Bütün dünya, insanları İslah edecek, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek, davetini kendisi adına başkalarına tebliğ edecek kimseleri doğru yola iletecek bir peygamberin gelmesini bekliyordu. Onun adına davetini başkalarına tebliğ edecek olanlar da gayba iman edecek, görmedikleri halde Allah´a iman eden ve dosdoğru yolda giden kimseler olacaktı. Bütün dünya böyle bir peygamberin gelmesini gözlemekteydi. İnsanlığa gelecek olan bu peygamberin zamanının yaklaştığı müjdeleniyordu. Bu müjdeler sadece peygamber efendimize yakın olan Yahudilerle Hıristiyanların kitaplarmda yer almıyordu. Aksine bunlardan daha önceki devirlere ait kitaplarda da peygamber efendimizin geleceğine dair müjdeler vardı. O kitaplarda peygamber efendimizin geleceği ve insanları tevhid inancına çağıracağı, her şeyi bilen, güçlü ve üstün olan Allah´ı birlemeleri için insanlara çağrıda bulunacağı kaydedilmekteydi. Zaten bütün uyarıcı ve müjdeciler, ehl-i iman kimseleri buna davet ediyorlardı.
Muhammed (sav)´in geleceğine dair müjdeleri kapsayan kitapların en eskisi, eski Hindliler´in kitaplarıdır. Daha önce de işaret ettiğimiz “Veda” adlı kitaplarında, peygamber efendimizin Hate-mün Nebiyyin olduğuna dair müjdelerin bulunduğu, bazı müslü-raan araştırıcılar tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bir yazarın bu konuda söylediklerini, merhum üstad Abbas Mahmut el- Akkad “Maalimu´n- Nur” adlı kitabında bize şöyle nakletmektedir:
“Üstad Abdul- Hak diyor ki; Resul-ü Arabi olan Ahmed´in adı, Arapça lafzı ile “Veda” adlı kitabın ikinci cildinin 6. ve 8. fırkalarında şu ifadelere rastlanılmaktadır: “Ahmed, Rabbinden şeriatı alacaktır. O şeriat, hikmetle dopdoludur. Güneşten kıvılcım alındığı gibi, o da ondan nur kıvılcımları alacaktır.”
Yazar, Brahman yorumcuları tarafından gelen itiraz yönlerini gizlememiştir. Hatta nakledildiğine göre, o yorumculardan biri, Ahmed kelimesinin üzerinde durmuş ve bu kelimenin Hindçe manasının ne olduğunu araştırmıştır. Bu kelimenin: “Sadece Ben, Rabbimden hikmeti aldım” anlamına geldiğim söylemeye çalıştılar. Bu nedenle üstad Abdul- Hak Özetle şunları demiştir: Bu ifade, Brahman dinine mensup bir kimseye aittir. O da Fanza Kanfa adındaki bir şahıs olup Kanfa ailesindendir. Onun yorur ıuna göre, sadece Ahmed (as)în, yalnız başına Rabbinden hikmeti aldığı mealindeki sözü doğrulanamaz. (Çünkü peygamber efendimizden başka peygamberler de Rabblerinden hikmeti almış] ardır.[1]
Bu ifadelerden iki sonuç çıkmaktadır:
1- Ahmed adı, Tevrat ve İncil´de geçtiği gibi, “Veda” adlı kitapta da geçmiştir.
2- Brahmanlar, aslında tevhid dini olan Brahmanizm´i tahrif etmişlerdir. Bunlar kelimelerin yerlerini değiştirmeye ve asılsız yorumlar yaparak kelimelere değişik anlamlar vermeye çalışmışlardır.
Şüphesiz, onların tahrif yoluyla ortaya koydukları açıklamalar, asli gerçeklere aykırı düşmektedir. Nitekim Üstad Abdul -Hak da bunu açıklıkla ortaya koymuştur. Bunun Ötesinde, mezkur ibare, nassı ile şunu ifade etmektedir: “Ahmed Rabbinden şeriatı almıştır.” İnhirafa uğrayan yorumları ise bu ifadeye aykırı düşmektedir. Çünkü bu ifadenin nassmdan anlaşıldığına göre, şeriatı Rabbinden Ahmed almıştır. Bu şeriatı babasından değil, Rabbinden almıştır. Oysa baba ile Rab arasındaki fark apaçık ortadadır. Ancak onlar, kendilerinden sonra gelen Hırisitiyanlar´m söyledikleri gibi, Rabbı baba saymaktadırlar. Bir kimse şöyle diyebilir: Brahmanizm´i, Allah´tan kendisine emir inen bir peygamber getirmemiştir.
