Mekke-i Mükerreme, Allah´ın peygamberlerinin sonuncusu için en müsait bir yer olarak seçtiği bir mekandı. Mekke´nin, nübüvvetin zuhuruna müsait bir yer olduğunu insan aklı da idrak eder. Mekke´nin şeref ve yüceliğini insanlar tecrübeyle öğrenmişlerdir. Nübüvvet´e mekan olarak Mekke müsait olduğuna göre, zaman da insanlığı bir araya getirip doğru yola iletecek yeni bir dinin zuhuruna müsait hale gelmişti. Kalplerde inanç kalmamış, dünya yeni bir dine ve gökten gelecek bir hidayete muhtaç hale gelmişti. Çünkü insanlar bir fetret dönemi yaşamaktaydılar. Isa peygamberden sonra, o zamana kadar herhangi bir peygamber de gelmemişti. Semavi dinler tahrife uğramışlardı. O dinlere tabi olan kimseler yoldan sapmışlardı. Dinleri amaçları dışındaki mecralara sürüklemiş ve haktan uzaklaşmışlardı. Putların kuvveti yok olmuş, otoriteleri zayıflamıştı. Akıllar da artık putlar hususunda vehme kapılmışlardı. Yunan tanrılarını kuşatan vehimler zail olmuştu. Romalılar´ın putlarının taştan ibaret oldukları, hiç kimseye fayda veya zarar veremeyecekleri anlaşılmıştı. Kimseye şifa veya hastalık veremeyecekleri belli olmuştu. Etraflarındaki vehimlerin yok olmadığı farz edilse bile, onların hurafeden başka bir şey olmadıkları ve yok edilmeleri gerektiği, kesinlik kazanmıştı. Akıllara fesat verdikleri ve dolayısıyla ıslah edilmelerinin zorunlu olduğu belirlenmişti.
Roma imparatorluğu kendi reayasını oyuncak haline getirmişti. İmparator kendini halka bir tanrı olarak empoze ediyordu. Hal-kınsa hiç bir hakkı yoktu. İmparatoru doğru yola sevkedecek güç ve yetkileri de yoktu. Nefisler sapmış ve hataya sürüklenmişti. Huzur ve itmi´nan bulamıyordu. İstikrarsız ve sabırsız hale gelmişti. Çünkü imparator, hoşlarına gitmese bile, kendi dinini halka zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Mısır halkının durumu da Romalılar´ınkinden farksızdı. Hepsi hükümdarın otoritesi altında ve onun empoze ettiği inançlara bağlı kalmak zorundaydılar. Köle olmuşlardı.
Memleketleri dahilinde, Romalılar ile, Roma hakimiyetine bağlı olarak varlığım sürdüren diğer ülkelerdeki insanlar arasında açıkça ayırım yapılmaktaydı. İlk olarak şu noktada bir ayırım gözetilmekteydi. İmparatorun adamları halka tahakküm ediyorlardı. Halkın savaşlardan elde ettiği ganimetler, sadece hükümdarın adamlarına veriliyordu. Diğer vatandaşlar ganimetlerden yoksun bırakılıyordu. Yetki ve otorite, hep hükümdarın adamla-rındaydı. Halkın otoriteye ve yönetime katılma hakkı yoktu. İnsanlar sadece kişisel acılarından elem duymazlar. Nimetin, kendilerinden alınarak başkalarına verildiğini gördüklerinde daha çok acı duyarlar. Kendileri mahrum bırakıldıkları halde, başkaları o nimetlerden yararlandırılır, zevk ve sefa içinde yaşarlarsa, bu daha çok acı verir.
Ayırımın üçüncü çeşidi de şu idi: Asalet, sadece seçkin olan kimselere mahsustu. Aciz ve zayıf kirnselerse mahkum zümre idi. Romalı asilzade, zayıf olan reaya fertlerinin tümünün üstünde bir makama sahipti.
Roma İmparatorluğu´nda köleliğin bir çok sebepleri vardı. Hatta Romalı bir kimse, herhangi bir milletten gözüne kestirdiği bir adamı köle edinebilirdi. İnsani ilişkilerin tümünde hüküm, güçlüden yana idi. Roma topraklarının her tarafında güçlüler, zayıfları bir av gibi parçalayabilirlerdi. İnsanlar arasında büyük bîr ayırım yaratan bu Öldürücü düzen gereğince, insanlara farklı muamelede bulunuluyor ve devletin kanunları tatbik ediliyordu. Ro-malılar´a göre kadın, evlenmeden önce babasının, evlendikten sonra da kocasının cariyesiydi. Evlenmeden önce babası, evlendikten sonra kocası tarafından öldürülürse, katile herhangi bir ceza verilmezdi.
