Daha önce dört şerefli insandan ve onların İslam´a ilk giren kimseler olduklarından bahsetmiştik. Bunlardan biri, mü´min-lerin annesi ve Resulullah´ın teselli kaynağı Hz. Hatice idi. Hz. Hatice, Peygamber efendimizin evini sükunet yeri ve istirahat bahçesi haline getirmişti. Düşmanların verdiği zahmet ve kendisinin Allah yolunda yaptığı mücadeleden sonra, evine gelir dinlenir ve Hatice´den iyilikler görürdü. Onda sevecen ve dostluk dolu bir kalp görürdü. Peygamber efendimize o kadar ikramda bulunur, o kadar sevgi ve şefkat gösterirdi ki; düşmanların kendisini yalanlamalarından ve attıkları iftiralardan duyduğu sıkıntı, onun bu sevgi,şefkat ve ikramı sayesinde yok olup giderdi.
Hatice´den sonra Ebu Bekir´den bahsetmiştik. Ebu Bekir, kalbini ihlasla Allah´a bağlayan sadık bir arkadaştı. Doğru sözlülerin büyüğü Ebu Bekir Resulullah Muhammed´in gerçek dostuydu. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Ebu Bekir, hiç tereddüt etmeden müslüman olmuştu. Hz. Hatice, Varaka bin Nevfel ve Muhammed (sav) arasında risalet konusunda geçen müzakereleri, Hakim bin Hüzzam´ın ağzından duyar duymaz hemen koşup Peygamber efendimizin yanına gitmiş ve müslüman olmuştu.
Peygamber efendimizin amcasının oğlu Hz. Ali´nin de henüz on yaşındaki bir çocukken düşünüp karar verdikten sonra müs-lüman olduğunu anlatmıştık. Müslüman olmadan önce İslamiyet hakkında babası ile istişarede bulunmak istemişti. Ama babasına gitmeden, kendi başına düşünmüş ve kararını vermişti. Amcası oğlu Muhammed (sav)´in yanına dönüp müslüman olduğunu bildirmişti. Daha küçücük bir çocuk, körpecik bir fidanken düşünüp kesin bir kanaate varmış ve îslam´a girmişti.
Risaletle görevlendirilmeden önce, Peygamber efendimizin yanında kalmayı tercih eden, hür bir kimse olarak anne ve babasına gitmek istemeyen, bu nedenle de Muhammed (sav)´in yanındaki köleliği anne ve babasının yanındaki hürriyete üstün tutan Zeyd bin Harise´nin imana girişini de anlatmıştık. Anne ve babasının yanında olmaktansa, Peygamber efendimizin yanında köle olmayı tercih ettiği için Hz.Muhammed (sav) ona ikramda bulunmuş ve onu hür bir evlat olarak kendi yanında alıkoymuştu. Zeyd onun mirasçısı olmuştu.
Ebu Bekir´in tslamV girişi, onun bazı arkadaşlarının da İslamiyet´le tanışmalarına vesile olmuştu. Ebu Bekir seven ve sevilen bir kimseydi. Bu konuda Muhammed bin îshak şöyle der:
“Ebu Bekir kendi kavmi tarafından sevilen insanlarla ünsi-yet kuran bir-kimseydi. Kureyşliler arasında asil bir aileden geliyordu ve bilgi sahibiydi. îyiyi kötüden ayırdetme yeteneğine sahipti. Ahlaklı bir ticaret adamıydı. Herkes tarafından sevilip sayılır ve kendisine fikir danışılırdı. Çünkü bilgili, varlıklı, hoşsohbet ve ticaretten anlayan bir kimseydi. Meclisine katılan, kendisine güvenip arkadaşlık kuran kimseleri İslam´a davet etmeye başladı. Zübeyr bin Avam, Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Sa´d bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Avf hazretleri onun vasıtasıyla müslüman oldular.” [1]
Hz. Ebu Bekir, bu yüksek şahsiyetleri Peygamber efendimize getirip takdim etti. Onlar da müslüman oldular. Bundan sonra diğer dostlarını ve arkadaşlarını İslam´a davet etmeye, onların da İslam nuruyla aydınlanmasına sebep oldu. Aralarında Osman bin Mazu´n, Ebu Ubeyde Amir bin Cerrah, Ebu Selem bin Abdül Esed, Erkam bin Ebi´l-Erkam gibi şahsiyetlerin de bulunduğu ikinci bir gurubu getirip Peygamber efendimize takdim etti. Bunlar da müslüman oldular.
