Sayılan az da olsa, Kureyş büyüklerinden bir kısmı îslam´a girdiler. Ama herkes Muhammedi davetten haberdar olmuştu. Muhammed (sav)´in ilahi bir risalet getirdiğini işitmişlerdi. Işığın evlerin içine girişi gibi, bu fisalet haberi de her eve girmişti. Hatta denilir ki, Kureyşliler´in bütün evlerinde, Muhammed (sav)´in göklerle konuştuğu ve göklerden haber aldığı, yepyeni bir davet getirdiği anlatılmaktaydı. Peygamber efendimiz in-sanlan açıkça îslam´a davet etmeye başlamadan önce de, onunla ilgili haberler, insanlar tarafından duyulmuştu. Onun bu tutumu, insanların inatlarını harekete geçirmemiş, onları başlangıçta kendine düşman kılmamıştı. Böylece gönlü taassubla bu-lanmamış, inada düşmemiş saf kalpli kimseler îsiam davetiyle ilgilenmişlerdi. Sonunda az sayıda da olsa bir kısım insan îs-lam´a tabi olmuş; fakat çok sayıdaki kimseler islamiyet´le ilgilenmemişlerdi, işte bu esnada zayıf ve korumasız kimseler İslam´a girdiler. Böylelerinin nefisleri her zaman için saf, vicdanları temiz ve zihinleri açık olur. Çünkü bunlar zulmü hissetmekte, bu zalim düzenin değişmesini ummaktaydılar. Gelecekte kurtulacaklarını ümit ediyorlardı. Dolayısıyla İslamiyet geldiğinde ona ilk koşanlar, bunlar oluyorlardı. Hemen çağrıya icabet ediyor ve davet için etrafında halkalanıyorlardi. Onların mazlum olarak ortada kalmaları uygun değildi. Zaten hak da buna razı olmazdı. Çünkü onlar, mutsuz bir hayat yaşamaktaydılar. Gelecek iyi hayatın umuduyla gördükleri eziyetlere aldırış etmiyorlardı. Batılın değişeceğine ve mutlaka ortadan kalkacağına inanıyorlardı. Ümit kapısını açıp ümitsizlik kapısını kilitleyen Peygamber efendimiz, onların gönüllerine, batıl düzenin değişeceği ümidini bırakmıştı. Her ne kadar içinde bulundukları hal üzücü ise de bu ümitle yaşıyorlardı.
işte bunun içindir ki, Ammar bin Yasir ile anne ve babası Habbab bin Eret, Bilal-i Habeşi ve diğer bazı güçsüz kimseler islam´a girdiler, islam daveti bunlar arasında da yayılmış, onlar bu daveti duymaktan hoşlanmış ve buna icabet etmişlerdi. Bu uğurda her türlü işkenceye razı olmuşlardı. Davete icabet, onların gördükleri bir mucizeye ya da insanlara meydan okuyan bir delile dayanmıyordu. Aksine onlar, hakkı kolayca kabul edilen bir şey olarak görüyorlardı. Peygamber efendimiz insanları hakkın kendisine ve Kur´an´dan nazil olan ayetlere çağırıyor, insanlar da bu çağrıya uyuyorlardı. Çünkü hakkı açık ve net olarak görüyorlardı. Ayrıca davetçinin şahsında da hakkı müşahede ediyorlardı. Davetçi, güvenilir ve doğru sözlü Mu-hammed (sav) idi. O, deliller ortaya koyuyor ve gerek duyulduğu zaman, hakkı açıklıyordu. Peygamber efendimiz güvenilir ve emin bir kimseydi. Davet ettiği kimselerin işittikleri şey, Kur´an-ı Kerim´di. islam d.vetine icabet eden büyüklere gelince, onlar da toplumun faziletli ve güvenilir şahsiyetleriydiler.
îslam daveti, suyun yeşil bitkilerde yürüyüşü gibi akıp süzülüyordu. Fakat yakındaki kimselerin bu davetten haberdar olmaları için, davetin açıkça yapılması ve hakikatlerin ilan edilmesi gerekiyordu. İslamiyet´in parlak bir güneş gibi zuhur etmesi ve yayılışının çevreye gösterilmesi şarttı. Tedbir bakımından ne kadar iyi olursa olsun, gizlilik, daveti ve hakikati belirsiz kılar. îslam daveti gelişme yolunda hücreleri oluşturmakta iken, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber´den, îslam davetini ilan etmesini istedi. Ve ona şu emri verdi:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar ve müzminlerden sana uyanlara kanadını indir (onlara karşı mütevazı ve şefkatli davran).Eğer sana (uymaz) karşı gelirlerse; ´Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım´ de. Galip ve esirgeyen (Allah)a tevekkül et.” (Şuara: 214-217)
Bu emir üzerine Peygamber efendimiz harekete geçti. Haşim oğullarıyla Abdü Menaf oğullarını ve Kureyş´in diğer batınlarını Safa tepesinin yanında toplayarak şöyle dedi: “Size şu vadide düşman süvarilerinin toplandığını ve üzerinize hücum etmek istediklerini bildirirsem, bana inanır mısınız ” Onlar da: “Evet tasdik ederiz. Çünkü senin yalan söylediğini görmedik ve duymadık” Bundan sonra Peygamber efendimiz kendi davetini onlara açıkladı.
Şimdi de Buhari´nin “Sahih”inde îbn Abbas´dan rivayet edilen şu habere kulak verelim: îbn Abbas´ın anlattığına göre: “(Önce) en yakın akrabanı uyar ve mü´minlerden sana uyanlara kanadını indir (onlara karşı mütevazi ve şefkatli davran)” ayet-i kerimeleri nazil olduğunda, Peygamber (sav) Safa tepesine çıktı ve “Ey Fihr oğulları, ey Adi oğulları” diye seslendi. Nihayet bunlarla diğer Kureyş batınları toplanıp Safa tepesinin yanına geldiler.. Gelemeyenler de, olup bitenlerden kendilerini haberdar etmeleri için oraya adamlarını gönderdiler. Ebu Le-heb ile Kureyşliler geldiler. Peygamber (sav) onlara şöyle dedi: “Şu vadide düşman süvarilerinin bulunduğunu ve onların size hücum etmek üzere olduklarını söylersem, benim bu haberimi doğrular mısınız ” Onlar da: “Evet doğrularız. Çünkü senin yalan söylediğini duymadık” dediler. Peygamber efendimiz: “iyi bilin ki, ben şiddetli bir azabın habercisi olarak, size uyarıda bulunmaya geldim” deyince, Ebu Leheb: “Helak olasıca, bu iş için mi bizi toplaçtın !” diye bağırdı. Onun bu ters hareketi üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:
“Ebu Leheb´in iki eli kurusun (yok olsun o).”
