“Andolsun gökyüzüne.” Buradaki “vav” yemin içindir. Sema ise, bildiğimiz göğe ve mutlak yüksek mânâsına maddi ve ruhani her yüksekliğe ve dolayısıyla hava boşluğuna, buluta ve yağmura veya yağmurdan meydana gelen bitkilere ve yiyeceklere dahi denir. Burada bazıları “yağmur” mânâsına demişlerse de çoğunluğun dediği gibi bildiğimiz gök mânâsına olması açıktır ki yukarıda çatlayacağı, yarılacağı hatırlatılan ve burçları olduğu bildirilen gök demek olur. Bununla beraber Arş´a kadar maddi ve ruhani mutlak yükseklik mânâsına olması da yeminin cevabına pek uygundur.
Yeminin faydası, yemin edilen şeyin önemine dikkati çekerek verilen haberi desteklemektir. Burada iki şeye yemin olunuyor. Birisi gök, birisi de Târık´tır.
TÂRIK, aslında “tark” kökünden ism-i fâildir. Tark, bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmaktır. Bu asıl mânâsından genişletilerek bunun gerektirdiği birçok mânâda kullanılmıştır. “Çekiç” ve “çomak” mânâsına “mıtraka” bu köktendir. Yol mânâsına gelen “tarîk” da bundan türetilmiştir. Zira yolcular ona ayak vururlar. Buna göre “târîk”, esasen “tokmak vurur gibi şiddetle vuran” demek olduğu halde sonra ayak vurmak, yol tepmek mânâsıyla lügat örfünde yola giden yolcuya isim olmuş ve bu mânâda yaygın şekilde kullanılarak hakikat olmuştur. Sonra “gece gelen” mânâsında özelleşmiştir ki geceleyin gelip kapı çalan veya gönül hoplatan ziyaretçi mânâsını ifade eder. Mastarı “tark” ve “turuk”tur. Sonra bu mânâdan genişletilerek her ne olursa olsun geceleyin ortaya çıkıp göze, gönüle çarpan her şeye, hatta hayalî görüntülere dahi târık denilmiştir. Nitekim Şair:
“O hayal gördü ve hiçbir tarafa meyletmedi. Oysa kervanlarımızı hızlandırma açısından gece kadar etkili bir şey yoktur.” demiştir. Bizim zihne çarpmak tabirimiz de bu türdendir. Bir de Târık, özellikle sabaha karşı doğan sabah yıldızına da denir. Burada Târık, yemin ile cevabı arasında bir ara cümlesi olarak şöyle tefsir olunuyor:
2. Bildin mi sen Târık nedir .
3. “Karanlığı yaran yıldızdır.” Üzerine yemin edilen o Târık, delen yıldızdır.
NECM-İ SÂKIB, delik mânâsına “sakb” kökünden “delen yıldız” demek olup ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı mânâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da “sâkıb” denilir. Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme mânâsına gelir ki bazıları bu mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb, yüksek yıldız demek olduğunu söylemişlerdir. Şu halde ´nün başındaki “lâm” cins ifade eden lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak veya yüksek yıldız cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü Abbas´tan bir rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi´nin başında geçtiği gibi Süreyya veya Kur´ân yıldızı olmak ihtimali de vardır.
İlk akla gelen Sabah yıldızı olmakla beraber Târık manevi şeyler için de kullanılabildiğine ve “yıldızla da yol bulurlar”(Nahl, 16/16) mânâsınca yıldızda bir hidayet ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre “Necm-i Sâkıb”tan maksadın geceleyin gökte doğan herhangi bir parlak yıldızın göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda parlayışı gibi manevi semadan nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve kesin inanç nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması daha uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan
aydınlatmak için yıldız gibi şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak nuruna yemin olsun.
4. Hiçbir nefis yoktur ki ille üzerinde bir hafız, bir koruyucu olmasın.> Her nefis üzerinde, her halde mutlak bir koruyucu vardır. Onu, her halinde bütün varlığıyla bütün fiil ve davranışlarını ve onunla ilgili olan her şeyi görür gözetir, hepsi onun koruması, gözetimi ve kontrolü altında olur. Ki O, Levh-i Mahfuz´u da koruyan yüce Allah´tır. Bir nefis ne kadar yüksek olursa olsun, her halinde üzerinde bir koruyucu bulunmaktan kurtulamaz. Hiç bir zaman kendi kendine başıboş bırakılmaz. Her an kontrol altındadır. “Oysa üzerinizde muhakkak gözcü melekler var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler.”(İnfitar, 82/10-12) buyurulduğu üzere insanlar üzerine her yaptıklarını bilerek yazan değerli melekler ve “Onun önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Onu Allah´ın emrinden dolayı gözetirler.”(Ra´d, 13/11) buyrulduğu üzere Allah´ın emriyle her insanı önünden ve arkasından muhafaza ederek takip eden muhafız melekler bulunmakla beraber, Kaf Sûresi´nde “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği gibi onlar insanın nefsindeki her gizli vesveseye ulaşamaz; fiillerini, sözlerini, kararlarını kayıt edip zabıt tutarlarsa da bütün içindekileri bilemezler. Fakat şahdamarından daha yakın, “Her şeyi koruyucu” (Hud, 11/57), “Her şeyi hakkıyla gözetici”(Ahzab, 33/52), “Her şeye şahit” (Mâide, 5/1117) “Göğüslerdekileri bilici”(Âl-i İmran, 3/119, 154) olan yüce Allah hepsinin üzerinde koruyucudur. Bütün muhafızlar onundur. İnsanın hafızası da onun koruyucu olduğunu gösteren delillerden biridir.
Ebu Umame (r.a.)´den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Mümine yüzaltmış melek vekil kılınmıştır. Onlar bal çanağından sinek kovalar gibi müminden şeytanları kovarlar. İnsan kısa bir süre kendine bırakılsa şeytanlar onu kapışıverirlerdi.
Bazıları bu âyette geçen “hâfız”ı, koruyucu hafaza melekleriyle, bazıları da
amelleri kayda geçiren yazıcı kontrol melekleriyle tefsir etmek istemişlerse de asıl maksat her iki mânâ ile hepsinin üzerinde gerçek koruyucu olan yüce Allah´tır.
Bazıları da burada “hâfız”ı akıl diye anlamak istemişlerdir. Fakat söylediğimiz gibi insanın akıl ve hâfızası da yüce Allah´ın âyet ve delillerinden biridir. Nefis, göğü ve Târık´ı onunla anlayıp kendisiyle mukayese ederek üzerindeki “hâfız”ı anlamaya giden yolu bulabilir. Bundan dolayı akıl yoluyla bu dâvâyı isbatın veya nakil yoluyla bu haber vermenin bir dalı ve şubesi olarak buyruluyor ki:
5. Onun için insan baksın, üstünde bulunan göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak veya yüksek yıldız gibi göze gönüle çarparak nefsine gelen Târık´a bakıp içinden ve dışından nasıl yüksek bir koruma ve kontrol altında bulunduğunu anlamak ve ona göre fenalıktan sakınıp sonunda sevinebileceği görevleri gayret sarfederek yapmak üzere kendini düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı
Bazıları burada insan nefsinin, “heykeli mahsüs” yani görünen heykel denilen bedenden ibaret olduğunu ve bu şekilde bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan ibaret olduğunu düşündürme akışı içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu tamamen doğru değildir. Zira “insan baksın” emrinden, ilk evvel insanın bedenden ibaret değil, bakan, yani düşünen şey demek olduğu anlaşılır ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği gibi “Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir, kendi nefsini görür.”(Kıyamet, 75/14) âyetinin ifade ettiği mânâ ile tamamen aynıdır. Gerçi cevapta insanın bedeni itibarıyla yaratılışı, yaratılmaya başlanması anlatılmış ise de bundan insanın bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış aşamalarından bir aşamaya ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış olur.
İkinci olarak, bu sorunun bu şekilde sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde bulunan koruyucu ve gözetici karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir uyarı bulunduğunda şüphe yok ise de asıl sorunun gelişi, o değersizliği düşündürmek değil, onu değersiz bir başlangıçtan yaratıp yükselterek “düşünen insan” derecesine getiren yüce yaratıcının yaratma ve korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o yaratıcının tekrar yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla “Bütün sırların yoklanacağı gün”de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp Allah´a doğru yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini anlatmaktır ki nazar, yani bu âyette emredilen bakma
ve düşünme, bu çabanın başlangıcı demektir.
6. Onun için yaratılışının başlangıcında bir erlik suyu halinde iken bile rahime geçmek için bir tür gayret ve çaba demek olan dıfk, yani “atma” özelliği açıkça belirtilerek cevabında buyruluyor ki: Atan bir sudan yaratıldı.
DIFK fiili, dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun niteliği “atılan” veya “dökülen” olması gerekirken “atan” denilmesi kuşkusuz çok dikkat çekicidir. Bunun izahını üç şekilde yapmışlardır.
BİRİNCİSİ, Zeccac´ın Sibeveyh´ten naklettiği üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet mânâsıyla “dıfıklı” demek olarak yine atılan mânâsından olmasıdır.
İKİNCİSİ, “Razı olunmuş hayat”(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî yoluyla ism-i mef´ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ: “Sıfat yerinde bunu Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. “Gizlenmiş sır” , “Yorgun düşmüş dikkat” ve “Uyunan gece” tabirlerinde olduğu gibi” demiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ, İmam Halil ve Kutrub´tan dıfk ve dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da geldiği nakledilmiştir. Fakat hangisi de olsa bunun bu şekilde anlatılmasında bir nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir çaba tasavvur ettirmek üzere atma işinin onun tarafından yapıldığının söylenmesidir.
