Vahyin altı ay veya daha az bir süre kesilmesinden sonra, Peygamber efendimize tebliğ görevi verildi. Bu emir üzerine Peygamber efendimiz, ilahi risaletin yükünü omuzladı ve bütün insanlığa tebliğde bulunmaya başladı. Allahü Teala ona, kendisine köstek olan Örtüyü üzerinden atmasını, sadece Hira mağarasında ibadetle yetinmemesini emretti. Hira mağarasm-daki ibadeti, kendi nefsini terbiye etmesi, ruhunu arındırması için yeterliydi. Ancak rabbinin emirlerini bütün insanlığın huzurunda anlatması gerekiyordu. Hira mağarasında gizlice yalvarıp yakararak rabbiyle irtibata geçmek, güvenilir bir elçi için yeterli değildi. İlahi emirleri halka açıklaması gerekiyordu. Böylece o, bir taraftan Hira mağarasında kendi zatını süsleyip terbiye ettiği, ruhunu güçlendirdiği, nefsini göklerde ve yerde herşeyden haberdar olan rabbine yönelttiği gibi, öte yandan da toplumsal bir ibadette bulunmuş olacaktı. Çünkü hak davetini yayacak, insanları sadece Allah´a ibadete yönelmeye çağıracakta Nefisleri ıslah edecek ve gecesi gündüz gibi aydınlık olan apaçık bir sevgiyle insanlar arasına girecekti. îşte peygamberlerin sonuncusu Abdullah oğlu Muhammed (sav)´in omûzladığı büyük risaletin gayesi buydu. Rabbi ondan şu kesin emirle halkı doğru yola çağırmasını istiyordu:
“Ey örtülere bürünen, kalk, uyar. Rabbini tekbir et Elbiseni temizle, pislikten kaçın. Verdiğini çok bularak başa kakma. Rabbin için sabret.” (Müdessir: 1-7)
Bu ayet-i kerimeler şu hususları kapsamaktadırlar: İnsanlar, eğer sapıklıklarında devam edecek olurlarsa, onları şiddetli bir azap ile uyarmak gerekir. Allah´a kulluğa, zahiren ve batı-nen giysileri temizlemeye, fesadı terketmeye, kötülükten uzak durmaya davet etmek icab eder. Kötülüğü uzaklaştırmanın, eziyeti ortadan kaldırmanın yegane yolu, Allah´a ibadettir. İslam davetini tebliğ etme hususunda ilk emir sayılan bu ayetler, üç önemli hususu içermektedir. Muhammedi davetin özünü oluşturan bu üç hususu şöyle sıralayabiliriz:
1- Ceza ve hesaba iman etmek. Zaten Peygamber efendimize uyarma emrini veren Cenab-ı Allah da bu hususa işaret etmiştir. Bunda abiret gününe işaret vardır. O günde yapılacak hesap ve cezaya değinilmektedir, insanlar hayır işlemişlerse hayır görecek, şer işlemişlerse şer göreceklerdir.
2- însan nefsi, ibadet ve sabırla terbiye edilir. İnsanın kalbi, yüce Allah´a ihlasla bağlanmak, onu ortaksız bilip yüceltmekle temizlenir. Allah´ın ortağı yoktur. Hakimiyet ve övgü O´na mahsustur. Zaten Cenab-ı Allah da bu hususa şu ayet ile işarette bulunmuştur: “Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle.”
3- Toplumu, içinde yaşamakta olduğu eziyetlerden kurtarmak ve topluma fayda vermek. Noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah, bu hususa şu ayetle işaret etmiştir:
“Pislikten (Allah´a eş tutmaktan, puta tapmaktan ve çirkin şeylerden) kaçın. Verdiğini çok bularak başa kakma.”
Böylece, yukarıdaki ayet-i kerimelerin, Islami hakikatlerin özüne işarette bulundukları anlaşılmaktadır. Islamiyetin temelini teşkil eden bu hakikatler, Vahdaniyet (Allah´ın birliği), ahi-ret gününe iman etmek, nefisleri pisliklerden arındırmak, fesadı bertaraf etmek ve bunun yerine faydalı olan şeyleri yerleştirmektir.