Allah´ın lütfü sayesinde müslümanların sayısı artıyordu. Nefsi saf, kalpleri temiz kimselerin ihlasları sayesinde, müslümanların sayısı çoğalmaya başlamış, nihayet 38´e ulaşmıştı. Bunların arasında İslam´a girmiş ve gönüllerine iman nuru yerleşmiş kadınlar da vardı. Bu kadınlardan biri, Ömer bin Hattab´m kızkardeşi Ümmü Cemil´di. Onun kocası Zeyd bin Nüfeyl de müslüman olanlar arasındaydı.
Ebu Bekir az sayıdaki bu müslümanların, sayılarının artmasını beklemeden, tslam davetini yaymak için cihada başlamalarını istiyordu. Fakat davet ve tebliğin sahibi Muhammed (sav), müslümanların sayısı çoğalıncaya kadar tedbirli davranmayı uygun görmüştü. Çünkü Ebu Bekir´e göre, sayıları az olan müslümanların, akrabaları sayesinde güçleri az değildi. Nitekim Peygamber efendimiz, Ebu Bekir´in ısrarı üzerine daveti gizlilikten çıkarıp açık bir şekle dönüştürdü. O, davete önce yakın akrabasını uyarmakla başladı ve sonra bunu alenileştirdi. Artık bu sayede davet, herkes tarafından konuşulan bir konu haline geldi. Ama aralarında îslam´ı kabul eden kimselerin sayısı gerçekten nadir denecek kadar azdı. Fakat İslam´a karşı çıkanların sayısı çoktu. Bu arada islam´a ve müslümanlara karşı çekimser davrananlar da vardı. Bunlar ne muvafakat ediyor, ne de düşmanlık gösteriyorlardı.
Her ne ise, Peygamber efendimizin cihada alenen başlamasından Önce, Ebu Bekir´le Peygamber efendimiz daha önemli bir faaliyette bulundular. O esnada zaten herkes kendi aşiretine ve kabilesine koşup akrabalarını islam´a davet etmeye başlamıştı. Ebu Bekir´e Peygamber efendimiz, Mescid-i Haram´a gittiler. Ebu Bekir kalkarak, orada bulunan topluluğa hitap etmeye başladı. Ibn Kesir bu konuuda şöyle der: “Resulullah´tan sonra insanları ilk olarak Allah´a davet eden ve Peygamber efendimize imana çağıran Ebu Bekir olmuştur. Onun bu konuşması üzerine müşrikler galeyana gelerek Ebu Bekir´e ve müslümanlara saldırdılar. Onu Mescid-i Haram´ın bir köşesine sıkıştırarak dövdüler. Ebu Bekir ayaklar altında kaldı. Şiddetli darbeler yedi.” [2]
Hz. Muhammed (sav)´in İslamiyet´i, Haşim oğullarıyla Ab-dülmuttalib oğullarına, Safa tepesinin hemen yanında açıkça ilan etmesinden sonra İslam, ışığın karanlıklar içinde yayılışı gibi insanlar arasında tanınmaya başladı. Ka´b bin Lüey evladından olan Mazun oğulları, Ubeyde bin Haris bin Abdülmutta-lib, Said bin Zeyd bin Nevfel, karısı ve Hattab oğlu Ömer´in kız-kardeşi Fatıma, Umeyr bin Ebi Vakkas, Abdullah bin Mesud el-Hüzeyli, Esma binti Ebu Bekir ve diğer bazı Mekke ileri gelenleri İslam´a girdiler. Bunlar her ne kadar zengin ve lider durumunda olmasalar bile, Mekke´nin asil insanlarıydılar.
Öte yandan İslam´a daha önce koşan bazı korumasız ve güçsüz kimseler de olmuştu. Örneğin Amir bin Füheyre, bunlardan biriydi. Amir, Ebu Bekir´in azatlısıydı. Daha önceleri Esed´in kölesi iken, Ebu Bekir onu satın alıp hürriyetine kavuşturmuştu. Suhayb bin Sinan da İslam´a koşan güçsüz ve korumasız kimselerdendi. Rivayete göre o, Abdullah bin Cüd´a´nm kölesiydi. Asıl olarak Anadolu´lu (Rum) olduğu da söylenir. Çünkü o, Rum diyarmdayken esir imiş. Bilal-i Habeşi de İslam´a koşan güçsüz ve korumasız kimselerdendi. Müşriklerden birinin kölesi iken çok şiddetli eziyet ve işkencelerle karşı karşıya kalmıştı. Nihayet Ebu Bekir onu satın alıp hürriyetine kavuşturdu.
