Hz.Muhammed (sav)´e tabi olan, sabır ve sebat hususunda ona uyanların sayısı çoğalıp artmaktaydı. Peygamber efendimize iman edip uyanlar, sadece zayıf ve korumasız mü´minler değildi. Mekke´nin eşrafından da islam´a girenler ve müslümanların safları arasında yer alanlar olmuştu. Mü´minlerin sayısının artmasıyla orantılı olarak müşriklerin onlara yaptıkları eziyetlerin miktar ve çeşitleri de artmaktaydı. Kimi eliyle, kimi kır-bacıyla, kimi öğle sıcağında sıcak kum ve taşların üzerinde eziyet ediyor, kimi de ancak rezil ve alçakların yapabilecekleri eziyetleri tatbik ediyordu. Nitekim Ebu Cehil Peygamber efendimize eza ve cefada bulunmuş, onunla alay etmiş, ibadetini engellemek istemişti. Müşrikler, şerefli ve asil mü´minlere daha fazla eziyet edip onların şereflerini çiğnemek istemişlerdi. Eziyet ve cefalar umumileşmiş, artık kurtulma imkanı kalmamıştı. Mekke-i Mükerreme´de kalıp da eziyete uğramamak mümkün değildi. Şu halde hicret etmek zorunlu hale gelmişti.
“Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.” (Nisa: ıoo)
Ama mü´minler nereye hicret edeceklerdi
Hürriyet içinde yaşayacakları, Mekke müşriklerinin tahakkümünden uzak olan, Kureyşliler´in sözlerinin geçmediği, iyi bir hükümdar tarafından yönetilen bir beldeye göç etmek gerekiyordu. Eza ve cefaların yapılmadığı, hiç kimsenin eziyet görmediği, zulümden uzak olan bir beldeye hicret etmek gerekiyordu. Burası da ancak, Habeşistan olabilirdi. Çünkü orada Kureyş´in sözü geçmiyordu. Orası Kureyş´e boyun eğmiyordu. Diğer kabileler gibi Kureyş´in boyunduruğu altında değildi. Orada iyiliğiyle şöhret bulmuş adil bir hükümdar vardı. Peygamber (sav) efendimiz, müminlerin oraya hicret etmeleri gerektiğine, işaret etti. Mü´minlerin bela ve musibetlere uğradıklarını gördüğü ve onları bu eziyetlerden koruyamadığı için şöyle demişti: “Habeşistan´a hicret etseniz iyi olur. Çünkü orada hiç kimsenin zulüm görmesine müsaade etmeyen bir hükümdar vardır. Orası, doğruluğun hüküm sürdüğü bir yerdir. Oraya hicret edin ve içinde bulunduğunuz bu sıkıntılardan kurtulmanız için Allah´ın size bir çare yaratacağı zamana kadar orada bekleyin.”
Habeşistan´a hicret eden ilk kafile, bi´setin beşinci yılında yola çıkmıştı. Şüphesiz hicretin, eziyetlerden kurtulmaktan başka bir faydası daha vardı. Mü´minler uğradıkları ve sıkıntı çektikleri eziyetlerden, fitne ve musibetlerden korunmanın ya-nısıra, gittikleri yerde İslamiyet´i de tanıtacaklardı. Hicret eden müslümanlarm sözcüsü sıfatıyla Ebu Talib oğlu Cafer, hükümdar Necaşi´nin huzurunda îslami hakikatleri ve tevhid dininin davet ettiği sıla-i rahim, ahlaki güzelliklere teşvik, ca-hiliyet kötülüklerini men etmek, insanı fesada daldıran asebi-yeti önlemek gibi prensipleri açıklamıştı. Bunlardan daha önce de söz etmiştik. Bütün bu faydaların yanısıra, bu hicret sayesinde Habeşistan´daki hıristiyanlar İslamiyet´i tanımış ve İslam´ın İsa peygamber hakkında söylediklerini Öğrenmişlerdi. İslamiyet Mekke dışındaki bir beldede yayılmaya ve kök salmaya başlamıştı. Nitekim ileriki tarihlerde Medine´ye yapılan hicret vesilesiyle de yahudiler İslamiyet´i tanımışlardı. Hakikati görenler müslüman olmuş, diğerleri de kafir kalmışlar, küfründe inat edip mukavemette bulunmuşlardı:
“Kim yola gelirse, kendisi için yola gelmiş olur. Kim de saparsa kendi aleyhine sapar.” (îsra: 15)
Mü´minler guruplar halinde hicret etmişlerdi. Birinci gurupta Osman bin Affan´ın eşi ve Peygamber efendimizin kerimesi Rukiye de vardı. Bu toplulukta on erkek ve kadın bulunuyordu. Bundan sonra hicret devam etmişti. îbn îshak bu konuda şöyle der: “Habeşistan´a hicret eden müslümanların sayısı seksen üçtü. Yalnız bu müslümanların beraberlerinde götürdükleri küçük çocukları veya Habeşistan´da doğan çocukları bu sayının dışındadır.” îbn Kesir bu rakam üzerinde tartışmış ve Habeşistan´a hicret eden müslümanların sayısının daha fazla olduğu hususunda şüphesi bulunduğunu belirtmiştir. Ahmed bin Han-bel, İbn Mesud´un bu hususta şöyle dediğini rivayet eder: “Re-sulullah (sav) efendimiz, sayısı seksen civarında olan biz müs-lümanları Habeşistan´a gönderdi ” [1]
Hz. Ebu Bekir, hicret edenler arasında değildi. Fakat Allah ona, Allah´ın yaratıklarının en yücesi ve en kıymetlisi olan Abdullah oğlu Muhammed (sav) ile birlikte hicret etmek şerefini bahsetmişti. Bu hususta îbn îshak ile Buhari, Urve bin Zübeyr kanalıyla Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
“Ebu Bekir, kendisine yapılan eziyetler sebebiyle, artık Mekke´de kalamayacağını anlayınca Habeşistan´a hicret etmek için Resulullah´tan izin istedi. Resulullah ona bu izni verdi. Habeşistan´a hicret etmek üzere yola koyuldu. Mekke´den bir ya da iki günlük bir mesafeye ulaştığında yolda îbn Dağne ile karşılaştı, îbn Dağne, Beni Haris bin Ebi Bekir´in kardeşi idi. O “El habis” denen gurubun lideriydi. Ebu Bekir´e şöyle dedi:
– Nereye ey Ebu Bekir
– Milletim beni Mekke´den kovdu. Bana eziyet etti. Beni baskı altında tutmak istedi.
– Niçin Halbuki sen aşiretine iyilikte bulunur, uğradıkları bela ve musibetler dolayısıyla onlara yardım eder, iyilik yaparsın. Mekke´ye geri dön. Artık sen benim himayemdesin!
îbn Dağne´nin bu sözü üzerine, Ebu Bekir onunla birlikte Mekke´ye geri döndü. îbn Dağne Mekke´ye girdikten sonra Ku-reyşliler´e şöyle seslendi: “Ey Kureyş topluluğu! Ebu Kuhafe´yi (Ebu Bekir´i) himayeme aldım. Artık hiç kimse ona ilişmesin. Ondan elinizi çekin!” îbn Dağne´nin bu sözlerinden sonra Ebu Bekir kendi evine gitti. Evinin kapısının yanında bir mescidi vardı. Orada namaz kılardı. Yufka yürekli bir insandı. Kur´an-ı Kerim´i okurken ağlardı. Çocuklar gelip yanıbaşında dururlardı. Kölelerle kadınlar, onda gördükleri heybeti hayretle mü-şahade ederlerdi, Kureyşli erkekler, İbn Dağne´nin yanına gidip ona şöyle dediler: “Ey îbn Dağne! Sen bize eziyet etmesi için şu Ebu Bekir´i himayen altına almadın herhalde, O namaz kılıyor, Kur´an okuyor, Muhammed´in getirdiği şeyleri anlatıyor. Heybetli bir kimsedir. Çocuklarımızı, kadınlarımızı ve korumasız zayıf şahsiyetli kimselerimizi atalarımızın dininden saptırmasından korkuyoruz. Git ona; evine girmesini, evinde dilediği ibadeti yapmasını, yalnız çoluk çocuğumuza görünmemesini tembihle.”