Davetin Mertebeleri
“Zadü´l Mead” adlı eserinde İbn Kayyım, davetin beş mertebesi bulunduğunu söylemiştir:
1- Peygamberlik: Allah katından inen hakka, ancak peygamberler davet ederler. îbn Kayyım bunu, davetin ilk mertebesi olarak kabul etmiştir. Ama biz bu görüşte değiliz. Biz bunu davetin mahiyeti olarak kabul ediyoruz. Çünkü risalete iman etme çağrısında bulunan kişi, ancak nebi ve mürsel olmalıdır. Çünkü bu, davetin esasıdır. Yoksa davete başlamak için girişilen ilk mertebe değildir. Aksine bu, davetin aslı ve özüdür.
2- Yakın akrabayı uyarmak: Zaten bu iş için Cenab-ı Allah Peygamber efendimize şu emri vermişti:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar ve müminlerden sana uyanlara kanadını indir. (Onlara karşı mütevazi ve şefkatli davran).” (Şuara- 214-215)
Peygamber (sav) efendimiz, işe ilk olarak en yakın akraba ve aşiretini davet etmekle başlamıştı. Bunun için de Abdü Menaf oğullarını çağırmış ve onlara şöyle demişti: “Şu vadide atlıların bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylersem beni doğrular mısınız ” Orada bulunanlar: “Senin yalan söylediğini görmedik” diye cevap verince, Peygamber efendimiz şöyle devam etti: “Şüphesiz ben, Allah´ın size gönderdiği elçisiyim. Şiddetli bir azaptan önce gelip size haber veriyorum. Bu ceza ya temelli cennete, ya da temelli cehennemde kalmaktır!”
3- Davetçinin kendi kavmini uyarması: Muhammed (sav) efendimiz bu yöntemi uygulamıştı. Dar çerçevelerden çıkıp geniş bir alana geçmişti.Sonra da daha genel ve kapsamlı bir alana intikal etmişti. Yakın akrabalarını uyardıktan sonra, kavmi Kureyşi uyarmaya başlamıştı.Bu mertebede Peygamber efendimiz, Mekke ve çevresindeki insanları uyarmaya başlamıştı.
4- Bu mertebeyi de îbn Kayyım şu sözleriyle açıklamaktadır: “Daha Önce, kendilerine uyarıcı gelen ve buna inanan kavimleri uyarmak”
Bunlar arap yarımadasında yaşayan araplardı. Çöl ve kent ahalisiydi. Böylece Peygamber efendimizin daveti, arapça konuşan herkese yayılmıştı.Yakm uzak demeden, insanlar arasında ayırım yapmadan bütün araplara hak davetini ulaştırmıştı.”
