ihtiyatla karşılanmalıdır. ( tasavvufi kavramlarla ilgili yaptıkları açıklamalar genellikle kendi makamlarında gördükleridir. Bu nedenle aynı konu da farklı açıklamalara rastlanabilir. Bu makamların farklılığındandır.) Günümüz sufilerinin ise önemli bir bölümünün nefis terbiyesi konusunda bile doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadıkları görülmektedir.
Konuyla ilgili olarak İmam Gazali şöyle der:
“Ne yazık ki mutasavvıfenin sözleri daima eksiktir. Çünkü onların adeti, kendi hallerinden haber vermektir. Başkasının hallerine önem vermezler. Hallerin ihtilafı ile cevaplar da ihtilaf eder. Bu ise ilim derecesine nispetle noksandır. Zira eşyayı olduğu gibi bilmek daha iyi ve daha üstündür. Ancak himmet, irade ve ciddiyete nispetle de bir kemaldir. Zira herkes kendi durumunu açıklar, başkasına kıymet vermez ve onu benimsemez. Çünkü Allah’a giden yolu kendi nefsi ve menzilleri, konak yerleri de kendi halleridir. Halbuki bazen kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Her ne kadar yakınlık ve uzaklık itibariyle ihtilaf ederlerse de Allah’a giden yollar pek çoktur. Hidayetin aslında müşterek olmakla beraber, daha çok hidayete ermiş olanı Allah bilir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, çev. Serdaroğlu, C. 4, s. 76-77.)
İmam Gazali, eserinin başka sayfalarında konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alır:
“… Herkes kendi vaziyetini açıklamıştır. Başkası hakkında da aynı hükmü vermek, doğru olmaz. İşte zahiri ilimlerde alim ile sofunun [sufinin] farkı buna göredir. Sofu ancak kendi halinden konuşur. Şüphesiz her sofu kendi haline göre cevap verir. Alim, gerçeği olduğu gibi anlayan kimsedir. O, kendi vaziyetini örnek almaz, belki gerçeği açıklar. O gerçek ki, onda kimse ihtilaf etmez. Çünkü daima hak birdir. Hakkı bulamayanlar, sayılamayacak kadar çoktur…. Bunun için bunlardan hiç biri diğerinin tasavvufta daha üstün olduğunu kabul etmez ve hiç biri diğerini medh u senada bulunmaz. Belki her biri kendisinin hakka vasıl olup hakikati bulduğunu iddia eder. Zira onlar ekseriya kalplerindeki hallerin gereğine göre hareket ederler. Ancak kendi nefisleri ile meşgullerdir, başkasına bakmazlar. Fakat ilim, nuru ile parladığı zaman her şeyi kuşatır, hakkın yüzünden perdeyi kaldırarak ayrılıkları giderir.” (İhyau’ Ulumi’d-din, C. 2, s. 616.)
Öte yandan, şu ayeti de akılda tutmak gerekir:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını),(hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)
( Burada eleştirilen tasavvuf adı altında kendi batıl fikirlerini yaymaya çalışan sapık tarikatlardır. Onlar keşif ve ilham adı altında dine aykırı bir yaşamı ve haram yolları meşru görmektedirler. Yoldan çıkmışlardır. Sapık zümreleridir. Batıl fıkıh mezhepleri gibidirler.)
Merhum Elmalılı bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:
“ ‘Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler’. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfi arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helal gördüler…. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine, heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu ayetin manası hakkında meşhur Hatim-i Tai’nin oğlu Adiy demiştir ki: ‘Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı (ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı), Resulullah Beraetün (Tevbe) Suresi’ni okuyordu, bana “Ya Adiy şu boynundaki veseni at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler” anlamına olan ayetine geldi, ben, “Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi” dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?” Ben de “Evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir” buyurdu.’
“Rebi’ demiştir ki, ‘Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?’ diye Abdul’ali’ye sordum. O da ‘Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan ayetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı’ dedi.
“Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona ‘rab’ adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din alimlerine, ulul’emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah’ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi alimleri ve yöneticileri demek olan ‘ahbar’ ve ‘ruhban’a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor şeklinde düşünmeye gerek yoktur…. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkamını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah’ın hukukuna aykırı olan, Allah’ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve alimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür…. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmi haysiyetten mahrum birer tağutturlar…. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise alimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir….”
Merhum Elmalılı’nın açıklamaları böyle..