Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme´de, Safa tepesinin yanında, önce en yakın akrabalarına, sonra da bütün Araplar´a hitap edip îslam davetini tebliğ ettiği zaman, insanların bir kısmı îslami daveti kabul ettiler. O zaman Peygamber efendimiz Rabbinin emirlerini açıkça söylemişti. İnsanlar, karşılaştıkları yeni şeyin alışılmadık bir şey olması dolayısıyla dehşete kapılmış ve bu sebeple de bir kısım insanlar kalplerini saflaştırarak herkesten önce islam´a koşmuşlardı. Cenab-ı Allah o insanları, kendi davetini taşımaları için seçmişti. Onlar, risaletini tebliğ edip yeryüzüne yayması ve ülkeden ülkeye taşırması hususunda Peygamberine yardımcı olmaları için seçilmişti. Bunlar arasında öyle zayıf ve korumasız kimseler vardı ki, hayatın lezzetlerinden ve iktidardan mahrum kalmışlar, Muhammed (sav)´in davetinde, ahirete yönelik bir umut görmüşlerdi. Her ne kadar dünya hayatında hoşlarına gidecek bir durum içinde yaşamıyor olsalar da sonları hususunda ümitli bir yaşantıya kavuşacaklarını hesaplamışlardı. İslamiyet, ahiret hayatında kendileri için bir umut ışığı yakmıştı. Bu sebeple İslam´a koşmuşlar ve İslamiyet uğruna çeşitli işkencelerle karşı karşıya kalmışlardı. Buna rağmen dinden dönmemiş ve sabret-mişlerdi. Zorluk ve sıkıntılara göğüs gererek İslamiyet´i tebliğ yolunda yürümüşlerdi. Cenab-ı Allah kendilerine güç ve muvaffakiyet verdi. Onlar da sabır gösterdiler. Sabırlarının karşılığını da tam olarak Allah verecektir: “Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir.” (Zumer: 10)
İkinci kısım insanlarsa davetin başlangıcında Peygamber efendimize düşmanlıklarım ilan etmişler ve iman edenlere karşı çirkin saldırılarda bulunmuşlardı. Bu saldırıda bulunanların başında Peygamber efendimizin amcası Ebu Leheb vardı. Bu kısımdaki insanlar, düşmanlıklarını ve inatçılıklarını devam ettirme hususunda o kadar ileri gittiler ki, mü´minlere eziyet vermeye, güçsüz ve korumasız kölelerle yoksullara işkence yapmaya başladılar. Bu zayıf ve güçsüz kimselerin, kendilerini koruyacak ve himayelerine alacak aşiretleri ve destekçileri de yoktu. Ancak çok az sayıda bazı kimseler bunları savunuyordu. İslam´a girenlerin çoğu bu şekilde girmişlerdi. Karşılaştıkları eziyetleri kendilerinden uzaklaştıracak himayeci bulamamışlardı. Bu güçsüz ve korumasız müslümanlara eziyet edenlerin başında Ebu Cehil gelmekteydi.
Peygamber efendimizin davetine muhatap olan insanların üçüncü kısmı, yukarıda bahsettiğimiz iki kısım arasında bulunan ve bir türlü İslam´la kucaklaşamayan kimselerdi. Bunlar İslamiyet karşısında tereddüt içindeydiler. İslam´a düşmanlık etmedikleri gibi, bu daveti kabule de yanaşmıyorlardı. Haşim oğullarının çoğu, Ümeyye oğullarının ve Kureyşliler´in bir kısmı bu kategoriye dahildi. Her aşiretin içinde müslümanlığa giren kimseler bulunduğu gibi, İslam´a karşı tereddütlü davranan kimseler de vardı. Bekleyiş içinde bulunan bu kimselerin bazılarının kalbini Cenab-ı Allah İslam´a açmış, onlar da sabreden mücahitler ve eziyetlere göğüs geren mü´minler olarak müslümanların safları arasına girmişti. Bunlar, eziyetlere en azından alay ve küçümsemelere karşı mukavemet ediyorlardı, İslamiyet bu gibi kimseler arasında genişlemeye başladı. Hatta müslümanlara eziyet veren ve onlara işkence çektiren kimseler arasında da başladı. Bu hususta örnek olarak Hattab oğluE rner´i göstermek mümkündür. Hz. Ömer, başlangıçta müslümanlara eziyet eden birisiydi. Hatta rivayetçilerin naklettiklerine göre, bir ara Peygamber (sav) efendimizi öldürmeye yönelmişti. Ama Allah´ın rahmeti, onu bu kötü niyetinden geri bırakmıştı. Allah kalbini İslam´a açmış, ona izzet ve şeref vermiş, kalbine ve diline hakkı yazmıştı.