5- Araplardan başka Romalılara, İranlılara, Şamlılara, Mısırlılara, Habeşlilere elçiler ve mektuplar aracılığıyla daveti tebliğ etmek, sonra da onlara davetçiler göndermek: Müslümanlara hücum eden, ya da hücuma kalkışan düşmanları bertaraf etmek için ordular hazırlamak. îslama davet etmek isteyen davetçilere engel çıkaran milletlerin İslamı öğrenmelerine engel olan kimseleri saf dışı bırakmak için ordular hazırlamak, işte bu, davetin beşinci mertebesini teşkil eder. Sapıklıkla doğruluğun, hidayetle dalaletin birbirinden ayrılması ve hidayetle hakkın sebat bulması, bundan sonra da insanların delil ve hüccete dayanarak hakkı seçmeleri için, davet engellerini ortadan kaldırmak gerekir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim tağut (Şeytan)ı inkar edip Allah´a inanırsa, muhakkakki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. ” (Bakara: 256)
Her ne kadar ikinci ve üçüncü mertebeler arasında ayırım yapmak çok zor olsa da Peygamber (sav) efendimiz bu mertebelerin hepsini de uygulamıştır. Gerçekten ikinci ve üçüncü mertebeler, hemen hemen birbirinden ayrılamıyacak kadar iç içe-dirler. Zaten birincisi, davet için mertebe sayılmaz. Aksine o davete hazırlık mertebesidir. Belki de bu mertebeden şu kasde-dilmiştir: aYaratan Rabbinin adıyla oku…”
Bu ayetler Peygamber efendimizin Cebrail ile ilk buluşması esnasında nazil olmuşlardır. Davetin ilk mertebesi, davetçinin okumasını ve kendini yetiştirmesini gerekli kılmaktadır. Bu ayetlerin nüzulünden sonra vahiy altı ay kadar kesilmiş ve bundan sonra da şu ayet-i kerimeler nazil olmuştur:
“Ey elbisesine bürünen, kalk, uyar. Rabbini tekbir et. Elbiseni temizle.” (Mıidesair: 1-4)
Bundan sonra Peygamber efendimiz davetini gizli yaptı Dostlarıyla, yakın arkadaşlarıyla, seçkin tanıdıklarıyla buluşuyor, onlara İslamiyet´i tebliğ ediyordu. îşte bu, tebliğin ikinci mertebesiydi. islam´ın ilk nüvesini oluşturmak için, başlangıçta daveti gizli yaptı. Bu nüvelerden çekirdekler oluşacaktı. Bunu da gizlice yapmak gerekiyordu. Çünkü daha ilk aşamada daveti açıklamak, ekilen tohumu çürütebilirdi.
Her yeni düşüncenin etrafında imanlı gönüllerin bulunması ve bu düşüncenin ilanından sonra da bu dostların onu desteklemesi gerekir. Böylece o düşünce açığa vurulur. Sonra da bu fîkrin propagandasını yapacak kimseleri bulmak gerekir. Gizli davetin durumu, ana karnındaki ceninin durumu gibidir. Cenin, kendi başına hayatta kalabilecek duruma gelmeden ana karnından çıkmaz. Beka unsurlarını ve kuvvet sebepleriyle beslenmeyi elde ettikten sonra dünyaya gelir. îşte fikir davetleri de böyledirler. Önce gizlice tedbirlerin alınması, sonra açığa vurulmaları gerekir. Bu nedenle islam daveti, ilk mertebede gizlice yapılmış, sonra diğer mertebelere geçilerek ilan edilmişti. Kavilerin anlattıklarına göre, İslam davetinin gizlilik aşaması üç yıl sürmüştü. Müslümanlar bu süre içinde ibadet ve müzakerelerini Erkam bin Ebi Erkam´ın evinde gizlice yapar-larmış. Fakat şunu bilmemiz gerekir ki, bu süre içindeki gizlilik, davetin gizlenmesi değildi. Peygamber (sav) efendimiz, getirdiği ilahi hakikatleri ilan ediyordu. Bazı hususlarda insanları uyarıyor, bazı hususlarda da onlara müjde veriyordu. Yalnız gizlenen şey, alemlerin rabbinin davet ettiği ibadetin edasıydı. Bu nedenle de Hz. Ömer ile Hz. Hamza´nın müslüman olmalarından önce bazı güçsüz müminler, müşriklerin eziyetlerine uğramışlardı. Ancak Hz. Hamza ile Hz. Ömer´in müslüman olmalarından sonra müslümanlar, saf halinde ortaya çıkmış, müslü-manlıklarını ilan etmiş, birlik ve beraberlik içinde müşriklere karşı cephe oluşturmuşlardı. Allah´ın kuvveti ve hakkın gücüyle, kendisi acı da olsa, tatlı sonuçlar getiren sabırlarıyla müşriklere karşı meydan okumuşlardı.