“Mâ” kelimesinin başındaki “min” başlangıç ifade eder. “Bir kısım” mânâsına gelmesi de “Suyun hepsinden çocuk olmaz.” sahih hadisinin mânâsına uygun olur ki, “atan bir suyun bir kısmından yaratıldı” demek olur. “Mâ” kelimesinin sonundaki tenvin de küçümseme, değersizlik, âdilik ifade eder. Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır.
7. Ama rastgele atılan her sudan değil şu nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.
SULB, sulüb, saleb sâlib; başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine denir ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel kelimeleri ile ifade edilir. Dimağdan inen ve “nuha-ı şevki= omurilik” denilen ve sinir sisteminin ana hattı olan “korkar ilik” onun içinden iner. Beden şekillenme ve oluşumunun sertlik ve sağlamlık ekseni demek olan bir temel direğidir.
TERÂİB de “teribe”nin çoğuludur. Göğüs kemiklerine denir ki “göğüs tahtası”
tabir edilir. İki meme ile boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün sağ tarafından dört ve sol tarafından da dört kaburgaya veya iki el, iki ayak ve iki göze de denilir. Özellikle göğüste gerdanlık takılan yere denir. Demek ki sırttaki omurların karşılığı olarak göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan her boğumu bir teribe olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu durumuda asıl terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler arasına doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık takılan bölümüne ve hepsine denir. Nitekim İmriu´l-Kays´ın:
“Beli ince, bembeyaz, göbekli değil,
Sinesi ayna gibi parlaktır.”
beytinde ayna gibi cilalanmış diye nitelediği terâib, kemikler değil, sinenin kendisidir.
Sulb ile terâib bedenin arkadan ve önden iki duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki temel direğiyle ifade etmiş oluyor ki bunların arası üreme aygıtını kapsar. Şu halde “sulb ile terâib arası”, bedenin bütün şekliyle ilgili olup ortasında bulunan üreme aygıtlarından kinâye olur. Aynı zamanda sulb erkeğe, terâib de kadına işaret olarak aralarının birleşmesinden kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın hakkında daha meşhur ve açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş olmaya daha yakındır. Gerçi “çıkan” kelimesi “ma-i dâfik” (atan su)in sıfatı olmak daha yakın bulunduğu için, altında gizli olan “o” zamirinin bunun yerini tutmuş olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça erkeğin suyu anlaşılabileceği gibi; “sulb ve terâib arasından” ifadesinden de ilk akla gelen erkeğin sulbü ile erkeğin göğüs kemikleri arası olur ise de birleşme halinde erkek ve kadından her birinin sulb ve teraibi arasına, yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak ikisinin de sebep oluşuna işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu vasfın faydası daha kapsamlı olur.
Tefsircilerin burada başlıca iki görüşü vardır:
BİRİSİ, ilk söylediğimiz gibi “atan su” erkeğin suyu, “sulb ve terâib arası” da erkeğin sulbü ve göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın yönü yok sayılmış değil, ancak açıkça ifade edilmeyip “Allah onu hangi şeyden yarattı Bir erlik suyundan, onu yarattı.”(Abese, 80/18-19) âyetinde olduğu gibi en önemli olanına işaretle yetinilmiş olur.
İKİNCİSİ, erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinden, yahut ikisinin
de sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplamına işaret olmaktır. Çünkü tâ Al-i İmran Sûresi´nin başında geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) ´den “Erkek ve kadından hangisinin suyu -kuvvetçe- üstün gelirse çocuk daha çok ona benzer.” diye rivayet olunduğuna göre çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden meydana gelir.
Bunun iki su olduğu halde sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan “atan bir su” diye ifade olunmasının sebebi de şöyle açıklanmıştır.
BİRİNCİSİ: Erkekle kadın ikisi birleşme halinde bir tek şey gibi olduklarından dolayı burada bu ifade güzel olmuştur.
İKİNCİSİ: Bir şeyin iki sebebi olduğu zaman, “bu, şununla şunun arasında oldu” demek uygun olur. O halde “dâfik” (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının vasfıyla o şeyin tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı “atan” vasfını taşıması sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut kadının suyu da rahime dökülmesi nedeniyle onda da bu sıfat düşünülebilir.
Bu iki görüş üzerine burada kadının da menisi var mıdır, yok mudur Varsa, çocuğun doğmasında asıl olan hangisidir tarzında bazı tartışmalar olmuştur. Kadının da bir suyu bulunduğunu ve buna şer´an onun menisi denildiğini ve embriyonun meydana gelmesi için döllenmede iki tarafın da ilgili olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat kadının suyu erkeğin menisi gibi hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi bir yardımcı hizmeti yapmakla kalıyor mu Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte etken birer unsur mudur Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda mıdır Bu yönler aranmıştır.
Kur´ân âyetlerinin toprak, çamur, kupkuru çamur, şekillenmiş balçık, çamur hülâsasından sonra başlangıç olarak gösterdiği değersiz su, meni, atan su hep erkeğin menisinde olduğu bilinmesini ve kadın menisi hakkında bir açıklık bulunmamasını göz önüne alan bir kısım âlimler, çocuğun oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu olduğu görüşüne varmışlar ve kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı mahiyetinde düşünerek ilk görüşü tercih etmişlerdir.
Öte yandan ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine dayanılarak katılan etkili
veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum) veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde “mebiz” denilen yumurtalıktan çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. “Suyun tamamından çocuk olmaz.” hadisi gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, kadın suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır. Gizli olan döllenme işinde bunun görevinin ne olduğu hususunda üç ihtimal vardır:
BİRİNCİSİ, erkek tohumunun faaliyet ve gelişmesine yalnız zemin teşkil eden bir edilgen olmasıdır.
İKİNCİSİ, onun ile karışıp birleşerek hepsinin birden faaliyet gösterip gelişmesidir.
ÜÇÜNCÜSÜ, erkek menisi bunun faaliyetine yalnız bir uyarıcı sebep gibi olup yavrunun aslının o yumurtacıktan gelişmesidir. İşte tefsirciler âyetinin tefsirinde birinci ve ikinci ihtimaller üzerinde yürümüşler, üçüncü ihtimali hiç nazar-ı itibara almamışlardır. Bu münasebetle burada erkek ve kadın suları ile anlatılan bu üç ihtimal hakkındaki teorilere dair biraz açıklamada bulunmak faydasız olmayacaktır.
Yüce Allah´ın yaratma ve kudretine, koruma ve yardımına delil göstermek suretiyle başlangıç ve son hatırlatılmak üzere insanın yaratılış aşamaları Müminûn Sûresi´nde “Andolsun biz insanı çamur hülasasından yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık. Sonra o tohumu bir embriyon haline getirdik. Arkasından bu embriyonu bir et parçası yaptık. Sonra et parçasını da kemikler haline çevirdik. Sonra bu kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah´ın şanı ne yücedir. Sonra siz bundan sonra muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü muhakkak diriltilileceksiniz.”(Mü´minûn, 23/12-16) âyetiyle dokuz mertebe halinde sınırlandırılarak zikredilmişti. Ki bunlardan birincisi çamur hülâsası, ikincisi tohum, üçüncüsü embriyon, dördüncüsü et parçası, beşincisi kemikler, altıncısı et, yedincisi bir başka yaratılış, sekizincisi ölüm, dokuzuncusu yeniden dirilmedir. Birincisi olan çamurdan hülasa hakkında orada söz geçmişti. Burada da insan nefsi üzerindeki ilahî koruma ile
Allah´ın onu tekrar yaratmaya gücü olduğu düşündürülmek üzere bütün bu mertebeler “Neden yaratıldı Atan bir sudan. O, sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkar. Elbette Allah´ın onu döndürmeye gücü yeter.” mânâlarıyla özetlenerek “insan baksın” diye insana, bakması emredilmiş ve bu bakış için her şeyden önce en açık ve ortada olan “atan su” başlangıcından hareket tarzı gösterilmiştir. Gerçi bu hakikatte “Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık.”(Mü´minûn, 23/13) âyetiyle beyan edilen ikinci mertebedir. Fakat hemen bakış atabilmek için en açık ve en yakın olan başlangıç bu olduğu için birçok âyette önce bu başlangıca dikkatler çekilmiştir. Burada “Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan” vasfında bu suyun hem oluşumu ilkelerine hem de yedinci mertebe olan “bir başka yaratılış”la doğum anına kadar gelişim özelliklerine anatomik, fizyolojik ve embriyonolojik açıdan işaretler vardır. Bunlar fiziksel, kimyasal ve biyolojik cihetlere kadar dallanırsa da burada en çok aranan biyolojik özelliktir. Bu arada cenin ilmi ve embriyon ilmi adıyla zamanımızda ayrıca bir tasnif ve incelemeye tabi tutulan bilim dalı da bu zikredilen “bakış”ı görev edinerek takip eden deneysel ilimlerdendir. Bu konuda eser yazılması genellikle tıp açısından olduğu için yazılan eserler hep o gayeyi hedef edindiklerinden dolayı ilahiyat bakımından bunu delil olarak kullanıp da bir neticeye varmakla meşgul olmazlar ise de anatomi, doku bilimi ve organların görevleri gibi onda da insanın yaratılışına bakmak suretiyle yaratıcının kudretli olduğu neticesi çıkarılabildiğinden ve ahlâkî, dinî, insanlık görevini takdir açısından konumuzla ilgisi olan nice nice oluşum delilleri tetkik edilip düşünüldüğünden “İnsan neden yaratıldığına baksın” emrine uyarak aşağıdaki bazı tartışmalı konuları incelemeliyiz.