Buna cevaben deriz ki: Brahmanlar´m kitaplarındaki ifadeler, Biruni´nin de anlattığı gibi, Brahman´ın tanrı değil, peygamber olduğunu ortaya koymaktadır. Brahman ne tanrı ve ne de; tanrının oğluydu. Bu konuda Biruni´nin söylediklerini nakletmiştik.
Daha önce söylediğimiz gibi, Hindliler´in kitaplarında Muham-med{sav)´in peygamber olarak geleceği konusunda müjdeler vardı. “Veda” adlı kitapta da bu müjdeler bulunuyordu. Hindliler, “Veda” adlı kitabı ibadetleri için temel -bir kitap olarak kabul etmişlerdir. Üstad Abdul- Hakk´ın anlattığına göre, “Veda” da Kabe´nin tavsifi de vardır. O kitapta Kabe´ye “meleklerin evi´ denilmektedir. Kabe´nin nitelik ve evsafı anlatılırken, onun sekiz köşeli ve dokuz kapılı olduğu söylenmektedir. Üstad Abdul- Hakk “Kabe´nin dokuz kapısı” sözüyle, insanları Kabe´ye götüren kapıların kasdedilmiş olduğunu ifade etmektedirler ki, bu kapılar da şunlardır: Bab-ü İbrahim, Bab-ül- Veda, Babü´s- Safa, Bab-ü Ali, Bab-ü Abbas, Bab-ün- Nebi, Bab-üz- Ziyare, Bab-ü Harem.
Üstad Abdul-Hak, “Veda” adlı kitapta bahsedilen Kabe´nin sekiz köşesinden de, Kabe´yi çevreleyen dağların kasdedilmiş olduğunu ifade etmektedir. Bu dağlar da şunlardır: Haliç, iki tane Ku-aykian, Hindi, La´la, Kudey, Ebi Hadid ve Ebi Kubeys dağları.
Yazar, tahrifçi Brahmanlar´m, Kabe´nin insan heykeli ve cismi olduğuna dair söyledikleri sözlere iltifat etmemektedir. Çünkü bu, ciddiye alınacak bir söz değildir ve Kabe´nin sözü edilen evsafına aykırı düşmektedir. Kabe, meleklerin evi de değildir. Bir insan, oranın meleklerin evi olduğunu söyleyemez.
Yazar daha da ileri giderek, Brahman kitaplarının; peygamber efendimizin karşılaşacağı düşmanlıklara da işaret ettiğini söylemektedir. O kitaplarda, peygamber efendimiz ile Bedir´de savaşan kimselerin sayılarına ve peygamber efendimizin onlara üstün geleceğine işaret edildiğini ifade etmektedir.
Hindli yazar, bazı nasslar üzerinde şüpheye düşmüştür. Ama kendi kuruntularına ve vehimlerine dayanmamıştır. Hayallerine değil, nakledilen ifadelere itimat etmiştir. Bu ifadelerin de lafızlarım, muhtemel manalara yormuştur. Bu yorumu, akla uzak değildir. Ona karşı çıkanlarsa, bu ifadeleri, kabul edilmeyecek bir şekilde yorumlamışlardır ki, bu da makul olan şeylere aykırıdır. Örneğin meleklerin evi ile kutsallığı, insan cismi ile; Rabbı ise baba kelimesiyle yorumlamışlar ve daha buna benzer akla aykırı yorumlamalarda bulunmuşlardır.
Üstad Abdul – Hak, Muhammed (sav)´in geleceğine dair müjdelerin “Zend Avesta” adlı kitapta da yer aldığını bildirmiştir. Onun anlattığına göre, mezkur kitapta, peygamber efendimiz hakkında Kur´an-ı Kerim´de anlatılanlara benzer bazı vasıflar kullanılmıştır. Yine aynı kitapta Peygamber efendimizin alemlere rahmet olarak gönderileceği bildirilmiştir. Cenab-ı Allah ise, her şeyi apaçık bildiren kutsal kitabında şöyle buyurmuştur: “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik.”
