Allahu Teala risaleti nereye ve kime vereceğini; vahyi kimlere indireceğini ve yaratıklarından hangisinin risaleti halka tebliğ edeceğini seçen ve bilendir. Cenab-ı Allah risalet için Arap toprağım seçmişti. Çünkü bu diyar, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilen, kendilerine kuvvetle ilahi kitap verilen peygamberlerin getirmiş oldukları umumi risaletin diyarıdır.
Çünkü Arap diyarında ibretler ve misaller vardır. İnsanı, üzerinde düşünmeye yöneltecek izler ve eserler vardır. Bu diyarlara başka kavimler tahakküm edemezler. Şer kuvvetleri buralara galip olamazlar. Araplar ilim bakımından geride bulunsalar bile, ruhi bakımdan bir eksiklik ve ayıpları yoktu. Nefisleri fesada sürükleyen hükümdarların, girdikleri beldelerin onurlu kimselerini zelil kılan Kralların zorla tatbik ettikleri zillet ve meskenet, Arap diyarlarına nüfuz etmemişti. Nitekim zorba Kralların, girdikleri ülkelerin onurlu kimselerini zillet ve meskenete duçar ettiklerini Cenab-ı Allah şu ayeti kerimede Belkıs´ın ağzından nakletmektedir: “Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar, halkının şereflerini zelil (ve perişan) ederler. (Evet) böyle yaparlar .” (Nemi: 34)
Arap beldelerindeki insanlar hükümdarların zulmüne maruz kalmadıkları ve böyle bir şeye alışık olmadıkları için, nefislerinin saflığı ve mukavemeti sayesinde şeref ve onur mesajım dünyanın dört bir bucağına ulaştırdılar. Cahiliyetleri döneminde hükümdarların hüküm ve baskısına direnmiş idiyseler de, İslamiyete girdikten sonra Resulullah´a karşı boyun eğerek kendi onurlarını bir kenara bırakıp teslimiyet gösterdiler. Araplar, ferdi tahakkümün düşmanıydılar. Ama İslamiyet sevgisini nefislerine sindirdikten ve îslamm sancağını doğuya ve batıya götürüp dalgalandırdıktan sonra, onurlarım İslama karşı ayaklar altına alıp çiğnediler ve itaat eden birer insan haline geldiler.
İlahi risalete mahal olması için Arap diyarından başka bir diyarı seçme yetkisine sahip kılınsaydık, bu seçimi yapmakta çok zorluk çekerdik. Çünkü Arap diyarı onur diyarıdır. Orada zillet yoktur. Orası hürriyet ve şecaat diyarıdır. Onur ve üstünlük dinini, hayırlı aktiviteyi ancak alçaklığa karşı direnen, zorluklara karşı göğüs gerebilen, dine ve peygambere karşı boyun eğmeye razı olan hür kimseler başkalarına tebliğ eder ve başka diyarlara ulaştırabilirler. Bu meziyetler ise sadece Araplarda ve Arap diyarında mevcuttur. Bu nedenle Araplar İslamiyetle tanışıp harekete geçince, diyarlarından çıkıp insanları hakka davet ettiler. Hiç gecikmeden, fütur göstermeden, kaçmadan ve umutsuzluğa kapılmadan insanları doğru yola çağırdılar. Zorluk karşısında gerileyip gevşemediler. Çünkü onlar çöllerin elem ve acılarına tahammül eden kimseler idiler.
Nübüvvet, Arap diyarına değil de, Kayserlerin diyarr olan Bi-zansa mı inecekti Orada herkes İmparatorların hükmüne boyun eğmiş, nefislerini küçülterek onların buyruklarına boyun eğmişlerdi. Öyle ki ahali, imparatorun kendisinden başka apayrı bir varlık olduğunu, her bakımdan aralarında farklar bulunduğunu sanıyorlardı. Heva ve heveslerinden başka hiç bir şey hüküm sürmüyordu. İmparatorların başına çöken ruh haleti, ırkçılık ve asabiyetten başka birşey değildi. Ruhlar, hükümdarların heveslerinin esiri olmuştu. İnsanların her bakımdan eşit olduklarını ifade eden mantığa başkaldırmıştı. Peygamberlik Arap diyarına inmeyecekti de Romaya mı inecekti
Peygamberlik Roma´ya değil de, İran´a mı verilecekti. Halbuki Kisralar halka zilet ve meskeneti uyguluyorlardı. Halk üzerinde seçkin kimselerin egemenliği geçerliydi. Kisranın hakimiyetinden kurtulsalar da, etrafındaki insanların hakimiyetinden kurtu-lamıyorlardı. Halk, kendini zillet ve meskenet içinde buluyordu. Nefisleri yumuşamış, hükümdarların önünde boyun büküp arzı teslimiyet etmişlerdi. Bunlar mı alışık oldukları bu zillet içinde İslam davetini izzete ulaştıracaklardı Yoksa ruhi kölelikleri içinde diğerleri mi Cenab-ı Allah´ın şu ayeti kerimede kaydetmiş olduğu insani değer ve üstünlüğe başkalarını davet edeceklerdi !
“Andolsun biz, Ademoğullarına çok ikram ettik. Onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rıziklarla besledik ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kildik.” (İsra: 70)
Zulüm görmeye alışık oldukları için, onurlarını yitirmiş olan, ya da boyun bükmeye alışık olan kimselerin hak davetinde bulunmaları mümkün müdür Teslimiyet havasından çıkıp kurtulmayı beceremeyen, aşağılık bir hayatla yetinen, zillete razı olan kimselerin hak davetinde bulunmaları mümkün müdür Onur ve üstünlüğe, hürriyet ve serbestiyete ancak hür kimseler davette bulunabilirler!