Müslüman doktor Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî “Keşfü´l-Esrari´n-Nuraniyyeti´l-Kur´âniyye” adlı eserinde diyor ki:
Yüce Allah şahsı koruma görevlerini var ettiği gibi türü koruma görevlerini de gerektiği gibi var etmiştir. Onun için onu bazı görevler gibi yalnız iradenin hükmü altına koymamış, üreme ihtiyacı hikmetine uygun kılmıştır. Zira sırf iradeye bağlı kılsaydı türün üreme ve çoğalmasında bir çok bozukluk ve düzensizlik meydana gelirdi. Fakat yüce Allah bizde tabii bir meyil ve üreme organları içinde bulunan batıni ve vicdani bir his yaratmıştır. Bu organlardaki o his, midede bulunan batıni açlık hissi durumundadır. Meyl, gerçekte üreme organlarına bağlıdır. O nedenle bu organ, işini yapamadığı zaman, o his bulunmaz
ve çocukluk çağında iğdiş edildiği takdirde asla hissedilmez. Ama açlık ve diğerlerini hissetmek gibi bu batıni hissin sebeplerine gelince onu anlamak mümkün değildir. Döl suyunun varlığını ve bu döl suyunun kendine ait bölümlerde durmasını onun sebeplerinden olmak üzere zikretmişlerdir. Gerçi bunun ona yardımcı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü uzun süre bu iş yapılmayınca istek kuvvetlenir. Zira bu zaman içinde atım maddesi cidden çoğalır. Fakat bu müstakil bir sebep değildir. Zira aşırı derecede düşkün olanlarda alışkanlık nedeniyle cinsel ilişkiye büyük bir meyil bulunur. Oysa iffet sahibi olan kuvvetli erkekler böyle değildir. Çünkü onlarda bu meyil az bulunur. Bu duygu kadınlarda da bulunur. Fakat bunlarda meni salgısı olmaz.
Beyin ve beyincikten her birinin de gerçekte bu görevin başlangıcında etkisi vardır. Bu hususta hayal gücünün etkisi de ona açık bir delildir. Bu anılanların dışında bu son iki uzvun her birinde de bir meyil bulunur ki bu durumun ortaya çıkmasında onun da etkisi vardır. Cinsel ilişki halinde erkeğin yaptığı iş, kadının üreme organına erkeğin akıcı döl suyunu atmak için hazırlanmış olan uzvunu sokmak ve içerde olduğu müddet içinde o sıvıyı atmaktır. Fakat bu ortak gayenin meydana gelebilmesi için cinsel uzvun kuvvetlenme, kalkma denilen gelişme sebebi ile sokmaya yeterli bir kıvama, tava gelmesi gerekir. Bu belirti ve gelişme ise erkeğin o batınî duygu sebebiyle arzu duyduğu zaman ortaya çıkar. O vakit sidik yoluna iki ortası boş cisminde atardamarlar vasıtasıyla büyük miktarda kan akımı olur. Sonra bu kan damarlarda toplanır. O sırada bu iki ortası boş cismin gelişip kalkabilen dokusunda, sidik borularında ve penisin başında hakiki bir kan birikimi meydana gelir. Bu kan hücumunu da bu dokularda şehvet artışı ile meydana gelen heyecanlanmaya nisbet olunması gerekir. Bununla penis zorunlu bi sertlik kazanır ve onunla döl yatağı kanalına girmesi tamam olur. Onda meydana gelen uyanma, erkeğin diğer üreme aygıtına yayılır. O vakit iki erkeklik bezinin salgısı çoğalır. Nitekim çiğnerken tükrük bezlerinden tükrük salgısı çoğalır. Sonra o vakit meni, çoğalmak suretiyle meni torbacıklarına gelir. Ondan da bu torbacıklar uyarılır. Sonra büzülüp atıcı boru vasıtasıyla sidik borusuna atar. Sonra bu boru periyodik bir şekilde kasılıp çekilir. Bu spazmatik yani istek dışı kasılıp büzülme ona komşu olan kasların hepsinde olur. İşte bu birbirini harekete geçiren kuvvetler sebebiyle meni döl yatağında uzağa atılır. Bu giriş vaktinde kadının görevi tamamen kısmadır. Zira onun cinsel uzvunun dışı hazır olur. Bu hazır oluş ile ona penisin iğne gibi girmesi gerçekleşir. Ancak girmeyi geciktiren bir engel bulunursa başka. Mesela bekaret zarı gibi ve fercin, hazırlanması mümkün olan dokusunda meydana gelen
biyolojik kan toplanması ve sıkıcı kasının fiili gibi ki bu son ikisinin faydası penisi sıkıp çarpmasını mümkün olduğu kadar tam kılmaktır. Kadın da lezzet veren şehvetin artmasında erkeğe ortak olur. Onun da ferc ve dilciğinde erkekte bulunan durum gibi, hatta daha çok bir kan hücumu olur. Bu iş erkeklik uzvunun sokulması neticesinde ortaya çıkar. O sıra lezzet veren etlerin gevşeyip büzülme işi cinsel birleşme süresince devam eder ve gittikçe artar. Hatta öyle bir dereceye gelir ki kadın, erkekte meydana gelen duruma benzer müthiş bir kasılma hareketiyle boşalır. İşte o zaman yumurtalıklar ile borularda bir etki hasıl olur ki ondan döllenme vuku bulur.
Fizyolojik mahiyeti böyle açıklanan cinsel birleşmeler, doğumların ortaya çıktığı biricik üreme fiilleridir. Fakat irade bunu gerek idaresi altına alsın, gerek almasın herhalde bu fiil, hazırlık yapma anlamında bir iş yapmaktan başka bir şey değildir. Yeni bir bireyin oluşturulması için yaklaştırmaya ve erkekle dişiden çıkacak olan maddeleri dökmeye hizmet etme hususunda, yemeğin sindirilmesinden önce yapılan işlere benzer. Bu hususta makul olan tecrübelere göre açık olan şudur ki, döllenmenin olmasına yardımcı, erkeklerden çıkan menidir. Mezi ve vedi denilen sıvılar, sadece meni denilen sıvıyı geçirmek için yol verici ve kolaylaştırıcı şeyler durumundadır. Fakat bu “atan sıvı”, kadının üreme aygıtından hangi yere kadar ulaşır. Bu bilinmemektedir. Bu konuda âlimlerin görüşleri, üremenin hasıl olması hakkında tercih ettikleri metotlara göre değişiktir.
Bazıları, “bu meni denilen sıvı dölyatağında kalır” demişlerdir. Çünkü bunların iddia ve kanaatlarına göre oradan emilir. Sonra devretme yollarından yumurtalığa yönelir. Bazıları da, “rahme ulaşır, sonra buhar olarak yükselir ve yumurtalığa kadar varır da döllenme olur” demişlerdir. Son olarak bazıları da zanna dayanarak demişlerdir ki, “rahme ulaşır, sonra oradan iki boru ile alınır ki bu borular rahme ve iki yumurtalığa bitişik iki kanaldır ve iki boru görünüşündedirler. O vakit onlarda bir dikilme hasıl olur. Dolayısıyla onu yumurtalıklara, onlardan da yine rahme yöneltirler.”
Açık olan şudur ki, bu son görüş doğruya daha yakındır. Zira artık anlaşılmıştır ki döllenme ancak yumurtalıklarda tamamlanır. Nitekim bu, rahim dışında hamile kalma durumundan anlaşılır. Şu da bilinmekte ve kesindir ki, meni rahme püskürülür. Cinsel ilişki halinde mutlaka penisin ucu rahim girişinin ortasına ulaşır. Bunun ise erkekten çıkan meni sıvısının rahme girmesinden başka faydası yoktur. Kaldı ki meni sıvısı rahimde çok bulunmuştur.
Sun´i döllenme için yapılan akıllıca tecrübelerden de anlaşılmıştır ki var sayılan meni esinti ve buharı döllenmenin oluşumunda tek başına yeterli değildir. Aksine meninin yumurtalıklara bizzat çarpması gerekir. Bu takdirde meninin onlara varması için ise borulardan başka yol yoktur.
Bu görüşün gerçeğe daha yakın olmasının bir delili de: Erkek hayvan dişisiyle çiftleştirildikten hemen sonra kesilip yarılan hayvanlarda borunun sayvanı (şemsiyesi) iki yumurtalığa temas halinde görülmüş ve kadın yumurtacığının bu iki kanalda yani borularda durduğu da görülmüştür.
Şimdi de döllenmede meniden ve kadın maddesinden meydana gelen şeyden bahsedelim. Çünkü bu gizli sırra vakıf olmak onu tanımakla olabilir:
Şu bilinmelidir ki kadında iki yumurtalık, erkekteki iki husye (yumurta, taşak) yerindedir. Çünkü husyelerin çıkarılmasıyla olduğu gibi, yumurtalıkların çıkarılmasıyla da kısırlık durumu meydana gelir. Bir de bunlar ergenlik çağında açık bir şekilde gelişme gösterirler. On buğdaya denk olan ağırlıkları bu yaşta iki dirheme denk olur. Yine bu yaşta yüzeylerinde daha önce bulunmayan küçük torbacıklar görünür. Bu ilmin âlimlerinden büyük bir kısmı bunları yumurtacığın kaynağı saymışlardır. Sonra solar ve ay halinden kesilme çağında yok olur. Tecrübecilerin büyük bir kısmı döllenmeden az bir zaman sonra kesilen hayvanlarda, yumartalıklarda oluşan küçük taneler içinde bir dane bulmuşlardır ki onda küçük bir benek ortaya çıkmış, ondan damarlar ve sinirler çıkıyor. Kütleleri de bu yumurtacığın kütlesi arttıkça artıyor, sonra ayrılıyor. Bazı hayvanlarda kendisine mahsus kanala, kadınlarda da borulardan birine giriyor. Sonra da ondan rahme veya rahim yerine geçecek bir yere gidiyor. O halde denebilecektir ki: Bu vazifede bütün canlılar arasında fark ancak şundan ibarettir: Bazılarında bu yumurtacık dışta yumurtlandıktan sonra yavru oluyor. Bazılarında da içte onun için hazırlanmış olan depoya bırakıldıktan sonra yavru oluyor. Bu vazifedeki bu farklılıktan dolayı canlılar iki büyük kısma ayrılır: Yumurta ile üreyenler ve canlı varlık doğuranlar. Bu anlatılan mukaddimelerin gereğine göre yumurtalıktan ayrılan ve rahme düştükten sonra yerinde kalan, eseri görülen bu yumurtacığın kadından kaynaklanıp çıktığı muhakkak olur.