Bu olay gösteriyor ki, mübarek îslam davetinde Peygamber efendimize en büyük engel teşkil eden ve ona en şiddetli şekilde karşı koyan, amcası Ebu Leheb olmuştur. Şüphesiz bunun böyle olması, îslam davetinin bir aile ya da kabile asebiyetine dayanmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Böylece, İslam davetinin Allah tarafından gönderilen bir risalet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Müslim, Ebu Hureyre´den rivayet ederek: “(Önce) en yakın akrabanı uyar” ayet-i kerimesinin nüzulü esnasında, Peygamber (sav)´in şöyle buyurduğunu ifade etmektedir:
“Ey Kureyş topluluğu! Kendi canlarınızı satın alın (kurtarın). Çünkü ben, Allah´ın azabına karşı sizi koruyamam. Ey Abdülmuttalib oğulları! Allah´ın azabına karşı ben size yardımcı olamam. Ey Resulullah´ın halası Safiye! Allah´ın azabına karşı sana da yardımcı olamam. Ey Resulullah´ın kızı Fatı-ma! Benden dilediğin kadar mal iste, ama Allah´ın azabına karşı sana yardımcı olamam ve bir şey yapamam.”
îbn Kesir´in “Tarih”inde şu ifadelere rastlamaktayız: Cenab-ı Allah, “(Önce) en yakın akrabanı uyar” ayet-i kerimesini Resulüne inzal buyurunca, bu ayet-i kerime, Peygamber efendimize çok ağır geldi. Onu sıkıntıya düşürdü. Tıpkı bir hasta gibi evinde oturdu. Halaları onu ziyarete geldiler ve neyin var, neden şikayetçisin diye sordular. O da: “En yakın akrabamı uyarmam için Allah bana emir gönderdi” dedi. Halaları: “Öyle ise akrabalarını İslam´a davet et. Yalnız Ebu Leheb´i çağırma. Çünkü o senin davetine icabet edecek biri değildir” dediler.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Abdülmuttalib oğullarıyla, Abdü Menaf oğullarını ve diğer bazı kimseleri toplantıya çağırdı. Kırkbeş kişi kadar gelmişlerdi. İlk önce gelenler arasında Ebu Leheb vardı. Peygamber efendimize şöyle uyarıda bulundu: “Bu gelenler senin amcaların ve amca oğullarındır. Konuş, ama sapkınlığı bırak. Şunu iyi bil ki kavmin, senin uğruna bütün Araplar´a karşı koyacak güçte değildir. Seni engelleyip hapsetme hakkım vardır. Eğer bu halini devam ettirirsen Kureyş´in bütün batınları düğer AmmjplI(mnraEmm, (ân dfe&ttâk tdltnuil hep birlikte senin üstüne çullanabilirler. Amcalarına ve akrabalarına senin kadar kötülük yapan birini görmedim”. Ebu Le-heb´in bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz sustu ve o mecliste konuşmadı. Bu da onun beyanının hikmetindendi. Ebu Leheb, hemen sert bir tutum takınarak Peygamber efendimize çeşitli tehditlerde ve uyarılarda bulunarak öne atılmıştı. Böylece diğer muarızlarda cüretlenmişlerdi. Mütereddit olan kimseler dahi Peygamber efendimize karşı yüreklenmişlerdi. Tereddüt hali itiraz haline dönüşmüştü. Bu nedenle Peygamber efendimiz sözünü başka bir toplantıya erteledi ki, Ebu Leheb´in saçmış olduğu itiraz tozları ortadan kalksın ve hava sakinleşsin.” Îbnül-Esir; Peygamber efendimizin akrabalarım ikinci kez toplantıya çağırdığını, karşılarına dikilip şöyle konuştuğunu anlatır:
aHamd Allah´a yaraşır. Ben O´na hamd eder ve O´ndan yardım dilerim. O´na güvenir ve O´na tevekkül ederim. Allah´tan başka tanrı olmadığına, O´nun bir ve ortaksız olduğuna şeha-det ederim. Doğrusu lider, kavmine yalan söylemez. Kendisinden başka tanrı olmayan Allah´a andolsun ki, ben özellikle size ve genel olarak da bütün insanlığa gönderilen Allah elçisiyim. Vallahi sizler uyuduğunuz gibi Ölecek ve uyandığınız gibi de diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan ötürü hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Bu cezalar da ya temelli cennette ya temelli cehennemde kalmaktır.”
Bu toplantıda Ebu Leheb ileriye atılmadı. İleriye atılan, Re-sulullah´a tabi olmamasına rağmen onu seven Ebu Talib oldu. O Peygamber efendimizin görüşlerine muvafakat etmediği halde, ona yardımcı olmuş ve düşmanlıkta bulunmamıştı. O şöyle dedi: ttBizim için sana yardım etmek kadar güzel bir şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik. Sözlerini tasdik ettik. Bu toplananlar senin amcalarındır, amcazadelerindir. Tabii ben de bunlardan biriyim. Senin istediğin şeye, ilk başta icabet edecek ve konuşacak olan benim. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Andolsun ki, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an durmayacağım. Buna rağmen nefsimi Abdulmuttalib´in dininden ayrılmak hususunda ikna edemedim.”
Ebu Leheb hiç susmadı. Çünkü batıl her zaman tartışmacı ve inatçı olur. Şöyle dedi: “Bu kötülüğünden dolayı Muham-med´i başkaları durdurmadan önce siz durdurun.” Onun bu sözleri karşısında Ebu Talib, ısrarla şöyle diyordu: “Vallahi hayatta olduğumuz müddetçe biz Muhammed´i koruyacağız.”