Bundan sonra müşriklerin saflarını yaran tam bir açıklıkla, hakkın nurunu ve İhlasın aydınlığını ortaya koymuşlardı. Çünkü Cenab-ı Allah, Peygamber efendimize kesin ifadelerle şu emri vermişti:
“Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. ” {Hıcr 94)
Bu ayetin nüzulünden sonra Peygamber efendimiz müşriklere açıkça îslamı duyurmaya başladı. Kur´an-ı Kerim´le onlara meydan okudu ve mücadele verdi. Hakka inanan bir kimsenin gönül rahatlığıyla onlara karşı direndi. Kur´an ayetlerim okuyarak onlarla tartıştı. Kur´an´ın bir benzerini getirmeleri hususunda onlara meydan okudu. Onlarsa kendisini tehdit ediyor, aile ve aşiretini uyarıyorlardı.
İlk Müslüman Olanlar
Muhammed (sav), tslam´m ilk nüvesini oluşturmak için çalışmaya başladı. Başlangıçta, kendisiyle birlikte oturup kalkan ve kendisiyle beraber yaşayan kimseleri İslam´a çağırdı. En yakınında üç kişi vardı. Bunların birincisi, mü´minlerin annesi Hatice idi. Peygamber efendimiz onunla sükunet buluyor, onun şefkatini ve himayesini görüyordu. Peygamber efendimize iyilik eden bu mübarek kadın, onun çocuklarının anası ve şefkatli re-fikasıydı.
Peygamber efendimizle birlikte yaşamakta olanların ikincisi, Ebu Talib oğlu Ali´ydi. O Peygamber efendimizin himaye ve kefaleti altında bulunuyor, ondan terbiye görüyor ve geçimi de onun tarafından karşılanıyordu. Çünkü Ebu Talib´in çoluk çocuğu kalabalık, kendisi de dar gelirliydi. Kardeşinin oğlu Muhammed (sav) ise ona göre daha varlıklıydı. Bu zenginliği ve malı, Hatice´nin malıyla ticaret yaparak elde etmişti. Peygamber efendimizin amcası Abbas da zengin bir kimseydi. Ku-reyş´in servet sahibi kimselerindendi.
Duygulu, akrabalık bağlarına riayetkar ve sevecen bir insan olan Peygamber efendimiz, bu durumu amcası Abbas´a açtı. Kendisiyle amcası Abbas´dan her birinin, Ebu Talib´in çocuklarından birini yanlarına alıp bakımını üstlenmeyi önerdi. Abbas da ona muvafakat etti. Ebu Talib´den , yanlarında kalmak üzere birer çocuğunu istediler. Muhammed (sav) Ali (r.a)´yi aldı. islam daveti gelip ilahi vahiy indiğinde Hz. Ali on yaşındaydı.
Peygamber efendimizle beraber yaşamakta olanların üçüncüsü Zeyd bin Harise bin Şirahbil idi. Zeyd, Ben-i Kelb oğullan kabilesine mensup Araplar´dandı. Cahiliyet devrinde köle olarak alınmıştı. Çünkü kendisi 18 yaşlarındayken İranlı bir topluluk tarafından yakalanarak köle pazarında satılmıştı. Nihayet mü´minlerin annesi Hatice´nin mülkiyetine girmişti. Sonra Hatice onu Resulullah (sav)´a vermiş, böylece o, Resulullah´m kölesi olmuştu.
Babası, kaybolan oğlu Zeyd için çpk üzülmüş ve onu kaybettiğinden dolayı ağlayıp gözyaşları dökmüştü. Onun hasretini dile getiren şöyle bir şiir söylemişti:
“Zeyd´e ağlayıp duruyorum.
Ne olduğunu bilmiyorum. Acaba sağ mıdır
Herhalde öyle olmalıdır.
Yoksa ecel mi uğradı yanma
Vallahi bilmiyorum.
Onu sorup duruyorum.
Zeydf Sana düz yerler mi, yoksa dağlar mı kıydı
Ahf Ne olurdu zamanın,
Seni bir defa olsun geri döndüreceğini hileydim.
Senin dönmen en büyük şey,
Bana dünyada bu yeter! Güneş doğarken onu, bana hatırlatır!
Gurub zamanı yaklaşınca
Yine onu hatırlarım.
Rüzgarlar esince
Onun hatırasını dalgalandırırlar.