O halde meninin yumurtalığa veya rahme düşüşü süresince doğum vazifesindeki etkisine gelelim:
Bu vazifede organik iş pek azdır. Bu nedenle duyu organlarımız onu
görmekten acizdir. Biz bundan sadece şunu biliyoruz ki, meninin yumurtalığa dokunması bu enteresan görevin yapılması için âdet bakımından zorunludur. Diğer vazifeler gibi bütün organların tam anlamıyla düzgün olmasına ve özellikle ait olduğu organın biyolojik özelliklerinin tam olmasına bağlı olan bu vazifenin neticesi de onu gerçekleştiren işlerdendir. Bu vazife kimyevî ve fizikî fiillere benzemediği için bunu biyolojik organsal vazifelerden saymamız gerekmektedir. Bazı deneyciler bunun hakikatini anlayabilmek için son derece gayret sarfetmişler, bununla beraber sadece zanna dayanan bir sözden başka bir şey elde edememişlerdir. Fakat bu zanna dayanan sözü de tamamen görmezlikten gelemeyiz. Aksine ilim ehli kişilerin uğraştıkları zanna dayalı görüşleri de kısaca söylememiz gerekir. Şöyle ki:
Bunların farklı düşünceleri şu üç görüşe dayanmaktadır:
BİRİNCİ görüşün sahipleri şöyle demiştir: Cenin önce kadınların yumurtalığında bulunur ve ceninin asıllarının ayrıldığı bu uzva özgü bir fiil ile onda oluşur. Bundan dolayı yumurtalıktaki yumurtacık bu “yeni varlık”ın tamamını kapsar. Ancak bu yeni varlık, tek başına hayat taşıma özelliği bulunmadığı için bâkir tavuk yumurtası gibidir. Yavrunun bütün asıllarını kapsasa da bizzat kendisi yavrulayamaz. Onun için bu cenin de erkeğin menisi temas etmeden hayat bulamaz. Bu noktadan hareketle çocukların babalarına benzemesini, “o sırada tutkalımsı bir kıvamda bulunan o yumurtacığa karışan erkek menisi ile büyük bir çeşitlilik meydana gelmesi” sebebiyle açıklamak mümkün olur. Bu akıcı meninin o yumuşak yumurtacıkta etkisi, mührün yumuşak mum üzerideki etkisine benzer ki, mum o etki ve eseri korur, kalır. O halde erkek cinsel ilişkide gücünü ne kadar çok harcarsa çocuğun ona benzemesi de o kadar yakın olur. İrsi (kalıtımsal) hastalıkların çocuklara geçmesini de bu durum ile açıklamak mümkün olur. Sonra görünüş itibarıyla alaka´nın içi dişiden kaynaklanır. Aksine dışı da erkekten çıkar demek olur. O halde dişi at ve erkek eşek gibi türleri farklı iki hayvanın birleştirilmesinden netice olarak doğan katır, dıştan erkeğe içten dişiye benzer.
İKİNCİ görüş de, iki meninin yani erkek menisi ile dişi menisinin rahimde birbirine karışması hakkında söyledikleri eski metottur ki Hipokrat, Calinos ve daha başkalarının eserlerinde açıklanan budur. Son devir âlimlerinden bazıları da bu görüştedir. Bu görüşü savunanlar şöyle der: Erkeğin bedeninden her uzuv, uzvî (organik) denilen bir takım cüz´î şeyler atar. Erkeğin de kadının da gözlerinden, kulaklarından ve diğer uzuvlarından çıkan bu cüz´i şeyler erkekten
ve dişiden gelen ve bünyenin temelini teşkil eden bir iç kalıbı etrafında sıralanıp dizilirler. Bu yol, anne ve babaya benzeme yolu olmalıdır.
ÜÇÜNCÜ görüş, “bezriyyun” yani “tohumcular”ın görüşüdür ki en güzel yol budur. Bunlar arasında da farklı görüşler vardır:
Birincisi: Mütekaddimin (önceki âlimler) şunu tercih etmişlerdir: İki nutfeye hayat verilmesi rahimde olur ve bu son derece latif bir sinirsel unsur vasıtasıyla olur. Fisagurs bu görüşe varmıştı. Yahut bir manyetik karışım ile veya erkeğin sıvı menisi ile olur.
İkincisi: Döllenme yerinin yumurtalık olduğu görüşünü savunanlar der ki: birleşim ancak yumurtalıkta olur. Şu anda son devir âlimlerinden büyük bir bölümünün görüşü de budur. Ancak bunlar da şu hususta ayrılmaktadırlar: Bu birleşme, meni maddesinin döl yatağına girdikten sonra emilmesi ve kan akımı yoluyla yumurtalığa gitmesi ile midir Bazılarının görüşü budur. Yoksa meninin buharlaşması vasıtasıyla mı Veya manyetik karışım ile mi Veya elektiksel bir coşturma ile mi Yahut sadece cinsel ilişkiden meydana gelen hareket ve titreşim ile midir Çeşitli görüşler vardır.
Üçüncüsü: “Gözle görülmeyecek kadar canlılar” olduğunu savunanların görüşleridir. Bunlardan kimine göre, döllenme rahimde yumurtacığın katılımı olmadan olur. Kiminin görüşüne göre de anılan hayvancıklar yumurtalıktaki küçük torbacıkları rahimde beraber bir birikinti sağlamak için kendilerine çekerler de döllenme rahimde olur. Kimi de şöyle olur varsaymıştır: Bu hayvancıklardan biri rahimde yumurtacığını kendine çeker de ondan küçük bir yol açarak içine girer. Ve döllenme o anda meydana gelir. Prikus ve Domas, Bukrat ve Arastatalis´in görüşlerine dönerek rahim boşluğunun döllenme yeri olduğunu tercih etmişler ve bunu bir takım maddelerle vurgulamışlardır. Bu cümleden olarak tecrübelerinde ne boruda ne yumurtalıkta o hayvancıklardan bir şey bulmamışlar. Oysa rahimde ve iki tarafında çok bulmuşlardır. Bir de yumurtacık karışımdan evvel sümüğümsü bir tabaka ile kılıflanmaya muhtaçtır. Bunu ise yumurtalıktan rahme giderken borudan alır. Bir de bunlar doğrudan doğruya yumurtalıktan aldıkları yumurtacığa sun´î döllenmenin yapıldığını görememişlerdir. Oysa onlara göre borunun geçirdiği yumurtacığa sunî döllenme ile hayat vermeden daha kolay bir şey yoktu. Fakat buna karşı şu
müşkil durum ortaya çıkmıştır. Ruviş çocuk yapıcı maddeyi yani meniyi zina yapan bir kadının -ki o sırada kocası tarafından öldürülmüştü- borusunda bulmuştur. Bunun gibi bazıları da o halde öldürdükleri hayvanların dişilerinde bulmuştur. Bazıları da köpek ve sığırlarda bu gibi gözlemlerde bulunmuşlardır. Kurbağaların yumurtasını dölleme ancak önce koyu bir sümüğümsü yağa batırılmakla mümkün olduğu bizce bilindiği için kadınlarda bu durumun hasıl olmasını da buna kıyas edebiliriz.
Prikus ve Domas´ın döllenemez buldukları yumurtacığa gelince, anlaşılıyor ki onlar onu yumurtalıktan kuvvetle ayırırlarken aletler onda mutlak bir bozulma meydana getirmiştir.
Ne rahme bitişen bir boru ile hamileliğin varlığı, ne yarısını boruda yarısını yumurtalıkta gözledikleri cenin gözlemi, ne de çok gözlenmiş olan “rahim dışı hamilelik” sabit olmadığı var sayımına göre de söz aşağıdaki gibi esere dayanacaktır:
Nutfelerin birbirine karışımı: Doğrusu döllenme hareketi bize gizlidir. Bu konuda nihayet söyleyeceğimiz: Yumurtalıkta bulunan küçük torbacıklardan birisi ergenlikten sonra hızla büyür ve uzvun düzeyinden yükselir. Dış zarı yavaş yavaş incelir. Sonra cinsel ilişki vaktinde çatlar. Ondan bir küçük tohum çıkar ki o hakiki yumurtacıktır. Çıkınca yumurtalıktan bulunduğu yer üzerinde kan alma şişesi şeklinde bahis konusu bulunan boruya girer. Çatlamadan önce o yumurtacığı kapsayan koruyucu cisme bazıları cism-i asgar (küçük cisim) demişlerdir. Sonra bu koruycu cisim çatladığı zaman onda küçük bir yara meydana gelir. Bu yara yavaş yavas iyileşip kapanır ve yerinde bir pürüz veya derinliği farklı bir çukur, bir eser bırakır. “Küçük cisim” denilen asıl bu pürüz veya eserdir.