Kureyşliler´in bu ikazı üzerine, îbn Dağne Ebu Bekir´in yanına gitti ve ona şöyle dedi: “Ey Ebu Bekir, seni kavmine eziyet etmen için himayeme almadım! Onlar, içinde bulunduğun bu halden hoşlanmıyorlar. Bu yaptıklarından eziyet duyuyor, rahatsız oluyorlar. Evine kapan, evinin içinole dilediğini yap.”
Ebu Bekir dedi ki: “Ne dersin İstersen beni himayeden vazgeç. Ben Allah´ın himayesi altına gireyim. Çünkü O´nun himayesi altına girmek daha iyidir.” îbn Dağne de: “Öyleyse üzerindeki himayemi kaldırıyorum” dedi. Sonra İbn Dağne, Kureyşliler´in meclisine vardı ve şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Ebu Kuhafe (Ebu Bekir) himayemi bana geri verdi. Artık ona diledi-, ğinizi yapabilirsiniz.” [2]
Ebu Bekir, müşriklerin eza ve cefaları arasında kalmaya razı oldu. Evinin Önünde namazım açıkça kılmaya devam etti. Sadece Allah´a güveniyordu. Peygamber efendimizin yakınında kalmaktan memnundu. Onun karşı karşıya kaldığı işkencelere uğramaya razıydı. Şerefli ve. alicenab insanın komşusu olmaktan memnun idi.
——————————————————————————–
[1] îbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s.69.
[2] Bu haberi, Buharı, Sahih´inde rivayet etmiştir.
Dostların ve Düşmanların Takibi
Bu muhacirler dinlerinden döndürülmemek ve kendilerini eziyetlerden, horlanmalardan, hakaretlerden, alaya alınmaktan kurtarmak için Habeşistan´a hicret etmek üzere yola çıktılar. Oraya varınca adil ve iyi bir hükümdarla karşılaştılar. Hükümdar onlara ikramda bulundu. Kendi ülkesinde serbest ve huzur içinde dolaşmalarına, güvenlik içinde oturmalarına izin verdi. Ebu Talib, oğlu Cafer´den ayrıldığı için hasret ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Mekke´deki müslümanların hicret etmelerine sebep olan eza ve cefalardan rahatsız olmuştu. Hükümdar Necaşi´ye bir mektup yazarak, muhacir müslümanları korumasını ve himayesi altında tutmasını tavsiye etmişti. Peygamber (sav) efendimiz de hükümdar Necaşi´ye bir mektup yazmış, mektubunda, müslümanlara iyilikte bulunmasını ve onlarla birlikte kendisinin de İslam´a girmesini tavsiye etmişti. Beyha-ki´nin rivayetine göre Peygamber efendimizin Necaşi´ye yazdığı mektubun metni şöyledir:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla! Allah´ın Resulü Muhammed´den Habeşlerin kiralı Necaşi´ye:
Selam sana olsun. Kendisinden başka tanrı olmayan Malik, noksan sıfatlardan uzak, yüce sıfatlarla muttasıf selamet verici, yarattıklarını koruyucu, yardım edici Allah´a hamd olsun. Tasdik ederim ki, Meryem oğlu Isa Allah´ın Ruh-ul Kudüs´ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryem´e bıraktığı kelimesidir. Allah, Adem´i kendi eliyle yarattığı gibi, onu da ruhu ve üflemesiyle yarattı.
O halde seni bir olan ve ortağı bulunmayan Allah´a çağırıyorum. Ona itaat etmeye, bana tabi olmaya ve getirdiğim şeye iman etmeye çağırıyorum. Çünkü ben Allah´ın Resulüyüm. Amcamın oğlu Cafer´i, beraberindeki bir grup müslümanlarla birlikte size gönderiyorum. Sana geldiklerinde onları ağırla. Gururu bırak. Seni ve emrin altında yaşayanları, her şeye gücü yeten ve büyüklük kendisine mahsus olan Allah´a davet ediyorum.
Selam, hidayete tabi olanlara olsun!”
Bu mektupta´iki şeye tabi olma çağrısı vardır:
1- Bu mektup insanları Islama davet ediyor, uygun ortam ve uygun adam bulunca, Peygamber efendimiz davetini devam ettiriyordu. Necaşi´de hakkı kabul edecek bir kalb görmüştü. Çünkü adil kimseler, hakka kulak verirler. Hakkı dinleyen kimselerden olurlar. Zaten Necaşi, Hz. Muhammed (sav)´e ve onun risaletine iman etmişti. Peygamber efendimize şu mealde bir mektup yazmıştı:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Ebcer oğlu Asham Necaşi´den Allah´ın Resulü Muhammed´e… Ey Allah´ın Peygamberi! Allah´ın Selamı Rahmeti ve Bereketi üzerine olsun. Beni İslam´a ileten Allah´tan başka tanrı yoktur. Mektubun bana ulaştı. Ey Allah´ın Resulü, o mektubunda İsa´dan bahsediyorsun. Göklerin ve yerin Rabbine andolsun ki İsa (a.s.), senin anlattıklarından fazla bir evsafa sahip değildir. Bize gönderdiğini bildik ve tanıdık. Amcan oğlunu ve arkadaşlarını ağırladık. Gerçekten doğru ve dürüst olarak Allah´ın Resulü olduğuna şehadet ederim. Sana biat ettim. Amcanın oğluna da biat et-tim. Onun huzurunda Alemlerin Rabbi olan Allah´a teslim oldum. Ebcer oğlu Asham´ın oğlu Eriha´yı sana gönderdim. Ben sadece kendi nefsime sahip olabilirim. Eğer dilersen sana gelirim ey Allah´ın Resulü. Senin söylediklerinin gerçek olduğuna şehadet ederim.”
Bu mektuptaki ifadelerden anlaşıldığına göre Necaşi, oğlunu Habeşli bir heyetin başında, Peygamber efendimizle konuşmak üzere elçi olarak göndermiştir.
2- Peygamber efendimizin Necaşfye göndermiş olduğu mektupta, davet edilen hususlardan ikincisi, onun, Habeşistan´a hicret eden müzminlere şefkatle muamele etmesidir. Peygamber efendimiz Necaşi´yi, Habeşistan´a hicret eden mü´minlere, ikametleri esnasında iyi davranmaya davet etmişti. Zorbalık ve tahakkümle onları ezmemesini istemişti. Peygamber efendimiz oraya hicret eden sahabilere aşırı derecede muhabbet beslediği, orada gördükleri ikramdan dolayı da Habeşlilere vefa borcunu ödemenin zorunluluğunu hissettiği, övgüye layık kimselere de şükran borcunu eda etmek zaruretini duyduğu, en azından onlara karşı misliyle mukabelede bulunmak istediği için Habeşistan´dan gelen heyete bizzat hizmet etmişti. Beyhaki, Ebu Üma-me´nin şöyle dediğini rivayet eder:
“Necaşi´nin heyeti Peygamber efendimizin yanına geldi. Peygamber efendimiz kalkıp bizzat onlara hizmet etti. Sahabiler, *Ya Resulülallah, senin yerine biz hizmet edelim´ dedilerse de, Peygamber efendimiz onlara şu karşılığı verdi: ´Bunlar benim sahabilerime ikramda bulundular. Kendilerine mukabelede bulunmak istiyorum.”
Evet, Peygamber efendimiz Habeşistan´a hicret eden Neca-şi´nin yanına giden sahabilerini böylece takip edip izlemişti. Onların, hicret ettikleri uzak bir diyarda rahata kavuşmalarım arzulamıştı. Necaşi de onlara ikramda bulunmuş, rahat bir şekilde ikamet etmelerini sağlamıştı. Onlara kardeş gibi ikram etmişti. Onları yalnızca adil bir hükümdara yaraşır şekilde değil, kerim bir kardeşe yaraşırcasma ağırlamıştı.
