Zaman ve Mekan:Mekke-i Mükerreme, ilahi risalet için seçilmiş bir yerdi. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, orası, Arap beldeleri arasında temayüz etmiş bir belde idi. Oranın kültürel mertebesinden bahsetmiştik. Mekke, arapların toplanıp biraraya geldikleri bir merkezdi. Mekke lilerin dili, Arapçanın en fasih lehçesiydi. Çünkü Arap şairleri, şiirlerim Kureyş lehçesiyle yazmaya özen gösterirlerdi. Mekkelilerin ve Kureyşlilerin dili fasih bir dil olduğundan dolayı çevredeki diğer beldelerin dilleri, halk dili gibi idi. Mekke, dini bir merkez niteliğini taşımaktaydı, insanlar oraya yönelir ve yeryüzünün her tarafından oraya akın akın gelirlerdi. Çarşı ve pazarlarında, getirdikleri malları satarlardı. Birbirlerine saygısızlık etmeden övünür ve birbirlerine baskın yapmadan mücadele ederlerdi. Çünkü Mekke´de kan akıtılamazdı. Kılıçlar kınlarına sokulurdu. Tüm araplar dindarlık, sevgi ve muhabbet bağlarıyla Mekke´de bir araya gelirlerdi. Kin ve düşmanlık duygusuyla karşı karşıya gelmezlerdi. Acılarını bir tarafa atar, kinlerini çember içine sokarlardı. Sadece ibadetle meşgul olurlardı. Karşılıklı menfaat değişiminde bulunur ve birbirlerine güzel söz söylerlerdi. Her kabilenin, Kabe´nin dış tarafında kendine muhsus putu bulunmasına rağmen, ibadet esnasında bütün bu putları bir tarafa bırakarak Kabe´yi takdis ederlerdi.
Bu dini, kültürel ve sosyal üstünlüğünün yanı sıra Mekke, Yemen´den ve doğunun uzak beldelerinden, aynı zamanda Arap Ya-rmıadası´nm batı taraflarının en uç noklarmdan gelen kafilelerin buluşma noktası olmuştur. Ticaret kervanları Mekke´ye uğrar, orada birbirleriyle karşılaşırlardı. Taşıdıkları bu uygarlık, kalplerin derinliklerine ulaşmasa bile, idraklere temas ediyordu. Mekke ve Medine´de, bedevilik, az da olsa uygarlıkla temasa geçiyordu. Bedeviliğin sertliğiyle uygarlığın inceliği arasında gevşek olmayan bir bileşim meydana geliyordu. Böylece nefisler de kuvvetleniyordu. Bedeviliğin saflığı ile ona yabancı olan uygarlık bir noktaya gelip buluşuyorlardı. Bu arada uygarlığın ve bedeviliğin kötü tarafları reddediliyor, geriye temiz bir öz kalıyordu.
İlahi risaletlerin çoğu, Hz. Muhammed´in risaletine yakın bir konumda zuhur etmişlerdi. Badiyelere (çöllere) yakın yerlerde, ya da badiyelerde zuhur etmişlerdir. Çünkü bu gibi yerlerde yaşayan kimselerin nefisleri, yeni risaleti kabul etmeye müsaittir, idrakleri de değişik değildir:
a- Bu gibi yerlerde ilahi vahyin yükünü kabul etmeye müsait bir saflık vardır. Buralarda ölçen, düşünen, geçmişini geleceğiyle irtibatlandıran, nefsi zorlamaya ve fikri güçlüklere tapmadan geçmişinden, şimdiki zamanını aydınlatacak şeyleri çıkarabilen idrakler vardır. İlahi risaletlere karşı çıkanların mukavemetle-rindeki arazlar zahiridir. Yani kısa zaman içinde bu arazlar yok olurlar. Çünkü bu arazlar, nefislerin derinliklerine ve kalplerin içine işlememiştir. Sadece yüzeyde kalmıştır. Değişiklikler ve değiştirmeler de ancak yüzeyde yapılır. Kalplerin derinliklerine yönelemez.
b- Uygarlık sahibi insanların yaşadıkları şehirlerde köklü adetler, yerleşmiş gelenekler, revaçta olan fikirler vardır. Bu gibi yerlere yeni bir inancın girebilmesi için, zihinleri doldurmuş olan eski düşünce ve inançların boşaltılması gerekir. Yeni düşünce ve inançlar ancak bundan sonra yerleşir. Yeni bir din gelince, insanların eskiden sahip oldukları inanç ve düşüncelerle yenileri arasında bir boğuşma meydana gelir. Bu boğuşma yöntemlerinin en ılımlısı, tartışma ve mücadeledir. Mutaassıp kimselerle yapılan mücadelede gerçekler zayi olurlar, Bu gibi mücadelelerde gerçekler, saf ve arınmış bir şekildş ortaya çıkamaz.