Ebu Talîb İle Ebu Leheb Arasında
Ebu Talib Peygamber efendimize karşı gayet müşfikti. Dedesi Abdülmuttalib´den sonra onu koruması altına almıştı. Abdul-muttalib, Hz. Muhammed´i diğer oğullarına değil, diğerlerinden daha yaşlı olmamasına rağmen Ebu Talib´e emanet etmişti. O da şefkat ve sevgisinden dolayı Peygamber efendimizi himayesine almış, babası Abdulmuttalib´in vasiyetine uymuştu. Bu, Hz. Muhammed (sav)´in gençliğine kadar devam etmişti. Fakat onun himayesi, Hz. Muhammed´in yaşının ilerlemesi oranında artmıştı. Vesayet süresi sona erdiği halde, ondan yardımını esirgememiş, onu sae bnmuş ve korumuştur.
Ebu Leheb´in Peygamber efendimize karşı beslediği düşmanlığın sebeplerim açıklamak gerekir. O, akrabalığın yükümlülüklerini yerine getirmemiş, Peygamber efendimize karşı asebi-yet ve yakınlığı dolayısıyla üzerine düşen görevleri yapmamış, onu koruması gerekirken, korumamıştı. Henüz müslüman olmadıkları halde, Hamza ile Abbas bu işi kardeşleri Ebu Talib´e havale ederek susmuşlar, fakat Ebu Leheb susmamış ve hep itirazda bulunmuştu.´
Onun yaradılış ve karakterine kısaca bakmak ve onu çevreleyen şartları azıcık irdelemek onun Peygamber efendimize karşı neden düşmanca tavırlar takındığını anlamamıza yardımcı olacaktır. Kafir olsun müslüman olsun, Peygamber efendimizin akrabalarının ortak tutumlarına muhalefet ederek niçin ona düşmanca tavırlar takındığını belki biraz anlayabiliriz.
Abdü´1-Uzza (Ebu Leheb), kardeşlerinin karakterine sahip değildi. Kardeşleri şeref, onur ve haysiyet peşindeydiler. Kendisi ise mal ve dünyalık peşindeydi. Bencil bir kimse olup sadece kendi şahsını severdi. Bu tipdeki bir insan her zaman zorluklardan kaçar, malı tercih eder ve tedirgin bir yaşantı sürer. O, şeytani zekası sayesinde Muhammed (sav)´in davetini, bu davete sarılan kimseler için zorluklar ve zahmetler getireceğini önceden sezmişti. Bu daveti koruyan kimselerin yorulacaklarını tahmin etmiş, dolayısıyla davete karşı çıkmış ve direnişini şiddetlendirmişti. Onun maddeci tabiatı, kendisini manevi işleri düşünemez hale getirmişti. Hep kendini düşünen bir karaktere sahipti. Başkalarına yardım elini uzatmazdı. Hatta kendi aile fertleri arasından kendisine gelip yardım isteyen muhtaçlara bile yardım etmez olmuştu.
Mal ve dünyalık elde etmek uğruna düzenin bozulmamasını isteyen bu karakter, ataların düzeninin bozulmasına neden olacak her şeyden nefret ediyordu. Alışılmış hayat tarzının herhangi bir dalgalanmaya uğramaması ve ekonomik istikran temin arzusu Ebu Leheb´in Kureyş´li müşriklerle birlikte Bedir gazvesine katılmasını engelleyen faktördür. Zorlanmış olmasına rağmen Abbas, müslümanlara karşı savaşmak üzere Bedir gazasına Kureyşli müşriklerle birlikte katılmıştı. Iîbu Leheb´in Bedir´e Kureyşliler´le aynı safta katılmasını engelleyen ikinci faktör de, Emevi ailesinden olan eşi, Ebu Süfyan´ıın kızkardeşi, Ümmü Cemil idi. Ebu Leheb´deki bu inatçı tabiatı bileyen faktör, Ümmü Cemil idi, Ümmü Cemil, hem Peygamber efendimizden, hem de onun zevcesi ve mü´minlerin annesi Hatice´den hoşlanmazdı. Peygamber efendimizle Hz. Hatice´nin evlmsedik-leri günden beri Ümmü Cemil onlardan nefret «ıdiyordu. Bu nefretin sebebi, onların evlenmeleri miydi, yoksa başka bir şey miydi Bunu bilemiyoruz.
îşte bu nefreti nedeniyle Ümmü Cemil, Ebu Leheb´i Peygamber efendimize karşı kışkırtıyordu. Akrabalık bağları-nm,düşmanlık ateşini söndürebileceğini düşündü-ğünden, Ebu-Leheb´deki Muhammed düşmanlığını habire alevlendiriyordu. Muhammed (sav) efendimizin davet ve cihadmdaki şanının yüceliği, Arap beldelerinin hepsinde isminin anılmadı, hatta şöhretinin civar ülkelere, mesela Mısır´a yayılmasının Ebu Le-heb´deki düşmanlık ateşlerini söndüreceğini düşündüğünden Ötürü Ümmü Cemil, Ebu Leheb´in Muhammed düşmanlığım hep tazeliyor ve diri tutuyordu.
Ümmü Cemil, Peygamber efendimizi kötüleme k için şiir yazıyor, onun Muhammed adını Müzemmem şekli nde değiştiriyordu. Bir şiirinde şöyle demişti:
“Müzemmem´e kızdık.
Onu terkettik. Dininden uzak durduk.
Emrine karşı geldik.”
Onun bu şiiri gülünç karşılandı. Çünkü Peygamber efendimize bir sövgü değildi. Çünkü bu şiirde Peygamber efendimizin adı anılmıyordu ki, ona bir sövgü sayılsın. Peygamber (sav) efendimiz bu şiirle ilgili olarak görüşünü şöyle açıklamıştı:
“Bakınız, Cenab-ı Allah onların sövgü ve lanetlerini nasıl kendilerine geri çeviriyor Onlar Müzemmem´e sövüyorlar. Mü-zemmem´e lanet ediyorlar. Bense Muhammed´im.”
Bu şiirde sefîb kadınların sıfatları ve nitelikleri vardır. Üm-mü Cemil, halk arasında laf getirip götüren, koğucuîuk ve jurnalcilik yapan birisiydi, insanlar arasında düşmanlık ateşlerini alevlendiriyordu. Onunla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Ebu Leheb´in iki eli kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya. Ne malı, ne de kazandığı, onu (Allah´ın kahrından) kurtaramadı. Alevli bir ateşe girecektir (o). Karısı da, odun hamalı olarak, boynunda hurma lifinden (örülmüş) bir ip (bulunacaktır).”