Yine mezkur kitapta anlatıldığına göre, peygamber efendimizin, insanları bir ve tek olan, eşi ve dengi, başlangıcı ve sonu olmayan; zevcesi, babası, anası, kocası, oğlu, meskeni, bedeni, şekli, rengi, kokusu bulunmayan Allah´a davet edeceği bildirilmiştir. Şüphesiz ki bu vasıflar Yüce Zata aittir. Bu da O´nun zat ve sıfatları bakımından bir olduğuna, yaratma ve tekvin bakımından tek olduğuna işaret etmektedir. Bu sıfatlar, açık ve net bir şekilde O´nun için sabittirler. Bunun sonucu olarak da, sadece Allah´a kulluk etmek ve O´na ibadet etmek gerekir.
Üstad el-Akkad diyor ki: “Üstad Abdul- Hakk´ın görüşleri, Zer-düştler´in peygamber efendimizin davetinden haber veren kitaplarındaki ifadelerden yapılan iktibaslardır. Bu kitaplarda, vade-dilen peygamberin geleceği ve insanları hakka davet edeceği bildirilmektedir. Ayrıca bu kitaplarda Arabistan çöllerine işaretler de bulunmaktadır. Orada yer alan ifadelerin bir kısmım, üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmadan nakledeceğiz: “Zerdüştler, dinlerini terkedecekleri zaman zaafa uğrayacak ve kuvvetlerini yitireceklerdir. Bu arada Arap ülkelerinden bir adam ayaklanacak, ona tabi olan insanlar da Farslar´ı yıkacaklar ve kendi hükümranlıkları altına alacaklardır. Farslar, ateşe taptıktan sonra Kabe´ye yönelecek ve Kabe putlardan temizlenecektir. İşte o günde Farslar´la peygambere tabi olan kimseler, alemlere rahmet olacaklardır. Farslılar´la Medyenliler´in efendileri olacaklardır. Tus ve Belh şehrinin hakimleri olacaklardır. Buralar, Zerdüştler´e ve çevrelerinde bulunan kimselere göre mukaddes mekanlardır. Arapların peygamberi, fasih konuşan ve mucizelerle insanlara hitap eden bir kimse olacaktır.” [2]
Burada biraz durmak gerekiyor: Bu söz, Zerdüşt´ün peygamber olduğunu ve onun getirdiği dinin semavi bir din olduğunu ifade ediyor. Yoksa onun kitabı, Hz. Peygamberin geleceğine dair müjdeleri kapsamına alamazdı. Semavi kökenli olmasaydı, bunu biz de dikkate almazdık. Ancak bu kitap ile Franklar´m kitapları arasında nasıl bir uyum sağlayabileceğiz Zira Franklar´m kitaplarında anlatıldığına göre, Zerdüşt insanları kuvvete çağırıyor-muş. Güçlüleri desteklemeyi, zayıfları yok etmeyi öneriyoraıuş. Öyle ki, bu nedenle Avrupa´da, zayıfları yok etmeye davette bulunan bir felsefe meydana gelmiştir. Bu felsefeye göre zayıfların yeryüzünden kaldırılması gerekiyormuş. Bu da semavi nübüvvet ahlakıyla taban tabana zıt bir düşüncedir. Aynı zamanda kamil insani ahlakın öngörülerine de aykırıdır. Çünkü yaşama hakkı, bütün canlılara tanınmıştır. Ahlak kanununa ve semavi kanunlara göre zayıf kimse öldürülmez, ancak yaşamını sürdürebilmesi ve hayatını sonuna kadar yaşaması için ona yardım edilir.
Buna cevaben deriz ki: Bu naslar, Zerdüştiler´in kitaplarında fiilen mevcuttur. Bu ifadelerin de semavi bir kitaba sahip olan bir peygamberin ağzından çıktığı açıkça anlaşılmaktadır. Nihayet zamanla bazı olaylar meydana gelmiş, dolayısıyla Farslar´ın düzeni bozulmuştur. Böylece Araplar bilfiil onların topraklarına girmişlerdi. Sonuçta Farslılar da İslam bayrağının taşıyıcıları olmuşlardı ve alemlere rahmet olan islam bayrağını bir çok yerlere nakletmişlerdi. Bu da ancak semavi bir vahiy neticesinde olabilirdi. Bu durumda ortada bir resulün ve risaletin mevcudiyetini, Allah´m vahyi ile konuşan bir kitabın varlığını söylemekten başka çaremiz kalmamaktadır.