Peygamber efendimizin sahabilerini takip edişi dostça bir takipti. Dostların takibi işte böyle olur. Öte taraftan düşmanların takibine gelince onlar bunun tersi bir yöntem izlediler. Muhacir mü´minleri yurtlarından çıkarıp mallarından mahrum etmekle yetinmediler. Onları daha da zor durumlara düşürmek, gittikleri ülkeden kovulmalarını temin etmek istemişlerdi. Çünkü onların îslamiyeti yaydıklarını, İslam´ın gölgesini daha da genişlettiklerini görmüşlerdi. Cahiliyet asabiyeti müşrikleri, Habeşistan´daki muhacir mü´minlerin rahatlarını bozmaya, huzurlarını kaçırmaya, düzenlerini sarsmaya itmişti. Necaşi´yi onlara karşı kışkırtacak bir adam gönderdiler. îbn İshak bu konuda şöyle der:
“Kureyşliler, Resulüllah´m sahabilerinin Habeş diyarında rahata kavuştuklarını ve huzur içinde olduklarını görünce, hükümdar Necaşi´yi onlara karşı kışkırtmak, onları dinlerinde fitneye düşürüp barındıkları ve güvenlik içinde yaşadıkları Habeşistan´dan kovdurmak için, aralarından iki kişiyi seçip Neca-şVye gönderdiler. Bunun için Abdullah bin Ebi Rebia ile Amr bin As, Necaşi´ye takdim edecekleri bir takım hediyelerle birlikte Habeşistan´a gitmek üzere yola çıktılar.´[1]
İyi ve temiz yürekli muhacirler rahatsız edilmişlerdi. Ümmü Seleme´nin bu hususta şöyle dediği rivayet edilir:
“Habeş diyarına indiğimizde, müslümanları himaye eden. Necaşi ile komşu olduk. O dinimiz hususunda bizi himaye etti. Allah´a ibadet ettik. Hoşumuza gitmeyen bir şey duymadık. Ku-reyşliler rahat ettiğimiz ve huzur bulduğumuz konusundaki haberleri öğrenince, aralarında toplanıp şu karara vardılar: Necaşi´ye iki güçlü elçi gönderecek, bu elçiler kıymetli eşyalarla birlikte Necaşi´ye gideceklerdi. Birçok hediyeler topladılar. Ne-caşi´nin patriklerinden her birine birer hediye sundular. Sonra Abdullah bin Rebia ve Amr bin As´ı yetkili elçiler olarak Neca-şi´nin huzuruna gönderdiler. Gönderirken de, her patriğin hediyesini mutlaka vermelerini sıkı sıkıya tenbihlediler. Bu hediyeleri Necaşi ile görüşmeden önce patriklere vermiş olacaklardı. Sonra Necaşi´nin huzuruna çıkıp hediyelerini takdim edeceklerdi. Arkasından da, biz müslümanlarla görüşüp düşüncelerimizi sormadan Necaşi´nin bizleri onlara teslim etmesini isteyeceklerdi. Bu emir ve direktifleri aldıktan sonra Necaşi´nin yanına geldiler. Biz de onun yanında huzur içinde yaşıyor ve hayırlı bir insanın himayesi altında bulunuyorduk.”[2]
Elçiler kendilerine verilen direktiflere uygun bir şekilde hareket ettiler. Her patriğin hediyesini takdim ettikten sonra, kendi adamlarından bazı beyinsizlerin dinlerini terkettiklerini, kendi kafalarına göre yeni bir din uydurduklarını, hiç kimsenin tanımadığı bu dine giren kimselerin şu anda Habeşistan´da ikamet ettiklerini Patriklere haber verdiler. Güya Mekke eşrafının kendilerini bu adamları teslim alıp Mekke´ye götürmek üzere Habeşistan´a elçi sıfatıyla gönderdiklerini anlattılar. Patriklere şunu da söylediler: “Eğer hükümdar Necaşi, bu dinsizleri bize teslim edip etmeyeceği hususunda görüşünüzü almak isterse, ona, bunlarla görüşmeden ve fikirlerini sormadan derhal bize teslim etmesi için tavsiyede bulunun. Çünkü bu beyinsizlerin milleti olan Mekkeliler elbetteki bunlardan daha ileri görüşlüdürler. Kötüledikleri din hususunda, bunlardan daha bilgilidirler.” Bu isteklerini patrikler kabul ettiler ve hükümdara bu yolda tavsiyede bulunacaklarına dair söz verdiler. Patriklere rüşvet vererek hükümdarla görüşme zeminini hazırladılar. Sonra da hükümdarın huzuruna çıkıp konuşmadan Önce hediyelerini ona takdim ettiler. Necaşi´ye şöyle dediler:
“Ey hükümdar! Aramızdan, eski dinlerini terkeden ve yepyeni bir din icat etmiş olan bazı beyinsizler sana sığınmışlardır. Onların uydurdukları dini ne biz, ne de sen bilmiyorsun. Onların babaları, amcaları ve aşiretleri gibi, kavimlerinin eşrafı olan kimseler, onları bize teslim etmen için elçi sıfatıyla bizi sana gönderdiler. Çünkü kavimlerinin eşrafı onlardan daha ileri görüşlü ve kötüledikleri din hususunda onlardan daha bilgilidirler.”
Bunun üzerine Necaşi, patriklerle konuştu. Aldıkları hediyeler, patrikleri Kureyşli müşrikler tarafına çekmişti. Şöyle demişlerdi: “Doğrudur ey hükümdar. Bu muhacirlerin kavimleri, elbette kendilerinden daha ileri görüşlü ve kötülemekte oldukları din hususunda onlardan daha bilgilidirler. Sen bunları şu iki elçiye teslim et ve memleketlerine geri gönder.” Onların bu konuşmaları üzerine Necaşi, batıl ve hain saldırıyı hissetti. Ortada kurulmuş bir tuzak vardı. Kesin bir tavır takınarak tuzaklarını başlarına geçirip şöyle dedi: “Bana sığınan, benim beldeme yerleşen, beni başkalarına tercih eden kimseleri çağırarak, bulundukları durumu kendilerine sormadan, onları size teslim etmeyeceğim! Eğer bu elçilerin dedikleri gibi konuşurlarsa onları elçilere teslim eder, kavimlerine geri gönderirim. Eğer elçilerin söylediklerinden başka şeyler söyleyecek olurlarsa, onları kavimlerine karşı korur ve yanımda kaldıkları sürece güzel bir şekilde himaye ederim!”
Adil bir hükümdarın söylediği hak söz işte bu idi. Bundan sonra hükümdar, Resulullah´m muhacir arkadaşlarını, yanına çağırdı. Patrikler de çağrılmışlardı. Necaşi, muhacir müslü-mahlara şöyle dedi:
“Kavminizin dininden ayrılmanıza ve benim (Hıristiyanlık) dinime ve şu milletlerden herhangi birinin dinine girmemenize sebep olan şu yeni din nedir ”
Necaşi´nin bu sorusuna Ebu Talib´in oğlu Cafer şu karşılığı verdi:
“Ey hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapar, fuhuş işler, akrabalarımızla olan bağlarımızı keser, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıf olanlarımızı ezer ve yok ederdi. Biz bu haldeydik. Nihayet Cenab-ı Allah, nesebini, doğruluğunu, güvenirliğini, iffetliliğini bilip tanıdığımız bir adamı aramızdan seçip bize peygamber olarak gönderdi. Bu peygamber de bizi, Allah´ı birlemeye ve ona ibadet etmeye davet etti. Bizlerle atalarımızın daha önceleri tapmakta olduğumuz taşlarla putları bırakıp Allah´a kulluk etmemizi, doğru konuşmamızı, emaneti sahibine teslim etmemizi, dostluk ve akrabalık bağlarını korumamızı, güzel komşuluk yapmamızı, haramlardan ve kan davalarından uzak durmamızı emretti. Kötülükten ve yalan sözden bizi men etti…” Böyle dedikten sonra Cafer, bazı îslami prensipleri daha anlattı. Sonra sözünü şöyle sürdürdü:
“Biz de bu peygamberi tasdik ettik, ona iman ettik. Allah katından getirdiği hükümlere tabi olduk. Sadece Allah´a ibadet etmeye başladık. O´na hiçbir şeyi ortajt koşmadık. Bize haram kıldığı şeylerden uzak durduk. Helal kıldığı şeylere yöneldik. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence etti. Tekrar putlara tapmamız için bizi zorlamaya başladı. Daha önce helal saydığımız murdar şeyleri helal saymamızı istedi. Bize zulmedip baskı yapmaya, dinimizle aramıza girmeye başlayınca, senin beldene hicret ettik ve seni başkalarına tercih ettik. Senin himayende yaşamayı arzuladık. Senin yanında zulüm görmeyeceğimize inandık!”