îşte bu Ebu Leheb idi. Hak Davetine karşı tutumu böyleydi. Muhammed (sav)´e karşı -akrabası olduğu halde- böyle düşman olmuştu. Muhammed (sav) efendimiz doğarken doğumundan dolayı sevinç duymuş olduğu halde, daha sonra ona karşı amansız bir düşman olmuştu.
işte Ebu Leheb, Peygamber efendimize karşı düşmanca tavır takınmış, daha önceleri kendisini sevdiği halde, İslam davetine başlamasından sonra ona düşman olmuştu. Çocukluğunda ona karşı muhabbeti olduğu halde, tabiatlerinin birbirine aykırı oluşa ortaya çıktıktan sonra ona karşı düşman olmuştu. Ebu Leheb´in tabiati, maddi bir amcalık tabiatı idi. Hz. Muhammed ise mala tutkun olmayan ruhi ve manede kr tabiata sahipti.
Ebu Talib´e gelince o, Peygamber efendimizin davetine düşmanlık beslemiyordu. Onun sözlerinden de anlaşıldığına göre, Peygamber efendimize karşı inatçı bir tavır takınmamıştır. Ebu Leheb´in nitelikleriyse, onunkine aykırıydı. Ebu Talib´in nitelikleri, prensipte Peygamber efendimizinkine muvafıktı. Ebu Talib malı sevmeyen ve bencil olmayan bir kimseydi. Başkalarım seven ve düşünen bir kimseydi. Peygamber efendimize yardımcı olmak için rahatı bırakıp zahmet ve meşakkati, tercih etmişti. Oysa Ebu Leheb her ne şekilde olursa olsun, rahatının bozulmamasını istediği için, eski bozuk düzenin devam etmesinden yanaydı. Ebu Talib, Mekke´nin lideri konumunda olup, zalimane düzeni tercih etmiyor, aksine süregelen zulmün devamını istemiyordu. Güçlü ve dayanıklı bir kalp ile sabredip zorluklara direnmiş ve zulme karşı mukavemet etmişti.
Buna karşın Ebu Leheb, malı seviyor, şereflice bir hayata karşı her ne pahasına olursa olsun mal sahibi olmayı tercih ediyordu. Oysa Ebu Talib, mürüvvetini kaybetmemek uğruna az malla yetiniyor ve kanaat ediyordu. Bu sebeple Ebu Talib´in serveti sınırlıydı. Varlıklı bir kimse değildi. İşte bütün bu sebeplerden dolayı o, Muhammed (sav)´e yardımcı olmayı kabul etmişti. Çünkü Arap taassubu, şefkat ve mürüvveti bunu gerektiriyordu. Kendi karakterinin icabını yerine getirmiş, Muhammed (sav)´e destek olmuştu. Kureyşliler´e karşı boyun eğmemiş, zaaf göstermemişti. Bütün zor durumlarda Muham-med´e yardımcı olmaya devam etmişti. Ruhunu Allah´a teslim edinceye kadar bu mürüvvetini ve desteğim sürdürmüştü.
Onun Muhammed (sav)´e yardımcı olmasında şaşılacak bir taraf yoktur. Gariplik, Peygamber efendimizin davetine icabet etmemiş olmasındadır. ´Bu, üstün ve bilen (Allah)´m takdiridir.” Daha önceleri de anlattığımız gibi, bu bazı kuruntu sahiplerinin vehmettikleri gibi Muhammed (sav)´in davetinin cahili-yet taassubuna ve kabilecilik ruhuna dayalı bir davet olmadığını teyid etmek içindir. Cenab-ı Alah böyle takdir ettiği için Ebu Talib, Peygamber efendimizin davetine icabet etmemiştir.
îbn Kesir der ki: “Eğer Ebu Talib müslüman olsaydı, müşrikler Muhammed´e düşman oldukları gibi, ona karşı da düşman olurlardı. Ebu Talib in İslam´a meylettiği, onun şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “Eğer beni kınamasalardı, ya da bana sövmelerinden çekinmeseydim, açık olarak bu dine karşı müsamahakar davranır ve cömertlik gösterirdim.”
Peygamber efendimiz, İslam davetini açıklamadan önce, Araplar yanında güvenilir ve sevilen bir kimseydi Sözü dinlenir, hükmüne itaat edilirdi. Ebu Talib de böyleydi. Fakat Cenab-ı Allah onun, kendi kavminin dini üzerinde kalmasını murad buyurmuştu ki, Peygamber efendimize karanlıkların ortasında yardımcı ve destek olsun. Bu konuda Ibn Kesir şöyle der:
“Ebu Talib´in en çok sevdiği insan Resulullah´tı. Ona şefkat gösterir, ihsanda bulunur, savunur ve himayesi altında tutardı. Kendi kavminin dininde bulunduğu ve onlarla dostluğunu sürdürdüğü halde, Muhammed´i himaye etmek uğruna kavmine muhalefet ederdi. Yalnız Cenab-ı Allah onun kalbini, Mu-hammed´e karşı şer´i bir sevgi ile değil, tabii bir sevgiyle doldurmuştu. Kendi kavminin dini üzerinde kalmaya devam etmesi de Allah´ın bir hikmetiydi. Bu sayede Resulullah´ı himaye edebilmişti. Eğer Ebu Talih müslüman olsaydı, Kureyş müşrikleri nezdinde itibarı kalmaz, sözü de dinlenmezdi. Ayrıca bu sebeple Kureyşliler, kendisinden çekinmez ve saygı göstermezlerdi. Ona karşı cüretkar davranır, ellerini ve dillerini kötü niyetle ona uzatırlardı. Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini seçer. O, kendi halkını çeşitli cins ve türlere taksim etmiştir.” [1]
Peygamber efendimiz, başlangıçta davetini gizlice yapıyordu. Kendi nefsi gibi sağlam bildiği dost ve arkadaşlarına tebliğ ediyordu. Sonra islam´ın neşesini tadan ve kendisiyle dost-ah-bap olan kimselere de davette bulundu. Gönüller, hakkı talep ederek Peygamber efendimizin çağrısına kulak veriyorlardı. Apaçık görünen hakka ve Peygamber efendimizin vefalı dostluğuna sevgi kuvvetiyle yaklaştılar. Ancak bu nurani iş, daha fazla gizli kalamazdı. Dar bir çerçevede kalsa dahi, mutlaka başkaları tarafından bilinecekti.