Firavunlar diyarının, Firavunluk saltanımn yıkmaya davet ve analarından özgür olarak doğmuş olan insanların hür olduklarını ilan etmiş düşünülebilir mi Bu topraklarda yaşayan zelil kimselerin yaptıkları tek şey, Firavun saltanatından daha zalim bir saltanata, daha zorba ve mütecaviz bir yönetime, daha fasit ve daha sapık bir idareye intikal etmekten başka bir şey olmamıştır. Bunlar zillet ve aşağılık içinde koşturmaktadırlar. Bir taraftan diğer tarafa geçmektedirler. Zorbaların baskısından veya zalimlerin zulmünden asla sıkıntı duymaz ve ayaklanmazlar. Aksine bunlar boyun büküp teslim olmaya alışkındırlar. Öyle ki, bunların durumlarını inceleyen bir kimse, gördükleri zulüm ve baskıyı hoş karşıladıklarını ve hallerinden memnun olduklarım, dahası, kendilerini zillete düşüren kimseyi kucakladıklarını zannedecektir. Kendilerine onur ve üstünlük ruhunu aşılamak isteyen kimselerden de yüz çevirdiklerini görecektir. Bunların psikolojileri üzerinde inceleme yapan kimse, bunların; onur ve şerefi, taşınması imkansız bir yük olarak gördüklerini zannedecektir. İzzet ve keramet yükünü, altında ezilecekleri bir yük olarak gördüklerini düşünecektir.
Firavun onlara: ” Ben sizin en büyük rabbinizim” demişti ve onlar da onu tasdik etmişlerdi. Onlara: “Benden başka bir tanrınız yoktur, öyle değil mi” diye sormuş, onlar ise: “Evet gerçek tanrı sensin” diye cevap vermişlerdi.
Nefisleri alçalmış ve nihayet zillete alışmışlardı. Helak olan bir kavim olmayı kabul etmişlerdi. Zillet ve meskenet, kanlarına işlemişti. Bu ruh, onların damarları içinde cereyan ediyordu. Öyle ki, kendilerine onur ve üstünlük vermek isteyen bir kimse geldiği zaman, onun davet ettiği şeye karşı çıkıyorlardı. Tasdik ettiklerini ise ilahlaştmyorlar; iyi, kötü her hususuta ona itaat ediyorlardı. Atalarının sözünü tasdik etmek, kutsamak ve ameline itaat etmek gibi alışkın oldukları şeyleri onda tasavvur ediyorlardı. Açlığa ve çıplaklığa razı oluyor, bu eziyetleri seve seve tadıyorlardı. Çünkü onlar Firavunla beraber idiler. Ancak Firavun´a benzeyen kimselere itaat edilebileceğini zihinlerine yerleştirmişlerdi.
Cenab-ı Allah Musa peygambere risalet verirken, Mısır diyarından başka bir ülkede vermişti. Firavun´u hakka davet ederken de, bu davetine büyücülerden ve halkın çok az bir kısmı dışındaki kimselerden başkası icabet etmemişti. Firavun kavminden çok az kimseler ona iman etmişlerdi. Musa peygamber Israiloğullarmı Mısır´dan alıp götürmüş ve onları Firavun´un zulmünden kurtarmıştı. Deniz, Firavun´u içine çekip boğmuştu. Musa, beraberindeki Israiloğullanyla birlikte Sina´ya gitmiş, orada hak davetinde bulunmak istemişti. Ama İsrailoğulları, Mısırlıların zulmüne alışkın ve fesada bulaşmış oldukları için bu hak daveti yapmaya elverişli kimseler olamamışlardı. Mısırlıların buzağıya taptıkları gibi İsrailoğulları da, tapmak için kendilerine bir buzağıyı tanrı edinmek istemişlerdi. Mısırlılarınki gibi onların nefisleri de gevşemişti. Korkaklaşmışlardı. Hatta Musa peygamber, kendilerinden, Cenab-ı Allah´ın onlar için mülk olarak yazmış olduğu şehre girmelerini istediği zaman , bahtsızlıkları kendilerine galip gelmişti. Firavun tarafından kendilerine kaselerle içirilen zillet ve aşağılık şarabının tesirinde kalmışlardı. Bakınız, Kur´an-ı Kerim onların durumlarım bize nasıl anlatıyor: Musa peygamber onlara şöyle demişti: “Ey kavmim, Allah´ın size yazdığı (nasip ettiği) kutsal toprağa girin, arkanıza dönmeyin, yoksa kaybedersiniz!” Dediler ki: Ey Musa, orada zorba bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.” (Allah´tan) korkanlardan, Allah´ın nimet verdiği iki adam dedi ki: “Onların üzerine kapıdan girin. Eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi eğer inanıyorsanız. Allah´a dayanın.” Dediler ki: “Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!” Musa, ´Ya rabbi, dedi, ben kendimden ve kardeşimden başkasına malik değilim. Bizimle o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır.” (Allah) buyurdu ki: “Orası onlara kırk yıl yasaklandı. Yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen yoldan çıkmış olanlar İçin Üzülme.” (Maide: 21- 26)
Onların böyle davranmaları, Firavun´un onları zelil kılmasının tesirinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Cenab-ı Allah, onların Tih çölünde kırk sene müddetle şaşkın şaşkın dolaşmalarına hükmetti. Ki zorluğa alışsınlar güçlü ve kuvvetli kimseler olsunlar. Başkaları ile savaşabilecek bir nesil haline gelsinler.
Yakın doğuyu bırakıp Hindistan´a yöneldiğimizde, orada sınıflardaki onur ve üstünlük ruhunun ölmüş olduğunu görürüz. Oradaki milletler zillete teslimiyet göstermişlerdi. Şu halde Araplardan başka, insanlığı hakka, onur ve hürriyete davet edecek bir millet kalmamıştı. –