Görüldüğü gibi, Romanın sosyal düzeninde insanın temel hakları elinden alınmıştı. Romalılar´da, insanın tabii haklarına saygı kalmamıştı. O zaman bozgunculuk her tarafı kaplamış, karada ve denizde insanların kendi elleriyle yaptıkları kötülükler nedeniyle fesatlar meydana gelmişti. Bu durumu değiştirmek ve bu fesadı düzeltmek gerekiyordu. Çünkü Cenab-ı Allah fesadı sevmezdi ve kulları için de zulmü istemezdi. Bu bozuk düzenleri değiştirecek bir kimseye ihtiyaç vardı. O zamanlar, insanlar arasında böyle biri yoktu. Fesadı salaha çevirecek, sapıklığı hidayete döndürecek bir kimse bulunmuyordu. Bunu yapacak birinin herhangi bir insan olması düşünülemezdi. Çünkü o zaman için, bir insanı diğerinin keyfî otoritesine bırakmak demek, onun yok edilmesi anlamına gelirdi. Öyle ise, bu bozuk düzenleri değiştirmek için gökten gelecek bir risalete ihtiyaç vardı. Bu risaletle muhatap olacak kimsenin de, Roma´ya bitişik bir mıntıkada zuhur etmesi gerekiyordu. Çünkü o mıntıkanın insanları, güçlü ve kuvvetli kimseler idiler.
Arap Yarımadası´nm batısını ve kuzeyini bırakıp doğusuna ve güneyine yöneldiğimizde, Fars diyarı ile karşılaşırız. Orada büyük siyasi çözülme ve zulüm, sosyal bir dağılma egemendi. Aile çözülmüş ve yönetim haksızlığın kaynağı olmuştu. Kisra, bütün halkı köle gibi görüyordu. Kisra´nın çevresindeki reisler ve yöneticiler, bu durumu insanlar için normal sayıyorlardı. Ama halk bunu normal saymıyordu. Farslı kimselerin akıllarına saldıran çeşitli inançlar, onları fikri kargaşaya sevkediyordu. Bu kargaşa içerisinde insanlar yollarım kaybediyor, nefisler zulüm görüyordu. Farslılar´a, Hintlilerden sirayet eden sınıf ayrımı düşüncesi onları sosyal yönden çözüntüye uğratmıştı. Her ne kadar Hindistan´daki gibi kuvvetli olmasa bile, bu sınıf aynmı, Farslılar arasında sosyal bir çözüntüye neden olmuştu. Çünkü aile, güçlü esaslara, sağlam temellere dayalı değildi. Örneğin erkek çocuk, anasıyla ve kız kardeşiyle, baba kendi kızıyla evlenebiliyordu. Daha buna benzer nefsi zayıflatan evlilik alakalarında kalbe zaaf veren bir çok durumlar görülüyordu. Bu nedenle insan, hayvandan daha aşağı derecelere düşmüştü. İran´da Fars yönetiminin son dönemlerinde ortaya çıkan Mazdek mezhebi nedeniyle, Fars toplumu çözüntüye uğramıştı. Nesebler birbirine karışmış, mülkiyet dokunulmazlığı ortadan kalkmış, nihayet haklar heder edilmişti. Malların üretim ve nemalandırılması zayıflamıştı. Öyle ki, İran yönetimini, Farslar´ın düzeni ile iyileştirme imkanı ortadan kalkmıştı. İran´da, Zerdüştlükten Manicilik ve Mazdekçiliğe kadar zuhur etmiş olan önceki mezheplerin doğurdukları tecrübelerden de anlaşıldığı gibi, bu alanda yapılan düzeni iyileştirme çalışmaları asla başarılı olamamıştı. Aksine bu mezhepler, Fars toplumunda müzmin hale gelen keşmekeşliği daha da arttıran ve vücudun her tarafına sirayet ettiren zararlı bir ilaç gibi olmuştu. Bu mezhepler, çözüntüyü daha da kuvvetlendiren faktörler halme gelmişlerdi. Örneğin Zerdüştlük mezhebi, güçlüden yana çıkmış, bu nedenle de güçlüler zayıflara tahakküm eder hale gelmişlerdi. Manicilik mezhebi de insanoğlunun kökünü kurutmaya çağrıda bulunmuş, bu nedenle Kisralar insanları öldürmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bunlardan sonra Mazdekçilik mezhebi gelmiş, Fars toplumundaki bozulmayı iyice yaygınlaştırmıştı. Dolayısıyla Fars toplumu, yıkılmaya yüz tutmuştu.
İşte bu nedenlerden Ötürü, topluma düzen vermek ve insanları doğru yola iletmek için gökten bir hidayetin gelmesine ihtiyaç duyulmuştu. Nihayet bu hidayet, Farslar´a komşu olan Arap bölgesinde ortaya çıktı. Her bakımdan güvenilir olan Resulullah Mu-hammed (sav) bu topraklarda dünyaya gelmişti.