Peygamber (sav) efendimizin islam davetini açığa vurması zorunlu hale gelmişti. İlk olarak, aralarında yaşamakta olduğu ve vahyin nuruyla aydınlanan aile efradına islamiyet´i tebliğ ettiği gibi, bundan böyle Cenab-ı Allah onu, kendi akrabaları arasında açıkça islam davetini tebliğ etmekle yükümlü kılmıştı, inanan inanacak, inkar eden de kafir olacaktı.
Başlangıçta aşiretinden birçok kimseler onun açık davetini reddetmişlerdi. Ancak bazı iffetli ve temiz kadınlar, davetine icabet etmişlerdi. Örneğin Safîye ve Ebu Talib´in zevcesi Fatı-ma onun davetine olumlu karşılık vermişlerdi. Kendi aşireti içinde davetine açık olarak karşı çıkan ilk kimse ise amcası Ebu Leheb olmuştu. Bu da, Peygamber efendimizin davetinin kabileciliğe dayanan bir davet değil, aksine rabbani bir çağrı olduğunu gösterir.
Peygamber efendimiz davetini yakın akrabalarına ilan etti. Bu arada çevredeki bütün Araplar´ı da açıkça îslam´a çağırdı. Safa tepesine çıkarak insanlara hitap etti. Önce Kureyşliler´i dine çağırdı. Bütün alemlere rahmet olarak gönderilen bir elçi olduğunu açıkladı. Kervanlar onun haberlerini birbirlerine naklettiler. Mekke-i Mükerreme´de yaşayan diğer yabancı kabilelerin adamları da Muhammedi daveti, kendi aralarında sohbet konusu yaptılar. Resulullah (sav), müşriklerle inatlaşmadan, onlara karşı cephe almadan, dinlerine meydan okumadan rabbinin risaletini tebliğ etme yoluna koyuldu.
Tatlı suyun otlarla örtülü bir arazide, alttan alta akıp sız-ması gibi, Peygamber efendimizin daveti de gizlice yoluna devam ediyordu. Gizlilik içinde hareket ediyordu, ama bu hareketleri ürün .ve semere veriyordu, islamiyet´i bir din olarak benimseyenler, ibadetlerini açığa vurmadan gizlice eda ediyorlardı. Namazlarını Mekke-i Mükerreme dışına çıkarak kılıyorlardı. Kabe-i Muazzama´ya gidip orayı açıkça tavaf ettikleri ve müşriklere meydan okuduklarına dair bir haber mevcut değildir.
Sahabe-i Kiram´ın büyüklerinden olan birçok şahsiyetin îs-lam´ı nasıl kabul ettiklerine dair rivayetler mevcuttur. Bunlar Muhammedi davetin esaslarını kuran ve temel taşını oluşturan büyük insanlardı.
——————————————————————————–
[1] tbn Kesir, el-Bidaye ve´n Nihaye, C.3, S. 41
Emrolunduğun Şeyi Açıkça Söyle
îslam davetinin gizlilik içinde ilerleyişini gören Cenab-ı Allah, bu daveti daha başka bir safhaya intikal ettirmek için Peygamber efendimize şu buyruğu verdi:
“O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. O alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Allah ile beraber başka tanrı tutanlar, yakında (yaptıklarının sonucunu) bilecekler. Andolsun biliyoruz, onların söylediklerine senin göğsün daralıyor (canın sıkılıyor). Sen rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol. Sana yakın (yani Ölüm) gelinceye kadar rabbine kulluk et.”(Hicr: 94-99)
Bu ayet-i kerimeler, îslam davetini tebliğ görevinin en son aşamaya ulaştırılmasını emrediyordu. Bu davetin, nefislere daha fazla tesir etmesi için görev daha da ağırlaştırılıyordu. Siyer kitaplarından bazılarına göre, Peygamber efendimizin, bütün insanları islam´a davet etmekle görevlendirilmesi şu ayet-i kerimenin nüzulünden sonra olmuştur: “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” Bu görüşte olanlardan birisi de İbn Kesir´dir. O, bu ayet-i kerimelerin nüzulüyle ilgili olarak görüşlerini şöyle açıklamaktadır:
“Cenab-ı Allah, risaleti tebliğ etmesi için peygamberine şöyle emretti: “(Önce) en yakın akrabanı uyar ve mü´minlerden sana uyanlara kanadını indir (onlara karşı mütevazi ve şefkatli davran). Şayet sana (uymaz) karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” de. Galip ve esirgeyen (Allah)´a tevekkül et. O ki (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor). Çünkü o, işitendir, bilendir.´
(Şuara: 214-220)
“O (yol) sana ve kavmine bir şereftir ve yakında (ona uyup uymadığınızdan) sorulacaksınız.” (Zuhruf. 44)
“Kur´an´ı (sana indiren ve onu okumayı) sana farz kılan (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir.” (Kasas- 85)
Yani, sana okumayı farz kılan ve seni onu başkalarına tebliğ etmekle yükümlü kılan Allah, bu görevi yapıp yapmadığını sormak üzere, seni ahirete döndürecektir.
Nitekim bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulmuştur: “Rabbin hakkı için biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden mutlaka soracağız.” (Hicr. 92-93)
Bu hususu teyid eden ayet ve hadisler gerçekten çoktur.[1]
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, îmanı İbn Kesir, îslam davetinde aşamalar olmadığı görüşündedir. Ona göre Peygamber efendimiz, en yakın akrabasını uyarmakla emrolunduğun-da bile, îslam daveti umumiydi. Ayet-i kerimede en yakın akrabasını uyarmakla emrolunması, bu davetin sadece yakın akrabalarına yapılması gerektiği hususunu ifade etmemekte, aksine davete ilk önce kendi yakın akrabalarından başlaması istenmektedir. Herkesi içine alan bu genel davete, ilk olarak akrabalardan başlamak gerekiyordu. Yoksa bu, davet sadece yakın akrabaya yapılması gibi bir özellik taşımıyordu. Muhammedi risalet, hiçbir ayrım yapılmaksızın herkese tebliğ edilmelidir.