Necaşi doğruyu öğrenmek için şöyle dedi: “Muhammed´e gelen ilahi vahiyden senin yanında bir şey var mıdır ”
Cafer, evet dedi. Necaşi, bunu göstermesini isteyince, Cafer, Meryem suresinin baş taraflarını okudu.
Necaşi, gözleri önünde hakikatlerin açıklığa kavuşmasından etkilenmişti. Cafer´in okuduğu ayetlerde, Zekeriyya´nm haberleri ve Cenab-ı Allah´ın Yahya´ya Zekeriyya´yı bahşetmiş olduğu anlatılıyordu. Ayrıca Melek Cebrail´in Meryem´i hamile bıraktığı da açıklanıyordu. Cebrail, Meryem´e: “Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye rabbim tarafından bir elçi olarak gönderildim” dedi.
Cafer´in okuduğu ayetlerde îsa peygamberin doğumundan da bahsediliyordu. Doğrusu Necaşi, karşılaştığı hak ve hakikati idrak eden inançlı bir kimseydi. Adalet sahibiydi. Doğru görüşlü olup iman ve adaletten sapmazdı. Okunan ayetlerden çok etkilendiği ve hakkı idrak ettiği için sakalı ıslanmcaya kadar ağladı. Rivayete göre ayetlerin okunduğu ilk esnada, kendisine patrikleri de muvafakat etmiş ve onun gibi etkilenmişlerdi.
Necaşi dedi ki: “Andolsun ki, isa´ya gelen vahiy ile bu okunan ayetler aynı kandilden çıkan ışıklar gibidir.” Sonra Ku-reyşliler´in gönderdikleri iki elçiye hitaben şöyle dedi: uArtık Mekke´ye gidin! Allah´a andolsun ki, bu müslümanları size teslim etmeyeceğim ve onlar burada asla zorluk çekmeyeceklerdir.”
Batılın kurduğu tuzakların ilk aşaması buydu. Ama sonuç, hak ve hakikat erbabının lehine olmuştu. Anır bin As, kurduğu tuzaktan bir sonuç alamayınca, işi burada noktalamadı. O, komplo kurmakta usta bir kimseydi. Kendisinden daha mutedil ve temiz nefisli olan arkadaşı ile aralarında şöyle bir konuşma geçti. Arkadaşına şöyle dedi:
– Vallahi yarın yine Necaşi´nin yanma gidecek ve söyleyeceğim sözlerle bu müslümanların kökünü kazıyacağım!
– Böyle yapma. Bu insanlar her ne kadar bize muhalefet etmiş olsalar da, bizim akrabalarımızdır.
– Vallahi yarın Necaşi´ye, müslümanların, Meryem oğlu İsa´nın bir kul olduğunu söylediklerini haber vereceğim.
Ertesi sabah Amr bin As ve arkadaşı Abdullah bin Rebia, Necaşi´nin huzuruna çıktılar. Amr bin As, Necaşi´ye şöyle dedi:
“Ey hükümdar! Şu müslümanlar Meryem oğlu İsa hakkında çok tuhaf bir şey söylüyorlar. Ona yakışmayacak ifadeler kullanıyorlar!” Bunun üzerine Necaşi, bir adam gönderip muhacir müslümanları çağırttı. Haberci onların yanına varınca korku ve hayrete düştüler. Birbirlerine Meryem oğlu îsa hakkında söylemekte olduklarını söylediler. Ancak onlar, kendi kavimleri olan Kureyşliler´den gördükleri eziyetlere alıştıklarından, başkalarının eziyetlerine de katlanma gücüne ve alışkanlığına sahip olmuşlardı. Bu nedenle kendi aralarında samimiyetle şöyle dediler: “Vallahi durum ne olursa olsun, biz, peygamberimizin Isa hakkında söylediklerinden başka bir şey söylemeyeceğiz. Bu kararla Necaşi´nin huzuruna çıktılar, Necaşi onlara: “Meryem oğlu Isa hakkında ne diyorsunuz ” diye sordu. Cafer şu cevabı verdi:
“Onun hakkında Peygamber efendimize gelen vahiyde bildirilen şeyleri söylüyoruz. Peygamber efendimiz, Meryem oğlu isa´nın Allah´ın kulu, elçisi, ruhu ve iffetli, bakire Meryem´e bıraktığı bir kelimesi olduğunu söylüyor.”
Necaşi bu sözleri işitince eliyle yere vurdu ve yerden bir dal alıp şöyle dedi: “Allah´a andolsun ki, Meryem oğlu İsa, senin söylediği bu sözlerin dışına şu dal mesafesi kadar dahi çıkmış değildir. (Yani sizin söylediklerinizle onun söyledikleri aynıdır.)”
Böyle konuşurken etrafında hazır bulunan patrikler hayret içinde birbirlerine bakmış ve kalkıp kaçmak istemişlerdi. Necaşi: “Siz kaçsanız da, müslümanlar burada emin olacaklardır!” demişti. Sonra muhacir müslümanlara yönelerek şu anlamda sözler söylemişti: “Artık makamımdan çıkıp gidebilirsiniz. Burada güvenlik içindesiniz. Size hakaret eden, cezalandırılacaktır. Sizden birine eziyet etmek için dağlar kadar altın verseler de, buna razı olmayacağım!”
Hakka ve hak erbabına himmet eden Necaşi, müslümanlara yardım etmiş ve îslam´a girmişti. Nitekim Önceki sayfalarda nakletmiş olduğumuz mektubundan da bu husus açıkça görülmektedir. Kureyşliler´in getirmiş oldukları hediyeleri iade etmiş ve onların tuzak olarak gönderdikleri elçileri geri göndermişti.
Ama patriklere verilen hediyeler, onları etki altına almıştı. Öyle görülüyor ki, onlar, Necaşi´nin îslam´a girmesinden sonra Habeşistan´ın bazı önde gelen şahsiyetleriyle bir araya gelerek Necaşi´ye karşı komplolar düzenlemişlerdir. Hatta Habeşli biri Necaşi´ye isyan etmişti. Müslümanlar da paniğe kapılmışlardı. Mü´minlerin annesi Ümmü Seleme bu hususta şöyle der: “İsyankar birinin Necaşi´yi yenerek onun makamına geçmesinden ve mü´tninlerin haklarına riayet etmeyecek bir adamın Habeş hükümdarlığı makamına oturmasından korktuğumuz kadar hiçbir şeyden korkmamış ve bundan üzüldüğümüz kadar hiçbir şeyden üzülmemiştik.” Ümmü Seleme ile birlikte muhacirlerden Zübeyr bin Avam bu işin nasıl bir sonuca ulaşacağı konusundaki haberleri araştırıyorlardı. Neticede Zübeyr bin Avam, Necaşi´nin kendi hasmını mağlup ettiği müjdesini getirince, muhacirler, görülmemiş bir sevinçle ferahlanıp sevinmişlerdi.