Yasir, oğlu Ammar ve annesi de İslam´a koşan güçsüz ve korumasız bir aileydi. Yasir, Kahtan Arapları´ndan olup Müzhiç bölgesindendi. Oğlu Ammar, Ben-i Mahzum kabilesine mensup bir adamın kölesiydi. Çünkü anası Sümeyye onların cariyesiy-di. Fakat çocuğunu doğurunca hürriyetine kavuştu. Doğan çocuk, kölelik hususunda annesine tabidir. Hürriyeti hususunda babasına tabi değildir. Bu, Romalıların kölelik düzeni olup Araplar´a da onlardan geçmişti.
Habbab bin Eret de İslam´a koşan zayıf ve korumasız kimselerdendi. Onunla birlikte diğer bazı güçsüz ve korumasız insanlar da İslam´a koşmuşlardı. Asıl onlar dünyanın ve ahiretin iyiliklerine koşmuşlardı. Her ne kadar başlangıçta eziyete uğra-mışlarsa da, sonuçta hayrı elde etmişlerdi. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz de istiyorduk ki, o yerde zayıflatılanlara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirasçı kılalım.” (Kassas. 5)
Birçok aileler İslam´a girmişlerdi. Muhammet! (sav)´in davetinden habersiz olan bir tek ev bile kalmamıştı. Müslümanlar sayı olarak az olsalar bile Mekke´nin her evinde mutlaka bir müslüman ya da kalbi İslam´a meyletmiş bir kimse bulunuyordu. Müşrikler, putların saltanatının kökten sarsılmakta olduğunu hissetmişlerdi. Artık o taşlar hakimiyetlerini yitirmek üzereydiler. Putlara bağlı kalmakta devam eden kimseler, puta olan inançlarından değil, put adına bir menfaat elde etmek istediklerinden dolayı bağlılıklarını devam ettiriyorlardı. Mu-hammed (sav)´in diri, mevcudiyetim kendi zatıyla devam ettiren ve ortağı olmayan Allah´a davet etmesi, putların itibarlarını kaybetmeleri için yeteri bir sebepti, islam daveti, vehimleri giderinceye kadar, insanların zihinlerine yerleşen ve gönüllerine sirayet eden bir düşünceydi. Putların artık bir taş olmaktan öteye gidemedikleri düşüncesi yayılmaya başlamıştı. Puta bağlanan kimse ona inandığından değil, menfaat peşinde olduğundan dolayı bağlanıyordu. Böyleleri sapıklık ve aşırılıklarında devam ediyorlardı.
İslamiyet Kabilelere Yayılıyor
Cenab-ı Allah´ın, Peygamberi´ne, Rabbinin emirlerini açıkça ilan etmesini emretmesinden sonra, Peygamber efendimiz toplulukların arasına giriyor, çarşı pazarda dolaşıyor, meclislere katılıyor, insanları Rabbinin emrine davet ediyor ve ilahi buyrukları onlara açıklıyordu. Dinleyici bulduğu zaman kabilelere gidip İslami davette bulunuyor, Hac ibadetinin eda edildiği zamanlarda hacıların yanlarına gidiyordu. Toplulukları bulamadığı zaman fertlerle sohbet ediyordu. İnsanlar ona soruyor, o da Cenab-ı Allah´ın kendisine vahyettiği şeylerle, davet sahibine yaraşır bir müsamahakarlık ve nübüvvet nurunun parlaklığı ile cevap veriyordu. Hac, ya da Umre için Allah´ın beytine heyetler halinde gelen kabilelerle ya da ticaret ve ortaklık için Mekke´ye gelen insanlarla konuşmaya, sohbet etmeye başladı. Bu kabileler arasında gönülleri İslam´a yönelen ve kulak veren kimseler gördü. O.nun davetini dinlediler. Allah´ın birliğine iman ettiler. İslam davetinin kabilelere ulaşmasına vesile olan hususlardan biri de Ebu Zerr-i Gıfari´nin ve Ezd kabilesine mensup Dammad´m müslüman olmaları olmuştu.