Peygamber (sav) efendimiz İslam davetini yaymaya başlamıştı. Davetini aralıksız sürdürüyordu. Hiç kimseye karşı taviz vermiyor ve davetini hafifletmiyordu. Düşmanlarının saldırısı ve eziyeti ne kadar çok olursa olsun, o, davetinden vazgeçmiyordu. Kendisine ve büyük sahabilerine ne kadar eza ve cefa çektirilirse çektirilsin, asla gevşemiyordu. Kendisine tabi olan zayıf ve korumasız kimselere karşı reva görülen zulümler, onun moralini kırmıyordu. Fakat bütün bunlardan dolayı üzülüyordu. Mü´minleri teselli ediyor, onları sabra çağırıyordu. Arkadaşlarına örnek olarak, kendisine yapılan eziyetlere karşı sabrediyordu. Sahabileri arasında bulunan muhtaçlara mali destekte bulunuyordu. Müşriklerin kölesi durumunda bulunan mü´minleri zengin müslümanlar satın alıp hürriyete kavuşturuyordu.
Mü´mmlerin sayısı artınca müşriklerin onlara tatbik ettikleri eziyetler ve saldırılar da artıyordu. Çünkü hak güçlenip müslümanlar çoğaldıkça, muhaliflerin Mekke-i Mükerreme´de yayılan ilahi nuru söndürme ümitleri azalıyordu. Bu, nedenle daha fazla inatlaşıyor ve İslam´a karşı mukavemetlerini arttınyor-lardı. Müşrikler, batıla sarılmakta müslümanlara karşı işkence uygulama yolunu seçmekteydiler. Müşriklerin bir kısmı da, mü´minlere eziyet vermeden karşı çıkmayı uygun görmüşlerdi. Müslümanlara zorluk çıkarmadan ve onlara eziyet etmeden karşı durmayı daha uygun bulmuşlardı. Bunlar da kendi yollarında yürümekte ve kendi metodlarını uygulamaktaydılar. Peygamber efendimizin, davetinden vazgeçmesini öneriyor ve onunla tartışıyorlardı. Kendi düşüncelerine şeytanın kendüeri-ne.hoş gösterdiği gerekçelere dayanarak Peygamber efendimizi davetinden vazgeçirmek için çalışıyorlardı.
Rivayetlere göre, Peygamber (sav) efendimiz müşriklere barış telkin ediyordu. Onların inançlarına karşı en güzel bir üslupla karşı koyuyordu. Tanrılarını kötü sözler söylemeksizin ya da hakaret etmeksizin onları islam´a davet eden Peygamber efendimize, onlar da karşı koymak istememişlerdi. Fakat Peygamber efendimiz onların tanrıları konusunda konuşmaya ve onları tahkir etmeye başlayınca, ona karşı şiddetle direnmeye başladılar. Bu da yetmezmiş gibi, bazı müslümanlara eziyet vermeye ve İslam´a karşı çıkmaya başladılar. Bu iş daha ilerilere giderek düşmanlığa dönüştü. Aradaki akrabalık bağları koptu ve kin ateşleri alevlendi.
Bize göre, bu iki aşama arasında bir zaman farkı yoktur. Tevhid davetinin ve putlara tapmayı yasaklamanın, Allah´a ortak koşmayı haram kılmanın, îslam davetiyle bir arada bulunduğu görüşündeyiz. Peygamber efendimiz, yakın akrabalarını İslam´a çağırırken putlara tapmayı da protesto etmişti. Bu uyarılardan sonra, hala Allah´a isyan ederlerse, kendileriyle ilişkisini keseceğini bildirmişti. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle bu- vurmuştur:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan mü´minleri kanatların altına al. Sana karşı gelirlerse: ´Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” de. Güçlü ve merhametli olan Allah´a tevekkül et. * (Şuara: 214-217)
Yine aynı şekilde, Peygamberimiz, İslam davetini açığa vurmak ve risaleti özellikle Kureyşliler´e, genellikle bütün Arap-lar´a ilan etmekle emrolunduğu zaman da buna benzer buyruklar gelmişti:
“O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma. O alay edenlere karşı biztsana yeteriz. O Allah ile beraber başka tanrı tutanlar, yakında (yaptıklarının sonucunu) bilecekler.”