Muhacirler Habeşistan´da rahat ve huzur içinde ikamet etmiş, durumları düzelmişti. Ama orada bir iş tuttukları konusunda hiçbir rivayet yoktur. Onlar Necaşi´nin misafirleri olarak mı geçiniyorlardı Tarih bundan -bahsetmiyor. Çünkü Hz. Mu-hammed (sav)´in siretini yazan tarihçiler bu gibi şeyleYle değil, sadece müslümanlarm ve îslam´ın durumuyla ilgilenmişler, bu hususlarda açıklamalar yapmışlardır. Müslümanların inançları uğruna maruz kaldıkları ve katlandıkları eziyetleri anlatmışlardır. Bu konularda, hakikat arayıcısının geniş bilgiler bulması mümkündür. Ama tarihçiler, Özellikle siyer yazarları, mü´minlerin maddi işleri, sanat ve kazançlarıyla ilgili hususlara değinme gereğini duymamışlardır. Bizler, tarih sayfaları arasında gizli kalan ve anlatılmayan bazı hususları Öğrenmek istedik. Bunu da Habeşistan´a hicret etmiş olan bazı şahıslardan öğrendik. Bu nedenle o kişilerin durumlarını tasvir etmemiz zorunlu hale gelmiştir.
Habeşistan´a hicret eden mü´minler arasında temiz, takvalı ve iffetli Osman Zinnureyn hazretleri de vardı. O, maharet sahibi bir tüccardı. Habeşistan´a hicret ederken yanına bir miktar mal almıştı. Nafakasını temin etmesi gerekiyordu. Ticaretini terkedecek değildi. Tarihlerde, muhacirlerin, Necaşi´nin ko-nukperverliği sayesinde, hiçbir iş yapmadan geçindikleri kaydedilmektedir. Ancak şöyle bir durum cereyan etmiş olabilir: Ne aşırı derecede israfa, ne de aşırı derecede kısıntıya gitmeden normal nafakalarını temin edecek kadar bir iş düzeni kurabilmeleri için, Necaşi onlara maddi yardımda bulunmuş olabilir. Bu durumda iki faraziye ile karşılaşmaktayız:
1- Mü´minler kendi geçimlerini temin etmek ve başkalarına yük olmadan hayatlarını sürdürmek için çalışmışlardır. Zaten başkalarına yük olarak yaşmak, islam´ın getirdiği güzel ahlak prensipleriyle uzlaşmamaktadır.
2- Mü´min muhacirler, kendi aralarında tam bir yardımlaşma içine girmişlerdi. Zengin olanlar, yoksullara yardım ediyordu. Güçlü olanları aciz olanlarına destek oluyordu. Peygamber efendimizin gayretleriyle, Medine´de muhacirlerle Ensar ve Evsliler´le Hazrecliler arasında kardeşlik bağları kurulduğu gibi, Habeşistan´daki muhacirler arasında da aynı şey kurulmalıydı. Bunlar arasında kardeşliğin teessüs etmesi daha da önem kazanıyordu. Çünkü herşeyden önce bunlar, garip idiler. Ayrıca ihtiyaç içindeydiler. İnsanların birbirlerine merhamet ve şefkatle muamele etmelerini öngören îslam ahlakının prensipleri de bunu gerektiriyordu. Bu şefkat ve merhamet muameleleri; Mekke-i Mükerreme´deki iyi muamelelerin bir uzantısıydı. Çünkü oradaki güçlü müslümanlar, zayıf müslümanlan himayeleri altına almışlardı. Örneğin Ebu Bekir (r.a), müslüman köleleri satın alıp azad ediyor, eza ve cefalardan kurtarıyordu.
——————————————————————————–
[1] îbn Hişam, Siret, el, s.334.
[2] İbn Hişam, Siret, c.l, s.334.
Aldatma Ya da Aldanma
Kureyşliler´in hediyeler sunarak ve aldatma yoluna saparak Necaşi´yi yoldan çıkarmak üzere göndermiş oldukları iki elçi istediklerini elde edemediler. Yenik ve perişan bir şekilde geri döndüler.
Bu elçilerden Anır bin As, Kureyşliler´in dahi ve düzenci bir adamıydı. Düzen kurmakta usta idi. Habeşistan´da bir şayia olarak, Kureyşliler´in Muhammed (sav)e iman etmiş olduklarını yaydı. Gerçekten de bu şayialar yankısını buldu ve bazı kimselerin Mekke´ye dönmelerine sebep oldu.
Yayılan şayialar sonucu, bir rivayete göre otuzüç kişi Mekke´ye döndü. Fakat Mekke´ye döndüklerinde şehre girer girmez eziyet, alay ve istihzalarla karşılaştılar. Bazıları, önde gelen müşriklerin himayesine sığınmak zorunda kaldı. Bazıları da sabrederek eziyetlere karşı göğüs gerdiler. Diğer bir kısmı ise, akrabaları tarafından hapsedildiler.
Düzenbazlar yaydıkları şayialarla bazı muhacirleri tekrar tahakkümleri altına geçirmek için Mekke-i Mükerreme´ye geri döndürmeyi başardılar. Ama amaçlarına tam olarak ulaşamamışlardı. Çünkü muhacirlerin büyük bir çoğunluğu, düzenbazların uydurdukları bu yalan haberlere aldanmamış ve Habeşistan´da ikamete devam etmişlerdi.
Bu şayiaların yayıldığını ispatlayan bir delilimizin olup olmadığı sorulabilir. Özellikle bu şayiaların bizim ileri sürdüğümüz nedenlerden farklı nedenlerinin bulunduğu, bunlardan birinin de, müşriklerin Peygamber efendimizle birlikte secde etmeleri meselesi olduğu söylenebilir. Peygamber efendimiz güya Lat ile Uzza´yı överken Necm süresindeki secde ayetini okumuş, bu ayetin hitamında, müşrikler peygamberimizle birlikte secde etmişler! Bu husus Buhari´nin Sahih´inde anlatılmaktadır.
Bu konuda tarihi bazı olayları nakletmek istiyoruz. Bu şayia, sabit bir olayın arkasından ortaya atılmıştır. Necaşi, muhacir mü´minleri alıp Mekke´ye geri getirmek ve onları tekrar tahakkümleri altına alıp hürriyetlerini kısıtlamak, dinlerinden döndürmek, Muhammed (sav)´in adamlarını yoldan çıkarmak için Habeşistan´a giden iki elçiyi kovduktan sonra, bu şayialar ve tuhaf haberler Habeşistan´daki muhacirler arasında yayılmıştı. Zaman bakımından birbirine bitişik oldukları için, akıl da bu iki durum arasında bazı mantiki bağlar kurmaktadır.