Beyhaki, Ebu Zerr-i Gıfari´nin müslümanlığını anlatırken, onun şöyle dediğim rivayet eder: “Resulullah (sav)´ın yanına gittim. Ona, “Esselamu Hleyke ya Resulullah” dedikten sonra ´Allah´tan başka tanrı olmadığına Muhammed´in de Allah´ın elçisi olduğuna şehadet ederim´ diyerek şehadet kelimesini söyledim. Bunun üzerine Resulullah (sau)´ın yüzünde sevinç izleri belirdi.”
Öyle anlaşılıyor ki, Ebu Zerr´in müslüman olması, daha önce cereyan eden bazı olayların bir sonucudur. Bu olaylar sonucunda Gıfar oğulları kabilesi İslamiyet´ten haberdar olmuş ve Peygamber (sav)´in daveti o kabilenin arasına intikal etmişti. Ebu Zerr, bu davetin mahiyetini araştırmaya başlamış, sonunda Peygamber efendimizin yanına varmadan, onun sadakat ve dürüstlüğünü anlamıştı.
Konuyla ilgili olarak Buhari, İbn Abbas´m şöyle dediğini rivayet eder:
“Peygamber efendimizin risalede görevlendirildiği haberini alan Ebu Zerr, kardeşine: “Mekke´ye git. Kendisine gökten haber geldiğini ve peygamber olduğunu iddia eden şu adam hakkında bir şeyler öğren. Onun sözlerini dinle ve görüp duyduklarını bana anlat” dedi.
Kardeşi Mekke´ye giderek Peygamber efendimizin konuşmalarını dinledi ve Ebu Zerr´in yanına dönüp ona şöyle dedi: “Onun ahlaki güzellikleri emrettiğini ve şiir olmayan sözler konuştuğunu gördüm.”
Ebu Zerr: “Gönlümü rahatlatacak sözler söylemedin ve beni tatmin etmedin” diyerek Mescid-i Nebevi´ye geldi. Resulullah (sav)´ı tanımadığı için, onu araştırmaya başladı. Ama onu başkalarına sormak da istemedi. Nihayet gece oldu. Yatmak için uzandı. Yabancı biri olduğu için, Hz. Ali onu evine götürmek istedi. O da Hz. Ali´nin peşine takılıp evine gitti. Birbirlerine herhangi bir şey sormadan, yatağa girip yattılar. Sabah olunca Ebu Zerr, kırbasını ve erzak torbasını sırtına vurup yine Mescid-i Nebevi´ye gitti. O gün de akşama kadar orada kaldı. Akşam oluncaya kadar Peygamber efendimiz yine onu görmemişti. Akşam olunca Ebu Zerr, yatmak için bir kenara çekildi. Hz. Ali yine yanma gelerek ona: “Senin nereli olduğunu öğrenecek zamanı hala gelmedi mi ” dedi. Sonra onu yerinden kaldırıp evine götürdü. Yine ikisi, sabaha kadar birbirlerine bir şey sormadılar. Üçüncü gün akşamleyin Hz. Ali yine onu alıp evine götürdü ve: “Buraya geliş sebebini bana anlatmayacak mısın ” diye sordu. Ebu Zerr de: “Eğer bana aradığımı bulmak hususunda yol göstereceğine söz verirsen geliş sebebimi anlatırım” dedi. Hz. Ali de Resulullah´m gerçekten hak Peygamber olduğunu anlattıktan sonra, kendisine şöyle dedi: “Sabah olunca peşime düş, beni takip et. Eğer senin için korkulacak bir durum görürsem bir duvarın dibinde $u dökecek gibi yaparım, sen de geçip gidersin. Ama normal bir şekilde yoluma devam edersem, sen de peşimden gelir ve girdiğim yere girersin.” Böyle yaptılar. Hz. Ali yola koyuldu. Nihayet Hz. Ali Peygamber efendimizin yanına girdi. Ebu Zerr de onu takip etti. Ebu Zerr, Peygamber efendimizin sözlerini dinledikten sonra, hemen müslüman oldu. Allah´ın peygamberi ona şu tavsiyede bulundu: “Kavmine dön. Benden bir haber gelinceye kadar onlara bir şey söyleme.” Ebu Zerr ise şu cevabı verdi: “Seni hak ile gönderen Allah´a yemin olsun ki, ben onların arasına katılıp hakkı açıkça ilan edeceğim,” Böyle dedikten sonra, oradan çıkıp Kabe´nin yanında yüksek sesle şöyle dedi: “Allah´tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed´in de Allah´ın elçisi olduğuna tanıklık ederim.” Bunu işiten müşrikler, onu dövmeye başladılar. Ebu Zerr, yediği dayak sonucu yerinden kalkamaz hale geldi. [3]
Ebu Zerr´in dayak yediğini gören Hz. Abbas, Ebu Zerr´i korumaya çalıştı ve müşriklere şöyle seslendi: “Yazıklar olsun size! Bunun Gıfar kabilesinden olduğunu bilmiyor musunuz Kabilesi, sizin Şam´a giden ticaret yolu üzerindedir. Bundan çekinmez misiniz ” Fakat Ebu Zerr, ertesi gün yine aynı yere gelip aynı şeyleri söyledi. Müşrikler onu yine dövdüler ve ayak altma aldılar. Abbas, yine gelip onu müşriklerden kurtardı.