Fars´ı, Horasan´ı ve ötesini bırakarak Hind ile Çin´e yöneldiğimizde, akılların şaşkınlık ve tereddüt içinde olduklarını görürüz. Düşünce bakımından istikrarsız bir toplumla karşılaşırız. Buralarda Brahmanizm tahrife uğramış, nihayet putperestlik haline dönüşmüştür. Oysa bu din, daha önceleri tevhide çağıran bir dindi. Aslında Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğu halde, Brahma´yı gözlerinde mücessem bir ilah haline getirmişlerdi. Halkın, Brahma´nın kafasından, pazularından, dizlerinden, ayaklarından yaratıldığına ve buna göre tabakalar meydana geldiğine inanılmaya başlanmıştı. Yaratıklarla Hak Tanrı arasına girmişlerdi. Sonra bu yaratıkları çeşitli sınıflara ve fırkalara ayırmışlardı. Birbirleriyle sevişecekleri yerde, nefretleşmeye razı olmuşlardı.
insanlar arasında geçerli olan şey vehimlerdi. Öyle ki, kendi yanlarındaki din adamlarından birinin ilah, ya da ilahın oğlu olduğu vehmine kapılmışlar; ona, normal bir insanda bulunmayan bazı sıfatları yakıştırmışlardı. Anlatıldığına göre, Hıristiyanlar da onlara tabi olmuşlardı. Bazı kimseler bu toplumu ıslah etmeye yöneldikleri zaman, hangi noktadan ıslahata girişecekleri hususunda hayrete düşmüşlerdi, çünkü dini terbiye hususunda nerelerden topluma girileceğini ve nerelerden çıkılacağını bilmek, ancak din ile olur. Orada da yol gösterici bir din ve hikmeti ile dosdoğru yola davet edici bir peygamber yoktu. Bu nedenle de onlar, sadece duygularının işaret ettiği yöne gitmekle yetindiler. Nihayet Buda geldi ve mahrumiyetten başka bir şey olmayan bir inanç getirdi. Evet bu inanç, ıslahattan çok mahrumiyet esasına dayanıyordu. Olumluluktan, insanı yüceltmekten, icabi faziletlere yönelik iradeyi oluşturmaktan, semere verici faydalı işleri yapmaktan, yeryüzünü imar etmekten, sağlam ahlaki esaslara dayalı maslahatları uygulamaktan ve gözetmekten uzak olan bu inanç, kişinin kendini bazı şeylerden mahrum bırakmasını öngörüyordu. Oysa mahrumiyet hiç bir fayda ve sonuç vermez. Her ne kadar havas tabakasına mensup kimseler bunu iddia etseler de, avam tabakası buna iltifat etmez. Bu nedenle, bu mezhebin tam olarak revaç gördüğü söylenemez. Ancak geçmişteki ve şimdiki zamandaki fakir bazı kimseler olarak adlandırılan çok az sayıdaki kimseler, bu mezhebe yönelmişlerdir. Bunlar da kendilerini hiçbir sonuç vermeyen mahrumiyete maruz bırakmaya razı olmuşlardı.
Bu mezhep Çin´e intikal ettiği zaman, orada olumsuz bazı semereler vermiştir. Bu semerelerin hepsi de mahrumiyete yöneliktir. Bazı reformistler Çin halkım olumlu yöne yöneltmek istemişler, ama düşüncelerinde samimi olmadıkları için halk ile gerçekleri idrak etme arasına engeller çıkmıştır.
Bu konuda bir işarette bulunmamız, daha fazla söz söylemeye ve konuyu lüzumundan fazla uzatmaya ihtiyaç bırakmamaktadır.
Çinliler´in durumu da, yol gösterici bir liderin gerekliliğine işaret ediyordu. Ancak bu lider ve yol gösterici, kendi arasından çıkacak biri olamazdı. Onlara benzer bir kimse de olmamalıydı. O, her şeyin yoktan varedicisi Allah tarafından gönderilmeliydi.
Birisi çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz ki bütün dünya, o zamanlar gökten gelecek bir risalete ihtiyaç hissediyordu. Özellikle nefsi terbiye edip bedeni kuvvetlendirmeye ve insanın hem dindar, hem faydalı bir şahıs olmasına çağrıda bulunan Muhammed (sav)´in risaletine ihtiyaç hissediyordu. Ama Muhammed (sav)´in getirmiş olduğu risalet, dünyanın en cahil ülkeleri olan Avrupa ile Asya´daki boşluğu doldurabilmiş midir
Buna cevaben deriz ki: Muhammed (sav)´in getirmiş olduğu şeriat, hala ortada durmaktadır. O´nun getirmiş olduğu şeriat, hala insanları hakka davet etmekte, gerçeğe yöneltmekte ve doğru yola iletmektedir. Ama O´na tabi olan müslümanlar, yüklendikleri yükü selametle taşıyamamaktadırlar. Görevlerinde kusurlu davranmaktadırlar. O´nun, kendilerine Rabbinin emri ile emanet etmiş olduğu emaneti hakkıyla muhafaza etmemektedirler. Oysa, Cenab-ı Allah her şeyi ilmi ile kuşatmıştır.