İki davetin arasını ayıracak bir zaman çizgisi olmadığına ve Mekke-i Mükerreme´de davetin ilk aşamasında nazil olan ayetlerle, Peygamber efendimizin Mekke´deki ikametinin son zamanlarında nazil olan ayetler arasında, putlar açısından mana farklılığı bulunmadığına göre, şunu söyleyebiliriz: Putların kötülükle anılmaları ve onlardan iyi bir şekilde söz edilmemesi durumu arasında herhangi bir fark yoktur. O putlar zaten her zaman kötüdürler.
Bize göre, müşriklerin îslam davetine karşı direnmeleri; onların paniğe kapılmalarıyla başlamıştır. Çünkü onlar, beklemedikleri bir şeyle karşılaşmışlar; bu hususu kendi aralarında soruşturmaya başlamışlardı. Muhammed (sav)´in yaptığını biliyorlardı. Bir kısmı da onun bu sözleri kendi kafasından uydurduğunu söyleyerek îslam daveti hususunda şüphe içine düşmüşlerdi. Onlar bu işi sorup araştırmakta iken, îslam daveti giderek yayılmakta, efendi ve köleler içinde taraftarlar bulmaktaydı. Eşrafı, güçsüzü, kuvvetlisi ve korumasızı da içinde olmak üzere îslam´a yönelmeler oluyordu. İşte bu esnada müşrikler İslam´a mukavemet etmek üzere hazırlığa giriştiler. Bu işin şaka götürür yanı yoktu. Gayet ciddi ve güçlü idi. İlk aşamada îslam´a uyanlar sayıca az olsalar da, ileride çoğalacak ve büyük bir çoğunluk mey .na gelecekti. Öyleyse bu beklenmedik duruma karşı tedbirler almak gerekiyordu. Çünkü İslamiyet gün geçtikçe gelişiyordu. Onu güçlenmeden ve gelişmeden yok etmekten başka çareleri yoktu.
îslam daveti genişledikçe, ona karşı direnenlerin mukavemeti de arttı. îslam davetine icabet edenler çoğalınca, ona karşı direnmeler de çoğaldı, islam´ın giderek genişlemesi müşrikleri büyük bir tehlike karşısında olduklarım hissetmeye şevketti. Bunun sonucu olarak îslam´a karşı inat ve şiddetli mukavemetlerini arttırıyorlar di. Çünkü onlar İslamiyet´in gelişmesi durumunda iktidarlarının tehlikeye gireceğini, sosyal düzenlerinin yıkılacağını anlıyorlardı. İktidar mevkileri, altlarından yavaş yavaş kaymaktaydı. Çeşitli şekilde mukavemetlerini arttırdılar. Herkes kendi yöntemine göre çalışıyor ve benimsediği metodu uyguluyordu. Kimi müslümanlara eziyet veriyor, kimi alay ediyor, kimi de Peygamber efendimizin koruyucusu Ebu Talib´e şikayette bulunuyordu. Ama hepsi kendi ortak karakterlerinin gerektirdiği bir noktada toplanıyorlardı ve bu hal böyle devam ediyordu.
Müşriklerin îslam´a karşı koymaları üç şekilde olmuştur:
1- Peygamber efendimizi, yapmakta olduğu îslami davet, İslamiyet´i yaymak, putperestlikle savaşmak görevinden çeşitli yollarla caydırmaya çalışmışlardı.
2- Peygamber (sav) efendimizi, aslında makul olmayan bazı isteklerle zor duruma ve aciz hale düşürmeye çalışıyor ve onunla tartışıyorlardı. Bununla, herkese onun güçsüz olduğunu göstermek ve insanları onun davetinden yüz çevirtmek amacını güdüyorlardı.