Biz, Muhammedi risaletin genel bir davet olduğu görüşüne muvafakat ediyoruz. Bize göre bu davet, Peygamber efendimizin yakın, ya da uzak akrabalarına özgü bir davet değildi. Ancak bu, davet ve hitabın ilk basamağım teşkil eden bir ayet olduğu için, Peygamber efendimiz önce en yakın akrabasını uyarmakla emrolunmuştur. Ama aynı zamanda bu ayet, yabancıları da islam´a çağırması gerektiği manasını taşımaktadır. Yakın ile uzak kimseler arasında herhangi bir fark gözetilmemektedir.
Çünkü herkes, herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın îs-lam davetine icabet etmekle mükelleftir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar” ayet-i kerimesinin sadece Peygamber efendimizin yakın akrabalarına mahsus olduğunu zannediyoruz. Bu sebeple Peygamber efendimiz Safa tepesi yanında akrabalarını toplantıya çağırırken, başkalarını çağırmamıştır. Belli bir gruba yapılması gereken bir hitabı, başkalarına yöneltmek ve başkalarını bu hitapla yükümlü kılmak, akla uygun düşmemektedir. Aksine bu hitabın sadece akrabalarına yöneltilmesi gerekiyordu. Cenab-ı Allah, bir ayet-i kerimede de peygamberine şu emri veriyordu: “O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. * chict: 94)
îbn îshak´dan nakledilen şu ifadeler yukarıdaki görüşü te´yid etmektedir: Bi´setten sonra geçen üç yılın nihayetinde Cenab-ı Allah peygamberine, emrolunduğu şeyi açıklamasını ve müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini emir buyurdu. Resulullah´m ashabı, namaz kılacakları zaman Mekke dışına gider ve namazlarını orada gizlice eda ederlerdi. Bir ara Sa´d bin Ebi Vakkas birkaç sahabiyle birlikte Mekke-i Mükerreme dışında namaz kılmaktayken, bazı müşrikler kendilerini gördüler. Kıldıkları namazdan ötürü onlarla alay ettiler ve onları ayıpladılar. Nihayet sahabilere hücum edip onlara vurmaya başladılar. Sa´d bin Ebi Vakkas da, eline geçirdiği bir devenin çene kemiğiyle müşriklerden birinin kafasını yardı. Böylece islam tarihinde ilk kan akıtılmış oldu. [2]
îbn tshak da bu konuda şöyle der: İnsanlar kadınlı erkekli, topluluklar halinde İslam´a girdiler. Nihayet İslam´ın şanı, Mekke-i Mükerreme´de yayılmaya başladı. İnsanların sohbet konusu oldu. Bundan sonra güçlü ve muktedir olan yüce Allah, Resulüne, kendisine gelen hakkı insanlara açıklamasını ve rab-binin emirlerini ilan etmesini emir buyurdu. Peygamber efendimizin İslam davetini gizlice yapmaya başlamasından ve bu daveti gizlice yürütmesinden, Cenab-ı Allah´ın İslamiyet´i açıklamasını ve daveti ilan etmesini emretmesine kadar geçen süre, üç yıl kadar olmuştu. Üçüncü yılın bitiminde Cenab-ı Allah ona şu buyruğu göndermişti: “Emrolunduğun şeyi açıkla ve ortak koşanlardan yüz çevir.”
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Muhammedi davet, üç yıl içinde üç aşama kaydetmiştir. Buna “Zad´ül- Mead” adlı eserinde tmam îbn Kayyım işaret etmiştir. Çünkü ilk aşamada gelen davet Peygamber efendimizden zuhur etmiş; ikinci aşamada nübüvvet hanesinden çıkarak Peygamber efendimizin dostlarına ve arkadaşlarına intikal etmiştir. Peygamber efendimiz davetini arkadaşı ve ilk dostu Ebu Bekir´e açmıştı. Ondan da Osman bin Affan ve Talha bin Ubeydullah gibi zatlara tebliğ edilmiştir. Peygamber hanesinden Safîye ile Zübeyr´e ve diğer yakın akrabalara İslam daveti açıklanmıştı. İşte bu İslam davetinin ilk mertebesidir. îbn Kayyım, davetin aşamalarını anlatırken, ilk olarak buna işaret etmiştir. Sonra da umumi davet dediğimiz ikinci davet aşaması gelmektedir ki, bu aşamada Peygamber efendimiz bütün Kureyşliler´e hak davetini açıklamış ve onlara hitapta bulunmuştu. Davetini sadece nübüvvet hanesine ve yakın akrabalara özgü kalmamıştı. Davetin her aşamasında, başlangıç noktasında kalınmamış, aksine diğer aşamalara da intikal edilmiştir. Tıpkı aydınlığın karanlığa si-ı rayet edişi gibi İslam daveti hep ileriye doğru mesafe katetmiş-tir. Yakın akrabaları uyarma aşamasında Peygamber efendimiz bütün Kureyşliler´e konuyu açmış, sadece Abdulmuttalib oğullarıyla Haşim oğullarını değil, bütün Kureyşliler´i alenen islam´a çağırmıştır.
Şöyle bir soru sorulabilir: Peygamber (sav)´in bu daveti yaparken öne sürdüğü delili ne idi Halbuki kendisi bu davete başlarken Kur´an-ı Kerim´den çok az bir kısım nazil olmuştu. Sonraları peyderpey Kur´an-i Kerim nazil olmaya başlamıştı. Hiçbir halde denilemez ki, herhangi bir kimse, Kur´an-ı Ke-rim´e dair tartışmada bulunmuştur. Ya da Kur´an-ı Kerim´in gerçekliğine dair bir delil istemiştir. Şu halde ortaya sürülen bir delil ve ikame edilen bir burhan olmadan, insanların peygambere tabi olmasını te´min eden unsur ne idi
Bu sorulara´ cevaben deriz ki: İnsanları hakka davet eden ve gerçeğe ulaştıran şey, hakkın ve gerçeğin kendisi idi. Peygamber (sav)´in hayatını inceleyenler, onun hayatında yalana asla yer olmadığını görürler. O güvenilir bir kimsedir. Davranışlarında insanı şüphelendirecek herhangi bir husus yoktur. Onun nefsi saf ve temizdir. Temiz huyludur. Akıllı bir kimse olup düşüncesinde asla sapkınlık yoktur. O, bütün davranışlarında doğru yolda olmuş ve bilinçle hareket etmiştir.