Tarihçilerin anlattıklarını kabul etmemiz, yani Peygamber efendimizin güya Lat, Uzza ve Menat´a secde etmiş olduğuna inanmamız mümkün değildir. Bu rivayet hadis kitaplarında kayıtlı da olsa, buna inanmamız imkansızdır. Bunun imkansızlığını açıklayacağız. îbn Kesir´in “el-Bidaye ve´n-Nihaye” adlı eserinde, söz konusu şayianın sebepleri şöyle anlatılmaktadır:
“Bu şayianın şöyle bir sebebi vardı: Sahih´de ve diğer hadis kitaplarında sabit olduğuna göre, Resulullah (sav) efendimiz, bir gün müşriklerle bir arada bulunduğu sırada Cenab-ı Allah kendisine şu ayet-i kerimeyi inzal buyurmuştu:
“İnmekte olan yıldıza andolsun ki; arkadaşınız sapmadı, azmadı.” (Necm: 1-3) Peygamber efendimiz bu ayet-i kerimeyi onlara okudu. Secde kısmına geldiğinde de secdeye vardı. Beraberindekiler müslümanlar, müşrikler, cinler ve insler de secdeye kapandılar. Bunun nedeni, tefsircilerin şu ayet-i kerimeden bahsederken anlatmış oldukları bir olaydır:
“Senden önce gönderdiğimiz hiçbir elçi ve peygamber yoktur ki, bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun.- Allah şeytanın karıştırdığını giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini tahkim eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Hac: 52)
tşte bu ayet-i kerimenin tefsirini yapan müfessirler Garanik olayını anlatırlar. Biz bu olayı, her şeyi yerli yerine koymayı başaramayan kimselerin akıllarını karıştırmamak için burada anlatmak istemiyoruz. Yalnız şunu belirtelim ki, bu olay Buha-ri´nin “Sahih”inde anlatılmaktadır. Şöyle ki:
“Ebu Ma´mer, îbn Abbas´ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Peygamber (sav) efendimiz Necm suresini ve o suredeki secde ayetini okuyunca, secdeye kapandı. Beraberindeki müslümanlar, müşrikler, cinler ve ins de secdeye kapandılar.” Yalnız bu rivayeti Buhari nakletmiştir. Müslim´de yer almamaktadır. Buhari, Abdullah bin Abbas´ın şöyle dediğini rivayet eder:
“Peygamber (sav) Mekke´de iken Necm suresini okudu. Secde ayetine gelince, secdeye kapandı. Beraberindeki herkes de onunla birlikte secdeye kapandılar. Ancak orada bulunan yaşlı bir adam yerden bir avuç çakıl veya toprak alıp alnına sürdü ve “Benim için bu kadarı da yeter” dedi.”
Bunu Müslim, Ebu Davud, Nesei rivayet etmişlerdir. Ahmed bin Hanbel´in Müsned´inde de buna benzer bir rivayet mevcuttur.[1]
Bu hikayenin Peygamber efendimize karşı uydurulan bir iftira olduğunu düşünüyoruz. Çünkü:
1- Bu rivayetten anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz: “Gördünüz mü o hat ve Uzza´yı ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menafi ” ayet-i kerimesini okurken şeytanın tesiri ile şu ilaveyi de yapmıştı:
“Bunlar, ulu putlardır ve şefaatleri umulur.” Sonra sureyi tamamlamış ve okumasını bitirip: “Şimdi siz bu sözden (bu Kur´an´dan) mı hayret ediyorsunuz Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz başkaldınyorsunuz. (Ey gafiller) Haydi Allah´a secde edin ve (O´na) kulluk edin” ayetine geldiğinde secdeye kapanmış, beraberindekiler de onunla birlikte secdeye varmışlardı.
Şüphesiz bu, batıl bir rivayettir ve yapılması imkansız şeylerden bahsetmektedir. Şeytanın peygamber efendimize musallat olması, Kur´an-ı Kerim´in nüzulüne ve vahyin inişine müdahalede bulunması mümkün değildir. Bunu kabul etmek, Kur´an-ı Kerim hakkında da şüphe etmeyi gerektirir. Böyle bir şey söz konusu olsaydı, fasıklar da Kur´an-ı Kerim´in tağyir, tebdil ve ilavNlere maruz kaldığını ifade ederlerdi. Risaletin tebliğcisi olan Peygamber efendimizin -haşa- bunamış olduğu söylenirdi ki, bu gerçek dışı bir şeydir.
2- Bu rivayetlerin hiç birisinin Peygamber efendimize ulaşan sağlam bir senedi yoktur. Bunların hepsi Mürsel haberdir ve iltifat edilmez.
3- Bu sözü söyleyenler, rivayeti şu ayet-i kerimenin tefsirine dayandırmaktadırlar:
“Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebi yoktur ki, bir şey arzuladığı zaman şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. Allah, şeytanın karıştırdığını giderir. Sonra Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Alah bilendir, hikmet sahibidir.” (Hac: 52)
Tefsirciler bu ayet-i kerimenin tefsirini yaparlarken şöyle bir iddiada bulunurlar: Peygamber efendimiz Necm suresini okurken Lat, Menat ve Uzza´dan bahseden ayetlere geldiğinde, güya şeytan ona vesvese vermiş ve o da bu tesire kapılarak şöyle demişti: “Bu putlar ulu putlardır. Bunların şefaatleri umulur!” Tefsircilerin iddialarına göre, sözde bu fazlalık, daha sonra Kur´an-ı Kerim´den çıkarılıp neshedilmiştir. Çünkü bu fazlalığı onun kalbine şeytan bırakmış ve muhkem ayetlerden olmuştu”. Fakat daha sonra neshedilince bu fazlalık, Kur´an-ı Ke-rim´den çıkarıldı.
Bu, Kur´an-ı Kerim hakkında şüpheye kapılan iftiracıların sözleridir. Bunlar iftira edip Kur´an-ı Kerim´in arttığını veya eksildiğini söylerler. Bu görüşte olan kimseler ancak kafirlerdir. Kafirler böyle şeyleri söylerler. Çünkü bunlar, Kur´an-ı Kerim´in Allah katından gönderildiği şekliyle kıyamet gününe kadar muhafaza edileceği görüşünü kabul etmemektedirler. Halbuki Allahü Teala şöyle buyurmuştur: “O zikri (Kur´an´ı) biz indirdik, biz. Onun koruyucusu da elbette biziz!” (Hicr 9)
Birisi çıkarak:
aSenden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebi yoktur ki, bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. Allah, şeytanın karıştırdığını giderir. Sonra Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır” ayetinin nasıl tefsir edileceğini sorabilir. Buna cevap olarak deriz ki: Temennide bulunmak, insanın kendi fıtrat ve yaratılışı gereği olarak arzu ettiği şeylerle ilgilidir. Peygamberin de temenni ve arzuları vardır. Bunların fıtratları, temenni ve arzudan soyutlanamaz. Bunlar bu hususta masum sayılmazlar. Çünkü şeytan, onların arzuları yönünden kendilerine yaklaşır. Heveslerini süsleyip güzelleştirir. Ancak Cenab-ı Allah, peygamberin kalbine ve arzusuna bırakılan şeytani düşünceleri neshedip iptal eder. Nübüvvet ve hak risalet konusunda zahiri ve batini /yetlerini sağlamlaştırır. Böylece peygamberlerinin kalpleri kötülüklerden uzak kalarak temizlenir.
Denebilir ki, Buhari´nin de îbn Esir´in de naklettiği rivayetler hakkında nasıl bir tutum izlemeliyiz Buna cevaben deriz ki: Bu anlatılanlar, Allah ve Resulü hakkında imkansız olan şeylerdir. Ravisi kim olursa olsun, bu gibi rivayetleri reddederiz. Peygamber efendimizin büyülenmiş olduğunu söyleyebilir miyiz Yahut da onun Kur´an´a şirk sayılan bir şeyi ilave ettiğini söyleyebilir miyiz Her ne olursa olsun, bu ahad bir rivayettir. Ahad haberlerle gelen hadisi inkar eden, ya da özel haberleri reddeden kimseye “Tevbe et” dememek gerekir. Çünkü o “kafir olmamıştır” diyen Şafii´nin kuralını tatbik ettiğimiz zaman, iki durumla karşı karşıya gelmiş oluruz:
1- Bu rivayetleri inkar ederiz. Böyle yapmakla da kafir olmayız.
2- Risalet ve Kur´an-ı Kerim hakkında ortaya şüphe atan şeyler söyleriz ki, bu durumda kafir oluruz (Allah korusun).
Şu halde dinimiz, Kur´anımız ve peygamberimizin masumiyeti hakkında ihtiyatlı şeyler söylemeliyiz. Peygamber efendimize nisbet edilen bu haberleri ve bu haberlerin şahinliğini reddetmeliyiz. Kur´an-ı Kerim´e, Peygamber efendimize, hatta her şeyden önce Alahü Teala´ya iman etmeliyiz.
Sonuç olarak deriz ki: Mekke halkının müslüman olduğuna dair haberlerin Habeşistan´da yayılış sebebi, insanları dinleri konusunda fitneye düşüren ve onları Peygamber efendimizle Kur´an-ı Kerim hakkında şüpheye sevkeden bu gerçekdışı rivayet değildir.