Bu rivayet, İslamiyet´in Mekke dışında da duyulduğunu göstermektedir. Ravilerin anlattıklarına göre, Gifar kabilesi Ebu Zerr´in peşinden İslamiyet´e girmişler ve ona tabi olmuşlardı. İslamiyet sadece Mekke´ye yakın beldelere değil, Mekke´den uzaktaki Ezd ve Şenue kabilelerine de ulaşmıştı. Onlardan biri olan Dammad adındaki bir şahıs, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, İslamiyet´le müşerref olmuştu. Dammad, cin çarpan ve deliren, ya da kendisine büyü yapılan kimseleri şifaya kavuşturan bir kimseydi. Mekke´nin beyinsizleri, Peygamber efendimizi küçük düşürmek için, bir plan kurmuşlar ve Mekke´den kalkıp Dammad´ın yanına varmışlardı. Güya onu, delirmiş olan Muhammed (sav)´i tedavi etmesi için Mekke´ye davet etmişlerdi. Bu davetleri üzerine Dammad Mekke´ye gelmiş ve: “Şu deli dediğiniz adam nerede Belki onu Allah, benim ellerimle şifaya kavuşturur” demişti. Sonra Muhammed (sav)´in yanma varmış, ona şöyle demişti: “Ben cinlerden gelen yelleri bağlar ve insanları şifaya kavuştururum. Allah benim elimle dilediği kimselere şifa verir.” Dammad´m böyle demesi üzerine, Peygamber efendimiz, ona şu kelimelerle cevap vermişti: “Hamd Allah´a mahsustur. O´nu Över ve O´ndan yardım dileriz. Allah´ın doğru yola ilettiğini saptıracak; saptırdığını da doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah´tan başka tanrı olmadığına onun bir ve or-taksız olduğuna tanıklık ederim.” Peygamber efendimiz bu sözünü üç kez tekrarladıktan sonra, etkisi altında kalan ve gönlü Allah tarafından imana açılan Dammad şöyle demişti: “Allah´a andolsun ki, ben kahinlerin, büyücülerin ve şairlerin sözlerini işittim. Fakat senin sözlerine benzeyeni duymadım. Elini bana uzat da, müslüman olmak üzere sana biat edeyim.” Hz. Muhammed (sav) ona elini uzattı. O da müslüman olmak üzere, Peygamber efendimizle biatleşti ve müslüman oldu. Görüldüğü üzere Dammad, Peygamber efendimizin sözlerini işitince ona, sözlerini tekrarlamasını rica etmişti. Çünkü o sözlerin etkisinde kalmıştı.
Bu anlattıklarımız, İslam´a giren kimselerde görülen hallerdi. Bunlar topluca değil teker teker İslam´a girmişlerdi. Ancak rivayete göre, Gifar oğulları kabilesi, topluca îslam´a girmişlerdi. Böylece müslümanlarm sayısı gittikçe artıyordu. Muhtelif evlerden ve ailelerden, değişik kabilelerden ve batınlardan insanlar İslam´a giriyorlardı. Bu müslümanlar, Mekke-i Müker-reme´nin dışına yayılmışlar, artık İslamiyet çevreye nüfuz etmişti. Kureyşliler ne yapacaklardı
——————————————————————————–
[1] îbn Hişam, Siret, îbn KeBİr, el-Bidaye ve´n Nihaye, C. 3, S.29
[2] Ibn Kesir, el-Bıdaye ve´n Nıhaye, C 3, S 30
[3] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n Nihaye, C. 3, S. 34 –