Yanlış da olsa bilimsel düşünceler, nefislere yerleşirler. Yerleşik gelenekler, kuvvetlenip nefislerin derinliklerine ulaşırlar. Bunları söküp atmak zordur.
Denebilir ki uygar kimselerin gelenek ve görenekleri olduğu gibi, bedevilerin de gelenek ve görenekleri vardır. Buna cevaben deriz ki: Bedevilerin gelenekleri, uygar beldelerdeki insanların kalplerine hükmeden ve zihinlerine yerleşen görüş ve düşünceler gibi düşünsel öğelere dayanmamaktadır. Nefislerin derinliklerine yerleşmeyen gelenek ve göreneklerse sabit olmazlar. Bunlar, derin düşünce mahsûlü olan görüş ve düşünceler gibi kalıcı olamazlar.
c- Tecrübeler de bunu teyid etmişlerdir. Yeni dinin, nefisleri saf ve temiz olan badiye halkı arasına girmesi çok kolaydır.
d- Hangisi olursa olsun, bir dini taşıyacak olan insanlara ihtiyaç vardır. Bedevilerde de düşünce, nefis ve ruh yüceliği vardır ki, bunların nefisleri diğer insanlara göre daha güçlü ve daha dayanıklıdır. Sosyologlar şu hususu kesin olarak belirlemişlerdir ki; İnançları uğruna vuruşmayı ve cihat etmeyi göze alan kimseler, bedevilerdir. Çünkü bunların kalplerinde uygarlığın pisliği bulaşmamıştır. Aksine bunlarda savaş ve dayanma kuvveti vardır. Bu söylediklerimizi doğrulayacak deliller bulunmaktadır. Çünkü peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerin, bu peygamberlere, uygarlıkla bedevilik arası sayılabilecek mıntıkalarda gönderilmiş olduklarını görmekteyiz. Bu peygamberlere tabi olan kimseler, çölde yaşayan, çölün zorluklarına göğüs geren kimseler olmuştur. Medeniyetin tadını alan şehir ve medeniyet ahalisi, peygamberlere tabi olmamışlardır. Öreneğin Musa peygamberi ele alalım. O, Firavun kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Ancak peygamberlik, O´na, Şam sınırına bitişik olan Medyen mıntıkasında verilmişti. Mısırlılardan onun çağrısına icabet eden kimse yoktu. Kendisinden sonra da getirmiş olduğu dinin yükünü omuzlayan ve tebliğ vazifesini gören kimseler Mısırlılar değildi. Bu görevi de başkaları yüklenmişti. İsrailoğulları ruhi zaafîyet içinde olduklarından dolayı, Musa peygamberin risaletini tebliğ etme yükünü yüklenmemişlerdi. Çünkü onlar da Mısırlıların ahlakıyla ahlaklanmışlardı. Her ne kadar Mısırlı olmasalar da, Mısırlıların ahlakım almışlardı. Bu dinin tebliğ vazifesini eda etmek için, insanların çölde güçlük ve zorluklara karşı idmanlı olması gerekirdi. Musa peygamber, Cenab-ı Allah tarafından kendileri için yazılmış olan araz-ı mukaddese girmelerini -orada ikamet etmeseler bile- İsrailoğullanna emrettiği zaman, onlar, oraya girmekten çekinmişlerdi. Bu nedenle Allahu Teala, Musa peygambere şöyle buyurdu: “Orası onlara kırk yıl yasaklandı. Yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen yoldan çıkmış olanlar için üzülme.” (Maide: 26)
Bazı yazarlar, tevhid ehlinin sadece Sami ırkından olduklarını zannetmişlerdir. Bazı Avrupalılar da bu görüşe katılarak şu gerekçeyi ileri sürmüşlerdir: Sami ırkından olanların akılları, yüzeyseldir. İnançtan sadece tevhidi anlarlar. Teslisteki felsefeyi, manayı düşünecek kapasitede değillerdir.