3- Muhtelif şekillerde müslümanlara eziyette bulunuyorlardı. Bizzat Peygamber efendimize eziyetlerde bulundukları gibi, diğer müslümanlara da çeşitli işkenceler yapıyorlardı. Müslümanların büyükleri dahi onların eziyetlerinden kendini koruyamamıştı. Zayıf ve korumasız kimselerse, eziyetlerin en şiddetlisine maruz kalmışlardı. Bu bireysel eziyetlerden başka, müslümanlarm tümüne eziyet etmeye ve toplu bir işkence çektirmeye başladılar. Kureyşliler´in tümü, Haşim oğullarına ve kardeşleri Muttalib oğullarına eziyet etmeye başladılar. Onlara karşı boykot uyguladılar. Peygamber ailesinden ayrılma alçaklığını Ebu Leheb´den başka gösteren olmadı. Peygamber ailesinin diğer fertlerine gelince, onlar sabretmişler, birbirleriyle yardımlaşmış ve birbirlerine destek olmuş, Kureyşliler´in eziyetlerine karşı direnmişlerdi. Haşim oğullan ve Muttalib oğulları içindeki inananlar, bu hususta eşit derecede mukavemet göstermişlerdi.
Eziyet ve işkencelerin, iman ve inancın daha da gelişip yayılmasına sebep olacağı düşünülebilir. Çünkü insanların gönülleri, eziyete uğrayan kimselerin çektikleri işkencelerden ötürü paralanır ve dayanamaz hale gelir. Bu sebeple de eziyete uğrayan kimselerle akrabalığı olanların hamiyetleri, onları himaye etmeye ve savunmaya sevkeder. Örneğin Hz. Hamza henüz müslüman olmadan önce de Peygamber efendimize yapılan eziyetleri bertaraf etmiş, sonra da iman edip müslümanlarm safları arasına girmiştir. Onun İslam´a girişini ileride anlatacağız.
Aşırı derecede eziyet veren kimselerin de bazan İslam´a yöneldiklerini ve iman etmek için yol aradıkları görülmüştür. Nitekim Hattab oğlu Ömer´in durumu da böyle olmuştur. İman ettiği için kızkardeşini tokatlayan Ömer´in, kızkardeşinin yanağından kan fışkırdığını görmesi, onun kalbini imana açmıştır. Çünkü o eve girmeden önce okunmakta olan Kur´an-ı Kerim ayetlerini işitmiş, bu sebeple de-Cenab-ı Allah onun gönlünü imana açarak kendisine rahmet etmiştir.
Müşriklerin müslümanlara eziyet vermeleri, onların Habeşistan´a hicret etmelerine sebep olmuştu. Habeşistan´a hicretten sonra Kral Necaşi´den başkası İslam´a tabi olmadıysa da, islamiyet o ülkede de duyulmaya başladı.
Davet derecelerini ve davetin açığa vuruluşunu açıkladıktan sonra, Allah izin verirse müşriklerin İslam´a karşı mukavemetlerinin çeşitli şekillerini anlatacağız.
Allah ve Resulüne İcabet Edenler
İslamiyet ilk nüzulünden itibaren gönüllerde yer etmeye başladı. Bu yeni dine koşan ilk insanların az sayıda olması normal bir durumdur. Bu, hakka davet eden ve yalın hakka dayanan her nizamın Özelliğidir. Bu gibi nizamlar, toplumların kalplerinde yavaş yavaş yer etmeye başlarlar. Çünkü böylesine büyük sistemler, ancak geniş bir tefekkür ve düşünce sonucunda gönüllere yerleşebilir.