Sonra Peygamber efendimizin insanlara beyanı her şeyin üstünde olan Kur´an-ı Kerim´i okumuştur. Kur´an-ı Kerim o kadar yüce bir kitaptır ki, hiçbir insan onun yüceliğine eremez. Kur´an´da, insanların gönüllerini aydınlatan nurlar vardır. în-sanları putlar hususunda aydınlatan hususlar vardır. İnsanlar daha önce putlara taparken, Kur´an-ı Kerim´le karşılaşınca putların güçlerini yitirdiğini, gönüllerindeki mertebelerinin yıkıldığını gördüler. Akıllarına gelen diğer semavi dinlerin kalıntılarıyla İbrahim peygamberin dininden kalan bazı izler ve geleneklerle artık Araplar´ın gönüllerinde yerlerini kaybeder oldular. Halbuki daha önceleri Araplar, Hac ibadetini eda ederlerken İbrahim peygamberin dininin bazı prensiplerine göre hareket ederlerdi. İbrahim peygamberin Hanif dinine mensup olmakla onur duyar ve iftihar ederlerdi. Başkalarının sahip oldukları nimetlerden ötürü hased duymaz, kin gütmez ve sevimsiz bir rekabete girişmezlerdi. Halbuki bu kötü huylar ve hasletler başkalarını ileriye doğru adım atmaktan geri koymuştu.
Peygamber efendimize tabi olan ve onunla birlikte iman eden kimselerin nefisleri saf ve temizdi. Onların kalpleri putperestlik kirlerine bulanmamıştı. Onları İslam´a kavuşturan yegane şey hakkın ve gerçeğin kendisiydi. Ayrıca Peygamber efendimizdeki apaçık mucizeler, onları gerçeğe ulaştırmıştı. İnsan psikolojisi ve karakteriyle uğraşan araştırmacılar, hakla karşılaşma esnasındaki insanların kalplerini üç kısma ayırmışlardır:
1- Hidayete yakın olan kalpler. Bunlar hakla kanaat ederler, kendilerine açıklanan hakikate uyarlar. Hakkın açıklanması, onları doğru yola iletmeye yeter. Başka bir delile ihtiyaç duymazlar. İşte böyleleri hakka bakarlar. Kalplerinde, lezzetlerle şehvetlerin heveslerine yer yoktur. Gönülleri hikmetle aydınlanıp saflaşmıştır. Kalpleri hidayet nuruyla aydınlanmış olduğundan, sadece hakkı konuşur ve hak ile amel ederler. Hak yolunda yürürler. Hak davetçisinden, kendilerine ayrıca başka bir delil ve burhan göstermesini istemezler. Çünkü hakkın kendisi, doğruluk delilini bizzat kendi içinde taşımaktadır. İşte bu gibi kimselerin gönülleri hakka susamıştır. Hakkı gördüklerin-
de hemen kabul ederler. Bu guruba giren insanlar, davetin ilk aşamasında Peygamber (sav)´e tabi olmuşlardı.
2- Kendilerinde daha önceden malumat bulunan ya da gönüllerine hak ve batılın saikleri bir arada yerleşmiş olanlar. İşte bunlarda hak ile batılı birbirinden ayırt edebilecek bir idrak vardır. Bunlar, kalplerindeki düşüncenin kötülüğünü reddedecek delillere ihtiyaç duyarlar. Elde edecekleri delil ve burhan kendilerine hakkı bulmada yardımcı olur, yollarını aydınlatır. Hakkın bayrağı altına girebilmeleri için, onlara sadece hakikatin açıklanmış olması yeterli değildir. Sadece hakkı açıklamakla onları doğru yola erdirme imkanı yoktur. Hakikatin açıklanmasının yanısıra deliller de takdim etmek gerekir. Bu deliller sayesinde hidayetin saiklerini batılın saiklerine tercih edebilirler.
3- Kalplerinde sapıklığın galip olduğu kimseler. Bunlar sapıklığın bahtsızlığına yenik düşen kimselerdirler. Hakkın kendisi için hakka tabi olmazlar. Hakkın aydınlığı kalplerinde görünmez. Hakkı istemek için ihlaslı basiretleri de yoktur. Basiretleri perdelenmiş, kalpleri mühürlenmiştir. İdraklerinin üzerinde örtü vardır. îşte bunlar, hakka düşman olan nıuannidler ve büyüklük taslayan kimselerdir. Hak ve hakikat erbabına düşmanca tavırlar takınırlar. Hak ve hakikat erbabı ise, hakkı müdafaa ederler. Şu halde bu iki gurup arasındaki ilişki, bir nevi boykotu andırır. Muannidler, hakkın yayılmasına engel olmaya çalışırlarken, hakikate bağlı olanlar da, hakka gelen saldırıları bertaraf etmeye çalışırlar. Bu nedenle, iki gurup arasındaki problemi, kılıçtan başka halledebilecek bir faktör görülmemektedir.
“Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki, Allah, kimin (ondan istifade ederek) gayıpta (görmediği halde) Allah´a ve Resulü´ne yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür/´ (Hadid:25)
Peygamber efendimizin getirdiği davete ilk icabet edenler Hz. Hatice, Ebu Bekir, Ali, Zeyd, Osman, Zübeyr ve bunlarla birlikte ilk sınıfa tabi olup hemen iman eden kimseler olmuşlardır. Bunlardan sonra da, Kur´an-ı Kerim´in kendilerine icaz ile hitap edip meydan okuduğu kimseler gelmişlerdi. Bunların bir kısmı hakikati görüp doğru yola ermişler, bir kısmı da sapık azgınlığa düşmüş ve haddi aşıp günahkar olmuşlardı. Bu iki taraf arasında mücadele olmuş ve tecavüzde bulunanlar kılıcı elç almışlardı. Tabii ki, ebedi bir davetin sahibi olan Peygamber efendimizden, yerinde durup şerrin tecavüz etmesine ve hakkın ezilmesine göz yumması beklenemezdi.