Ey onun hakkındaki üzüntülerim ve korkularım!
Ne kadar da uzunsunuz!
Onu aramak için akçıl deve
Yeryüzünde hızla sürülüp koşturulup duracak.
Deve, dolaşmaktan yorulmadıkça
Ben de bıkmayıp yorulmayacağım.
Ben sağ oldukça
Ya da ölüm gelip çatmadıkça böyle yapacağım.
Zaten herkes bir emel ve ümide kapılarak
Yok olup gider. ”
Babası, oğlu Zeyd´i Arap beldelerinde uzun süre aradı. Nihayet bi´setten önce Resulullah´m yanında buldu. Abdullah oğlu Muhammed (sav) de, köleliğe düşmandı. Rızası olmadan, Zeyd´i kendi yanında alıkoymak istemedi. Onu kendi yanında kalmakla babasının evine gitmek arasında serbest bıraktı ve şöyle dedi: “Dilersen yanımda kal, dilersen babanla beraber git” Ama o genç, Peygamber efendimizin yanında kalmayı tercih etti. Babası ve ailesinin yanında kalmaktansa, nübüvvetin nurunu tercih etti. Ama babası onu kınamaya başladı ve şöyle dedi: “Ey Zeydl Ananı babanı bırakıp da köleliği mi tercih ediyorsun !” O asil oğul şöyle dedi: “Doğrusu ben bu adamda üstün-lükler gördüm. Artık ebediyyen ondan ayrılmayacağım!”
Onun bu vefakarlığını gören Peygamber efendimiz, elinden tutup Kureyş cemaatinin yanma götürdü ve şöyle dedi: “Hepiniz şahit olun. Bu benim oğlumdur, bana mirasçı olacaktır.”
Peygamber efendimizin böyle söylediğini duyan Zeyd´in babası sevindi. Artık bundan sonra Zeyd´e, “Muhammed´in oğlu Zeyd” denilmeye başlandı. Bu hal, evlat edinmenin Kur´an tarafından yasaklanmasına kadar devam etti. Evlat edinmeyi yasaklayan Kur´an ayetinde şöyle denmektedir:
“Onları babalarına nisbet ederek çağırın. Bu, Allah yanında daha adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarmızdır.” (Ahzab. 5)
Peygamber Evinde İslamiyet
İslam´ın başlangıcı Hz. Muhammed (sav)´in evinde oldu. Onun evindeki kimseler İslam davetini başlattılar. Bunlar üç kişiydiler: Biri Peygamber efendimizin şefkatli, güvenilir, vefakar ve iffetli zevcesi Huveylid kızı Hatice, ikincisi henüz bir çocuk olan Ebu Talib oğlu Ali´ydi. Peygamber efendimiz onu besleyip büyütmüştü. Üçüncüsü de Peygamber efendimizin üzerindeki kölelik bağını kaldırmış olduğu Zeyd idi. Zeyd´i Peygamber efendimiz kölelikten kurtarıp Kureyş içindeki yüksek mevkiine ulaştırmıştı. Öyle ki, Araplar ona Muhammed´in oğlu Zeyd diye seslenirlerdi. Bu hal, evlat edinmenin Allah tarafından yasaklanmasına kadar devam etti. Bu yasak indikten sonra Zeyd´in şerefi, islam ve îman sayesinde daha da arttı. Hürriyetine kavuşarak şerefli bir insan oldu.
Peygamber efendimiz Cebrail ile karşılaştığı günden itibaren iman edip islam´a girdi. Peygamber efendimiz Cebrail ile konuştuktan sonra, vücudu tiril tiril titremekte olduğu halde evine döndü. Hatice bu olayı Varaka bin Nevfel´e anlattığında Varaka, Peygamber efendimizin, zamanın Resulü olduğunu, ondan sonra bir peygamberin gelmeyeceğini bildirdi.