Şöyle bir düşüncce ortaya atılabilir: Muhammed (sav)´in daveti; genel hatlarıyla fikri, itikadi, sosyal, ekonomik, insani bir devrimdir. Zaten devrimler de toplum tarafından desteklenerek, başarıya ulaşılmasına çalışılan bir hareket değil midir
Bu soruya şu cevabı veririz: Muhammed (sav)´in getirdiği nizam, sonuçları ve amaçları bakımından insanlık tarihinin tanıdığı en büyük insanca devrimdir. İnsanlık tarihi, sonuç ve semeresi bakımından bundan daha büyük bir hareket görmemiştir. Bu hükme, meydana gelen olaylar ve vardığı görüntülerle değil, bu. hareketin meydana getirdiği sonuç ve amaçlar bakımından varıyoruz. Kaldı ki devrimler, bir süre sonra sönmeye yüz tutacak kişisel başkaldırılara benzeyen toplumsal ayaklanmalardır. Bu başkaldırının bireysel veya toplumsal seviyede ifade edilmeleri arasında hiçbir fark yoktur. Avrupa devrimlerini gözönüne getirin… Bunların en önemlilerinden biri olan Fransız devrimi, şiddetli bir ayaklanma şeklinde ortaya çıkmış ve çok geçmeden de kendi kendini yemeye başlamıştır. Bu devrimin liderleri guruplar halinde ayaklanmış, infial göstermiş, sonunda ise Kayserlerin yönetimini andıran bir yönetim biçimi şeklinde karar kılmıştır. Nitekim devrimin olgunlaşan meyvesinin devşirildiği Napolyon döneminde, Fransız yönetimi bu biçimi almıştır.
Muhammed (sav)´in daveti ise akıl, mantık hükümlerinden kaynaklanmıştır. O, Ruhü´l-Kudüs´le desteklenmiştir. Onun getirdiği davet, bir infial değil, aksine çevresinde sakin, mutmain, razı ve kendilerinden razı olunan, hakka inanan, hakkı tutan kimselerin halkalandığı bir davettir. Bu davetin çevresinde halkalanan kimselerin gönülleri iman nuruyla dolmuştur. Bu sebeple de Muhammed´in daveti devamlılık ve istikrar göstermiştir. Onun daveti, artık bir daha sönmeyecek şekilde parlamıştır. Dolayısıyla bu davet çöp yığınıyla tutuşturulan ateşlerin aydınlığına benzemez. Böyle bir ateşi en hafif bir rüzgar bile söndürür. Onun daveti, rüzgarların etkisiyle asla titremeyen ve sarsılmayan bir davettir, işte bu nedenle islam´a giren kimselerin sayısı başlangıçta azdı. Fakat onlar ani heyecan sonucu^ değil, akıl ve düşünce sonucu müslüman olmuşlardı.
islam´a ilk girdikleri esnada nıü´minlerin kalpleri denenmişti, islamiyet, ışığın karanlık içine sirayet edişi gibi, gönülleri kaplamaya başlamıştı. Şirkin inatçılığı ve müşriklerin sapıklığı arasında, islam´ın nuru mü´minlerin kalplerine yerleşmişti. Fakat inananlar, inançlarının gereklerini yerine getirmekten alı-konuluyordu. Başlangıçta müslümanlar Mescid-i Haram´da namaz kılamıyor, bunun için Mekke dışına çıkıyor ve ibadetlerini gizlice yapıyorlardı. Müşriklerin arasında Kur´an-ı Kerim´i açıkça ve yüksek sesle okuyamıyorlardı. Ama Peygamber (sav) efendimiz müşriklerin arasında da Kur´an-ı Kerim´i açıkça okuyor ve dini vecibelerini açıkça yerine getiriyordu. Çünkü o, Ku-reyşliler arasında saldırıya uğramayacak kadar itibarlı bir kimseydi. Bir defasında, açıkça namaz kılarken , Ebu Cehil, kaba ve haşin bir halde Peygamber efendimize yaklaşmış ve şöyle demişti: uEy Muhammedi Sana burada namaz kılmamanı söylememiş miydim ” Peygamber efendimiz, onun bu sözlerine cevap vermedi. Çünkü o, islam´ın edebini biliyordu. Bu yüzden karşılaştığı kaba ve edepsiz muameleye aymsıyla karşılık vermemişti.
ilk müslümanlar, dinlerini öğrenmek için Peygamberimizin yanında açıkça toplanamazlardı. Erkam bin Ebi Erkam´ın eyin-de gizlice bir araya gelirlerdi. Rivayete göre, o temiz evde otuzdokuz civarında müslüman bir araya gelerek toplanırlardı. Hz. Ömer´in islam´a girişi sırasında bu otuzdokuz kişi o evde bir arada bulunmaktaydı. Şüphesiz bu, Hz. Ömer´in islam´a girişi sırasında müslümanlarm toplam sayısının otuzdokuz olduğunu göstermez. O esnada iman eden ve efendilerinin hizmetinde bulunan birtakım köleler de vardı. Kimileri de dinlerinden çıkarılmak ve müşrikliğe geri döndürülmek maksadıyla ağır işkencelere tabi tutulmaktaydı.