Bu ilmin âlimleri demişlerdir ki:
Bu iki görüşün hakikatını ortaya çıkarmak için yeni bir inceleme ve tetkike ihtiyaç vardır. Bazıları demiştir ki: Ben kadınların yumurtalığında hatta döllenmeden önce sararmış bir kütle, hatta soğan büyüklüğünde, bazan da fındık gibi kütleler müşahede ettim. Yardıktan sonra da onda bazan bir durum gözledim ki yumuşamamış bir ciğer uru gibi, bazan da tane tane yapışmış bir donmuş madde görüntüsü gibi, bazan da merkezinden dairesine doğru yumuşamaya başlamış bir kese manzarası gibi ve yumurtalığın yüzeyi üzerinde
bundan meydana gelen yumurtacıklar bazı kere cidden büyük oluyor ve olgunluk halinde parçalandığı vakit de ondan bir boşluk hasıl oluyor ki ancak çok yavaş bir şekilde iyileşip kapanır. Sonra derin bir çukur bırakır. Bu çukur daha önce orada onun var olduğunu gösterir. Bir yumurtacık için olan şeylerin üç veya daha çoğu için de olması mümkündür. Bu yumurtacığın gelişmesi gibi, gerek cinsel ilişki halinde çarpıntı vasıtasıyla, gerek elektriksel akım ile, gerek meninin buharlaşması ile, gerek küçük canlılar ile, gerek meni maddesinden herhangi bir unsur ile olsun, her döllenmeden sonra yumurtalığından bir yumurtacığın ayrılması gerekiyor ki, ondan derhal ne türlü olursa olsun, bu neticeyi doğuran varlığa benzer bir varlık hasıl oluyor. Gerek meni unsuru kadının nutfesine doğrudan doğruya ulaşsın, gerekse genel dolaşım içine girdikten sonra ulaşsın. Gözlemlerden elde edilen ancak budur. Bundan fazlası bilinmiyor.
Erkeğin nutfesi: Meni çıkarken iki sıvıyı kapsar. Birisi sütü andırır, azdır. bunun aslı prostat (kestanecik) denilen guddeye nisbet olunur. İkincisi beyaz, koyu, ak tutkal görünümündedir. Bunun da husyelerden çıktığı söylenir. Bunda hayat maddesi bulunur. Araştırmalardan elde edildiğine göre insan menisinden her yüzyirmibeş cüz; yüzonikibuçuk cüz suyu, yedibuçuk cüz sümüğümsü canlılık maddesini, 1, 1/4 cüz sodayı ve 3,1/4 cüz fosfat kireci, yani yanmış kemik gibi bir toprağı içerir. Onda bunlardan başka bir sümüğümsü madde, bir uçan madde ve kükürt de bulunur. Meni bir kapta örtülü veya örtüsüz bırakıldığı vakit 20-25 dakika sonra su gibi incelir. Bunun nedeni bilinmemektedir. Isı az da olsa bu sulanma olur. İyice ısıtıldığında terkibi çözülür. Bundan birçok nışadır çıkar. Mesela, meni bir sahanda havaya karşı bırakılsa, eğer hava sıcak ve kuru ise koyulaşır ve katılaşır ve onda fosfat kireci billurları görünür. Az şeffaf, kolay kırılır kabuklar olur. Eğer hava sıcak ve rutubetli ise terkibi kurumadan bozulur, sararır, asitleşir ve ondan kokmuş balık gibi bir koku yayılır. Sonra küflenir. Meninin özelliklerindendir ki ne sıcak ne de soğuk suda cıvıtmadan önce erimez. İnsandan ayrılması halinde meni bir suya düşerse kabın dibine iner ve biraz toplanır, sonra bir miktarı erir. Kalanı da suyun içine atılmış pamuk tozuntuları gibi dağılır, o vaki süzülür de süzüntü “hammam-ı mariyye” (kaynamakta olan su) üzerinde kuruyuncaya kadar ısıtılırsa ondan bir koku yayılır ki bu, meninin kendine özgü kokusudur. Bu durumda meni biraz sarıya çalan inci gibi bir görünüm kazanır. Kabın kenarlarında ondan çok ince bir tabaka kalır. Kabın dibinde kalan artıktan alınıp da o tabaka üzerine eriyinceye
kadar dökülür, sonra sıvı kurutulur da ondan geriye kalan artık, damıtılmış su ile çalkalanır sonra da bu su yükselirse ondan bir hülasa olur ki ayçiceğinin gök rengini kızartır ve bu madde et hülasasına benzer. Çünkü ısıtıldığında kızarmış et gibi kokar. Kömür olup yanıncaya kadar ısıtma devam ederse biraz kül kalır ki bu kül soda ihtiva eder.
Erkek menisinin konulmuş bulunduğu uzuvlar:
İki husye, iki meni borusu, iki meni torbacığı ve iki meni atıcı kanaldır.
Meni husyelerde çıkarılıp “ev´iye-i âtiye” denilen özel damarlarda peşpeşe geçer. Meni borusu denilen nakledici kanaldan meni torbasına gider. Husyenin özel dokusu olan bu damarlar gayet ince, çözülünce 900 metreye kadar uzanabildiği söylenen katlı liflerden mürekkep olup birbirine eklenerek ve dal ve gövdelere ayrılarak örülmüş ve hepsi üst tarafta “ceyb” denilen küçük bir boşluğa yönelmiş damarlardır ki bu gövdelerin sayısı ondan onikiye ve bazan yirmiye kadar olur. Bunların toplamından husyenin başında “berbah” denilen bir kısım oluşur ve ondan meni nakledici kanal çıkar.
Meni borusu; atardamar, toplardamar, lenf damarları ve meni nakledici kanaldan oluşur. Bunların hepsi hilal şeklinde bir doku vasıtasıyla birbirine katılır. Bu meni borusu husyenin üst kenarından kasık mafsalına doğru yükselip orada kalça halkasından geçerek karına dahil olup meni torbacığı ile birleşir ve oradan meni atıcı kanal çıkar.
Biri sağ ve biri solda iki meni torbacığı, sidik torbasının alt tarafında boğum arkasında iki sidik borusunun girdiği yerin önünde ve kalın barsağın üst tarafında kalan yani bel kemiği önüne konulmuş, her birinin uzunluğu iki, eni yarım santim kadar iki küçük örtülü torbadır ki faydaları meniye depo olmaktır. Meni onlarda korunur ve ayrılacağı zaman onlardan çıkıp atıcı kanal vasıtasıyla atılır.
İki meni atıcı kanal ise, iki meni torbacığının itici kanalıyla nakledici kanalın birleşmesinden oluşmuş ve bir santim kadar uzunlukta olup iki meni torbacığından geçerek akıntı yoluna açılır.
Dişinin Suyu: İlk olarak, biraz yapışkanlığı bulunan akıcı bir sıvıdır ki döl yolu duvarlarından ve fercin iki dudağının yakınlarından çıkar. Çünkü onun tarafında hafifce beze dokusuna benzer bir doku vardır. Bu sıvı, erkeklerin menisine benzemez. Çünkü hafif, şeffaf, saf ve berraktır. Bunda erkeklerin menisinde bulunan hayattan bir şey yoktur. Fakat ilâhî kudret ferc boşluğunda o
suyun dökülmesini sağlayan damarlar yaratmış ve bu sıvının inişini tam bir lezzet ile beraber kılmıştır ki yumurtalıkta döllenme için kadının üreme organları uyansın.
İkinci olarak, erkekteki husyeler yerinde, hacimleri fındık kadar ve şekilleri yumak gibi, basık oval biçimde olan iki yumurtalık da, yapışkanlı bir sıvıyı kapsayan, rengi sarıya çalan küçük küçük torbacıklardan oluşmuştur ki, Allah bilir, cenin tohumlarını içermektedir.
Rahmin iki tarafından üstte, her biri bir tarafta iki delik vardır. Bunlara rahim boruları denilen iki boru (Fallup borusu) bitişmiştir. Uzanışları deliklerden rahmin iki tarafı üzeriden boğum yakınına doğru karşı karşıya bir hizadadır. Çapları çok küçüktür. Ünsiyet ve yakınlık yönleri rahimde sabit ve yerleşmiş; vahşilik tarafları ise serbest, yayılmış ve serilmiştir ki buna borunun sayvanı denir. Yumurtalığı kucaklar, yumurtalıklar borunun bu sayvanları içine yerleştirilmiştir. Yüzeylerinde büklümler pürtükler ve mesafeler ve iki yumurtalık arasında onbeşten yirmiye kadar şeffaf küçük torbacıklar vardır ki hacimleri is tanecikleri gibidir. Bunlar da sarıya çalar yapışkanlı bir sıvıyı kapsarlar. İşte yumurtalıkların faydası böyle birtakım torbacıkları kapsamaktır ki bu torbacıklar daha sonra erkek menisinden gelişmesi mümkün olmak üzere önce oluşturulmuş birer tohum diye zannedilmekte ve öyle kabul edilmektedir. Bunları rahime nakleden de borulardır. Fıkıhta “erkek menisi; beyaz, kalın ve atma özelliği taşır, kadın menisi ise, ince ve sarı olur, atma özelliği taşımaz” diye tarif olunması da bu açıklamalara uygun düşmektedir. Bu şekilde çocuk, sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplanmasından meydana gelir.
Erkeğin atıcı olan menisi birçok miktarda meni tanecikleri içerir ki her biri gelişmesinden sonra neş´et ettiği varlığa benzer varlıklar olmak mümkün ve iyi bir aslı içermekte olup ondan bütün asabî özellikleri doğar ve dişi ancak onu içinde taşıyan bir kap gibi bir unsur olma mânâsı ifade eder.
İnsan bu şekilde nutfe mertebesinden üçüncü mertebe olan embriyon aşamasına geçer ki o, tutmuş olan nutfe olup cidden farklı zamanlarda rahmin içinde gözlenebilir. Tohumun içerdiği şeffaf bir sıvının ortasında karanlık, küçük bir asli noktadır. Bu nokta, âlimlerin görüşüne göre rahmin liflerine yapışıktır. Bazılarının görüşüne göre o sıvının ortasında yüzmektedir. Şu ana
kadar tohumun rahimde ne zaman ortaya çıktığı tam olarak tesbit edilememiştir. Bukrat, “altı günde o sıvının ortasında küçük şeffaf bir küre olur” demiş, bazıları da ancak ononbeş günden sonra gözlenebileceğini söylemiştir. Birçok tercübelerden anlaşıldığına göre tohumun yumurtalıktan rahme nakli için biraz gün gerekli olduğu anlaşılmış ise de canlılardan her türün ferdi için bu zaman bir mi değil mi ortaya konamamıştır. Açık olan tavşanda üç gün, köpeklerde altıdan yediye veya sekize kadardır denilmiş; bazıları da ceninde insan şeklinin ancak otuzbeş günde başladığı ve o zaman balarısı büyüklüğünde olduğu kanaatine varmıştır. Daha başka sözler de söylenmiştir.