Tarihi kronolojiyi ve tarihi hadiselerin birbirleriyle olan bağlantısını incelediğimiz zaman, Habeşistan´da yayılan şayianın asıl sebebinin şu olduğunu görürüz: Mekkeliler, dinlerini korumak için Habeşistan´a hicret eden muhacirleri geri çevirmek ve onları elleriyle, dilleriyle yaptıkları eziyetlere tekrar maruz bırakmak istemişlerdi.
Resulüllah´m Sebatla Mücadelesini Sürdürmesi
Habeşistan´daki durum böyleyken, Peygamber efendimiz Mekke´de cihadını sürdürüyor, yapılanlara karşı sabır ve sebatla direniyordu. Hz. Muhammed´i Kureyşliler´e teslim etmeyen; onların eziyetlerine, saldırılarına, hapislerine ve öldürme isteklerine karşı koruyan Haşim oğullarının liderliğini Ebu Talib yapıyordu. O, Peygamber efendimizi himaye ediyor ve düşmanlarının eline bırakmak istemiyordu. Eşi Hatice de ona yardım ediyor ve tesellide bulunuyordu. Kavminden gördüğü kaba muameleler dolayısıyla evine üzüntülü olarak dönen Peygamber efendimizin, dışarı çıkarken büyük bir azim ve mücadele gücüne yeniden kavuşmuş olarak çıktığı görülüyordu. Ayakları da yere daha kuvvetli bir şekilde basıyordu. Hatice´den ve amcası Ebu Talib´den fazlasıyla ülfet ve yakınlık, destek ve ünsiyet görmüştü. Genab-ı Allah da ona nusret ve zaferini vermişti.
Kureyşliler, Peygamber efendimize ve müslümanlara karşı eziyetlerini fazlalaştırmışlardı. Çünkü işgal ettikleri makamın, yavaş yavaş ayaklarının altından kaymakta olduğunu hissetmişler, bu sebeple müslümanlara ve Peygamber efendimize karşı inat ve şiddetlerini arttırmışlardı. Muhammed (sav)´in davetinin taraftar bulduğunu gördükçe daha da hırçınlaşıyor ve şiddetlerini arttırıyorlardı. Özellikle güçlü bazı kimselerin yeni dine girmeleri onları çileden çıkarıyor, eza ve cefalarını daha da arttırıyordu.
Ebu Talib´le Görüşmeleri
Aralarında anlaşarak, sözü geçen kimseleri bir araya getirip topluca Ebu Talib´in yanına gittiler. Çünkü daha önce ferdi olarak ona yaptıkları başvurudan bir sonuç çıkmamıştı. Öte yandan Peygamber efendimiz de davet yolunda ilerlemekteydi. Ahmak müşriklerin beyinsizliklerine, alay ve maskaralıklarına, eziyet ve cefalarına, engellerine maruz kalmadan Cenab-ı Allah´ın çizmiş olduğu yolda yürümekteydi.İnsanları en güzel bir şekilde hakka davet ediyordu. Bu sebeple müşrikler onunla tartışmadan onu uzun bir süre kendi haline bıraktılar. Her ne kadar eziyetleri devam ediyorduysa da onunla tartışmayı bıraktılar.
Müşriklerin heyeti Ebu Talib´in yanına gitti. Sözcüleri ona şöyle de dedi:
“Ey Ebu Talibi Yeğenin Muhammed bizim tanrılarımıza sövdü, dinimizi kötüledi. Bize hakaret etti ve horladı. Ya onu uzaklaştırır bize hakaret etmesine engel olursun, ya da aramızdan çıkar ve onu bizimle başbaşa bırakırsın! Biz ona nasıl muhalif isek sen de ona muhalifsin. Onun dininde değilsin. O halde bırak da bu muhalefeti ortadan kaldıralım.”
Akıllı ve hikmetli Ebu Talib, onlara yumuşakça cevap verdi. Güzel ifadelerle sorularını cevaplandırdı. Böylece Kureyşli müşrik heyeti onun yanından çıkıp gitti. Resulullah (sav) kendi yolunda yürümekteydi. Hiç gevşemeden ve kusur etmeden Allah´ın dinini açıklıyordu. Müslümanların sayısı ise giderek artıyordu, islamiyet, artık diğer kabileler arasında, bu arada Habeşistan´da yayılmaktaydı. Kureyşliler´in öfkesi arttı. Kinleri sebebiyle işi azıttılar, öfkeden kudurdular. Muhammed´e ve müslümanlara eziyet verme hususunda birbirlerine teşvikte bulundular ve birbirlerini kışkırttılar. İleri görüşlüleri, bir kez daha Ebu Talib´e gitmek, ama öncekine nisbetle daha sert bir dil ve katı bir tutumla onu uyarmak gerektiğini ileri sürdüler. Toplanarak Ebu Talib´in yanma gittiler. Sözcüleri şöyle dedi:
“Ey Ebu Talibi Aramızda yaşlı, şerefli ve itibarlı bir kimsesin. Yeğenin Muhammed´i davasından caydırmanı bekledik. Ama bu konuda birşey yapmadın. Allah´a andolsun ki, bizler^ atalarımıza, sövülmesine, bize hakaret edilmesine tanrılarımızın kötülenmesine artık sabredemeyiz. Ya Muhammed´i durdurursun, ya da bu işi biz kendimiz yaparız. İki taraftan biri, diğerini yok edecektir!”
Bu defa düşmanlıklarını ilan ederek, bizzat Ebu Talib´i tehdit etmişlerdi.Söylenmemesi gereken herşeyi söylemişlerdi. Ebu Talib´in yaşlılığına, şeref ve itibarına aldırış etmemişlerdi. Değişik bir dille konuşmuş olmaları, Ebu Talib´i çok etkilemiş ve üzmüştü. Her ne kadar yeğeni Muhammed´i himayeden vazgeçmeyecek olsa da, karşı karşıya kaldığı sıkıntıyı ona açıklamak istedi. Kavminin kendisine karşı büyüyen düşmanlığına, onun da ortak olduğunu bildirmek için şöyle dedi:
“Ey kardeşimin oğlu, kavmin bana geldiler. Artık geldiğin noktada durmanı, daha ileriye gitmemeni istediler. Bana gücümün yetmeyeceği şeyleri yükleme!”
Muhammed (sav)´in azmi gevşemedi. Çünkü o Allah tarafından yardım ve destek görüyordu. Zaferi ve yardımı Allah´tan umuyordu. Her ne kadar içinden kavmi tarafından kabul görmek desteklenmek arzusundaysa da, Allah´tan başkasından yardım ummuyordu. Amcasının bu sözlerinden dolayı üzüldü. Eziyetlere uğramaktan korktuğu için değil, sevgili amcası Ebu Talib´in kendisine yardım etmekten vazgeçeceğini sandığı için üzüldü. Cihad ve mücadele meydanında amcasının kendisini yalnız bırakacağını ve düşmana teslim edeceğini düşündü. Artık kendisine yardım edemeyecek duruma geldiğini anlamıştı. Azim sahibi bir peygambere yaraşırcasına amcasına şöyle cevap verdi:
“Amca! Allah´a andolsun ki, bu işi bırakmak için güneşi sağ elime ayı da sol elime verecek olsalar, ben yine onu bırakmam. Ya yüce Allah onu bütün cihana yayar, görevim sona erer; ya da bu yolda ölür, giderim!” Böyle dedikten sonra Peygamber efendimizin gözlerinden yaşlar boşandı. Sonr^a kalkıp gitmek üzere kapıya yöneldi. O, Amcasının kendisini yardımsız bırakacağını ve düşmana teslim edeceğini beklemiyordu.
Alicenab bir insan olan Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed´e karşı haksızlık ettiğini anladı. Kureyşli heyetin kendisine söylediklerini ona nakletmemesi gerektiğini düşündü. Böyle yapmakla Muhammed´i huzursuz etmişti. Muhammed, çıkmak üzere kapıya yöneldiğinde ona: “Ey kardeşimin oğlu! var git dilediğini söyle. Allah´a andolsun ki, seni hiç bir şekilde hiçbir kimseye teslim etmeyeceğim.”