Mü´minler içinde, imanlarını ailelerinden, yani anne, baba ve kardeşlerinden gizleyen kimseler de vardı. İşkenceye uğramamak ve azap görmemek için firar edenler de bulunuyordu. İçinde bir müslüman bulunan her ev, aralarında bulunan müslümanı önce kınayarak ve İslam´dan caydırmak için ayıplayarak işe başlardı. Sonra bu ayıplama ve kınama, işkenceye dönüşürdü. Eğer bu zalimler, azgınlıklarını ve taşkınlıklarını devam ettirmeye kesin kararlıysalar, o müslümanları daha da ağır işkencelere maruz bırakırlardı. Kendilerini bu işkencelerden alıkoyacak bir şefkat ve merhametleri yoktu. Allah´ın kendilerine iman verdiği o müslumanların da, kendilerini bu zalimlerin yaptıkları işkencelerden koruyacak bir güçleri yoktu.
Müslümanlar, eza ve işkencelere uğrama korkusundan dolayı Kur´an-ı Kerim´i açıkça okuyamıyorlardı. Sadece Resulullah (sav) efendimiz Kur´an-ı Kerim´i yüksek sesle ve açıkça okuyabiliyordu. Onun daveti ve rabbinin risaletini tebliğ görevi, Kur´an-ı Kerim´i açıkça okumasını zorunlu kılıyordu. Şüphesiz Allah, onu, insanlardan koruyacaktı. Kureyşliler, onu davetinden vazgeçirmeye güç yetiremeyceklerdi. İleri gelen Kureyşliler, aralarında Hz. Muhammed´i dinlememek üzere sözleşiyor ve dinleyenleri men ediyorlardı. Fakat kendileri Kur´an-ı Kerim´i Muhammed (sav)´in ağzından dinlemek için gizlice gidip evinin etrafında siperleniyorlardı. Bu arada, dinlerken birbirleriyle karşılaştıkları da oluyordu. Halbuki daha önce Muhammed´i dinlememek için birbirlerini uyarmış ve birbirlerini onu dinlemekten men etmişlerdi. Ama hepsi de, aralarında ortaklaşa vermiş oldukları karara muhalefet ettiler. Muhammed (sav)´in evinin çevresine gizlice gidip Kur´an-ı Kerim dinlemek isteyen herkes, sadece kendisinin ortak karlara muhalefet ettiğini sanırken, Peygamber efendimizin evinin çevresinde kendisinden başkalarının da o karara muhalefet ettiklerini görüyorlardı. Şu halde hepsi de ortak kararı bozmuş oluyorlardı.
Kaviler, Peygamber efendimizden sonra, Kur´an-ı Kerim´i ilk olarak kimin alenen okuduğunu anlatırlar. İbnlshak´ın rivayetine göre, Zübeyr bin Avvam şöyle demiştir: “Resulullah´tan sonra Mekke-i Mükerreme´de Kur´an-ı Kerim´i açıkça okuyan ilk kişi, Abdullah bin Mesud (r.a)´dır. Bir gün Resulullah´ın sa-habileri bir araya toplandılar ve şöyle dediler: “Allah´a andol-sun ki Kureyşliler, şimdiye kadar Kur´an-ı Kerim´in yüksek sesle okunduğunu işitmemişlerdir. Onlara yüksek sesle Kur´an okuyup işittirecek bir kimse yok mudur ” Abdullah bin Mesud: “Kur´an-ı Kerim´i onlara ben işittiririm” dedi. Sahabiler de: “Sana bir kötülük yapmalarından korkarız. İşkence yapacak olurlarsa, onları durdurabilecek bir aşireti olan birisinin oku-mq,mnı istiyoruz” dediler. Abdullah bin Mes´ud şu cevabı verdi: “Siz beni bırakın. Şüphesiz Allah, beni onlardan koruyacaktır.” Sabahleyin Abdullah bin Mes´ud, Kabe-i Muazzama´da; Ma-kam-ı İbrahim´e vardı. Kureyşliler orada toplanmışlardı. Ma-kam-ı İbrahim´in yanında ve yüksek sesle Kur´an-ı Kerim´in şu mealdeki ayetlerini okumaya başladı:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah´ın