İşte insan o atan sudan böyle bir embriyon, sonra et parçası, sonra kemik yapılarak, daha sonra bu kemiğe et giydirilerek yedinci mertebede bir başka yaratılış olarak, nihayet kadının sulbü ve göğüs kemikleri arasından doğar.
Bu birleşme ve böyle hayati birtakım görevlerin yerine getirilmesi hikmetiyle Allah tarafından sağlam bir şekilde yaratılıp örtülü ve saklı yerlerde bir düzene göre gereği gibi yerleştirilmiş olan üreme aygıtına “Sulb ve göğüs kemikleri arası” tabiriyle işaret olunması ve bunları çevreleyen sınırların özellikle “sulb ve göğüs kemikleri” ile ifade buyrulması ve bu arada “çıkar” buyrularak çıkma işinin atan suya nisbet edilmesi kuşkusuz bu görevin bütün sırlarını içeren nükteleri kapsamaktadır.
Bu önce iki sert kemik arasında mahsur olarak ıztıraplı bir görevin yerine getirilişine ve bunu yerine getirme sırasında saklılık ve gizliliğin gerekli olduğuna işaret olduğu gibi, bu kemikler dimağdan gelen sinir sisteminin bütün kollarıyla ilgili olmak itibarıyla, bu görevin yerine getirilmesinin kapsamlı bir hassasiyetle ilgili olarak idrak edici nefsin isteğe bağlı ve istek dışı hükmü arasında cereyan ettiği ve dolayısıyla bundan insanın yaratılışı düşünülmek suretiyle “Hem de Rabbin Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim dedi.”(A´râf, 7/172) mânâsı üzere yüce Allah´ın kudreti ve onun insan nefsi üzerindeki koruma ve gözetimi olduğu neticesine varmanın gayet açık olacağına da dikkat çekmiş olmaktadır.
Râzi´nin naklettiği gibi burada bazı inkarcılar Kur´ân´da böyle “atan su”dan bahsedilerek “Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar.”
diye nitelenmesini tenkit etmişler ve demişlerdir ki:”Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar.” denilmekten maksat, meni bu yerlerden ayrılır, yani dediğiniz gibi husyelerden sulbe doğru oluşur demek ise öyle değildir. Çünkü o, kanın fazlasından doğup oluşur ve bedenin bütün cüzlerinden ayrılır. Hatta her uzuvdan o uzvun huyunu ve özelliğini alır da ondan onların, yani o uzuvların benzeri doğmaya elverişli olur. O´nun için görülür ki, cinsel ilişkide aşırı gidenin bütün uzuvlarını zayıflık kaplar. Eğer maksat, meninin en önemli cüzleri burada oluşur demek ise, bu da zayıftır. Çünkü meninin en önemli cüzleri dimağda gelişir. Bunun delili de meninin görünüşte dimağa benzemesidir. Bir de onu çok harcayanın önce gözlerinde zayıflık ortaya çıkar. Eğer maksat, meninin karar kılıp kaldığı yer burasıdır demek ise bu da zayıftır. Çünkü onun kaldığı yer meni damarlarıdır. Bunlar ise hayalardan itibaren birbirine girmiş girift damarlardır. Eğer maksat, meninin çıkış yeri buradadır demek ise bu da zayıftır. Zira his gösteriyor ki durum öyle değildir.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra bu itirazların haksız yere söylenmiş safsatalardan ibaret olduğunu anlamak kolay olur. Bunda sade dimağ işinden ve bir de aşırı gitmenin zararından bahis itibarıyla iki fayda varsa da bunları vesile edinerek yapılan itirazlar boştur ve “sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkış” sözünün ifade ettiği mânânın kapsamından gafil olmaktır.
Bir kere meninin doğup oluşması, ayrılması ve uzuvların ondan doğması keyfiyetleri hakkındaki sözler kuruntu ve zayıf zandan ibarettir. Kuşkusuz Allah sözü uyulmaya daha layıktır.
“Sulb ile göğüs kemikleri arası” tabiri, hakikat ve kinayesiyle bütün iç organları ve üreme aygıtını kapsayan ve sinirleri hatta bütün vücudu ve hatta birleşmeyi ifade eden son derece kapsamlı ve bu konuda bütün sırları içine alan en güzel bir tabirdir.
Bilindiği gibi meninin halis meni olarak oluşması ayrılması ve karar kılması sulbe bağlı olan meni torbacığında neticelenmektedir. Üreme yapması için atması şart olduğu gibi, çıkışının da birleşme halinde döl yolundan rahme doğru, kadının sulbü ve göğüs kemikleri arasında olması şarttır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. Onun için burada “atan su” tabiri mutlak bırakılmayıp bu şarta işaret için bu sıfatla nitelenmiştir.
İkinci olarak, kuşku yok ki en önemli uzuvlar ve hatta bütün uzuvlar, sade bu vazifeyle değil her işle ilgilidir. Bu arada en büyük parçası da dimağdır. Arkada sulb, dimağdan gelen omuriliğin kalesi olduğu gibi, önden gerdan, sine ve bütün dallarıyla göğüs kemikleri de böyledir. Bu şekilde sinir sisteminin dayanağı olan “sulb ile göğüs kemikleri arası” bir de her canlıda daima uyanık olan ve ihtiyaçlarının tamamlanmasına ve giderilmesine memur edilmiş tabii ve doğuştan var olan bir meyli ifade eder. Bu bakımdan da şunu söyleyelim ki:
Bizim ihtiyaçlarımızı gidermek için hazırlanmış olan eşyadan beyin merkezinde meydana gelen tesir, daima bu tesirin meydana geldiği sırada iç organların bulunduğu hale göre olur. Mesela, görme ve koklama duyusuna bir yiyecek sunulduğu zaman, mide ona son derece muhtaç durumda kalmış ise onun algılanması lezzetli ve elde etme arzusu kuvvetli olur. Oysa mide dolgun bulunduğu zaman aynı yiyeceği nefis ihmal eder veya tiksinir de algılama merkezi o canlıda onu uzaklaştırmaya mahsus hareketler meydana getirir. İşte bu hal, üreme vazifesine mahsus fiillerde ve daha diğerlerinde de olur. Bundan anlaşılır ki algılama merkezinin yabancı cisimler etkisine ait hükmü, onların iç uzuvlar için önemli olması veya olmamasıyla bir paralellik arzetmektedir. Bu hükmün meydana gelmesi için, dış duyularla algılanan ve sinirlerden algı merkezine geçen tesirin derhal bu merkezden iç uzuvlara yansıması da zorunlu olmak gerekir. Bu hal zorunlu olmakla beraber bu etkilenme yalnız kendisine ihtiyaç duyulan uzva yansımakla kalmaz bütün sinir sistemine yayılır, şimşek gibi büyük bir hızla uzuvların hepsini etkiler. Bir yırtıcı hayvan, mesela bir kurt farz edelim, bir yerde bulunuyor ki, bulunduğu yerden hem dişisini hem de bir koyunu aynı anda görmesi mümkün oluyor. Duyular, beyne ancak bu iki hayvanın dış şeklinin etkisini nakleder. Bunun üzerine beyinden çıkacak hüküm de iki türlü olur. Çünkü dişisini görmekle üreme uzuvları uyanır, koyunu görmekle de yemek arzusu uyanır. Eğer kurtta yemek ihtiyacı hakim ise, önce koyunu avlayıp yemek için saldırır. Eğer cinsel ilişki ihtiyacı ağır basarsa dişisine saldırır. Buna “Bu şekilde farklı iki tesirin olması, farklı iki hayvandan olduğu içindir.” diye itiraz etmenin mânâsı da yoktur. Çünkü bu farklılık, sırf o iki etkinin aynı anda ulaştığı iki organın farklılıığndan meydana geliyor. Kurt iğdiş olsaydı, kuşkusuz dişisini bırakıp avına koşacaktı. Bir koyunu bir taraftan bir kurt, bir taraftan da bir koç görseydi kurt yemeğe, koç aşmaya koşacaktı.
Bunlar gibi daha birçok misalden anlaşılır ki, bir şeyden iki ayrı uzuvdaki etkisine göre farklı iki hüküm çıkar. Biri erkek biri dişi iki kaplanı bir araya getirsek,
bunlar birbirleriyle cinsel ilişkide bulunma arzusu duydukları zamanın dışında birbirinden kaçınır, böyle bir zamanda ise yanaşırlar. Aralarında ortak olan bu etki öncekinin aksine olur.