Bu ifadeler, kendilerini çürütecek unsurları da beraberinde taşımaktadırlar. Zira teslis inancını ortaya ortaya koyan Samilerdir.
Şu da var ki, Brahman dini aslında vahdaniyet inancını kucaklayan, Ari aklıdır. Şu halde vahdaniyet inancını sadece Samilerin aklına tahsis etmek, teslis akidesinin aslına göre yanlıştır. Şu halde teslis inancı, felsefecilerin vehimlerinden ibarettir. Yoksa bu, peygamberlerin akidelerinden değildir.
Brahman dinini omuzlayanların Asya çöllerinde yaşayan Ari kabileler olduklarım herhalde anlatmıştık. Bu da ilahi risaletle-rin ancak şehirlere yakın badiyelere veya kafilelerin uğradıkları yollara indiklerine büyük bir delil teşkil etmektedir. Örneğin Brahman dini Hindistan´a inmişti. Hindistan nehirler, haşereler ve sert mizaçlılarla dolu bir ülkedir. Orada bir nevi uygarlık da vardı. Badiyenin ve çölün saflığı yoktu. Çölün gücü, kuvveti, sadeliği, fıtri arınmışlığı mevcut değildi. Bu nedenle Hindistan´a inmiş olan Brahman dini kısa sürede tahrifata uğramış ve mezkur zalim sınıf sistemi bu dine yerleşmiştir.
Önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah tarafından gönderilen elçilerin sayısını kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Peygamberlerin bir kısmının kıssasını Cenab-ı Allah Kur´an-ı Kerim´de anlatmış, fakat bir kısmını anlatmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Onlardan kimini (n hayatını) sana anlattık, kimini de anlatmadık.” (Mümin: 78)
Peygamber efendimiz hakkında verilen müjdelerden bahsedeceğimiz zaman da anlatılacağı gibi, Brahman dini en büyük kaynağı olan Veda adlı kitapta bu müjdeler vardır. Daha önce açıkladığımız gibi, aslında Brahman dini bir tevhid dinidir. “Veda” kitabında yer alan ifadeler, Brahman dininin başlangıçta tevhid dini olduğuna delalet etmektedirler. Fakat bilahare o dine giren kimseler onu tahrif etmişlerdir. Aradan geçen uzun asırlardan sonra Brahmanizm muharref bir din haline gelmiştir ve günümüze kadar da -muharref de olsa- varlığını sürdürmüştür.
Bu kısa açıklamadan da anlaşıldığına göre, Mekke ve çevresinin coğrafî durumu, sahip olduğu özellikler, bu mıntıkayı peygamberliğin vatanı ve Özellikle son peygamberin vatanı olmaya layık kılmıştır. Bu mıntıkadaki peygamberlik, peygamberlerin atası ibrahim ve oğlu İsmail ile başladığına göre, yine İsmail´in neslinden olan bir peygamberle de bu mmtakada sona ermiştir.
Mekke-i Mükerreme, Kıyamete kadar varlığım devam ettirecek olan yeni dinin ortaya çıkması için en uygun bir yerdi. Çünkü arapların hepsi bu mıntakada bir araya gelirlerdi. Burada güvenlik ve esenlik vardı. Toprağından fışkıran kutsallık, insanların kalplerini dolduruyordu. Bütün Arapların gelip istişarede bulunduğu, Daru´n- Nedve de Mekke´de idi.
Şu halde yeni dinin tohumunun ekilmesi ve semerelerinin elde edilmesi için en uygun yer Mekke idi.
Yeni dine davet vazifesini yüklenme hususunda en müsait toplum araplardı. Bu dini korumak ve hükümdarların baskısı ile zorbaların tecavüzüne karşı himaye etmek için en elverişli millet, Araplardı. Dahası, Araplar güç ve satvet sahibi kimseler idiler.
Kureyş lehçesi, Arapçamn en fasih lehçesi olduğu için, Kur´an-ı Kerim´in Mekke´de nazil olması, elbette daha uygun idi. Kur´an-ı Kerim, bir mislini getirmekten bütün insanlığın aciz kaldığı bir kitaptır. Şu halde Mekke-i Mükerreme, Resulullah´ın kültür, dil, kuvvet ve cehdet ile temizlik bakımından Resul olarak gönderilmesine en müsait bir yerdi. “Allah, elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir.” (Enam: 124) –