Ebu Talib ile Peygamber efendimiz arasında geçen konuşmalardan Kureyşliler Haberdar oldu. Ebu Talib´in onu koruduğu sürece Muhammed´e ilişemeyeceklerini, onu öldüremeyecek-lerini, hapsedemeyeceklerini veya Mekke dışına sürgün edemeyeceklerini anladılar. Fakat onların hileleri ve tuzakları henüz bitmemişti. Düşünmeye başladılar. Tuhaf bir karara vardılar. Her ne kadar bu kararları cahiliyetleri sebebiyle Araplar nez-dinde garip sayılmasa da, yine de onların bu kararı şaşılacak bir şeydi.
Şöyle ki: Araplar nezdinde, öteden beri evlat edinme müessesesi yürürlükteydi. Onlar, bu adeti komşuları olan Romalılardan almışlardı. Ailelerin evlat değiştirmeleri, kardeşlerin ve kardeş oğullarının değiştirilmesi, onların nazarında mümkün şeylerdendi. Ebu Talib´in yanına gittiler . Kardeşi oğlu Muhammed´i kendilerine teslim etmesi karşılığında, Kureyşlilerden bir genci kendisine vereceklerini söylediler. Verecekleri bu genç, Muhammed (sav)´in yerine onun kardeşi oğlu olacaktı. Sevgi ve muhabbet, değiş tokuş kabul eden bir meta´ haline gelmişti. Sözcüleri, Ebu Talib´e şöyle dedi:
“Ey Ebu Talib! îşte bu, Kureyşli gençlerin en boylu poslusu ve en yakışıklısı olan Velid oğlu Ammar´dır. Onun diyeti sana aittir. Gerektiğinde sen onun, o da senin diyetini verir. Birbiri-nizle yardımlaşırsiniz. Onu evlat edin, senin çocuğun olsun. Buna karşılık yeğenin Muhammed´i bize teslim et. Zaten o, senin ve atalarının dinine karşı çıkmış, birlik ve beraberliğinizi bozmuş, bizleri horlamış ve hakir görmüştür. Onu öldürmek üzere bize teslim et. Adama karşı adam veriyoruz!”
Doğrusu bu, temelsiz bir düşünce idi. Ebu Talib, yeğenini, öldürmeleri için onlara teslim edecek, buna karşılık da onlardan bir genci bimaye etmek üzere yanına alacaktı. Bu olacak şey değildi! Ebu Talib, onların düşüncelerinin temelsizliğini şu sözlerle açıkladı: “Allah´a andolsun ki siz benimle kötü bir pazarlığa girişiyorsunuz. Kendisini beslemem için çocuğunuzu bana veriyorsunuz. Buna karşılık öldürmek üzere yeğenimi istiyorsunuz. Bu, asla olmayacak bir şeydir!”
Abdü Menaf oğullarından Mutim bin Adiyy şöyle dedi: “Ey Ebu Talib! Yeminle söylüyorum ki, kavmin sana karşı insaflı davrandı. Ve seni bu badireden kurtarmak için elinden geleni yaptı.”
Ebu Talib, Mutim´i kınayarak şöyle dedi:
“Ey Mut´im! Allah´a andolsun ki, kavmim bana insaflı dav-ranmadı. Görüyorum ki, beni desteksiz bırakmak ve küçük düşürmek için onlarla birlik olmuşsun. Var git, elinden geleni yap!”
Kureyşliler işi azıtmışlardı. Nitekim îbn Kesir de şöyle der: “îş çığırından çıktı, savaş kızıştı. İnsanlar birbirine karşı diş biledi ve birbirleri hakkında olmayacak şeyler konuştu!´[1]
Ebu Talib zor bir durumda kalmış ve kavminin şiddetli baskısına uğramıştı. Durum ne olursa olsun, ne kadar baskıya maruz kalırsa kalsın, yeğeni Muhammed´i yalnız bırakmak istemiyordu. Mekke´nin lideri pozisyonunda olan Abdülmuttalib oğlu Ebu Talib, mürüvveti, himmeti ve Haşimi kabilesine özgü azmi uğruna her türlü zorluğa katlanıyordu. Hatta uğradığı bu sıkıntılar nedeniyle kardeşi Ebu Leheb de geçici bir süre için rahmet ve şefkat duygularına yenik düşerek Ebu Talib´e ve Muhammed´e yanaşmış, kardeşini sıkıntıya sokan Kureyşlilere karşı öfke duymuştu. Ebu Talib, kızkardeşinin oğlu Ebu Sele-me´yi himayesine almak istediği zaman, Kureyşliler onu daha da sıkıştırmış ve şöyle demişlerdi: “Ey Ebu Talib! Yeğenin Muhammed´i korudun. Peki Ebu Seleme´yi ne diye koruyorsun ” Ebu Talib onlara şöyle cevap vermişti:
“O benim himayeme sığındı. Kızkardeşimin oğludur. Onu himayeme almayıp da kimi alacağım ” Bu sözlerden sonra Ebu Leheb de kardeşine yapılan sürekli baskılardan dolayı ha-miyyete gelmiş ve Kureyşlileri tehdit ederek şöyle demişti:
“Ey Kureyş topluluğu! Kardeşim Ebu Talib´e karşı çok ileri gittiniz. Kavmi içinde onun himayesine sığınanlara saldırıyorsunuz. Yemin ederim ki, ya bu yaptıklarınızdan vazgeçersiniz, ya da size karşı yaptığı bütün işlerde onun yanında yer alırız ve amacına ulaşmasına yardımcı oluruz!”
Ebu Leheb o zamana kadar müşriklerin yanında yer almıştı. Bu sözlerinden sonra Hz. Muhammed (sav)in safına geçmesinden korktular. Nitekim daha önceleri diğer kardeşi Hamza da Ebu Cehil´in Muhammed (sav)e yaptığı hakaretten dolayı İslam´a girmiş ve müslümanlarm arasına katılmıştı. Bu nedenle müşrikler, çabucak Ebu Leheb´in gönlünü almaya çalıştılar ve “Ey Eba Utbe! Senin hoşlanmadığın şeylerden vazgeçiyoruz!” dediler. Çünkü Ebu Leheb, müşriklerin dostu ve yardımcısı olduğu halde Ebu Talibin Kureyşlilere karşı koyduğu güçlü tutu-/ mu nedeniyle kendisiyle birlik olup Muhammed (sav)e yardım etmesini sağlayacak olursa o zaman bütün Haşimi ailesi Muhammed (sav)i koruyacaklardı. Çünkü Hz. Muhammed, o ailenin en faziletli bireyi idi. Ancak Ebu Leheb´in gösterdiği bu ha-miyyetli davranış, bir şimşeğin parıltısı gibi çabucak sönüverdi. Sonuçta Ebu Leheb, ateşte kalmaya karar verdi ve o yolda yürümeye, devam etti. Peygamber efendimize karşı düşmanlığını sürdürdü. Müşriklerle dostluğuna devam etti. Onların müminlere karşı eza ve cefalarına ortak oldu. Mürüvveti, yeğenine ve yaşlı kardeşine karşı şefkati, onu harekete geçirmedi.
——————————————————————————–
[1] Ibn Kesir, el Bidaye ve´n-Nihaye c.3, s.48.
içinde bulundukları müşriklik sebebiyle, Muhammed (sav)´i susturmak istemişlerdi. Bunun için de hala kendisini korumakta olan ve lider konumunda bulunan Ebu Talib´e müracaat ettiler. Kureyşli müşriklerin, Ebu Talib´den kendilerini dinlemeyi istemeye hakları vardı. Nasıl kardeşinin oğlunu himaye ediyorsa, kendi haklarına da riayet etmesi gerekiyordu.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s.90.