Demek ki, aynı etkilerden iç uzuvların durumuna göre farklı fiiller oluştuğu, bunların her zaman bütün uzuvlara aynı anda yansıdığı ve ihtiyacı daha fazla olan uzvun beyne, bu tesiri diğerlerinden daha şiddetle geri çevirdiği kesindir. İç uzuvların isteklerine dair algı merkezine vuku bulan duyurudan ve bu isteklerin yerine getirilmesi için hazırlanan fiillerden zihinsel belirtiler meydana gelir. Her ne zaman canlı, bu isteklerin algılanması ile bunların yerine getirilmesine mahsus hareket arasında bir zaman geçirmezse, onun fiilleri başka değil, sadece ilham kuvveti (estinque)nden meydana çıkar. Zira yalnız bu ilham kuvvetidir ki, terkipçe en aşağı derecede bulunan canlıların fiilleri bununla tamam olduğu gibi, terkipçe en mükemmel olan canlılar, hatta doğumundan hemen sonra insan da böyledir. Fakat beyin gelişip zihin sağlamlaşmaya başladıkça insan kendisini tanımaya başlar, Bu vazifeler gelişmede en yüksek dereceye ulaştığı zaman, iç organların etkisinin beyin üzerinde önceki gibi otoritesi kalmaz. O vakit evvvelki ihtiyaçlardan hemen yapılan fiiller zihin kuvveti ile türlü şekillerde nevilenmiş olur. Bu kuvvetten öyle yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar ki, bunların, o gayesi hayatı korumak olan ihtiyaçlarla ilgili olmadığı açık olur. Bu şekilde hayattan fedakarlığı gerektiren bu zihinsel ihtiyaçları ya kendinden başka gaye gözetmeyen boş, oyun ve eğlence zevkinden ibaret bir düşüş ve aklî ve bedeni bir kötüye kullanış olur; bunlar “Dinlerini oyun ve eğlence edinenler.” (A´râf, 7/51) dir. Yahut kendinden fedakârlık ederek Allah´ın kullarına yararlı olmak için Hak yolunda can feda etmek derecesine kadar varacak ilâhî bir olgunluk gayesini hedef edinen yüksek bir ruhani zevk olur ki, bunlar da “Onlara mühürlü halis sudan içirilir. Onun sonu misk kokar.”(Mutaffifîn, 83/26) diye anlatılanlardır.
Bu ihtiyaçların da sinir sistemine intikal etme durumları öncekilerin intikal ediş şeklinden farklı olmaz. Bu şekilde bu kuvvetin iç uzuvlarda da bağ ve dalları vardır ki bunlar sulb ve göğüs kemikleri arasıdır. Bu hikmet ile de yüce Allah “sulb ve göğüs kemikleri”ni özellikle zikretmiştir. Bundan da anlaşılır ki, dimağa işaret edilmemiş diye sulb ve göğüs kemikleri arasından bahsedilmiş olmasına itiraz eden inkârcılar, bunların sinir sistemi ile ilgisini ve sinir sisteminin dimağa ait olduğunu bilmediklerinden dolayı o lafları söylemişler ve imanları olmadığı için ilâhî kelâmın irşatlarından yoksun kalmışlardır.
Bu şekilde insanın nutfeden yaratılışına dikkatleri çekmenin yararı da pek büyüktür. Çünkü yukarda da hatırlattığımız gibi bu, insana kendini tanıtacak ve üzerinde koruyup gözetici tek üstün varlık olan yüce Allah´ın yaratıcılığını ve kudretini anlatacak en açık delillerdendir.
İLK OLARAK, İnsan Sûresi´nin başında da geçtiği gibi, insan vücudunda enteresan terkipler çoktur. Dolayısıyla onun sümük gibi değersiz ve basit görünen bir maddeden yaratılışı, dilediği gibi hareket eden güçlü yaratıcının varlığını ve gücünü gösteren en büyük delildir. Bir nutfenin düşünen, bakan, akıl eden, koruyan ve yüce değerlere sahip olan bir insan haline getirilmesi ne büyük yaratıcılık ve güçlülüktür !…
İKİNCİ OLARAK, insan kendi hallerini başkalarının hallerinden daha iyi anlar ve görür. Onun için bu delil olmada daha tamamlayıcı bir yol oynar.
ÜÇÜNCÜ OLARAK, insan bu halleri hem kendi evladında hem de diğer canlıların doğumlarında devamlı olarak gözleyebilmektedir. Onun için bunun, dilediğini yapan bir yaratıcının varlığına delil olması daha kuvvetlidir.
DÖRDÜNCÜ OLARAK, bunun delil olarak kullanılması, hikmet sahibi bir koruyucu ve dilediğini yapan bir yaratıcının varlığını kesin olarak gösterdiği gibi, aynı şekilde bu, öldükten sonra dirilmenin ve haşir ve neşrin doğru olduğuna da kesin delildir. Çünkü insanın sonradan yaratılışı anne ve babasının vücudunda ve hatta bütün âlemde dağılmış olan cüzlerin bir araya getirilmesi ve ona ruh üfürülmesi sebebiyle olduğu için, onu öyle toplayıp düzeltmek suretiyle de düzgün bir insan yapan yaratıcının kudreti düşünülünce, ölüm ile o cüzlerin dağılmasından sonra onları bir araya getirmeye ve önceki gibi düzgün yaratıklar yapmaya gücü yettiğini itiraf elbette gerekli olur.
8. Onun için buyruluyor ki: Kuşkusuz o yaratıcının onu geri döndürmeye elbette gücü yeter. Yani bu yaratılış şekline gerek bir bütün olarak ve gerek ayrıntılarıyla bakılınca insanı başlangıçta yaratanın tekrar geri döndürmeye gücü yettiği, onu ölümle çevirip yeniden dirilterek huzuruna dikmeye ve o suretle kendini tanıtmaya kadir olduğu anlaşılır ve bu şekilde size onu haber verir.
Burada “Ancak ona döndürüleceksiniz.” (Bakara, 2/245) mânâsını ifade eden bu geri döndürüş, insanın Müminûn Sûresi´nde anlatılan yaratılışının dokuz aşamasından sekizinci ve dokuzuncu mertebe olarak “Sonra siz bundan sonra muhakkak öleceksiniz. Sonra da muhakkak siz kıyamet günü diriltileceksiniz.” (Mü´minûn, 23/15-16) âyetleriyle haber
verilen ölüm ve kıyamet günü yeniden dirilme aşamalarını anlatmaktadır.
9. Bütün sırların yoklanacağı, imtihan meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki bu, arz ve hesap günüdür.
SERÂİR, “Serire”nin çoğuludur ki kalplerde gizlenen inançlar, niyetler, sevgiler, kinler ve maksatlar gibi sırf batıni işlerden olan sırları ve gizli şekilde yapılan iyi veya kötü gizli işleri kapsar. Bu sırların imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması da iyisini kötüsünü, pisini temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş ve tetkik edilerek seçilmesi ve tanınmasıdır.
Bazı hadislerde tevhid, oruç, namaz, zekat, cünüplükten temizlenme yüce Allah´ın buyurduğu sırlardır diye buyrulmuştur. Bunların “sırlar” olmasının iki türlü izahı vardır:
Birisi, bunların doğru olmasının, sırf kalp ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete bağlı olmasıdır. İkincisi de, tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle ilgili işlerden olmasıdır. Bununla beraber hadisten maksadın, sadece bunların sırlardan olduğunu başkalarının olmadığını ifade etmek değil, güzel sırların esaslarının beyan olduğu açıktır. Çünkü âyetteki sırlar, iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması ve ortaya çıkması da korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük bir korkutma akışı içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı sırlara mahsus kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas´ın:
“Sırların yoklanacığı gün, kalbin ve iç uzuvların derinliklerinde,
Onun için bir sevgi sırrı kalacaktır.”
beytini işittiği zaman “Ve´s-semâi ve´t-târık”tan ne kadar gaflet etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu söylemiştir. Çünkü şair kendisinin kalp ve iç uzuvlarının derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi sırrının, sırların ortaya çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia etmiş bulunuyor.
Âyetteki “yevm” kelimesi ilk bakışta zannedilebileceği gibi “kâdir” kelimesinin mef´ul (tümlec)ü değil, rec´ yani geri çevirme kelimesinin mef´ulü (tümleci)dür. Çünkü Allah´ın buna kudreti o gün ile kayıtlı değil, her zaman için mutlaktır. Onun için bunun, arada mukadder bir soruya cevap olan başlangıç cümlesi olması daha uygundur. Yani, “o geri çevirme ne vakit olacak ” denilirse, “o, sırların ortaya çıkarılacağı gün olacaktır” demek olur.
10.
O vakit insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı, yani Allah´a karşı kendisini korumak, sırlarını meydana döktürmemek için o gün insanın ne kendinde bir kuvvet bulunur, ne de dıştan bir yardımcı. Çünkü “O gün mülk yalnız Allah´ındır.”(Hacc, 22/56) O halde o gün o insanın ortaya dökülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, temiz, pak sırlar ise; o kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah´ın huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya dökülmesi elem verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!… O gün “Allah´a selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne de oğulların fayda vermeyeceği gün.” (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan neden yaratıldığına bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmamalı, nefsini uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine kaptırmamalı, üzerinde daima bir koruyucu ve gözetici bulunduğunu bilerek sırların ortaya döküleceği günde temiz sırlar ile Hakk´ın huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil bir iman ve güzel bir amel ile Allah´a gitmeye gayret sarfetmelidir.
11. O dönüşlü göğe,
12. o yarılıp çatlayan yeryüzüne yemin olsun ki.
REC´, geri çevirmek veya geri dönmek mânâlarına müteaddi (geçişli) de lazım (geçişsiz) da olduğuna göre; “semai zati´r-rec”, dönümlü gök veya döndürümlü gök demek olabilir. Bundan ilk zihne çarpan mânâ göğün kendisinde veya içine aldığı kütle, cisim ve olaylarda tekrar eden (yinelenen) devirli hareket ve değişimlerin hepsini kapsayan “geri dönme” veya “döndürme”dir.
Kadî Beydâvî gibi bazıları bundan, göğün her turunda hareket ettiği yere dönmesi mânâsına olabileceğini söylemişse de bizzat göğün kendisi, felekleri, hareket ettiğine dair bir delil bilinmediği ve feleklerin hareketleri hakkındaki eski astronomi nazariyeleri sabit görülmediği için nakledilen tefsirlerde bu dönüşü göğün kendisine nazaran değil, içindekilerin devir ve değişimlerine nazaran tefsir etmişlerdir ki “dönüp duran” veya “döndürülüp duran gök” demek olur.
İbnü Zeyd´den nakledildiğine göre gök, bildiğimiz göktür. “Dönmek” de, güneş, ay ve yıldızların halden hale, bir konaklama yerinden diğerine geri dönüşleridir.