Hatice daha işin başından iman etmişti. Onun imanı güvenlik ve esenlik olmuştu. O Peygamber efendimize sükunet verir, onun üzerine şefkat ve merhamet kanatlarını gererdi. Müşriklerin şiddetli baskıları ve sert direnmeleri ortamında Hatice, rahmet ve şefkat kanatlarıyla Peygamber efendimizi gölgelendirir, hep destek olurdu. Nitekim “Siret” adlı kitabında Ibn Hişam şöyle der: “Davet hususunda Hatice Peygamber efendimizi destekledi. O, Allah ve Resulüne inanan, Peygamberin getirdiklerini tasdik eden ilk insan oldu. Bu sayede Cenab-ı Allah, elçisinin yükünü hafifletti. Hoşuna gitmediği red ve tekzib-leri duyunca üzülüyordu. Fakat Hatice´nin yanına döndüğünde Cenab-ı Allah ondaki sıkıntıları gideriyor, ona sebat veriyor, yükünü hafifletiyordu. Hatice ona direnme tavsiye ediyor, onu tasdik ediyor, insanların yaptığı işlerin basit ve kaale alınmayacak kadar önemsiz olduğunu söylüyordu. Allah Hatice´den razı olsun. Bu sayede Hatice´nin, bütün peygamberlerin zevcelerinden daha üst bir makamı oldu. Hatta bütün dünya kadınlarının fevkinde bir makama sahip oldu. Fazilet hususunda dünyadaki kadınların üçüncüsü oldu. Bu kadınlardan birinci mertebede bulunan, gökteki meleklerle muhatap olan iffetli ve bakire Meryem´di. Diğeri Peygamber efendimizin vücudunun bir parçası ve ciğerparesi olan Fatıma-i Zehra idi. Üçüncü sırada olan Hatice´ye Cenab-ı Allah gökten güzel bir selam ve tebrik göndermişti. Cenab-ı Allah, Peygamberine Cebrail´in diliyle şu emri göndermişti: “De ki: Ey Hatice, Allah sana selam söylüyor,”
Abdullah bin Cafer bin Ebu Talib´in rivayetine göre, Resul-lulah (sav) efendimiz, Hatice´ye, cennette bir evinin bulunduğunu müjdelemekle emrolunmuştu.
Hatice, Peygamber efendimize, sükunet, bereket, güvenlik ve esenlik dolu bir ev hazırlamıştı. Dışarıda gürültü ve kavgaların tozu yorgunluk ve meşakkatlerin baskısı vardı. Fakat bu evin içinde Cenab-ı Allah ona tam bir rahatlık, aydınlık ve güzellik bahsetmişti. Eve gelen Peygamber efendimiz, güzel bir görünüm ve tatlı bir manzarayla karşılaşırdı. Yorgunluktan sonra sükunetin tatlılığıyla yüzyüze gelirdi.
Hatice, Allah tarafından kendisine selam gönderildiği zaman, onun katında ne kadar yüce bir mertebede bulunduğunu anlamış ve iman etmiş bir kadına mahsus olarak Cenab-ı Allah´a şu sözleriyle mukabil selamlarını göndermişti: “Allah selamdır. Selam ondandır, Cebrail´e de selam olsun.” Ondaki sadık ve dürüst iman, Allah´ı tenzih etmekle biraraya gelmişti. Cebrail´e de selam vermişti. Ama Allah, selamın ve esenliğin kendisiydi. İnsanlara selam ve esenliği bahşeden Allah´tı. O´nun şanı ve zatı yücedir.
Hatice´nin bu mukabil selamıyla ilgili yorumunda, “Mevahi-bü´l-Ledünniye” adlı eserin sarihi şöyle der: “Hatice´nin mukabil selamda bulunması, onun anlayışının derinliğine işaret eder. Çünkü o Allah´a mukabil selamda bulunurken O´na övgü ve senada bulunmuştur. Sonra Allah hakkında layık olan şeyle, layık olmayan şey arasında seçim yaptı. Onun bu yaptıkları, selim bir idrakin semeresi olmak yanında engin bir duyarlılığının ve Allah´a olan dürüst imanının da bir semeresiydL”