Zerdüşt´e nisbet edilen bazı sözlere göre, o, insanları kuvvete davet edermiş. Eğer bu sözüyle o, mü´min kimsenin risaleti tebliğ etme hususunda ahlaki, akli ve bedeni bakımdan güçlü olmasını amaçlamışsa, bu doğrudur. Böyle bir şey ahlaki ilkeler ve nebevi vesilelerle uygunluk içindedir. Nitekim Peygamber Efendimiz´in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kuvvetli mü´min zayıf mu´minden daha hayırlıdır. Ama hepsinde hayır vardır”
Zerdüşt´ün böyle demiş olması, onun Allah tarafından gönderilen, tevhide davet eden bir peygamber olmasına engel teşkil etmez.
Ama o, eğer bu sözüyle kuvveti hakka galip kılmayı kasdetmiş-se, bu yanlıştır ve vehimden başka bir şey değildir. Avrupalılar´]n vehimleri de bu doğrultudadır. Böyle bir söz, onların siyasetlerine uygundur. Bu görüşte olan Avrupa felsefecilerinin de, sözü tahrif ettiklerim düşünüyoruz. Nitekim onlar, İsa peygamberin davetim de değiştirerek, ona tanrılık isnad etmişlerdi. Halbuki İsa peygamber, böyle bir nitelemeden uzaktı. O, Allah´ın kendisine emrettiğinden başka birşeyi onlara söylememişti.
Zerdüşt´ün, zayıfları yok etme konusundaki sözlerine gelince, bizim zannımıza göre o, mü´minleri kuvvet zırhım giymeye, zayıflığa çare bulmaya ve zayıflığı ortadan kaldırmaya davet etmiştir. Yoksa zayıf kimseleri yok etmeyi kasdetmemiştir.
Bu konuda söylenecek sözlerin özeti şudur: Peygamber efendimizin geleceği konusunda müjdeler yukarıda zikredilen kitaplarda mevcuttur. Bu ifadeler, asıl itibariyle doğruydu. Bu müjdeleri kitaplarda bulan kimseler için de bu ifadeler, nübüvvetin varlığını ispatlıyordu. Bunların sonuçlarının doğruluğuna bir diyeceğimiz yoktur. Bu hususta ortaya atılan vahdaniyeti inkara yönelik salt vehimlerine aldırış edecek değiliz. Çünkü insanlar salt vehimlerine kapılarak, insanın Allah´ın oğlu olduğunu veya Allah olduğunu iddia etmişlerdir. Böylesine büyük iddialarda bulunan kimselerin, bundan daha küçük iddialarda bulunmalarını tuhaf karşılamamak gerekir.
Bir kimse şöyle diyebilir: Kur´an-ı Kerim, Peygamber efendimizi müjdeleyen kimselerden söz etmiş ama bunların kimler olduklarını bildirmemiştir. İncil´de de İsa peygamberin, adı Ahmed olan bir peygamberin geleceğini müjdelediği bildirilmiştir. Tevrat´ta ise Muhammed (s.a.v.)´in adının yazılı olduğu bildirilmiştir. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur :
“Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Biz sana yöneldik. (Allah) buyurdu ki: “Azabıma, dilediğimi uğratırım, rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve incil´de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O´na inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar; işte felaha erenler onlardır.” (A´raf: 156-157)
Yukarıdaki soruyu soran kimseye cevap olarak deriz ki: Kitap ehli kimseler, Peygamber efendimizle mücadele edip tartışırlardı. Çünkü onlar, onun davetine yakın kimseler idiler. Peygamber efendimiz onlarla, kendi delilleriyle tartışırdı. Onlar bu peygamberi tanırlardı. Daha önceleri müşriklere karşı, onun kendilerine bir yardımcı olarak gelmesini isterlerdi. Fakat peygamber olarak Allah tarafından gönderilince, onu inkar ettiler. Kaldı ki, peygamber efendimizin risaleti, önceki kimselerin şehadetlerine ihtiyaç duyacak nitelikte değildi. Onların yardımlarına muhtaç değildi. Kendi kuvvetini, kendi zatından alıyordu. Gücünü kendi içinde taşıyordu. Doğruluğunu ispatlayacak belgeleri kendi nefsinde taşıyordu. Hak bir peygamber olduğuna ve lisaletinin güçlü ve hikmetli Allah tarafından gönderildiğine delalet eden canlı delilleri bünyesinde taşıyordu.
——————————————————————————–
[1] Abbas Mahmud el-Akkad, Maahmu´n-Nur, s. 12.
[2] Abbas Mahmud el-Akkad, a.g.e., s. 14.