İbnü Abbas´tan da bunun “yağmurlu bulut” şeklinde tefsir
edildiği rivayet edilmiştir. Hansâ´nın:
“Ayrılık günü öyle akan gözyaşları görürsün ki,
Geceleyin gelip kaplayan ve devamlı yağdıran kara buluttaki yağan devamlı yağmura benzer.”
demek olan beytinde, aynı şekilde bir kılıcı anlatan Hüzelî´nin:
“Bembeyaz yağmur suyu gibi berrak bir keskin kılıç ki,
Her ne zaman bir toplanma yerinde öterse biçer.”
beytinde geldiği gibi Arapça´da “rec”ın yağmur ve su mânâsına kullanıldığı çoktur.
Zeccâc ve diğer dilcilerin açıklamasına göre, rec´in yağmur mânâsında kulanılması, baştan bu mânâ için konulmuş bir isim olarak değil, mecazdır. Bu mecazın birkaç yönden güzel olduğunu söylemişlerdir:
1. Sesin tekrarlanması mânâsından alınmıştır ki, sesi tekrar tekrar söylemek ve harfleri birbirine eklemektir. Yağmur da tekrar tekrar dönüp yağdığı için rec´ denilmiştir.
2. Geri dönüşü hayra yorulduğu için söylenmiştir.
3. Her sene dönüp rızık getirdiği içindir.
4. Bir de denilmiştir ki, bulutların yerdeki deniz ve diğer sulardan çıkan su buharından hasıl olması dolayısıyla güya göğün yerden aldığı suyu yine geriye çevirmesi ve iade etmiş olması düşünülmüştür. Bu şekilde rec´ kelimesi “mercu´” yani geri döndürülmüş mânâsına olarak iade edilmiş, döndürülmüş demek olur.
“Kamus”ta yazıldığına göre, göle ve suyun anafor yaptığı su durağı yere, menfeat ve faydaya ve baharda biten bitkiye de rec´ denilir. Bundan dolayı birçok tefsirci burada rec´ kelimesini “yağmur” diye tefsir etmişlerdir. Bu şekilde “sema”, bildiğimiz gök mânâsına olabileceği gibi Mücahid´den rivayet edildiği üzere “bulut” mânâsına olma ihtimali de vardır. Buna göre meâli: Döndürüp döndürüp yağmur yağdıran gök, yahut dönüp dönüp yağan bulut demek olur. “Rec”in böyle yağmur ve su ile tefsiri, insanın yaratılışında anılan “atan su” meselesine göre bir nevi muraâtı nazîr (benzerini gözetme) sanatı ifade etmiş olur.
Hasen´den gelen rivayette de, “Yağmur ve rızıktır. Çünkü yağmur her sene döner rızık getirir.” denilmiştir ki bunda su, bitki ve fayda mânâlarını içerme vardır.
Bir de “rec”i, kulların amelleriyle geri döndükleri için, melekler diye tefsir etmişlerdir ki, gökten yere inip çıkan ve bütün olup giden olaylarla eserleri görülen melek kuvvetleri diye düşünmek de uygun olur. Bununla beraber hangisi olursa olsun, sözün asıl akışı yukarki hükmünce, sırların ortaya çıkarılacağı günde geri çevirme ve iadeyi vurgulamak ve ispat ile ilgili olduğundan dolayı hepsinde de geri çevirme ve iade mânâsını düşünmek gerekir. En meşhur olan “yağmur” mânâsına olduğunda dahi bu geri çevirme mânâsı ile yaratılıştaki iade kanununa işaret kastedildiğinde şüphe etmemek lazımdır. Onun için gerek cisimlerin devirleri, doğma ve batmaları; rüzgarın, bulutların akımları gibi kütlesi olsun ve gerek ışık ve karanlık, sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluğun birbirinin peşinden gitmesi gibi kütlesel olmasın bütün hareket ve değişimleri, olmak ve bozulmaktan sonra iadeyi ifade eden mutlak geri çevirme mânâsıyla bütün bu tefsirleri kapsayan bir fiil ve etki mânâsı kastedilmekle hepsinin arası bulunmuş ve bu ihtilaflar kesilmiş olur.
ARZ-I ZÂT-I SAD´ ın mânâsına gelince:
SAD´: Şakk ve infitar kelimeleri gibi yarılmak, çatlamak ve çatlak demek olduğu için bunun da iki üç şekilde izahı yapılmıştır:
BİRİNCİSİ: “Sonra yeri yardık ve (bu suretle) orada daneler ve üzüm…bitirdik.” (Abese, 80/26-28) mânâsı üzere yerkürenin bitki için çatlayışına işarettir ki, bu münasebetle mecazî olarak bitkilere de saddenilir.
İKİNCİSİ: Genellikle yerkürede bulunan ve gerek ekin, gerek diğer sebeple meydana gelen çatlakla, yarıklar, arklar, hendekler, vadiler ve yolcuların çiğneyip iz yaptığı yollar gibi herhangi bir çatlaklığa işaret olmasıdır.
ÜÇÜNCÜSÜ de özel olarak kabirlere işaret olmasıdır ki, insanın yaratılış mertebelerinde ölüm ile öldükten sonra diriltilip toplanma arasında bir berzah, bir geçiş yeri olmak itibarıyla ana rahmi yerindedir. Hem gömülmek, hem de dirilip çıkmak için yarılır.
Bu üç mânânın üçünde de yerkürenin çatlayışı, üzerinde yapılan etkilere karşılık verme ve boyun eğme mânâsı ifade etmekte birleşir. O halde göğün dönüşü, yukardan gelen fiil ve tesiri; yerkürenin çatlayışı da aşağıda bulunan
kabullenmeyi ve boyun eğmeyi ifade etmek itibarıyla gök ve yerkürenin dönme ve çatlamalarında biri diğerini kucaklayıp sararak döllenmeyi sağlayan karı-koca durumunda olup bunlar arasından doğmuş olan insanın yine bunlar arasından, sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar gibi çıkarak Allah´a dönmek üzere ahiret âlemine gideceğine ve bütün bunlar yüce Allah´ın yaratma ve korumasıyla gözetimi ve gücü altında cereyan etmekte bulunduğuna dikkat çekilmiş ve buna irşat yapılmış olur. Bundan dolayı sofilerden bazıları göklere “babalar”, yerlere de “analar” tabir etmişlerdi. Özellikle “rec”i yağmur, “sed”i de nebat diye düşündüğümüz takdirde “atan su”yun tohumu döllemesi; yağmurun gök muhiti içinde bir tohum demek olan yerküreyi nebat çıkarması için döllemesi kabilinden olup asıl hayatın yaratılışının sırf ilâhî bir fiil olduğuna bir imâ dahi yapılmış olur. “Bütün çiftleri yaratan Allah noksan sıfatlardan uzaktır.”(Yâsîn, 36/36)
Kısacası, ne taraftan bakılırsa bakılsın yukardan etkisini sürdüren bir döndürme, bir döndürüş ve çeviriş tecellileri; aşağıda bir çatlayış, bir etkilenme ve boyun eğme ile “olma”yı ve “bozulma”yı kabullenme tezahürleri bulunduğu muhakkaktır.
13. İşte sizin arasında bulunduğunuz o döndürüşlü göğe ve o çatlayışlı yerküreye yemin olsun ki o, size başlangıç ve sonla ilgili olan bu âyetleri bildirerek o geri çevirme ve geri dönmeyi haber veren Kur´ân kuşkusuz bir ayırıcı sözdür, hak ve batılı ayıran kesin bir söz, keskin bir hükümdür.
14. O asla bir şaka değildir.
Târık´tan, delen yıldızdan, nefisten, nefis üzerindeki koruyucudan, yaratıcının kudretinden, sırların ortaya döküleceği günden bahsederken ölüm ve geri dönüşü, başlangıç ve sonu göstermek üzere atan sudan, sulb ve göğüs kemiklerinden bahsetmesi şiir ve mizah türünden bir şaka değildir. Hepsi ciddi ve gerçektir. Bunun için onu hak kulağıyla dinlemeli, hükümlerinden ve irşatlarından faydalanıp sırların açıklanacağı günde gerçek murada ermelidir.
15. Haberin olsun onlar, o kâfirler, bu âyetlerin inmesine sebep olan Mekke kâfirleri bir tuzak kuruyorlar, yani Ku´ân´ı geçersiz saymak ve onun nurunu söndürmek suretiyle hakkın emrine karşı gelmek için bir takım hileler kuruyorlar, entrikalarla önlemler almak istiyorlar.
16. Ben de hilelerine karşı hile kuruyorum ki “Biz onları bilemedikleri yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.”(Kalem, 68/44), “Benim tuzağım sağlamdır.”(Kalem, 68/45)
17. onun için o kâfirlere mühlet
ver mühlet ver onlara biraz. Çünkü Ve´n-Nâziât Sûresi´nde geçtiği üzere “Onlar onu görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluk vaktinden başka durmamışa dönecekler.”(Nâziât, 79/46)dir.
EMHİL, âyetin başında geçen “mehhil”den bedeldir. “Ruveyden” aslında mühlet mânâsına “rûd” mastarının küçültme ismidir. “Bir mühletçik ver.” demek gibidir. Ebu Hayyan´ın ifade ettiğine göre, mühlet vermek mânâsına gelen “irvâd” mastarının, kısaltıldıktan sonra yapılmış küçültme ismidir. Burada küçültme ismi yapılması hakir görmek ve az olduğunu ifade etmek içindir. Bundan başka bu kelimenin iki kullanış şekli daha vardır. Birisi, emir mânâsına fiil ismi olur. “Zeyd´e mühlet ver.” mânâsına denir. Birisi de, hal olarak kullanılır. “Ağır ağır, acele etmeden yürüdüler.” mânâsına denilir. Burada mef´ulu mutlaktır. yahut, yani, az bir mühlet demektir.
Böylece Târık Sûresi de bitti. Bunun ardından ´lâ Sûresi gelecektir.