——————————————————————————–
[1] îbn Kesir, el-Bidaye ve´n Nihaye, C. 3, S. 38
[2] İbn Hişam, Siret, C. 1 S. 263
Allah´ın Emrine İcabet
Peygamber (sav) efendimiz önceleri insanları gizlice İslam´a davet ederken, daha sonra Rabbinin emrine uyarak açık şekilde davette bulunmaya başladı. Önce en yakın akrabasını uyardı. Ondan sonra da karşılaştığı herkesi İslam´a davet etmeye başladı. Mekke-i Mükerreme´nin sokaklarında dolaşarak insanları Allah´ın dinine çağırdı. Rabbinin risalet ve mesajını tebliğ ediyordu. Hakka davet etme hususunda durdurak bilmeden, yorulmadan çalışıyordu. İnsanları sadece Allah´a ibadet etmeye O´nu birlemeye ortağı olmadığını kabul etmeye davet ediyordu, îbn Kesir bununla ilgili olarak şöyle der:
“Söylemek istediğimiz şudur: Resulullah (sav) efendimiz insanları gece gündüz, gizli açık her türlü yolları deneyerek insanları Allah´a davet ediyordu.´Bu çalışmasını hiç kimse engelleyemiyor ve kimse onu yolundan geri çeviremiyordu. İnsanların toplantılarına katılır, kalabalık bulundukları yerlere girer, merasimlerine iştirak eder, Hac mevsiminde ibadet eden kimselerin arasına katılır, karşılaştığı hür ve köle, zayıf ve kuvvetli, zengin ve yoksul, herkese, Allah´ın risaletini tebliğ eder, onları hakka davet ederdi. Bu sebeple hakikate düşman olan bazı güçlü kimseler kendisine ve yolunda yürüyen zayıf kimselere musallat oldular, onları ezmek istediler.”[1]
Peygamber efendimizin ve onun yolunda yürüyenlerin en şiddetli düşmanları arasında, Peygamber efendimizin amcası Abdü´1-Uzza (Ebu Leheb) gelmekteydi. İkinci sırada Amr bin Hişam yer almaktaydı ki, İslam tarihi ona, gerçekten yerinde bir isim olan Ebu Cehil lakabını takmıştı. Bu iki düşmandan
birincisinin, Peygamber efendimize karşı bedeni ya da sözlü bir eziyeti dokunmamıştı. Ancak onun davetine engel olmak hususunda çok ileri gitmişti. Onu korumadığı bir yana, aksine davetine engel oluyordu. Ebu Cehil´e gelince, o facir bir kimseydi. Peygamber efendimize karşı hem sözlü, hem de fiili eylemlerde bulunuyordu. Korumasız müslümanlara karşı mütecaviz davranıyor, onları müşkül durumlarda bırakıyordu. Müslümanlara yapılan baskı ve zulüm hareketlerini anlatırken Özel olarak Ebu CerriTden bahsedeceğiz.
Ebu Leheb, tslam davetine karşı savaş açan bir kimseydi. Peygamber efendimizin Hac mevsiminde Arap kabileleriyle buluşması esnasında hep onu izler, hangi kalabalığa girerse, kendisi de peşinden girer ve orada bulunanları Peygamber efendimizi dinlememeye çağırırdı.
îmam Ahmed bin Hanbel, Rabia bin Abbad´ın şöyle dediğini rivayet eder:
“Resulullah (sav/ı Zilmecaz panayırında gördüm, insanlara hitaben şöyle diyordu; “Ey insanlar! La ilahe illallah deyin ki, kurtuluşa eresiniz.” Etrafında insanlar toplanmışlardı ve onu dinliyorlardı. Peygamber efendimizin arkasında da parlak yüzlü bir adam durmuş, halka şöyle diyordu: “Bu, dinden çıkmış yalancı bir kimsedir. Sakın buna kulak vermeyin.” Bu adam Peygamber (sav) her nereye giderse, peşinden gidiyor ve onun sözlerini yalanlıyordu. Kim olduğunu sorduğumda, onun, Peygamber (sav)´in amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler.”
Beyhaki de, bazı ilavelerle birlikte yukarıdaki şahıstan şöyle bir rivayette bulunmaktadır: ^Resulullah (sau)´ı Zilmecaz panayırında gördüm, insanların bulundukları yerlere gidiyor, onları Allah´a davet ediyordu. Arkasında da yanakları yarık, şaşı gözlü bir adam vardı. O da insanlara şöyle diyordu: ´Ey insanlar bu adam sizi dininizden ve atalarınızın dininden saptırmasın/ Bu adamın kim olduğunu sorduğumda, bana, peygamberin amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler.”
Aslında Ebu Leheb´i davete engel olmaktan çok, o daveti tasdik etmesi gereken bir kimseydi. Çünkü o, Peygamber efendimizin en yakın akrabası, amcası idi. Buna rağmen onu yalanladı. Bu da Peygamber (sav)´in doğruluğuna ve risaletinin gerçekliğine büyük bir delil teşkil etmektedir. Çünkü kin ve sapıklığı, Ebu Leheb´e bu gerçekliği ve doğruluğu unutturmuştu. Hakkın kendine mahsus parlak bir nuru vardır. Ebu Leheb ve benzerleri o nuru engelleyemez ve o parlaklığı örtemezler. Ama sütün azlığı, devenin yeminin kıtlığından dolayıdır. Yani Ebu Le-heb´in Hz. Peygamberce düşmanlığı, onun idrakinin kıtlığından-dı. Heveslerine mağlup oldu ve maddi menfaatleri onu esir etti. Her ne ise Peygamber (sav) efendimiz, “Emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir” ayet-i kerimesi nazil olunca, cihad yükünü omuzladı. Allah´ın kendilerine hidayet nasib edeceği ve sapıklığı bırakıp hidayeti tercih edecek olan sahabe-i güzine yöneldi. Onlar batılı bırakıp hakka yönelmişlerdi. Nefislerini batıldan kurtarmış ve imana ilk koşanlar olmuşlardı. Peygamber efendimiz islam´ın kelimesini sayılabı az olan mü´minlere ulaştırmak için teşebbüse girişti.
——————————————————————————–
[1] Îbn Kesir, el-Bidaye ve´n Nihaye, C. 3, S. 40 –