adıyla. Çok merhametli (Allah), Kur´an´ı öğretti, insanı yarattı. Ona beyanı (konuşup, düşüncelerini açıklamayı) öğretti…” (Rahman: 1-4) Sonra okumasını sürdürdü. Kureyşliler onun okuduğu ayetlerin manası üzerinde düşünmeye başladılar ve: “Abdullah bin Mes´ud ne diyor ” diye sordular. Bir kısmı şöyle cevap verdi: “O, Muham-med´e gelen sözlerin bazısını okuyar.” Arkasından kalkıp Abdullah bin Mes´ud´a hücum ettiler. Onu dövmeye başladılar. Ama o, okuyuşunu sürdürüyordu. Nihayet Allah´ın kendisine nasib ettiği yere kadar okudu. Sonra da arkadaşlarının yanına döndü. Ama yüzü yaralanmıştı. Arkadaşları: “İşte başına böyle bir durum gelmesinden korkmuştuk” dediler. Buna karşı o, şu cevabı verdi: “Allah´ın düşmanları, gözüme hiçbir zaman şimdiki kadar küçük görünmemişti. Eğer dilerseniz yarın yine gider, onlara aynı şekilde Kur´an okurum.” Arkadaşları: “Hayır, hayır! Bu kadarı yeterli. Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin” dediler.
Bütün bu anlatılanlar üç şeye işaret etmektedir: 1- Müslümanlar ilk aşamada ibadetlerini gizlice eda ediyorlardı. Ancak Peygamber efendimiz namazını yapabildiği kadarıyla açıkça kılmaya özen gösteriyor ve Kur´an-ı Kerim´i yüksek sesle okuyordu. Çünkü ona gelen emir gereğince o, risaleti tebliğ ediyor ve rahatsız olsalar bile, müşriklere Kur´an´ı yüksek sesle okuyordu. Onlar da kendisini alıkoymak için uğraşıyor, fakat istediklerini yapacak bir kimseyi bulamayınca, buna engel olamıyorlardı. Bazan onunla alay etme, bazan da eziyet verme yoluna gidiyorlardı. Her zaman için onun davetinden yüz çeviriyorlardı. Çünkü onların kulakları sağırlaşmış, kalpleri mühürlenmişti. Bu yüzden de Kur´an´ı dinlemiyorlardı.
2- Müzminlere uygulanan işkenceler, onları azimlerinden caydıramamış, nefislerine zaafiyet verememişti. îşte Abdullah bin Mes´ud´u dövdükleri halde o, okumasını sürdürüyordu. Onlar kendisini dövmeye devam ederken o da Allah´ın nasib ettiği yere kadar okumaya devam ediyordu. Kur´an okuduğu esnada müşriklerin verdikleri eza ve cefa durumu, müzminlerin kafir eziyetine karşı takındıkları tavrı tasvir ediyor. îmanlarında sebat ettikleri gibi, kendilerine uygulanan eziyetlere de katlanıyorlardı. İslamiyet, gün geçtikçe gelişmeye ve müslümanlar da artmaya devam ediyordu.
3- Müşrikler Kur´an-ı Kerim´i Peygamber efendimizin ağzından duyduklarında öfkeden kuduracak hale geliyorlardı. Bu öfke bazan, işi eziyete götürecek kadar fazlalaşıyordu. Kur´an-ı Kerim´i başkalarından duydukları zaman öfkeden kalpleri çatlayacak duruma geliyordu. Çünkü onlar Kur´an-ı Kerim´in okunması ve başkaları tarafından duyulması halinde, îslam davetinin gönüllere nüfuz edeceğini biliyorlardı. Muhammed´in peşinden gidenler, giderek artıyordu. Öfkelerinin nedeni, Kur´an-ı Kerim´İn dinlenmesi değil, bizzat Kur´an-ı Kerimin kendisi ve îslam davetine icabet edenlerin sayılarının çoğalma-sıydı. İslam´a gönül verenlerin sayısı yavaş yavaş artmaya başlayınca, îslam davetinin amacına ulaşacağı, mü´minler için bir müjde, îslam düşmanları için de acı bir sonuç olarak ortaya çıkıyordu. –